Hem liberal solun, hem de ulusalcı solun, düşünsel kaynakları çok daha eskiye gitse de, siyaset sahnesinin etkili birer aktörü haline gelişini Türkiye’nin 2000’li yıllarına ait bir fenomen olarak görmek gerekiyor. Türkiye kapitalizminin, AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelişiyle ve Avrupa Birliği üyelik süreciyle birlikte daha da derinleşen küresel kapitalizme eklemlenme çabasının bu fenomenin ortaya çıkışında büyük etkisi bulunuyor.
tamamen zıt kutuplarda yer alıyorlarmış gibi görünseler de, hem liberal solun hem de ulusalcı solun, devleti kavramsallaştırmalarında büyük ölçüde benzeştiklerini görüyoruz. Liberal solcular açısından bakıldığında Türkiye’de devlet, burjuvazi de dâhil bütün sınıfları kontrol altında tutan, kapitalizmin mantığından apayrı ve kendine özgü bir mantığı olan, sermayenin çıkarlarından ayrı çıkarları bulunan, sınıflar üzeri bir yapı olarak kavramsallaştırılıyor.
Ulusalcı sol da devleti, ama özellikle devletin silahlı aygıtı olan orduyu, benzer bir şekilde sınıflar üzeri bir pozisyona yerleştirerek, kendisini, küreselleşmeye karşı kayıtsız şartsız devletin ve ordunun yanında konumlandırıyor.
Liberal sol bu kavramsallaştırmadan hareketle, politik stratejisini devletin karşısına sivil toplumu koymak ve ceberut devleti sivil toplumun baskısıyla çözündürmek olarak belirliyor.
Bu ise, emek sermaye çelişkisini anlamsız hale getiriyor. İşçi sendikaları ile işveren örgütlerinin, sol partilerle, liberal partilerin devlet karşısında “ortak çıkarları” olduğu iddiasının doğal sonucu, emek ve sermaye arasında bir müttefiklik ilişkisinin kurulabileceği oluyor.
Bu ise, açıkça sınıftan kaçış anlamına geliyor. Liberal solun gündeminde, bir sınıf mücadelesi, bir iktidar perspektifi ve kapitalist üretim ilişkilerinin, yani sömürünün tasfiyesi bulunmuyor
Ulusalcı sol ise, çelişkiyi emperyalizm ile ulus-devletler arasına koyduğu için bir milli burjuvazinin var olabileceğine inanıyor ve işçi sınıfının emperyalizmle mücadelede, hem milli burjuvaziyle, hem de devlet içerisindeki millici güçlerle ittifak yapması gerektiğini iddia ediyor.
Bunun da son tahlilde, sınıftan kaçış anlamına geldiğini görmek gerekiyor. Böylelikle kapitalizmin ilgası, belki de hiç gelmeyecek olan bir geleceğe ertelenmiş oluyor.
Liberal sol ile ulusalcı solun sınıftan kaçış bağlamındaki benzerliklerine ilişkin söylediklerimizin ardından yazının esas meselesine, AKP gericiliği ile liberal sol arasındaki ilişkiye geçmek gerekiyor.
Liberal sol ile AKP iktidarını müttefik kılan olgu hiç kuşkusuz Türkiye’nin AB üyelik süreci. Liberal sol, Avrupa Birliği’ni kapitalist küreselleşme dinamiklerinden bağımsız bir şekilde, bir medeniyet ve barış projesi olarak algılıyor.
AB’nin küresel egemenlik mücadelesinin bir neticesi olduğunu göremediği gibi Avrupalı emekçi sınıfların uzun yıllar boyunca verdikleri mücadeleler neticesinde kazanılan temel hak ve özgürlükleri, liberal demokrasinin doğal bir sonucu zannediyor.
Liberal solun, Türkiye’nin AB üyeliğine bakışı ise aslında bu topraklara olan umutsuzluğundan besleniyor. Buna göre, “ceberut devlet”in sivil toplum üzerindeki tahakkümünün Türkiye’nin iç dinamikleriyle kırılması imkânsız.
Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinde Türkiye’den gerçekleştirilmesi istenen reformlar ise bu tahakkümü kırabilecek ve sivil toplumu güçlendirecek nitelikte.
Liberal sol, liberal demokrasinin bütün kurumlarıyla işlemesi için mücadele etmeyi solculuğun alamet-i farikası olarak kabul ettiği için, iktidara geldiği günden beri küresel kapitalizmin Türkiye mümessilliğini yapan AKP iktidarını desteklemeye devam ediyor.
AKP iktidarının özelleştirmeler aracılığıyla, kamusal kaynakları yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekmesini sorunsallaştırmıyor.
Devletin küçültülmesini, demokrasinin gelişmesi olarak gören bu anlayış, kamusallığın daraltıldığı ve tedricen tasfiye edildiği bu sürecin, anti-demokratik niteliğini kavrayamıyor.
Devletin boşalttığı alanın, yalnızca sermaye tarafından değil, tarikatlar, çeteler ve mafya tarafından doldurulduğunu göremiyor.
Hal böyle olunca, ceberut devletle bir meselesi olduğu düşünülen, sivil toplumun ve demokrasinin bayraktarlığını yaptığına inanılan, demokrasi mücadelesi verdiği kabul edilen AKP’yle ve muhafazakâr demokrasi ile ittifak yapmamak için hiçbir neden kalmıyor.
Sonuç itibariyle de “muhafazakâr demokrat hegemonya”nın kuruluşunda koltuk değneği rolü üstlenilmiş oluyor; muhafazakârlıkla demokrasi arasındaki ilişki ile toplumsal alandaki muhafazakârlaşma ve dinselleşmenin anti-demokratik niteliği sorgulanmaksızın üstelik.
Sınıftan kaçış, bir iktidar perspektifine ve sömürü ilişkilerinin ortadan kalktığı bir dünyaya ilişkin bir gelecek tasavvuruna sahip olamama, ulusal ya da liberal sol gibi siyasal ucubelerin var oluşunu da beraberinde getiriyor.
Bu ise kolaylıkla gericiliğe ve sermaye iktidarına koltuk değneği olmaya dönüşebiliyor. Muhafazakâr demokrat hegemonyanın kırılması için mücadele etmek, onun koltuk değneği olan liberal solla da mücadele etmeyi gerektiriyor.
7 Temmuz 2009 Salı
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder