30 Temmuz 2009 Perşembe

Çin ezilen dünyanın dostu mu?

Ezilen dünyanın artık Çin’e açacağı bir kredi kalmamıştır. Çin ezilen dünyanın dostu değildir. Çin’in büyümesi emperyalizmin büyümesi, Çin’in istikrarı emperyalizmin istikrarıdır. Gerçeklere yine de gözünü kapatmak isteyen fanatiklere veya ajan ruhlulara son olarak Mao Zedung’un bir sözünü hatırlatalım: “Bir gün Çin emperyalist olursa, ona da karşı çıkınız…”



Efsane ve gerçek

Doğu Türkistan’da Türklere yönelik katliam ve işgal politikasını savunmak için bazı işbirlikçiler Türkiye’de inanılmaz bir propaganda yürütüyor.

Bu propagandanın temeli şu; Çin, ABD’ye kafa tutan yeni bir süper güçtür. Çin, süper güç olmasının yanı sıra emperyalizme karşıdır ve sosyalisttir. Ayrıca Çin Avrasya projesini destekleyerek Üçüncü Dünya ülkeleri için umut kaynağı olmaktadır.

Bu yüzden ABD Çin’e düşmandır. Bundan dolayı Uygur Türkleri olsa olsa ABD ajanı olabilir. Bu yüzden ulusalcılar Çin’i tutmalıdır. Çünkü ABD tıpkı Türkiye’yi bölmek istediği gibi Çin’i de bölmek istemektedir. Oysa Çin Türkiye’nin dostudur.

Bu garip tezi sorgulayalım. Çin acaba ABD’ye karşı mı? ABD’yle düşman mı? Ya da hepsini bir yana bırakalım Çin ABD’nin rakibi mi? Yoksa bir numaralı ortağı mı? Çin ezilen ulusların dostu mu? Yoksa emperyalist talana ortak olmuş yeni bir güç mü?

Türkiye’de bazı ajan çevreler öyle bir Çin efsanesi yaratmıştır ki; onların Çin’i ejderhalar, canavarlar, havada uçan veya suda yürüyen ninjalar kadar gerçektir.

Gerçek Çin’e ışık tutmak çok basit bir olguyla başlayalım. Bazı ulusalcılara ve Maoculara göre Çin dünyada en hızlı büyüyen ekonomidir ve bu ABD’yi çok korkutmaktadır. Peki, bu doğru mu?

Oysa ABD’li ekonomistler ABD’nin ekonomik krizden çıkışı için en büyük umut kaynağını Çin’de görüyorlar. Çin’in son bir yılda ekonomik büyüme hızı çift hanelerden %6’ya kadar indi. Ancak bu rakam bile ABD’yi sevindirdi. Çünkü Çin’in üretimi demek ABD tekellerinin kârı ve canlanması demektir. Bu kadar basit.

Bazıları diyor ki ABD ve Çin ekonomik rakiplerdir. Tam tersine. Dünyadaki en büyük iki ticaret ortağı ABD ve Çin’dir.

Çin’in birden bire patlayan büyümesi özellikle Asya ekonomik krizinin hemen ardından 1996’da başlamıştır. Bu tarihten itibaren dünyadaki yabancı sermayenin ve özellikle Amerikan sermayesinin en çok yatırıldığı ülke Çin olmuştur. ABD’nin Çin dışındaki Asya ülkeleriyle ticareti 1996’dan günümüze toplam ticaret hacminde %32’den %20’ye düşmüşken Çin ile neredeyse ikiye katlamıştır. Kısacası ABD ve AB tekelci sermayesi “Asya kaplanlarını” terk etmiş, kendileri için çok daha iyi bir ortak olan Çin’e akmıştır. Bunda ezilen dünya adına sevindirici bir yan göremiyoruz.

1990’ların sonu sadece Çin için değil, ABD için de tarihi olarak en yüksek büyüme oranlarının elde edildiği yıllar olmuştur. ABD emperyalizminin bir numaralı sermaye ihracı Çin’e gerçekleşti. Çin büyük imparatorluğunun ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarını Amerikan sermayesinin emrine sundu.

Sonuç, 1950’lerden itibaren görülmemiş bir büyüme dalgası. Oysa 1990’ların başında dünya ekonomisi ve ABD büyük bir durgunluk eşiğine gelmişti. Bugün yaşanan krizin ilk belirtileri o yıllarda yaşanıyordu. Ancak Çin ABD kaynaklı ekonomik büyümenin motoru oldu. Çin büyüdü. ABD de büyüdü. Küreselleşme denen büyük emperyalist saldırı bu ekonomik dinamizmle 1990-2008 arasında finanse edildi. Kısacası Çin mucizesi denen şey aslında Amerikan mucizesidir. Ya da şöyle özetleyelim ABD artı Çin eşittir küreselleşme.



Eğer Çin ile ABD arasındaki bu kirli ortaklık olmasaydı, ABD asla Yugoslavya’ya, Irak’a ve Afganistan’a saldıramazdı. ABD emperyalizmi esas olarak askeri hegemonyayla ayakta duruyor. ABD’nin hem bütçesi hem de dış ticareti dev açıklar veriyor. Ancak Çin, Japonya, AB ülkeleri ve hatta Rusya bu açığı finanse ediyor. Nasıl? ABD’nin devlete ait ve özel finansal kâğıtlarını satın alarak. ABD ordusunu en çok Çin’in finanse etmesi bir çelişki değil, çünkü dünya piyasalarının ABD sermayesine açık kalması en çok Çin’in işine geliyor.



ABD emperyalizminin
en büyük finansörü Çin

Dahası var. Çin aslında emperyalist dünya sisteminin ve özellikle ABD’nin yardımına koşmuştur. Çünkü Çin’in hanesine yazılan her büyüme, Üçüncü Dünya ülkelerini emperyalizm karşısında zor duruma düşürmüştür.

Türkiye’de bazı garip tipler her sene Çin’in büyüme rakamlarının açıklanmasından sonra bayram ederler. “Yaşasın Çin geliyor, ABD tepetaklak gidiyor…”

İyi de ne hikmetse Çin büyüdükçe ABD tepetaklak yuvarlanmadığı gibi, Üçüncü Dünya ülkelerinin ABD ve AB ile yaptıkları ticaret haddinde hiç görülmeyen düzeyde bozulmalar gerçekleşiyor. Bu da çok doğal çünkü Çin emperyalist sisteme neredeyse 5 kat daha ucuz işgücü sunuyor. Üçüncü Dünya ülkeleriyle Batı arasındaki ticaret artık çok daha adaletsiz ve eşitsiz, çünkü sağ olsun Çin, ABD’yi değil ama tüm dünyada işgücü ve hammadde maliyetlerini ezilenler aleyhine tepetaklak etmeye devam ediyor. Nasıl mı? 19.yy’dan kalma çalışma koşulları, sömürülmeye açık geniş bir tarımsal arazi ve hammadde stoku, değil grev sendikanın bile vatan hainliği sayıldığı bir “sosyalist” rejim…

Ve bazıları hâlâ Çin büyüdü diye sevinmemizi istiyor. Niye? Biz ABD tekeli Wall-Mart mıyız?

Rakamlar konuşsun yine. Çin’in toplam milli geliri 4.4 trilyon dolar. Toplam dış ticaret hacmi 2.4 trilyon dolar. Bu devasa rakamlara dayanan bazıları diyor ki dünyanın merkezi Atlantik’ten Pasifik’e kayıyor. Olabilir. Çin de bundan fayda sağlayabilir. Ama tüketen ve kazanan yine Atlantik...

Çünkü 2.4 trilyon dolarlık ticaret hacminin 409 milyar doları doğrudan ABD ile gerçekleşiyor. Bu rakama Hong Kong ile olan 203 milyar dolarlık dolaylı ticaret dahil değil. Net bir şekilde görülüyor ki Çin’in bir numaralı ticaret ortağı ABD’dir. Ardından 267 miyar dolarla Japonya gelmektedir. Almanya ise Çin ile 115 milyar dolarlık ticaret hacmine sahiptir.

Kısacası “Atlantik güçleri” ya da bildiğiniz emperyalist Batı, Çin’in dev gibi olan dış ticaretinin esas ortaklarıdır.

Peki, başka bir soru. Acaba Türkiye’de anlatılan Avrasya masallarının, büyük Rus-Çin paktının durumu ne? Evet rakamlar konuşsun. Rusya’nın Çin ile toplam ticaret hacmi sadece 56 milyar dolar. Yani ABD’nin neredeyse onda biri… Ve listede Rusya açık arayla sekizinci...

Rus emperyalist-faşist ideologu Dugin, Avrasya kitabında, Çin’in büyüyen ekonomisinin en çok Rusya’yı ve Rus etki alanlarını tehdit ettiğini söylüyor. Doğru söze ne denir?

Devam edelim. Çin’i övenler diyor ki: “Çin ABD ile ortak olabilir ama bu işten Çin kazançlı çıkıyor…” Tabii ABD salak ya(!)… Bu iddiayı destekleyenleri memnun edecek bir rakam verelim. Çin’in ABD’yle ticaretinde net fazlası (ihracatının ithalatından fazlalığı) tam 260 milyar dolar. Bu bazılarına göre ABD her yıl Çin’e para kaptırıyor gibi gelebilir ancak işin rengi öyle değil. Çin kazandığı parayı ne yapıyor sizce? ABD’nin hazine tahvillerini satın oluyor. Hem de tüm dünyada bunların en büyük satın alıcısı şu anda Çin. 2008 yılında Japonya’yı geride bırakan Çin tam 585 milyar dolarlık (yani Çin’in ABD’ye ticaret fazlasının iki katından büyük bir oran) ABD hazine tahvilini satın aldı ve bu alanda birinci oldu. Yani Çin milli gelirinin neredeyse sekizde birini Amerikan devlet tahviline yatırmış. Bu ne demek biliyor musunuz? ABD emperyalizmini ayakta tutan, bütçesini oluşturmasını sağlayan, dev ordusunu besleyen, General Motors gibi iflas eden tekellerini finanse eden dünyadaki bir numaralı güç Çin demek. Çin ABD’den ticarette kazandığını fazlasıyla ABD’ye kazandırıyor. Çin’de üretilen ve tüm dünya piyasalarına sürülen ABD firmalarının mallarını hesaba katmıyoruz. Kısacası ABD Çin’e kazandırıyor, Çin de ABD’ye… Ya da Perinçek’in anlayacağı dille şöyle diyelim Çin’in istikrarı ABD’nin, ABD’nin istikrarı Çin’in istikrarıdır. Yukarıdaki alışveriş tablosundan çıkan tunç yasası budur.

Ama demagog Perinçek diyor ki: “Çin dünya barışını yok etmek istemediği için ABD tahvillerini satın alıyor ve ABD’nin saldırganlaşmasını engelliyor. Yoksa ABD Hitler’in yoluna girer…”

Ne ulvi, ne büyük bir dava... Çin ABD’ye para pompalıyor. Böylelikle ABD bize saldırmıyor. Acaba saldırmıyor mu? Ya da Çin’in mali desteğiyle saldırıyor olmasın…

Siyasi arenada ABD-Çin işbirliği

İş tam da püf noktası bu… Eğer Çin ile ABD arasındaki bu kirli ortaklık olmasaydı, ABD asla Yugoslavya’ya, Irak’a ve Afganistan’a saldıramazdı.

ABD emperyalizmi esas olarak askeri hegemonyayla ayakta duruyor. ABD’nin hem bütçesi hem de dış ticareti dev açıklar veriyor. Ancak Çin, Japonya, AB ülkeleri ve hatta Rusya bu açığı finanse ediyor. Nasıl? ABD’nin devlete ait ve özel finansal kâğıtlarını satın alarak.

İnsanlar tüm emperyalistler böyle bir paktı kabul ediyor diye sorabilir. Hatta Perinçek gibi cinler buradan ABD’nin aslında battığını, tepetaklak gittiğini ileri sürebilirler. Ancak böyle bir anlayış emperyalizmi hiç tanımamak demektir. Çünkü emperyalizm ekonomik bir sistem olmaktan çok işgale, şiddete ve askeri güce dayanan bir sömürgecilik modelidir.

AB, Çin, Japonya, Rusya niye ABD’yi finanse ediyor diyorsanız, ABD onlara dünyanın her an her köşesine gidebilecek, Üçüncü Dünya ülkelerine her türlü baskıyı uygulayabilecek, hizadan çıkanları bombalayıp, katledip, işgal edebilecek bir donanma sunuyor. AB böyle bir güç oluşturamaz. Çin de, Rusya da… O yüzden dünyanın en büyük ekonomisi ve ordusu ABD’de olmaya devam edecek. Onlar da emperyalist sistem yıkılmasın diye ABD’yi finanse etmeye devam edecekler. Ta ki yeni bir babayiğit çıkana kadar…

ABD ordusunu en çok Çin’in finanse etmesi bir çelişki değil, çünkü dünya piyasalarının ABD sermayesine açık kalması en çok Çin’in işine geliyor. Eğer Çin ABD hazine kâğıtlarını yıllarca satın almasaydı ABD birkaç trilyonluk savaş bütçesi oluşturup Irak ve Afganistan’a saldırabilir miydi?

Ve çok yalın bir soru: Çin acaba bu saldırıların bir tanesine bile karşı çıktı mı? Çin, BM Güvenlik Konseyi’nin 1972’den itibaren veto hakkına sahip beş daimi üyeden biri…

Ve Çin, Yugoslavya, Irak, ve Afganistan işgallerinden önce bir kez bile bu veto hakkını kullanmadı.

Bu işin ABD kısmı… Bir de AB kısmı var. Çin AB’nin en büyük ticaret ortağı olmakla birlikte, siyasi arenada da tamamen ortaklar. AB ile Çin’in ABD’nin emperyalist saldırganlığı karşısında tutumu birebir aynıdır. Bazen pasif, bazen de Afganistan’da olduğu gibi aktif destekçilik. Ve Türkiye Çin’e karşı kendi bağımsız gümrük politikasını bile uygulayamamaktadır çünkü AB Türkiye’yi bu konuda da men etmektedir.

Bugün ve öncesinde ABD işbirlikçiliği

11 Eylül’den sonra ABD emperyalizminin önderliğinde başlayan yeni sömürgeci saldırıya Çin karşı çıkmadığı gibi desteklemiştir. İşgal altındaki Irak’taki işbirlikçi işgalcilerin kuklası hükümeti ilk tanıyan, Barzani’yle ilk petrol anlaşmalarını yapan Çin oldu.

Afganistan’daki ABD işgalini ise açıktan destekledi. Bunun karşılığında ABD Doğu Türkistan’daki militanları El Kaide kapsamına aldı ve Doğu Türkistan hareketini terör listesine dâhil etti. ABD ve AB’nin en sevdiği Tibet konusu bile 11 Eylül’den sonra rafa kaldırıldı.

ABD Türkiye’yi işgal etmeye kalksa bizi ilk satacak Çin olur. Nedeni çok basit? Pentagon’un Türkiye’yi işgal bütçesini tıpkı Irak işgalinde olduğu gibi finanse edecek ve para kazanacak yine Çin olacak. Bu kadar basit… ABD bütçesi ve ordusunu faiz karşılığı besleyen Çin’dir.

Ayrıca Çin ile ABD arasındaki dış politikadaki bu ortaklık çok daha eski yıllara gitmektedir. Çin sosyalist devrimi gerçekleştirdiği ilk yıllarda bile yüzünü hemen Rusya ve Doğu Bloğundan Avrupa ve ABD’ye çevirmiştir. Kore Savaşı’nda bile Çin tüm Kore ordusunun ABD tarafından dağıtılmasını beklemiş, ancak ondan sonra devreye girmiştir.

Vietnam’da ise tam bir ihanet söz konusudur. ABD’nin Vietnam’daki işgaline karşı Vietnamlı komünistler tarihi bir direniş ve Ulusal Kurtuluş Savaşı gerçekleştiriyorken, Çin Vietnam adalarını işgal ediyordu.

Vietnam’daki son ABD birlikleri kovulduktan kısa bir süre sonra ise Çin Vietnam’a saldırdı. Çin’in o dönem ki devlet başkanı Deng Siaoping 1979’da ABD’ye düzenlediği gezide ABD başkanına kayıtlara geçen şu sözü bizzat söylemişti: “Kural dinlemez çocuğun poposuna patlatmanın vakti geldi.”

Bu sözlerden sonra tam 200 bin Çin askeri Vietnam’a girdi. Fransa ve ABD’ye karşı 30 yıldan fazla süren kurtuluş savaşından sonra “kural dinlemez” Vietnam halkı bir de Çin işgaline karşı direnmek zorunda kaldı. Vietnam rakamlarına göre 100 bin, Çin rakamlarına göre ise 30 bin Vietnamlı sivil bu işgal sonucu katledildi. Çin’in bu sömürgeci saldırısının gerekçesi güya Vietnam’da Çinli azınlığın baskı görmesi ve Vietnam’ın “sosyal emperyalizme” hizmet etmesiydi. Ama aslında bu eylem Çin’in uzun süredeir devam eden ABD ile işbirliğinin bir sonucuydu.

İnsanlara garip gelebilir. “Komünist” Çin komünist Vietnam’ı işgal ediyor. Ancak bu 5000 yıllık klasik Çin diplomasisinin doğal sonucudur. Çin’in Üçüncü Dünya’ya ve sosyalist ülkelere düşmanlık gerekçesi özellikle 1960’dan beri hep aynıydı: Sovyet Sosyal Emperyalizmi. Çin’e göre Rusya bir numaralı emperyalist düşmandı. Peki o zaman ne yapmalı? ABD emperyalizmiyle kucaklaşmalı. Bir Üçüncü Dünyalı için bütün emperyalist ülkelere karşı olmak gibi çok yalın bir anlama sahip olan anti-emperyalizm, Çin sözlüğünde nasıl olduysa en has Amerikan müttefikliğine dönüştü.

1972’de Nixon bizzat Çin’e geldi ve Mao’yu ziyaret etti. Bundan sonra aynı yıl Çin BM Güvenlik Konseyi’ne alındı. Özellikle 1972’den sonra Çin’in dış politikası akıllara zarardır. Sözde “sosyal emperyalizmi” engelledi diye Allende’yi katleden Amerikancı faşist Pinochet’yi ABD’den bile önce Çin tanıdı. Che Guevara’nın yanında savaştığı Angolalı ulusal kurtuluşçulara karşı emperyalistleri ve işbirlikçileri destekledi. Gerekçe aynı: Sosyal emperyalizm güçlenir. Sonra Saddam Irak’ta petrolleri millileştirince, FKÖ İsrail’e karşı taarruza geçince ve Türkiye Kıbrıs’a müdahale edince Çin hep karşı çıktı.

Çin: Sömürgeci bir ekonomi

Sonunda olan oldu. Sosyal emperyalizm denen Rusya çöktü. Tam da Çin’in istediği gibi “güçlenmemiş” oldu. Hatta yıkıldı. Çin’in çok “devrimci” stratejisi bir tek işe yaradı. ABD tüm dünyaya el koydu. Ama baki kalan Çin’in ABD yandaşlığı oldu. Bir de Çin en âlâsından sömürgeci ve (artık sosyal mi dersiniz asosyal mi) emperyalist bir güce dönüştü.

Düşünün bir kere 1950’den bugüne kadar Çin tarih boyunca asla ele geçiremediği dev gibi ülkeleri yuttu: Türklerin vatanı Doğu Türkistan, Mançuların ülkesi Mançurya, Moğolların yurdu İç Moğolistan ve Tibet…

Diyelim ki Çin ABD’ye karşı ki değil. Bu yine de yüzölçümünü son 50 yılda iki katına çıkaran sömürgeci bir devletin yayılmacılığını asla meşrulaştırmaz.

Ve son Uygur Türklerine yönelik katliamda ne ABD ne AB ne de Rusya tek bir kınama mesajı yayınlamadı. Binlerce kişi öldü. Hangi yüzyılda yaşıyoruz? Bu nasıl bir antiemperyalizmdir ki hem işgalcidir hem de tüm sömürgecilerle sarmaş dolaştır.

Ve bu ülke sosyalist falan da değil. Ekonominin yüzde 70’i özel sektörün yani ABD ve AB sermayesinin elinde… Bu oran ABD’de bile daha düşük. Ayrıca resmi rakamlara göre dünyada gelir dağılımının en eşitsiz olduğu ülkelerden biri Çin. Uygur Türkünün yaşadığı büyük petrol zengini özerk bölgede kişi başına gelir yalnızca 2800 dolar, Tibet’te ise 2000 dolar. Peki Hanlıların Şangay’ında ne kadar? Bunun tam 5 katı: 10.500 dolar. Pekin de ise 9000 dolar.

Tipik bir sömürge ekonomisi: Hammadde ve tarımsal ürün kaynağı sömürülen iç bölgelere karşı sömürgecilerin yaşadığı 5 kat zenginlikteki sanayileşmiş kıyı şeridi.

Tarihinde bir kez bile Batılı emperyalistlere karşı savaşmayan bu devletin katliamlarını şimdi antiemperyalist tavır alacak diye destekliyorlar. İyi de ABD işgalcilik yapınca karşı çıkılıyor, Almanya yapınca karşı çıkılıyor, İngiltere yapınca karşı çıkılıyor da, Çin’e niçin karşı çıkmayalım?

Ezilen dünyanın artık Çin’e açacağı bir kredi kalmamıştır.

Çin ezilen dünyanın dostu değildir.

Çin’in büyümesi emperyalizmin büyümesi, Çin’in istikrarı emperyalizmin istikrarıdır.

Gerçeklere yine de gözünü kapatmak isteyen fanatiklere veya ajan ruhlulara son olarak Mao Zedung’un bir sözünü hatırlatalım: “Bir gün Çin emperyalist olursa, ona da karşı çıkınız…”

Bugün karşı çıkmayalım da ne zaman çıkalım? Ali Özsoy

29 Temmuz 2009 Çarşamba

AĞIR HASTA OLMAK

Gazete sayfasından Güler Zere’nin hafiften gülümseyen fotoğrafına bakıyorum. Dört duvar arasında umudunu yitirmeden yaşama sımsıkı sarılışını onda görüyorum. 14 yıl Elbistan cezaevinde yattığını ve orada kansere yakalandığını satır aralarında okuyorum. Gözüm tekrar fotoğrafa kayıyor. Dört duvar arasında tutsak olsa bile içindeki cevahiri canlı tuttuğunu fark ediyorum.

Güler Zere’nin sağlık sorunu göz önüne alınarak, serbest bırakılması için insan hakları kuruluşları, dernekler, duyarlı basın ve yurttaşlar olayı canlı tutarak, sorumlu yetkililerin olaya müdahale etmesini bekledi. Bugüne kadar cezaevlerinde adli ve siyasi ağır hasta olan insanlar için bulunan girişimler sonuçsuz kaldı. Buna kulaklarını tıkadılar ya da gözlerini yumdular diyebiliriz.

Cezaevlerinde yatan insanların hangi suçtan yattığının ayrımını yapmadan ölümcül hastalığa yakalanmış olduğunu varsayalım. İnsani açıdan bu insanlar için gerekli olan iyileştirme zemininin anında yaratılması gerekir.

Ülkemizdeki cezaevlerinde sağlıksız koşulların olduğunu, ağır hastaların olduğunu bilmekteyiz. Yetkililerinde keyfi davrandığını bilmekteyiz. Fazla uzaklara gitmemize gerek yok. Devrimci tutsaklardan mesane kanseri olan Erol Zavar içinde böyle bir kampanya geçmişte başlatılmıştı. Doktorların ağır hasta olduğuna dair verdikleri belgelerle o hala cezaevinde tutulmaya devam edilmektedir.

Ergenekon davasından gözaltına alınan üst düzey subaylar ve paşalar vardı. Bunların içinde emekli olanları da vardı. Bu arada bir karşılaştırma yapalım; Ergenekon paşalarının hasta oldukları açıklandı, adalet mekanizmasının onlar için çok çabuk işletilerek, özel hastanelere sevk edilerek, aşırı derecede ‘çürük’ çıktıklarını biliyoruz. Tahliye edildiler. Yetkililer, ağır hasta insanların cezaevi koşullarında iyileşebilmelerinin imkânsız olduğunun bilincindeydi.

Ama aynı yetkililer cezaevinin diğer yüzünde yerlerinden oynatılmayanları görmemezlikten geldi. Kendileri için özel hastaneleri olmayan, arkalarında herhangi bir kurum olmayanlar için adalet bunun neresinde dersiniz?

Güler Zere’nin durumuna tepki göstermek ve ona sahip çıkmak insanım diyen herkesin görevidir. Adli ya da siyasi olsun cezaevlerinin yaşam koşulları zordur. Onlar içeride hasta diye tek başına bırakırsak, ölümlerine seyirci kalırsak, bizlerde insanlık suçuna ortak olmuş oluruz.

Hukukta insan haklarını koruyan maddeler vardır. Bu maddeler kişiye, kişilere göre özel olarak uygulanmamalıdır. Yalnız ülkemizde önemli yerlerde olanlara ayrıcalıklar tanınmaktadır. Bunlardan bir tanesi Necmettin Erbakan’dır. Hüküm giydi ve onun için yasal düzenlemeler anında AKP tarafından yapıldı. Cumhurbaşkanı Gül’de onayladı. Cezasını ilk önce istediği yerde çekme şartı getirildi. Sonrada yaştan dolayı bir şekilde af edildi. Peki, madalyonun diğer yüzünde onun yaşında olanlar neden cezaevlerinde yatmaya devam etmektedir?

Cezaevlerinde kişilere göre çifte standartlar uygulanmaktadır. Bunun içindir ki, Güler Zere’nin yalnız olmadığını, öldürülmesine seyirci kalmadıklarını eylemlikleriyle, Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD), ÇHD, KESK, İHD ve diğer kurumlar olayın ciddiyetini insanlara anlatmaya devam etmektedirler.

Ağız içi ve boynundaki kanserli tümörler nedeniyle damağı alınan ve tedavisinin cezaevi koşullarında mümkün olmadığı Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı’nın raporuyla belirlenen Güler Zere’nin cezasının ertelenmesi başvurusunun hasıraltı edildiği iddia edildi. Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi adına Elbistan Başsavcılığı’na dilekçeyle başvuran avukat Taylan Tanay, Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak’ı Zere’nin cezasının ertelenmesi yönündeki başvurusunu işleme koymayarak ‘Kasten adam öldürmeye teşebbüs etmek’le suçladı.

Ülkemizde insanın yaşamı bu kadar ucuz olur mu? Demek ki oluyor. Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak’ın olaya insani boyutta bakmadığının bir kanıtıdır.

Güler Zere, 37 yaşında. 14 yıldır tutuklu. Malatya 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nce verilen 34 yıllık hapis cezasının infazını çekmek üzere Elbistan E Tipi Kapalı Cezaevi’ndeyken kanser hastalığına yakalandı. Hastalığının teşhis ve ilk tedavisi Çukurova Üniversitesi Balcalı Araştırma Hastanesi’nde yapıldı. Oradan Adana Karataş Kadın Cezaevi’ne sevk edildi.
Avukatları, Zere’nin tedavisinin cezaevi koşullarında sürdürülemeyeceğini belirterek 12 Mart 2009’da Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdular. Başvuruda, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun’un 16. maddesi uyarınca Zere’nin cezasının ertelenmesini istediler.

Adana Cumhuriyet Başsavcılığı, bu talep üzerine Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı’ndan rapor istedi. 22 Haziran 2009’da hazırlanan rapor şöyleydi:
“Evre 4 malign oral kavite karsinomu nedeniyle ağır özürlü sayıldığı yaşamının ağır risk altında olduğu, şahsın bir başkasının bakım ve gözetimine muhtaç olduğu, radyoterapi “ışın tedavisi” de içerecek yoğun ve ağır bir tedavi gerekebileceğinden bu koşulların sağlanabileceği bir sağlık kuruluşunda tedavi ihtiyacı olduğu cezaevi koşullarında bu bakım ve tedavinin sağlıklı olarak yerine getirilmesinin mümkün olmadığı, belirtilen nedenlerle iyileşinceye kadar hapis cezası infazının ertelenmesinin uygun olacağı...”
Bu raporun aynı gün Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderilmiş olmasına rağmen Zere hâlâ serbest bırakılmadı.

Adana Cumhuriyet Başsavcılığı Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Anabilim Dalı’ndan istediği raporun gelmesine rağmen ‘Zere’nin durumunu ortaya koyan dosyanın Elbistan’da olduğu için başvurunun Elbistan Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılması gerektiği’ yönünde itirazda bulundu. Avukatlar aynı gün Elbistan Cumhuriyet Başsavcılığı’na faks dilekçe ile başvurdu.
Elbistan’dan ses soluk çıkmadı. Başvurunun akıbeti ile ilgili olarak avukat Tanay, suç duyurusunda bulundu. Bu başvurunun kaybolmuş ya da kaybedilmiş olduğunu iddia ediyor. Zere’nin sağlık durumuyla ilgili beş ayrı rapor var. Zere’nin “ağır özürlü” olduğunu belirtti. Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak onu 28 saatlik bir yolculukla İstanbul Adli Tıp Kurumu’na sevk ediyor. Zere’nin avukatı Tanay da savcıyı ilk başvuruyu kasten göz ardı etmekle suçluyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Güler Zere için tahliye topunu Adalet bakanlığı’na atmıştı. Bakanlıktan şuana kadar herhangi bir ses çıkmadı. Aydınlardan ise Elbistan Cumhuriyet Savcısı Orhan Irmak’ın infazı erteleyecek kararı vermemesini ”bilerek ölüme göndermek” şeklinde yorumladı.

Sonuç itibarıyla Güler Zere için devletin insan hakları anlayışı ağırdan işliyor. Bu olay bana neyi hatırlattı biliyor musunuz? Ozan Ruhi Su vardı. Kanser hastasıydı ve tedavi olmak için yurt dışına çıkması gerekiyordu. Kendisinin pasaport müracaatı olmuştu. Devrimci ozan olduğu için pasaport verme işlemi uzadıkça uzadı. Sevgili, değerli ozanımız Ruhi Su gözlerini yaşama yumduğu gün kendisine pasaport verildiğini radyo ve televizyondan haber saatinde spikerler söyledi. Benim o günkü yorumum ise; “devrimci ozan Ruhi Su’ya ve biz devrimcilere karşı yapılan büyük haksızlık ve iki yüzlülüktür.” Süleyman Demirel o günü çok iyi hatırladığına eminim!

AKP iktidarı kendine karşı insan haklarını işletiyor. Yeri geldi mi insan hakları da insan hakları diyerek temposunu yükseltiyor. Sağlık sorununu yaşayan Güler Zere ve diğer mahkumlar için insan hakları nerede? Övündüğünüz, övdüğünüz uğruna yasalar çıkardığınız AB’ nin insan hakları nerede? Ben, bizler göremiyoruz. Ya sizler görüyor musunuz?





Hüseyin Habip taşkın

DEVRİMCİ GENÇLİK OLMAK

Bugün halkın çoğunluğunun gençliğe yönelik bir beklenti içinde olduğunu söylemek gerekli. Siyasal rejim ciddi bir krizde, ancak bunun dışına çıkmak için tüm yollar kapalı gözüküyor. Mevcut siyasal rejim dışında halkın en güvendiği kurum olarak ordu ortaya çıkıyor. Ancak tek başına ordunun halkın beklentilerini yansıtabilmesi mümkün gözükmüyor. Ayrıca halkın kendi bağımsız örgütlerinin olmadığı koşullarda mevcut siyasal mekanizmaya yönelik her müdahale çıkmazları daha da arttırmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Gençlik bu yüzden kendini siyasetin zincirlerinden kurtardığı oranda halkın umudu olmaya devam ediyor. Devrimci gençlik hareketinin 50 yıla uzanan tarihi siyasal mekanizmanın halkçı eleştirisinde gençliğin kuvvetli bir unsur olduğunu gösterdi. Bu gerçek belleklerden henüz kazınabilmiş değil ve bu yüzden gençliğin attığı her adım coşkuyla karşılanıyor.

Gençliğin isteği, her şeyden önce bu beklentiye cevap verebilmek. Halkın istediği gençlik olmak. Devrimci gençlik olmak.

Halkın gençlikten beklentileri gençliğin de bugün ne istediğini belirliyor? Sermayenin ve emperyalistlerin çıkarlarından arındırılmış halkçı ve bağımsız bir Türkiye.

Gençliğin ne istemediği de ortada: Bugünkü siyasal yapının, düzenin devamı. Gençlik kesinlikle mevcut parlamenter yapıyla Türkiye'nin güzel bir geleceğe yönelmediğini görüyor. O günlerde halkın Denizleri benimsemesine temel olan "düzen karşıtlığı" bugün de Türk gençliğiyle halkın arasında bağların kurulmasını sağlıyor.

HALK İTTİFAKI VE GENÇLİK

Bugün Türkiye'nin ihtiyacı olan da zaten böyle bağların kurulması. Şimdiki Batıcı ve gerici siyasal rejimin değiştirilmesinin yolu onun karşısında yer alan tüm ulusal kuvvetlerin yeralacağı bir devrimle mümkün.

Siyasal rejimin tamamen dışına sürülmüş emekçi halkın, aydınların, gençliğin ve rejimin her şeyin günah keçisi olarak ilan ettiği ordunun arasında sağlıklı bağların kurulması gerekli.

Bugün mevcut siyasal rejim ve destekçileri tarafından bunların hepsine karşı bir karalama kampanyası yürütülmekte. Emekçiler ve kamusal alan, ekonomik krizin sebebi olarak gösterilmekte ve IMF reçeteleri, Amerika'nın memurlarının yönetimi doğrultusunda tüm fatura emekçi halka çıkarılmaktadır. Siyasette emekçilerin ağırlığını hissettirebilecek her türlü çaba popülizm olarak suçlanmakta, zaten baskılarla iyice güdükleştirilmiş emekçi örgütlenmesi ve mücadelesi yıllardır hedef gösterilmektedir.

Türkiye'nin aydınlarına karşı da özellikle medya tarafından yürütülen bir savaş açılmıştır. Ülkenin bağımsızlığını savunmak, AB süreci içerisinde Türkiye'yi bekleyen tehditlerden bahsetmek "Sevr paronayası" yapmakla suçlanmaktadır. Oysa bu şekilde aydınlarımıza saldıranların zaten Sevr gibi bir derdi hiç olmamıştır. Açıkça ülkenin bölünmesinin ve bağımsızlığını ABD ve Avrupa çıkarları doğultusunda terk edilmesinin propagandası yapılmaktadır.

Aydınlar 80'li yılların başından beri özellikle artan baskıların yanısıra ordunun özellikle 28 Şubat süreci ile birlikte gericiliğe ve siyasal partilerin gericilere verdikleri tavizlere karşı durduğu zamandan beri ciddi bir saldırı altındadır. Buna ek olarak ordunun AB süreci içinde çekincelerini ortaya koyması, ekonomik krizde siyasal partileri suçlaması giderek daha fazla saldırıların hedefi olmasına yol açmıştır. Bağımsızlığı savunan aydınlarımıza yönelik saldırıların benzerleri orduya karşı da yöneltilmiştir. Son olarak ordunun 90'lı yılların başından beri, siyasal rejimin ve liberal çevrelerin aksine Irak konusunda toprak bütünlüğünün korunması doğrultusundaki tavrı da, Türkiye'nin toprak bütünlüğü konusunda en ufak bir derdi olmayan siyasal partilerin ve düzen savunucularının tepkisini toplamıştır.

Bu yüzden Batıcı ve gerici rejimin kendisine sorun çıkaracağını düşündüğü tüm kuvvetlere yönelik saldırıları şiddetle artarken kendi mezarını da kazmakta olduğunu söylemek gerek.

Devrimci gençliğe yönelik saldırıların Cumhuriyet'in bağımsız ve devrimci rejimini ayakta tutmaya çalışan böyle bir halk ittifakını ortadan kaldırmak için yapıldığı unutulmamalı.

Gençlik halkın devrimci örgütlenmesinde her zaman önemli görevler üstlenecektir. Gençlik bu örgütlenmenin bir parçası değil en militan örgütleyicisidir.

İdeolojik olarak da gençlik siyasal rejimle her türlü bağları kopararak halkın desteğini kazanma mücadelesinin kararlı savunucusu olacaktır. Gençlik Atatürk'ün, Türkiye'nin bağımsızlığı ve halkın iradesiyle yönetilmesi fikrinden kopmayacaktır.

DEVRİMCİLER ÖLÜR, DEVRİMLER DURMAZ SÜRER

Dev-Genç Marşı'nın iki dizesinde açıklanmıştır durum: "Devrimciler Ölür/Devrimler Durmaz Sürer". Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan devraldıkları bir bayrağı en onurlu biçimde geleceğe devretmek için idam sehpasına yürürlerken bugün Türkiye'de halkın en çok ihtiyacı olan şeyi onlara vermiş oldular.

Devrimci gençler kısa yaşamları içinde Türk halkının zekasını, çalışkanlığını ve ahlakını en yüce bir şekilde kanıtlamış oldular.

Bugün Türk halkı tarihinde görmediği kadar aşağılanmaktadır. Emperyalistlerin saldırganlığı görülmemiş boyutlardadır. Türkiye toprakları da bu saldırganlığın hedefleri arasındadır. Sömürgecilik saldırısı, onlara hizmet eden komprador sistem görülmedik derecede aşağılıktır.

Böyle bir durumda gençlere, devrimci gençlere ihtiyaç vardır. Kimse gençliksiz bir yere kıpırdayamaz. Ülke onlara emanet edilmiştir.

Bu koşullarda Denizlerden farklı düşünmek için neden var mı? Denizlerden farklı yaşamak için neden var mı?

Gençlik devrim istiyor!

Ya istiklal ya ölüm! Tek yol devrim!

DÜNYANIN YENİ GÜNDEMİ

Birkaç yüzyıldır dünyanın egemeni olma yolunda yarışan Batı kapitalizmi keşfettiğini söylediği ve Amerika adını verdiği kıtayı yağmalayarak sermaye birikimini artırmıştı. Afrika’nın neredeyse tamamını ve Asya’nın önemli bir kısmını sömürgeleştirmesiyle ve köleleştirmesiyle emperyalist sıfatını alan Batı, artık dünya imparatorluğu için adımlar atmaya başlayabilirdi. Doymak bilmez sömürü hırsının güçler oranında egemenlik istemesinden doğan ve birçok devleti ortadan kaldırarak, birçok coğrafyada sınırları yeniden çizerek, yeni ülkeler yaratarak noktalanan Birinci Paylaşım Savaşı, Batı emperyalizminin marifetiydi ve bu nokta ile 20. yüzyılın yeni imparator adayları da ortaya çıkmıştı. 1917’de Sovyetler Birliği’nin ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumu, emperyalist egemenlikte bir gedikti. Emperyalist güçler dengesindeki değişimin neden olduğu İkinci Paylaşım Savaşı ise birçok imparator adayını güçsüzleştirirken Doğu Avrupa’da Halk Demokrasilerini, Asya’da Çin’i doğurmuştu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllar bir yandan en büyük imparator adayının, ABD’nin güçlenmesini, bir yandan da bağımızlık ateşleriyle dünyanın birçok halkının özgürlüğe kavuşmasını, sömürgeciliğin tasfiyesini getirmişti. 21. yüzyıla girerken dengeler yine değişti. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku parçalanırken ABD; Avrupa ve Amerika kıtalarından oluşan Batı’yı kesin egemenliğine aldı. Atlantik’in iki yakasının uluslararası dev şirketler IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ile ekonomik; NATO ile askeri; ABD, G-8, AB ile siyasal birleşmesiyle küresel imparatorluğunu kurdu. NATO şirketinin sözde teröre karşı koalisyonun merkezi olmasını ve dünyaya verilecek yeni düzen konusundaki politikalar, imparatorunun ABD olduğu açısından yorumlanmalı. 1949’da Batı’nın çıkarlarını korumak için ve soğuk savaşın ürünü olarak kurulan NATO’nun, Sovyetler Birliği blokunun çökmesinden sonra işlevini Batı’nın çıkarlarını korumaya yoğunlaştırmasının başka bir anlamı yoktur ve BOP adımları da böyle algılanmalıdır. Kuzey Afrika, Körfez, Ortadoğu, Kafkasya bölgelerinde; halkının çoğunluğu Müslüman olan 20-25 ülkede; barış, demokrasi ve ekonomik kalkınma için Demirperde’yi yıkan Helsinki adımları atılacakmış. Seçimler yaptırılacakmış, kadınlara oy hakkı verilecekmiş, medyanın bağımsızlaştırılması (!) ve BOP Finans Kurumu ile kabilelere kredi verilmesi sağlanacakmış. Tüm bu ülkelerde dini siyasallaştıran, yıllar boyu tarikatlarla işbirliği içinde diktatörler yaratıp onları iktidarda tutmak için çaba harcayan Batı; bugün terörün önlenmesi, kitle imha silahlarının yok edilmesi, demokratikleşme, ekonomik kalkınma ile yeni bir gündemi dünyaya dayatıyor: BOP. Emperyalizm, BOP bölgesinde çıkarlarının bekçiliğini NATO’ya vermek istiyor. BOP’un içine aldığı ülkeleri Yugoslavya gibi parçalamak istiyor. Hedef ülkelerden biri olan ülkemiz bir yandan parçalanıp küçültülmek, bir yandan da Ilımlı İslam bir devlete dönüştürülmek ve işgalcilerin maşası olarak kullanılmak isteniyor. Türkiye’nin, hükümeti, “İslami değerlerle evrensel değerleri bağdaştıran demokratik yapı”ya sahip olduğunu söylediği ülkemizin Batı adına komşularını işgal etmesine evet diyor. Kimi işbirlikçi sermaye çevreleri, İslamcı siyasetçiler, etnik bölücüler, liberal işbirlikçi aydınlar ve medya Batı’nın politikalarını savunuyor; uygulanmasına ve Batı’nın arka bahçesi olmamıza çalışıyor. Türkiye’nin; NATO’nun merkez üssü, NATO’nun Batı ile BOP arasındaki köprüsü olacağı açıklamalarını, BOP’un merkez üssünün Türkiye olacağı biçiminde algılamak gerekir. Merkez üs bize acı bir gerçeği, deprem gerçeğini anımsatıyor. BOP depreminin merkez üssü olmanın ne demek olduğunu herkes bal gibi biliyor.

28 Temmuz 2009 Salı

ATATÜRK'TEN SON MEKTUP

YanıtlaSiz beni hala anlayamadınız
Ve anlamayacaksınız çağlarca da
Hep tutturmuş "Yıl 1919 Mayısın 19u" diyorsunuz
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor, övüyorsunuz
Mustafa Kemal'i anlamak bu değil.

Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Bırakın o altın yaprağı artik
Bırakın rahat etsin anılarda şehitler
Siz bana neler yaptınız ondan haber verin
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin?
Mustafa Kemal'i anlamak yerinde saymak değil
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

Bana muştular getirin bir daha
Uygar uluslara eşit yeni buluşlardan
Kuru söz değil iş istiyorum sizden anladınız mı?
Uzaya Türk adını Atatürk kapsülleriyle yazdınız mı?
Mustafa Kemal'i anlamak avunma değil
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

Hala o acıklı ağıtlar dudaklarınızda
Hala oturmuş bana On Kasımlarda ağlıyorsunuz
Uyanın artık diyorum, uyanın, uyanın!
Uluslar fethine çıkıyor uzak dünyaların
Mustafa Kemal'i anlamak göz boyamak değil!

Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.
Beni seviyorsanız eğer ve anlıyorsanız
Laboratuvarlarda sabahlayın, kahvelerde değil
Bilim ağartsın saçlarınızı, kitaplar
Ancak böyle aydınlanır o sonsuz karanlıklar
Mustafa Kemal'i anlamak ağlamak değil
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

Demokrasiyi getirmişim size özgürlüğü
Görüyorum ki hala aynı yerdesiniz hiç ilerlememiş
Birbirinize düşmüşsünüz halka eğilmek dururken
Hani köylerde ışık, hani bolluk, hani kaygısız gülen?
Mustafa Kemal'i anlamak itişmek değil
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

Arayi kapatmanızı istiyorum uygar uluslarla
Bilime, sanata varılmaz rezil dalkavuklarla
Bu vatan, bu canım vatan sizden çalışmak ister
Paydos övünmeye, paydos avunmaya, yeter yeter
Mustafa Kemal'i anlamak aldatmak değil
Mustafa Kemal ülküsü sadece söz değil.

12 Eylül'den yürek burkan bir idamın ayrıntıları

Mehmet Kanbur ve arkadaşlarının idamından yürek burkan ayrıntılar


Zeynep Kanbur, 29 Ocak 1983’te İzmit Kapalıcezaevi’nde idam edilen eşi Mehmet Kanbur’un ölümden 10 dakika önce kendisine yazdığı mektubu Devrimci 78’liler Federasyonu’nun çabalarıyla yıllar sonra da olsa Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan alabildi.

Bugün Fransa’da yaşayan Zeynep Kanbur eşinin son mektubunu alabilmek için geçen hafta oğlu Murat ile Türkiye’ye geldi. Mektubu alınca ‘eşini ziyarete gitmiş gibi’ olduğunu anlatan Zeynep Kanbur’un sözleri ‘hesabı sorulmamış o günlerden gelen’ her haber gibi içimizi acıttı.
Ancak gazetelerde bu haberin yayımlanmasının hemen ardından TÜSTAV’ın (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) işçi ve sol hareket tarihine ilişkin tanıklıkları toplamak için kurduğu ‘e-posta grubu’na bir mesaj geldi. Mesajı gönderen kişi Nevin Aydın. O tarihte 21 yaşında bir genç kız olan Aydın 12 Eylül faşist rejiminin saldırısına uğrayanlardan. Aynı dönemde Gölcük Donanma Komutanlığı ‘Güllübahçe Askeri Tutukevi’nde tutuklu olan Aydın’ın mesajı, Mehmet Kanbur’un ölüme giderken bile ‘çok sık görüşmediği insanlara karşı’ bile ne denli duyarlı olduğunu gösteriyor. İşte Nevin Aydın’ın okuyunca gözlerimizi yaşartan mesajı:
‘Gölcük Donanma Komutanlığı Güllübahçe Askeri Tutukevi’nde TKP (Türkiye Komünist Partisi) davasından yargılanan 33 kadın yoldaşımız vardı. Geriye kalan dört koğuşun birinde yine siyasi tutuklular ve kalan üç koğuşta da değişik davalardan yargılanan erkek siyasi mahkumlar vardı. Cezaevinde aynı maltaya kapıları açılan bir koğuş vardı ki; farklıydı.

Koğuşa ziyarete geldiler

Mehmet Kanbur, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz bu koğuştaki yoldaşlarımızdı. İdam cezalarının onaylanmasını bekliyorlardı. Zaman zaman bu dört arkadaşımızla aynı havalandırma saatinde bahçeye çıkıyor ve voleybol oynuyorduk.

İdam kararı onaylandıktan sonra bir astsubay nezaretinde koğuşları sırayla son bir defa gezmeye geldiler. Bu aradaki sohbette radyomuzun bozuk olduğunu söylemiştik. Onlar da ‘Tamir edebiliriz’ diyerek alıp götürdüler. Bir müddet sondra tamir edip geri gönderdiler. Çok sevinmiştik. Çünkü radyo bizim için çok önemliydi. TKP’nin Sesi’ni dinliyorduk.

29 Ocak sabaha karşı aynı astsubay koğuş kapısını çalarak nöbetçiye, ‘Arkadaşlarınızı savcılığa götürüyoruz’ dedi ve birer, birer maltadan dışarı çıkardılar. Ne olduğunu anlamıştık. Her koğuşun nöbetçileri koğuşları uyandırdı. Bütün cezaevinde, ‘Kahrolsun faşistler, katiller’ sloganları atılıyordu. Hepimiz şoktaydık. Yoldaşlarımız ölüme gidiyordu.

Radyo düğmesini unutmadı

Ertesi gün aynı astsubay perişan şekilde gelerek cebinden bir radyo düğmesi çıkarıp koğuş sorumlusuna verdi. Elleri titriyordu. ‘Mehmet bunu cebinde unutmuş. Size vermemi söyledi’ dedi. Mehmet ölüme giderken bile bizi düşünüyordu.
Sabah görüş günüydü. İdam edildiğinden haberleri yoktu ki aileleri ziyarete gelmişlerdi. Çocukları aldıkları karnelerini babalarına göstereceklerdi. Yoldaşlar, ben daha fazla yazamayacağım. Kusura bakmayın’
Kendisiyle görüştüğümüz Nevin Aydın o günlere ilişkin olayları ‘ üzerinden 26 yıl geçtiği’ için daha ayrıntılı şekilde hatırlayamıyor. Yalnız Mehmet Kanbur ve arkadaşlarının ‘çok sık görüştükleri insanlar’ olmadıklarını belirtmekle birlikte 29 Ocak 1983 sabahında kendilerine verilmek üzere astsubaya teslim edilen ‘radyonun düğmesini’ unutamadığını söylüyor. (Radikal)

24 Temmuz 2009 Cuma

Atatürk

DURSUN ÖZDEN

Anayasa Mahkemesi eski başkanımız adaşım, sayın Yekta Güngör Özden, Kemal ATATÜRK'ü şu özgün dizelerle ne de güzel tanımlıyor: "Nereden baksa güzel, nereden baksan güzel!"

ABD'nin yumuşak karnında bir hançer gibi duran, yıllardır süren ambargo ve baskılara karşın onurluca direnen Karayiplerin yoksul ve mutlu prensesi Küba, Türkiye'nin Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan ve Devrimci Kemal Atatürk'ten çok etkilenmiş... Bir de, Nazım Hikmet'le sevdalanan ve Aziz Nesin'le gıdıklanıp gülen ve onları okuyan Kübalılar oldukça fazla... Tıpkı benim gibi; salsa ve semah, ron ve rakı, yoksul ve mutlu melez güzellerin dudak izli mektupları ortak paydasında, "Güle Güle" filmine konu olmamak elde değil... Sekiz saat zaman farkı da olsa, Küba uzak değil...

TÜRKİYE VE KÜBA İLİŞKİLER

Türkiye, zamanın Başbakanı Bülent Ecevit döneminde, 1979 yılında Küba'nı n başkenti Havana'da ilk Büyükelçiliğini açtı. 22 Eylül 1989'da TRT-ICRTV işbirliği protokolü imzalandı. 24 Kasım y 1989'da TEKEL-CUBATABACO anlaşması imzalandı. 2 Ağustos 1991'de karşılıklı Vize Muafiyet Anlaşması yapıldı. 29 Temmuz 1993'de Hava Ulaştırma Anlaşması, 9 Aralık 1994'de Spor İşbirliği Analaşması, 11 Temmuz 1996'da Gümrük İşbirliği Anlaşması, 29 Ağustos 1996'da Ticaret, Ekonomik ve Sinai İşbirliği Anlaşması, 26 Eylül 1996'da Sağlık İşbirliği Protokolü imzalandı. Son 20 yılda yapılan ikili anlaşmalarda ise; İletişim, Basın Yayın, Sağlık, Kültür ve Turizm başta olmak üzere; sendikalar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, yerel yönetimler, üniversiteler, yazar ve sanat örgütleri gibi hemen her dalda ikili ilişkiler, dostluklar ve karşılıklı çıkarlar gelişti, gelişiyor... "Fidel de içlerinde..."

KÜBA'DA ATATÜRK BÜSTÜ KİM PARÇALADI?

Küba'nın başkenti Havana Linea Caddesi 13/K parkında bulunan Atatürk büstü, 26 Temmuz 2007'de Havana Karnavalı sırasında Avrupa ülkelerinden gelen Kürt kökenli gençler tarafından aynı parkta bulunan başka büstler arasında yalnızca Atatürk büstünün parçalanarak yerinden söküldüğünü bilgisini veren polis şefi Carlos Fernandez ve yeni büstün Habana Vieja'da bir meydana dikileceğini söyleyen Havana Türkiye Büyükelçisi Şanıvar Kızılderi, "Üzücü bu olayın Türkiye-Küba ilişkilerini bozamayacağını" vurguladı. Parçalanan büstün nerede olduğu ve yeni büstün bir yıldır ne zaman dikileceği merak konusu... Küba'nın Ankara Büyükelçiliği'nde görevli Birinci Sekreteri Alejandro Simoncas Marin de, Havana'da bulunan Atatürk büstünün söküldüğünü doğruladı. Türkiye'de 11 yıldır kültür turizmi kapsamında Küba'ya turist gönderen Guantanamera Tur Lideri Kübalı Blanca Nieves de, "Bu olay bizleri de çok üzdü. Yerinde olmadığı için kültür turizm kapsamında Havana'daki Atatürk büstünü programdan çıkarmak zorunda kaldık. Dilerim yakında parçalanarak yok olan bu büstün yenisinin en kısa zamanda dikilmesini bekliyoruz" dedi. Bu büst, İstanbul Esenyurt eski Belediye Başkanı Dr. Gürbüz Çapan'ın girişimleriyle 1994'de diktirilmişti. Büst üzerinde (Patria & Morte, Vatan ya da Ölüm) ve Atatürk'ün doğum-ölüm tarihleri yazıyor ve iki ülke dostluğunu pekiştiriyordu. Büst üzerindeki pirinç plaket de kayıp. İstanbul'da ise, Esenyurt Havana Özgürlük Parkı'nda bulunan Kemal Atatürk ve Kübalı şair ve ulusal kahraman Joshe Marti'nin büstleri yanında bulunan Türk ve Küba bayrakları yan yana dalgalanıyor.

Eskişehir Tepebaşı eski Belediye Başkanı Ahmet Ataç tarafından 2003'de, Havana Havalimanı yolu üzerinde bulunan Boyeros Momcipality kasabasında, şirin bir parka dikilen Kemal Atatürk ve Nazım Hikmet büstü, Kübalılar tarafından ilgiyle ziyaret ediliyor. Öte yandan, Havana Linea Caddesi'ndeki bir parkta bulunan ve geçtiğimiz ayda büstün zarar görmesi üzerine yerinden sökülüp Türkiye Büyükelçiliği'nin bahçesinde bir köşeye konan Atatürk büstünün; tamir edildikten sonra yerine konacağı günü bekliyor.

ATATÜRK ÜSTÜN ÖZELLİKLİ BİR DEHADIR

25 Mayıs 1919'da Samsun'un Havza ilçesinde başlayan ve 26 Ağustos 1922'den İzmir İktisat Kongresi'ne dek süren Türk-Sovyet dayanışması anlamlıdır. Gazi Paşa ile Sovyet General Burunlov görüşmesiyle başlayan ve sonra Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi Aralov ve Sovyet Kafkasları Büyükelçisi İ. Ebilov'un aracılığı ile süren Mustafa Kemal - Vladimir İliç Lenin arasındaki mektuplaşmalarda; "Emperyalizme karşı verdiğiniz kutsal savaşımda her zaman yanınızdayız…" diyen Lenin, "Yoldaş Kemal Atatürk'ün ne kadar büyük bir diplomatik zekaya sahip, üstün özellikli yiğit bir komutan ve deha olduğunu" her defasında vurguladığı bilinmektedir…

BEN ÇİN'İN ATATÜRK'ÜYÜM

1935'de Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye, Uzun Yürüyüş öncesinde bir konuşma yapan Mao Ze Tung'un ilk sözleri şöyle: "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm..." 1948'den bu güne dek, 1,5 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyeti'nin okullarında 8 ve 9. sınıflarda okutulan "Yakınçağ Tarihi" ders kitaplarının kapağında ve içinde yer alan Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri, bize neyi çağrıştırıyor? KKTC'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ı üzen bir konuyu da sizinle paylaşmak istiyorum. Ama ne yazık ki, AB'ye girmek için Annan Planı gereği, KKTC orta öğretim "Yakınçağ Tarihi" ders kitaplarından, Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı bölümleri çıkarılıp yerine, Kuzey Kıbrıs'ta bulunan Kilise ve Manastırların tarihçeleri ve resimleri konması ise, bir başka düşündürücü yan olarak gündemimizi kirletmektedir...

ATATÜRK''ÜN NUTUK KİTABINI İSTİYORUM

Mart 1997'de Habitat Toplantısı için İstanbul'a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle dedi: "Mustafa Kemal Atatürk'ün yaptıklarını ben asla başaramazdım. Asıl devrimci Atatürk. Bu kadar büyük bir devrim yaptım, ama Kemal Atatürk'ün yaptıklarını başaramazdım...".Dünya Barış Konseyi Dönem Başkanı Nazım Hikmet, ölümünden 2 yıl önce, 12 Mayıs 1961 yılında Fidel Castro'ya Barış Ödülü vermek üzere Havana'ya gitmişti. Yanında son sevgilisi Vera da vardı. Yurtsever Türk Şairi Nazım'ın bu gezisi bir balayı değildi... Nazım Hikmet, Fidel Castro ile özel bir görüşme yaptı. Sonra Moskova'ya döndü. Ardından Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro, Havana'da görevli genç Türkiye Diplomatı Bilal Şimşir'i makamına çağırtarak, bir istekte bulundu. Fidel Castro, Bilal Şimşir'e bu isteğini dile getirirken bir konuyu da özellikle vurguladı: "Sayın Diplomat, bu isteğimden kesinlikle Amerikalıların haberi olmamalı" dedi. Peki, Castro'nun ABD müttefiki ve NATO üyesi bir ülkenin diplomatından, Amerikalıların haberi olmamasını istediği şey ne idi? Fidel Castro, Bilal Şimşir'den Atatürk'ün İngilizce ya da İspanyolca "Büyük Nutuk" kitabını istemişti. Genç Diplomatımız Bilal Şimşir, izinli olarak Ankara'ya gelip Milli Kütüphane'den uzun araştırmalar sonucu bulduğu İngilizce Büyük Nutuk'u yanına alarak Küba'nın yolunu tutar. Havana'da yine bir özel görüşme sırasında, Kumandan Castro'ya bu emanetini teslim eder. Bu olaydan, ne Türkiye'nin ve ne de Amerika'nın haberi olmaz. Ta ki, Londra Büyükelçimiz Bilal Şimşir yıllar sonra emekli olup anılarını yazana dek... Fidel Castro'nun Atatürk sevgisi ve tutkusunun kaynağı; O'nun büyük eseri olan "Nutuk" kitabını özümseyerek okumasında ve Devrimci Mustafa Kemal Atatürk'ün ilk anti-emperyalist savaşımını utkuya eriştiren 1919 Ruhu'ndan esinlenmesinde yatıyor...

CHE'NİN ÇANTASINDAN NUTUK ÇIKTI

Sevgilisine Nazım'dan en güzel aşk şiirleri okuyan ve mektuplar yazan Ernesto Che Guevara, tam bir Nazım tutkunuydu. Küba Devrimi'nin öncülerinden ve Fidel Castro'nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, Bolivya'da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; "GRAN DISCURSO - Revolucionario Kemal Atatürk" (Atatürk'ün Büyük Nutuk'u), Türk Şairi Nazım Hikmet'in "Kuvayı Milliye Destanı" ve "Amo en ti lo imposible" adlı, 1961 Havana basımı Şiir Antolojisi kitabı çıktı. Küba Devrimi'nde önemli bir yeri olan Santa Clara Tepesi ele geçirilmesini 31 Aarlık 1959'da gerçekleştiren Che Guevara komutasındaki gerillalar adına; Havana'ya otobüsle 6 saat uzaklıkta bulunan Santa Clara şehrinde bulunan bu tepeye 20 metre yüksekliğinde dev bir Che heykeli ve devrimin destanı yazılı mermer sütunlar yaptırıldı. Burada bulunan Devrim Treni ve Che Müzesi mutlaka görülmesi gerekli yerlerdendir. Che Müzesi içinde yer alan pek çok belge ve bulgular arasında Nazım Hikmet kitabı da bulunmaktadır. Fidel Castro'nun 70. Yaşgünü anısına düzenlenen, Uluslar arası Edebiyat Yarışması'nda ödül almak üzere Küba'ya gittim.12 Aralık 1996'de Castro ile ödül töreni sonrası görüşme imkanı buldum "...Türkiye'de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro'ya tapıyorlar, sizleri tek ve mutlak önder olarak kabul ediyorlar. Sizin şarkılarınızı, marşlarınızı ve kitaplarınızı dillerinden ve ellerinden düşürmüyorlar..." diyerek sürdürdüğüm sorumu tamamlamadan; Castro sözümü kibarca kesti. Ve yarıda kalan, ama sorumun tamamını anlayan Kumandan Fidel, el ve yüz hareketlerinin de yardımıyla şu yanıtı verdi: "Övgün için teşekkür ederim. Atatürk'ün ülkesinden genç bir Türk Şairi Dursun Özden'i konuk etmekten çok mutluyum. Ama söyledikleriniz yanlış... Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar... Atatürk, 1919'da Anadolu'dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi'yle Samsun'a çıktı. Ve anti-emperyalist bir savaş verdi ve zafere erişti. Biz, Atatürk'ün bu devrimci savaşından etkilendik-esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959'da Granma Gemisi'yle Havana'ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve işbirlikçisi Faşist Batista rejimini yıkmak için. Biz de zafere eriştik. Bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır Devrimci Kemal Atatürk... Sağdan sola doğru yazılan Arap harfli ALFABE'yi bırakıp, soldan sağa doğru yazılan Latin harfli ABECE'ye geçilen Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş ve Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimlerini bu kadar kısa sürede biz asla başaramazdık. Atatürk sosyalist olsa da aynı şeyleri yapardı. Kendinize başka esin kaynağı aramayın... Büyük bir deha ve komutan olan Kemal Atatürk'ün kıymetini bilin ve kendinize başka önder, yol ve yordam aramayınız..." dedi. "1995 yılında Habitat 2 Toplantısı nedeniyle görme fırsatı bulduğum; bir dünya cenneti olan uygarlıklar harikası, güzel ve büyüleyici İstanbul'u çok özlüyorum..." diyerek konuşmasını noktalayan; Küba'nın efsanevi lideri, hasta ve yaşlı kurt Fidel Castro'nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak ve irkilip kendi özüne dönmemek mümkün mü? Bu günlerde ise, 11 Latin Amerika ülkesinde esen Ulusalcı Sosyalizm rüzgarını körükleyen Bolvarcı Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, özünde "güçlü, kamucu ve anti-emperyalist devlet" olan ve içinde "çalmama, yalan söylememe ve tembellik etmeme" maddeleri bulunan yeni Anayasa'sında, 1924 ve 1961 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'ndan alınan 65 maddenin yer alması, bir başka onur verici konudur…Coşkulu bir duygu seli içinde yüzüyorum... Mutlu ve gururluyum... Sadakat ve sevgi yumağı içinde yeniden dirilişin ve yaşama yeniden dönüşün bir içsel yolculuğuydu bunlar... Mustafa Kemal ışığında, Aydınlanma Devriminin göz kamaştıran dirilişiydi her şey...Kurtuluştan kuruluşa giden yolda, farkın farkına varmamı sağlayan Fidel Castro'ya olan sevgi ve saygımın ortak paydasının "Kemalizm" olduğu gerçeği, beni yeniden yollara düşürdü... Anadolu'yu arşınladım, dünyanın 66 haline tanıklık ettim ve gördüm ki; her yerde, her koşulda ve her zaman Atatürk yaşıyor ve yaşayacak. Atatürk yeniden…

ATATÜRK ve Dünya

ATATÜRK ÜSTÜN ÖZELLİKLİ BİR DEHADIR 25 Mayıs 1919'da Samsun'un Havza ilçesinde başlayan ve 26 Ağustos 1922'den İzmir İktisat Kongresi'ne dek süren Türk-Sovyet dayanışması anlamlıdır. Gazi Paşa ile Sovyet General Burunlov görüşmesiyle başlayan ve sonra Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi Aralov ve Sovyet Kafkasları Büyükelçisi İ. Ebilov'un aracılığı ile süren Mustafa Kemal - Vladimir İliç Lenin arasındaki mektuplaşmalarda; "Emperyalizme karşı verdiğiniz kutsal savaşımda her zaman yanınızdayız…" diyen Lenin, "Yoldaş Kemal Atatürk'ün ne kadar büyük bir diplomatik zekaya sahip, üstün özellikli yiğit bir komutan ve deha olduğunu" her defasında vurguladığı bilinmektedir… BEN ÇİN'İN ATATÜRK'ÜYÜM 1935'de Şankay Meydanı'nda toplanan binlerce Çinliye, Uzun Yürüyüş öncesinde bir konuşma yapan Mao Ze Tung'un ilk sözleri şöyle: "Ben, Çin'in Atatürk'üyüm..." 1948'den bu güne dek, 1,5 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyeti'nin okullarında 8 ve 9. sınıflarda okutulan "Yakınçağ Tarihi" ders kitaplarının kapağında ve içinde yer alan Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri, bize neyi çağrıştırıyor? KKTC'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ı üzen bir konuyu da sizinle paylaşmak istiyorum. Ama ne yazık ki, AB'ye girmek için Annan Planı gereği, KKTC orta öğretim "Yakınçağ Tarihi" ders kitaplarından, Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı bölümleri çıkarılıp yerine, Kuzey Kıbrıs'ta bulunan Kilise ve Manastırların tarihçeleri ve resimleri konması ise, bir başka düşündürücü yan olarak gündemimizi kirletmektedir... CHE'NİN ÇANTASINDAN NUTUK ÇIKTI Sevgilisine Nazım'dan en güzel aşk şiirleri okuyan ve mektuplar yazan Ernesto Che Guevara, tam bir Nazım tutkunuydu. Küba Devrimi'nin öncülerinden ve Fidel Castro'nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, Bolivya'da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; "GRAN DISCURSO - Revolucionario Kemal Atatürk" (Atatürk'ün Büyük Nutuk'u), Türk Şairi Nazım Hikmet'in "Kuvayı Milliye Destanı" ve "Amo en ti lo imposible" adlı, 1961 Havana basımı Şiir Antolojisi kitabı çıktı. Küba Devrimi'nde önemli bir yeri olan Santa Clara Tepesi ele geçirilmesini 31 Aarlık 1959'da gerçekleştiren Che Guevara komutasındaki gerillalar adına; Havana'ya otobüsle 6 saat uzaklıkta bulunan Santa Clara şehrinde bulunan bu tepeye 20 metre yüksekliğinde dev bir Che heykeli ve devrimin destanı yazılı mermer sütunlar yaptırıldı. Burada bulunan Devrim Treni ve Che Müzesi mutlaka görülmesi gerekli yerlerdendir. Che Müzesi içinde yer alan pek çok belge ve bulgular arasında Nazım Hikmet kitabı da bulunmaktadır. Fidel Castro'nun 70. Yaşgünü anısına düzenlenen, Uluslar arası Edebiyat Yarışması'nda ödül almak üzere Küba'ya gittim.12 Aralık 1996'de Castro ile ödül töreni sonrası görüşme imkanı buldum "...Türkiye'de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro'ya tapıyorlar, sizleri tek ve mutlak önder olarak kabul ediyorlar. Sizin şarkılarınızı, marşlarınızı ve kitaplarınızı dillerinden ve ellerinden düşürmüyorlar..." diyerek sürdürdüğüm sorumu tamamlamadan; Castro sözümü kibarca kesti. Ve yarıda kalan, ama sorumun tamamını anlayan Kumandan Fidel, el ve yüz hareketlerinin de yardımıyla şu yanıtı verdi: "Övgün için teşekkür ederim. Atatürk'ün ülkesinden genç bir Türk Şairi Dursun Özden'i konuk etmekten çok mutluyum. Ama söyledikleriniz yanlış... Devrimci Kemal Atatürk varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar... Atatürk, 1919'da Anadolu'dan düşmanları kovmak için Bandırma Gemisi'yle Samsun'a çıktı. Ve anti-emperyalist bir savaş verdi ve zafere erişti. Biz, Atatürk'ün bu devrimci savaşından etkilendik-esinlendik ve tam 40 yıl sonra, 1959'da Granma Gemisi'yle Havana'ya çıktık. Ülkemizden emperyalistleri ve işbirlikçisi Faşist Batista rejimini yıkmak için. Biz de zafere eriştik. Bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır Devrimci Kemal Atatürk... Sağdan sola doğru yazılan Arap harfli ALFABE'yi bırakıp, soldan sağa doğru yazılan Latin harfli ABECE'ye geçilen Harf Devrimi başta olmak üzere, bir dizi Çağdaş ve Aydınlanmacı Cumhuriyet Devrimlerini bu kadar kısa sürede biz asla başaramazdık. Atatürk sosyalist olsa da aynı şeyleri yapardı. Kendinize başka esin kaynağı aramayın... Büyük bir deha ve komutan olan Kemal Atatürk'ün kıymetini bilin ve kendinize başka önder, yol ve yordam aramayınız..." dedi. "1995 yılında Habitat 2 Toplantısı nedeniyle görme fırsatı bulduğum; bir dünya cenneti olan uygarlıklar harikası, güzel ve büyüleyici İstanbul'u çok özlüyorum..." diyerek konuşmasını noktalayan; Küba'nın efsanevi lideri, hasta ve yaşlı kurt Fidel Castro'nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak ve irkilip kendi özüne dönmemek mümkün mü? Bu günlerde ise, 11 Latin Amerika ülkesinde esen Ulusalcı Sosyalizm rüzgarını körükleyen Bolvarcı Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, özünde "güçlü, kamucu ve anti-emperyalist devlet" olan ve içinde "çalmama, yalan söylememe ve tembellik etmeme" maddeleri bulunan yeni Anayasa'sında, 1924 ve 1961 Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'ndan alınan 65 maddenin yer alması, bir başka onur verici konudur…Coşkulu bir duygu seli içinde yüzüyorum... Mutlu ve gururluyum... Sadakat ve sevgi yumağı içinde yeniden dirilişin ve yaşama yeniden dönüşün bir içsel yolculuğuydu bunlar... Mustafa Kemal ışığında, Aydınlanma Devriminin göz kamaştıran dirilişiydi her şey...Kurtuluştan kuruluşa giden yolda, farkın farkına varmamı sağlayan Fidel Castro'ya olan sevgi ve saygımın ortak paydasının "Kemalizm" olduğu gerçeği, beni yeniden yollara düşürdü... Anadolu'yu arşınladım, dünyanın 66 haline tanıklık ettim ve gördüm ki; her yerde, her koşulda ve her zaman Atatürk yaşıyor ve yaşayacak. Atatürk yeniden…YURTSEVER GENC

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Musul ve Kerkük’ü geri mi alıyoruz?

Bir koyup üç almak

“Bir koyup üç almak” sözünü ilk olarak Özal zikretmişti. 1991’de ABD’nin Irak’a ilk saldırısı gerçekleştiğinde Özal ve Türkiye’deki Amerikancılar Türkiye’yi savaşa sokmak istemişti. Irak’ın kuzeyinden Türkiye, güneyinden ise ABD girecekti. Özal’a göre Irak’ın kuzeyindeki “Kürt akrabalarımız” bizi kucaklayacaktı. ABD de Saddam’ı devirince Türkiye’ye Musul ve Kerkük’ü armağan edecekti. Türkiye bir federasyona dönüşecek, “Kürdistan” Türkiye’nin himayesinde kurulacak, bunun karşılığında da sınırlarımız genişleyecek ve güya petrol içinde yüzecektik.

Elbette ki bu en adisinden bir propagandaydı. Özal’a ve yandaşlarına göre sanki Bush ile Özal bir masaya oturmuş, yanlarına Barzani ve Talabani’yi almışlar bir antlaşma imzalamışlar, Irak’ın kuzeyini Türkiye’ye katmışlar ama bir tek Kemalistler ve dar kafalı askerler yüzünden bu gerçekleşmemişti. Oysa tabii ki bunların hepsi yalandı.

Düşünsenize, ABD 3.000 km öteden gelecek, uçak gemilerini getirecek, yüz binlerce askeri Ortadoğu’ya yığacak, bilmem kaç trilyon dolarlık savaş bütçesi hazırlayacak, ne için? Türkiye’nin sınırları genişlesin diye! Bir insanın böyle bir şeyin doğru olduğunu düşünebilmesi için ya doğuştan salak olması ya da aşırı Amerikancılıktan akıl sağlığını yitirmiş olması gerekir.

Özal’ın 1’e 3 propagandası tamamen Türk kamuoyunu yanıltmak için ortaya atılmış bir palavraydı. Nitekim Türk milleti aptal olmadığı için bu gaza bir tek medyadaki Amerikancılar gelmişti: “Fırsat kaçıyor, tren kaçıyor v.s.” Bu yalanlarla Türkiye’yi ABD saldırısına alet ettiler.

Sonunda 1991’de ne oldu? Irak fiilen bölündü. Saddam’ın askerleri Irak’ın kuzeyine giremez oldu. ABD önderliğindeki koalisyon güçleri Çekiç Güç adı altında Türkiye’ye yerleşti ve Kuzey Irak’a “kalkan” oldu. Ama bu güç sadece Barzani ve Talabani’ye değil aynı zamanda PKK’ya da kalkandı. PKK terörü o zaman ABD silahlı güçleriyle temasa geçti. Türkiye tarihinin en kanlı terör olayları yaşandı. Ve o zamandan beri Kuzey Irak Türkiye’ye saldırı üssüne dönüştü.

İşte bir koyup üç almak kısaca buydu. Kazanan gerçekten de Özal’ın “Kürt akrabaları” oldu.

Amerikancı aptallık

Amerikancılık öyle sığ ve düşük bir zeka düzeyini yansıtıyor ki, 20 yıldır aynı masala inanıp bir de bunu bize stratejik deha diye satmaya çalışıyorlar.

İşte son örnek… Anadolu Ajansı, Uluslararası Kriz Grubu isimli bir think-tank kurumunun raporunu ele geçirmiş (internette zaten yayınlanıyor niye ele geçirmişler ki!). Bu çok önemli ve gizli rapora göre, Kuzey Irak’taki Kürtler düşünmüşler taşınmışlar, “bu iş böyle olmuyor bari biz Türkiye’ye katılalım” demişler.

Palavraya bak! Ama olsun bütün gazeteler bir ertesi gün aynı tornadan çıkmış gibi aynı manşeti attı: “Barzani’nin hesabı Türkiye’ye katılmak.”

Onca olay oldu, Irak işgal edildi, üçe bölündü, adamlar resmen kendi devletlerini kurdular, PKK’ya kol kanat açtılar, Kandil’i Türkiye ve İran’a saldırı üssü yaptılar, hatta burası için gerekirse savaşırız dediler. Ama Türkiye’deki Amerikancılar hâlâ yirmi yıl öncesinin tekerlemesine devam ediyorlar: “Kuzey Irak’ta Kürdistan kurulsun, Türkiye’ye katılsın.”

Uyanın uyanın… Üsküdar’da sabah oldu. Adamlar zaten kukla Kürt devletini çoktan kurdular. Hem de Türkiye’ye, İran’a, Irak’a, Suriye’ye ve tüm Ortadoğu’ya rağmen. 200 bin Amerikan askeri niye girdi Irak’a zannediyorsunuz?

Amerikancımıza göre koskoca savaş Türkiye’ye toprak kazandırmak için yapılmış. Bu inanılmaz derecede mantıksız tez, ne yazık ki, Türkiye’de son derece yaygın. Bunu ilk Özal ortaya attı. Sonra Perinçek “Kürdistan’ı Türkiye’ye kurduracak, sonra da federasyon olarak bize bağlayacaklar” diye tutturdu. Yalçın Küçük ise “Ya Musul ve Kerkük’ü alırız ya da Diyarbakır’ı veririz” diye aynı tezi yineleyip durdu.

Kimisi sözde ABD’ye karşı çıkmak adına, kimisi ise Amerikancılık yapmak adına bu son derece saçma tezi sürekli önümüze sürüyorlar.

Peki, ABD gerçekten Kuzey Irak Türkiye’ye katılsın istiyor mu?

Peki ya Kürt aşiretleri? Onlar da acaba TC vatandaşı olmak için mi Irak’a ihanet edip, ABD’nin kucağına oturdular?

Ve şu meşhur rapor nedir, aslında ne diyor?

Oradaki “akrabalarımız”

Bilindiği gibi bazı “devlet adamları” Türkiye resmen kukla Kürt devletini tanısın istiyor. Özal’dan sonra en çok Abdullah Gül “oradaki akrabalarımızdan” bahsetti.

“Akraba” dedikleri ise Barzani ve Talabani aşiretleri… İddiaya göre bu aşiretler aslında bizimle kan akrabasıymış. Aslında bizi çok seviyorlarmış. Erbil’deki bakkallarda Türk çikolataları, sakızları ve deterjanları varmış. TV’lerinde bizim dizileri izliyor, habire İbrahim Tatlıses dinliyorlarmış. Şimdi şu son raporun dediğine göre de Türkiye’nin iyice çekim alanına girmişler. Irak’tan kopup Türkiye’yle birlikte AB’ye girmek istiyorlarmış.

Peki bu “akrabalar” madem bizi bu kadar çok seviyor, neden sürekli Türk bayrağı yakıyorlar?

Yoksa yine Türkiye’deki Kürtlere mi özeniyorlar?

Veya bu “akrabalar” neden PKK’ya kucak açmış, Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar?

Yoksa “akrabalık” yetmedi, kan kardeşi mi olmak istiyorlar?

Hepsini bir yana bırakalım, gazeteler Barzani’nin Türkiye’ye katılmak istediği palavrasını manşete taşıdıkları gün, iç sayfalarda küçük bir haber yer aldı. Peşmergelerin işgali altındaki Türk kenti Telafer’deki patlama sonucunda 35 kişi hayatını kaybetti. Bunlar Irak’ın kuzeyinde binlerce yıldır yaşayan diliyle, kanıyla, canıyla öz be öz Türkler…

Kerkük’te, Telafer’de Türk kanı akıtan Barzani “akrabamızsa”, ölen Türkler ne? Onlar can düşmanımız mı?

Kürtler Irak’ın kuzeyinde ABD desteğini yanlarına almış sürekli Türk ve Arap mahallelerine ve köylerine saldırıyorlar. Kelimenin tam anlamıyla bir etnik temizlik yaşanıyor. İnsan merak ediyor. Acaba Irak’ta saldırdıkları Türk köyleri yetmedi mi? Niye Türkiye’ye katılmak istesinler ki?

Musul’u bize vereceklermiş

Ama olsun… Barzaniler tüm bunları yapadursun, ABD’de bir rapor yayınlanmış ya… İşte ona göre Kuzey Irak Türkiye’ye katılacakmış. Hatta Barzani bunu istiyormuş.

Hiçbir ülke herhalde bu denli çürük mantıkla siyaset yürütemez. Ama Fatih Altaylı gibilerine bakarsanız aslında o böyle olacağını yıllar önce görmüş, Kürtlerle federasyon istemiş ama ona hain demişler.

Oysa şimdi ABD de onun görüşünü kabul ediyormuş. Dün hainken bugün kahraman olmuş. Neden mi? Çünkü Fatih’e göre “Bazen ihanetle kahramanlığı ayıran çizgi çok incedir.” Tabii Fatih bu yüzden arada sırada hainlik yaparsa, kendisini hoş görmemizi istiyor herhalde.

Megalomanlıkla dangalaklık arasında da çok ince bir çizgi var herhalde. Elbette ki ABD Fatih’in değerini anlamış, tüm stratejilerini gözden geçirmiş ve Kürtleri Türkiye’ye katmaya karar vermiş olabilir. Ama bu son derece düşük ihtimal…

Peki, şu meşhur rapor ne? Bir kere ABD’de binlerce think-tank kuruluşu var. Bu raporu hazırlayan da onlardan sadece biri… Ayrıca bu kuruluşların her biri yılda yüzlerce rapor hazırlar. Etti sana 100 binlerce rapor. Her birinde bir olasılık değerlendirilir, ortaya bir varsayım atılır, bu varsayım etrafında alternatif senaryolar üretilir.

Sonra da birileri bu “çok gizli” raporu basına sızdırır. Balıklar oltaya atlasın diye. Artık herkes bir tarafından tutar raporun, salladıkça sallar.

Oysa bu kuruluşların hiçbiri ABD’nin askeri stratejisini belirlemez çünkü öyle olsaydı Pentagon’a ve Beyaz Saray’a gerek kalmazdı. Bu kuruluşların raporlarını Pentagon hiç mi değerlendirmez? Elbette ki okuyorlardır. Hatta para verip yazdırıyorlardır. Ama bizim de kendi kafamız var değil mi? Her yazılana inansak ne gerek kalırdı beyin denen organa?

Medyadaki Kürtçü ve Amerikancıların balık gibi atladığı raporun adı, “Tetik Çizgisinde Bela: Irak ve Kürtler”

Rapor gizli falan da değil. Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) internet sitesine giriyorsunuz, şakır şakır okuyorsunuz.

Rapor 42 sayfa ve sadece bir sayfasında bizim medyanın üstüne atladığı Türkiye’yle ilgili bölümler var. Burada da yazan şu; adı belli olmayan ve güya Barzani’ye yakın bir Kürt demiş ki:

“Bağımsız olmak hakkımız, fakat bu olmazsa ben Türkiye ile olmayı Irak’la birlikteliğe tercih ederim. Çünkü Irak demokratik değil. Tek çıkış yolu bölgenin ‘Musul vilayeti’ adıyla Türkiye’ye, Türkiye’nin de kendi içindeki Kürtlerin durumuna çözüm olarak AB’ye katılmasıdır.”

Bir de Barzani’nin özel kalem müdürü Fuat Hüseyin şunları söylemiş:

“Eğer Şiiler İran’ı, Sünniler de Arap dünyasını seçerse, Kürtler de Türkiye ile yakınlaşırlar. Türkiye’nin de Kürtlere ihtiyacı olur. Birbirimizi sevmiyoruz ama sevmeye de ihtiyacımız yok. Amerika Bağdat’tan geri çekildiğinde, çatışma yaşanacak, Türkiye’nin de başka bir şansı olmayacak. Kürtler bu şartlarda Türkiye’nin koruması altında rahat ederken, bunun karşılığında Türkiye, Kerkük’teki dev rezervler dahil, Irak’ın kuzeyindeki bölgenin petrol ve doğal gazına doğrudan erişim imkanı elde edecek ve dolaylı yollarla Kerkük’e sahip olacak.”

Evet biri ismi belirsiz, diğeri ise yetkisi belirsiz iki isimden iki alıntı. 42 sayfalık raporda Kürtler Türkiye’ye katılmak istiyor diye başka hiç ama hiçbir şey yok. Ama olsun.

Kuzey Irak’taki “akrabalarımız” zaten hep bize katılmak istiyor. Raporda yazsa ne yazar yazmasa ne yazar. Biz yine Barzani’yi destekleyeceğiz.

Raporun gerçek içeriği

Madem bir rapor etrafında bunca fırtına koptu. Biz de gerçekten bu raporda ne yazıyor biraz bahsedelim ki, Türk basınına bir katkımız olsun.

Raporun temel kapsamı adından da anlaşılabileceği gibi Irak’taki Araplarla Kürtler arasındaki çelişkiler. Türkiye ile ilgili bir rapor değil.

Rapor ABD birlikleri Irak’tan çekilince, Kürtlerin olası bir saldırı anında ne yapabileceği üzerine odaklanıyor. Bu da ilginç bir konu gerçekten…

Amerikancı basınımıza göre Kuzey Irak çoktan Türkiye’ye katıldı, hatta adamlar Musul ve Kerkük’ü de bize verdiler. Ama işin püf noktası da bu… Bir kere Musul’u sana Barzani istese de veremez çünkü kendi şu anda Musul’a giremiyor.

Musul’da Arap nüfus çoğunluğu var ve Arap direnişi, ABD birlikleriyle Peşmergeleri çoktan yıldırdı. Barzani’nin Musul’da hiçbir otoritesi yok.

İkincisi Kerkük meselesi… Rapora göre Musul’u kaybettiği gibi Peşmergeler her an Kerkük’ü de kaybedebilir. Çünkü burada da ancak ABD desteğiyle durabiliyorlar. Hatta rapor, Kerkük’ü Kürtlerin zapt edememesi durumunda neler yapılabilir, bunu araştırıyor.

Rapora göre ABD birlikleri Irak’tan çekilince Şii ve Sünni Arapların ilk işi neredeyse Bağdat yakınlarına kadar güneye sarkan Peşmergeleri kovalamak olacak. Sözde Kürt parlamentosu ise kabul ettiği yeni “anayasayla” “Irak Kürdistanı” sınırlarını Osmanlı dönemindeki Musul vilayeti olarak kabul etti. Buna göre sadece Musul ve Kerkük değil, Suriye ve İran sınırının büyük kısmı sözde Kürdistan’a bağlanacak. Bağdat’taki işbirlikçi Maliki hükümeti bile bunu protesto etti ve böyle bir sınır kabul etmediklerini duyurdu.

İşte raporumuz diyor ki; “Türkiye Kürtlerin geleneksel düşmanı (bu kelime aynen raporda geçiyor) olabilir ancak AB’ye uzanan enerji hatlarını içerdiği için ve Bağdat’a karşı bir denge unsuru olarak Kürtler Türkiye’ye yakınlaşabilir.”

Yani rapor açıkça Türkiye ile Kürtler düşman ama zor duruma düşen Kürtler taktik geliştirsin diyor. Bu kadar basit…

Ne halleri varsa görsünler

Rapordan öğrendiğimiz başka bir konu ise AKP iktidarının açıkça kukla Kürt devletini tanımak, hatta Musul- Kerkük petrollerine Barzani’nin el koyup, Türkiye’ye satmasına göz yummak noktasına geldiği. Yürütülen gizli görüşmelere göre AKP, Barzani’yi Kerkük’te destekleyecek, karşılığında petrolünü satacak. Yani Kürtlerin Türkiye’ye katıldığı, ABD’nin Türkiye’yi Kürtlerin hamisi yaptığı falan yok. Sadece bir AKP ihaneti daha söz konusu…

Bırakın toprak kazanmayı, Türkiye, ABD’nin “Büyük Kürdistan” projesine göre Kürtlerin toprak istedikleri bir ülke. Rapor “düşman” bile olsa Kürtlerin Türkiye’den yararlanabileceğini belirtiyor ki, bu da çok mantıklı. Çünkü Türkiye’yi AKP zihniyetindeki işbirlikçi hainler yönettikçe istediklerini bizden alabilirler. Yani bize katılmalarına hiç gerek yok.

1991-2003 arasında Barzani ve Talabani’ye tüm korumayı sağlayan Türkiye değil miydi sanki? Türkiye bugüne kadar bu Türk düşmanlarını desteklemekle ne kazandı ki bundan sonra kazansın.

Zaten ABD asla Türkiye’ye bağlı bir Kürdistan kurmak istemiyor. ABD deli mi kendi elleriyle Türk ordusunu Kerkük’e soksun. ABD “Büyük Kürdistan” istiyor. Bunun için Irak’tan çekilen ABD ordusu, Kuzey Irak’ta dünyanın en büyük ABD üssünü inşa ediyor. ABD Irak’a sadece ve sadece kukla Kürt devletini kurmak, Irak’ı parçalamak için girdi. Ve nitekim çıkmadıkları tek bölge Kuzey Irak oldu. Çünkü burası Irak, İran, Türkiye ve Suriye’ye saldırmak ve “Büyük Kürdistan”ı kurmak için en önemli stratejik üs, ikinci bir İsrail haline geldi. Hiç ABD oradan çıkıp, Türkiye’yi buyur eder mi?

Ancak raporun doğruladığı önemli bir husus var. TÜRKSOLU daha önce yazmıştı. Irak’ta Arap-Türkmen ittifakı ve Kürtlere karşı ortak direniş kaçınılmaz olarak gerçekleşecek. ABD Irak’tan çekilip, Kuzey Irak’a yığınak yapsa bile bu kaçınılmaz.

Böyle bir durumda Türkiye’nin illa yeni bir strateji benimsemesi gerekiyorsa bu açıkça Kürtlere karşı Arapların ve Türkmenlerin desteklenmesidir. Diyarbakır’a uzanmaktan bahseden Barzani, Musul ve Kerkük için savaşsın. Görelim bakalım gücü neymiş? Biz ABD birliklerine Irak’ı dar eden direnişçilere 1’e 10 veriyoruz. Nasıl tam Özal’ınki gibi oldu değil mi?

Buna Amerikancılar kaos senaryosu diyor. ABD birlikleri Irak’tan çekilirse kaos çıkabilirmiş. Türkiye bu tür bir “kaos”tan ancak ve ancak fayda sağlar. Biraz da Kürtlerin rahatı bozulsun.

Kürtler endişelenmekte haklılar; çünkü gerçekten de Musul ve Kerkük’te tutunamayan Kürtler kuzeyde de çok uzun bir süre ayakta kalamazlar. Tamamen yapay ve ABD desteğiyle ayakta duran ajan bir yönetimden bahsediyoruz.

Türkiye kesinlikle kendisine düşmanlık ve kandan başka bir şey vermeyen bu kukla Kürt devletine destek olmamalı, tersine onları ambargo altına almalıdır.

Yok efendim, bizim bisküvilerimizle besleniyorlarmış, bizim beyaz eşyalarımızı alıyorlarmış, bize çok bağımlıymışlar… İyi ya, keselim şunları beslemeyi. İşte size basit ve doğrudan bir strateji… Kuzey Irak’a ambargo uygula, görelim bakalım Kerkük’e, Telafer’e saldırabiliyorlar mı? Kandil’de PKK’yı besleyebiliyorlar mı?

ABD yıllarca Arapları böldü. Sünni-Şii çatışması sayesinde Irak’ı parçaladı. Hadi bakalım şimdi de Araplar yüzlerini Kürtlere dönsünler. Bize de Türk öldürmekten başka bir işe yaramayan bu Kürt “akrabalarımıza” tek bir söz söylemek kalıyor:

“Ne haliniz varsa görün!” ALİ ÖZSOY

20 Temmuz 2009 Pazartesi

türkiye sosyalist hareketi

Türkiye sosyalist hareketinin 12 eylül faşist generallerin darbesinden bugüne kadar bir varlık gösterememesinin nedenlerini açıklığa kavuşturmadan sosyalist işçi sınıfı hareketinin, sınıf mücadelesinin de doğru dürüst bir etkisinin olamayacağı inkar edilemeyecek gerçektir. Dünya işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesine baktığımız da, Sovyetlerin dağılması nedeni ile kısa sayılacak bir süreyi kapsayan bocalama döneminden sonra, işçi sınıfının politik mücadelesinin tekrar sınıf mücadelesine damgasını vurduğuna tanık olabiliyoruz. Burjuvazinin neo-liberal dönemle birlikte yoğunlaştırdığı sömürüsüne karşı işçi sınıfı, emekçiler sesiz kalmadılar ve mücadeleye giriştiler.

Latin-Amerikalı sömürülen işçi ve emekçilerin ayaklanması, gerek Latin-Amerika oligarşisini, gerekse bu militarist oligarşiye dayanarak, Latin-Amerikalı işçileri ve emekçileri açlığın ve yoksulluğun çıkmazına sürükleyen uluslar arası emperyalist-kapitalist burjuvaziyi köşeye sıkıştırıp, şimdiye kadar görülmemiş tarza kendi siyasi ve ekonomik çıkarları doğrultusunda mevziler kazandıklarını yine hiç kimse inkar edemez.

Latin-Amerikalı ve de tüm dünyalı yoksulların isyan bayrağı Che Guvera, bunun için ayağa kalkanlara, isyan edenlere (özellikle Latin-Amerikada) yol göstermeye devam ediyor.(1)

Latin-Amerikadaki bu gelişmelerin bir başka benzeri refah toplumu diye ilan edilen Avrupada,da yaşanmaktadır.

ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK

"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyen Atatürk, yeni devletin kurulmasında bu düşüncesinden güç almıştır.

Özgürlük, hem devlet hem de vatandaşlar için söz konusudur. Devletin özgürlüğü, bağımsızlığı demektir. Bağımsız olmak, başka bir devletin güdümüne girmemek, diğer devletlerle birlikte oluşan topluluklarda, milli çakarların gerektirdiği biçimde davranabilmektir.

Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin yok olan özgürlük ve bağımsızlığını yeniden kazanabilmesi için yapılan bir savaştır. Osmanlı Devleti son zamanlarında serbestçe hareket etme özgürlüğünü yitirmişti. Nihayet devlet parçalandı ve sona erdi. Kurtuluş Savaşı'nın sonunda da Türk milleti yeniden özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuştu.

Özgür ve bağımsız olmayan bir devlet dilediği biçimde hareket edemez. Atatürk bağımsızlığımıza sürdürmekte çok dikkatli ve ciddi davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti O'nun zamanında en saygın devletlerden biri oldu. Büyük devletler bile gerekirse, Ankara'daki Mustafa Kemal'e danışmanın zorunlu olduğunu kabul etmişlerdir. Bu özgürlük ve bağımsızlıktır ki, Türk Devleti'nin rahatça gelişmesini, serpilmesini ve inkılâpların yapılmasını sağlamıştır.

Gerek cumhuriyet gerek milliyetçilik ancak özgür ve bağımsız bir devlette anlam kazanır. Bu sebeple, Türk Devleti'nin özgürlük ve bağımsızlığı her türlü düşünce akımlarının üstünde olmalıdır.

Özgürlüğün ikinci çeşidi vatandaşlar için söz konusudur. Cumhuriyet rejimleri aynı zamanda demokratik iseler, bu, vatandaşın rahat ve Özgür yaşamasını sağlar. Demokrasinin temeli budur. Cumhuriyet Türkiye'sinde vatandaşlar özgürlüğe sahiptirler. Ancak şunu da unutmamalıdır ki, her bireyin özgürlüğü diğer bireyin özgürlüğü ile sınırlıdır. Sonsuz özgürlük yoktur. Vatandaşlar birbirlerinin özgürlüklerine saygılı oldukları sürece demokratik hayat sürer, aksi kargaşa yaratır.

Atatürkçü özgürlük, herkesin hakkına saygı gösteren bir anlayışı kendine temel bir kural olarak alır.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformundan

BASINA VE KAMUOYUNA

* Yürüyüş Dergisi Sahibi ve Yazıişleri Müdürü Metin Bulut Tutuklandı...

* Tutuklu Gazeteci ve Yazarların Sayısı 25’e Yükseldi...

* Metin Bulut ve Tutuklu Gazeteciler Serbest Bırakılsın!



Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Yürüyüş Dergisinden yapılan açıklamaya göre derginin sahibi ve yazıişleri müdürü Metin Bulut tutuklanarak Metris Cezaevine konuldu. Metin Bulut’un tutuklanma gerekçesi ise Emperyalizme ve Oligarşi’ye Karşı Yürüyüş dergisinin 03.05.09 tarihli 12. sayısının kapağı ve derginin içeriğidir. 19-22 Aralık 2000’de Hapishanelere aynı anda yapılan ve 28 devrimcinin katledilmesine sebep olan “Hayata Dönüş” Operasyonunda dönemin Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk’ün resminin derginin kapağına konulması ve yine “Hayata Dönüş” operasyonuna yönelik eleştirilerin dergide yer alması, Metin Bulut’un tutuklanmasına gerekçe gösterilmiş.

Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak Metin Bulut’un tutuklanmasını, düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik doğrudan bir saldırı olarak görüyor ve protesto ediyoruz.



Metin Bulut Derhal Serbest Bırakılmalıdır!

Tutuklu Gazetecilere Özgürlük!

301, TMY İptal Edilsin!




Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)

Fidel Castro'nun Mustafa Kemal'le İlgili Görüşleri

1Yurtsever Genc



Fidel Catro, dünya kamuoyunun yakından tanıdığı en eski ve en uzun yıllardır yönetimde olan Küba Devlet Başkanıdır.
Fidel Castro, dünya kamuoyunun yakından tanıdığı en eski ve uzun yıllardır yönetimde olan Küba devlet başkanıdır.

Türkiye sol hareketi Castro ve Guevera’yı 68’li yıllarda tanıdı. Castro
ülkesinin ABD’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinin önderidir.

Castro, ABD’ye ve yerli işbirlikçilerine karşı verdiği mücadeleyi bir genç
Küba’lı avukat olarak; “Tarih Beni Berat Ettirecektir” adlı kitabında
detaylı olarak anlatıyor.

Yine, “Havana Duruşması” adlı tiyatro oyunu, Castro ve Che Guavera’nın ABD Emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerine karşı ABD’nin “Domuzlar Çıkarması” ve sonuçlarını izleyicilerine lirik bir dille anlatan bir oyundur.

Fidel Casto, doğrusu ile yanlışı ile 40 yılı aşkın bir zamandır Küba devlet
başkanıdır.

Bu zaman süreci içinde Castro dünyaya bir olguyu isbat etti. ABD
Emperyalizminin burnunun dibinde bir minik adada bu süper gücün binbir
entrikasına karşı boyun eğmedi. Tam bağımsız olarak Küba varlığını sürdürdü. Sürdürüyor.

Küba halkı aç kaldı, susuz kaldı. Ama sömürge olmadı.

Fidel Castro bu bağımsızlıkçı tavrını sadece kronik karşıtı ABD
emperyalizmine karşı değil, tüm egemenlere karşı sürdürdü.

Bu tavrını gün geldi sosyalist olduğu halde S.S.C.B’ye, gün geldi Başkan Mao’nun Çin Halk Cumhuriyeti’ne gösterdi.

Halkı bir çok şeyden mahrum kaldı. Ama ulusal onuru ayaklar altına alınmadı. Küba halkı parya muamelesi görmedi.

Fidel Castro’yu Fidel Castro yapanda bu onurlu tavrı oldu. O’na sadece
dostları değil, karşıtları da saygı ile bakmak zorunda kaldı.

Türk aydınları ile Küba arasındaki ilişkilerde hep sıcak oldu. Bu zaman
zaman iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilere de yansıdı.
Fidel Castro’ya karşı süren kamuoyu ilgisi, O’nun 1997’de İstanbul’da
düzenlenen Habitat toplantısının konuk konuşmacısı olmasına kadar gitti.

Türk medyası ise, ancak bu yıllardan sonra Fidel Castro’nun Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili düşüncelerini öğrenebildi.

22.8.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Barış Doster şöyle yazdı:

“Zapata Caddesi ile Salvadar Allende Bulvarı’nın kesiştiği yer gibi
adreslerin tanımlandığı, devrimci bir geleneğin ve anti emperyalist ruhun
her sokakta hissedildiği Havana’nın en önemli caddelerinden birinde, bir
başka büyük devrimcinin, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olduğu belirtilmiş. Doğum tarihi olarak ise; 19.5.1881 yazılmış. Ayrıca kaidede ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’ sözlerinin Türkçesi ve İspanyolca’sı yer almış.”

Türkiye kamuoyu 1997 yılında İstanbul’da yapılan HABİTAT toplantısında Fidel Castro’nun İstanbul’a gelmesinden sonra Yeni Yüzyıl gazetesinde Jale Özgentürk ile yaptığı söyleşide özetle şunları öğrendi:

Castro Atatürk’ü kastederek, “O’nun yaptıklarını ben başaramazdım. Asıl
devrimci Atatürk’tür diyor ve şöyle devam ediyor: “Bu kadar büyük bir devrim yaptım ama Atatürk’ün yaptıklarını başaramazdım.”.

O yılların sağlık bakanı Yıldırım Aktuna; Küba ziyaretinde Castro’nun
Atatürk’ün tüm yaşamını iyi bildiğini ve O’nun için; “Atatürk’ün büyük bir
asker, döneminin en önemli liderlerinden biri olduğunu” ifade ettiğini
ardından ise; “Küba’da bu kadar büyük bir devrim yaptım ama Atatürk’ün Türkiye’de yaptıklarını başaramadım. Atatürk, harf devrimi gibi bir takım reformlar yaptı. Ben böyle bir düzen değişikliği yapamazdım” dediğini ifade ediyor.

Bütün bunlardan Fidel Castro’nun dünya siyaseti ve Türkiye’nin içinde
bulunduğu coğrafya’daki siyasi gelişmeleri ve tarihsel gelişimini
takip ettiği de görülüyor.

Bugün dünyada yaşayan ender sosyalist ülkelerden biri olarak Küba ve devlet başkanı Castro’nun aynı zamanda bir ABD uzmanı olduğunu da belirtmek gerekir.

Dünyanın en ücra köşelerinde bile dilediğini yapan ABD emperyalizminin
burnunun dibinde bağımsız bir devlet olarak yaşamak ancak böyle olabilir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde işgalci emperyalist devletlere karşı Türk bağımsızlık mücadelesi vererek ulusal devletini kuran Türkiye’ye karşı ABD ve AB desteği ile etnik kalkışma yapmaya çalışan Kürtler için bakın Fidel Castro bundan tam 11 yıl önce ne diyor:

“Türkiye’deki olayları yakından izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin
oradaki Kürt Hareketi, Yankee’nin (ABD’nin) petrol bekçisi olmaz.”

Bu sözleri Fidel Castro kendini ziyarete Türkiye’den gelen bir heyet önünde söylüyor. Bu heyet içindekilerden biri de Esenyurt eski belediye başkanı Gürbüz Çapan’dır. Yıl ise; 1994. PKK Hareketi’nin Şemdinli baskını olayından sonraki yıllar.

Daha ortada ne Irak işgali var, nede Apo’nun yakalanması meselesi.

Ne yazık ki Castro’nun belirttiği gibi Kürt Hareketi ABD’nin yani Yanke’nin elinde adeta oyuncak olmuş durumda.

Yanke’nin AB destekli Ortadoğu işgalinin en büyük destekçisi artık Kürtler oldu.

Kürtler verdikleri mücadeleye “bağımsızlık” adını veriyorlar.

Dünya’nın süper gücüne “petrol bekçiliği” yapmanın adı ne zamandan beri
“bağımsızlık mücadelesi” oldu.

Üstelik bu bekçiliğe sadece Kürtler içindeki bir grup değil önemli bir
çoğunluk aday, kamuoyuna açıklanan araştırma sonuçlarına göre Türkler’in %80-82’si ABD’nin Irak işgaline karşı iken Kürtler’in %92’si bu işgalden yana ve bu işgalin bölgeye demokrasi getireceği düşüncesi var.

Demek ki, yaşadığımız dünyada bağımsızlık mücadelesi vermek isteyenlerin ABD’ye karşı bağımsızlık mücadelesinde sembol isim olmuş Fidel Castro’dan öğrenecekleri çok şey olduğu görülüyor.Yurtsever'e yanıt ver
Alakasız olarak İşaretle
Şikayet Et
Gönderiyi Sil

18 Temmuz 2009 Cumartesi

CUMHURİYET

İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa'ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kütlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk'e yaklaştığı görüldü. Zayıf bir kadındı. Ata'nın yolunu keserek titrek bir sesle:- Beni tanıdın mı oğul? dedi... Ben sizin Selanik'te komşunuzdum. Bir oğlum var: Devlet Demir Yolları'na girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat Müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış... Ne olur bir kere de siz söyleyiniz.Atatürk'ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı. Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:- Oğlunu almadılar mı? dedi. Ben salık verdiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta kendinden geçercesine dolu bir sesle:- İşte Cumhuriyetten beklediğimiz sonuç... diyordu. Hulusi KÖYMEN Kaynak: Uludağ Dergisi, 1941

Doğu Türkistan’da Türk katliamı

Sincan değil Doğu Türkistan!

Çin’de Doğu Türkistan bölgesinde yüzlerce Türk katledildi. Türk basını doğal olarak bu konudaki haberleri manşetlerine taşıdı.

Ancak ortada bir yanlış bilgilenme ve üslup var. Hemen hemen bütün haberlerde yer alan bir cümleye dikkatinizi çekerek başlayalım: “Çin’e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde çıkan olaylarda 156 Uygur öldürüldü.”

Her şeyden önce olayların yaşandığı bölgenin binlerce yıllık tarihsel adı “Doğu Türkistan”. “Sincan” ise Çin’in o bölgeyi işgal ettiği 1880’li yıllarda verilmiş bir isim. Anlamı da “Yeni fethedilmiş toprak”. Dolayısıyla o bölgeye “Sincan” demek, Çin’in işgalini kabullenmek anlamına geliyor. Doğu Türkistan’a “Sincan” demenin, örneğin Batı Trakya’ya “Doğu Makedonya” demekten bir farkı yok. Yunanistan’ın idari örgütlenmesinde Batı Trakya resmi olarak “Doğu Makedonya” diye geçiyor. Biz Türkler ise o bölgeyle tarihsel bağımızı hatırlatmak için ısrarla “Batı Trakya” diyoruz.

Alıntı yaptığımız cümledeki ikinci büyük yanlış ise ölenlere “Uygur” denmesi. Halbuki Uygur diye bir millet yok. Türk diye bir millet var. Bu yüzden Uygur Türkü demek daha doğru olacaktır. Aynen Kırgızlara Kırgız Türkü, Azerilere Azerbaycan Türkü, Kıbrıslılara Kıbrıs Türkü dememiz gibi. Uygur Türküne Uygur demek emperyalizmin Türk milletini parçalara ayırma çabaları karşısında pes etmek anlamına gelir.





Binlerce yıllık Türk Yurdu:
Doğu Türkistan

Türkistan, Batılı kaynaklarda ve Rus ve Çin tarih yazınında “Türklerin Orta Asya’da yaşadığı bölge” olarak tanımlanır. Kabaca tarif etmek gerekirse, Hazar Denizi’nden bugünkü Moğolistan’a uzanan bölgedir. Güneyi Afganistan’a kadar uzar, kuzeyi bugünkü Kazakistan’ı kapsar. Türkistan 18. yüzyıla kadar sürekli bir Türk hakimiyeti altında yaşamıştır. Batısı 1700’lü yılların başından itibaren Rusya tarafından işgal edilmiştir. Bugün “Batı Türkistan”da dört bağımsız Türk devleti bulunmaktadır: Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kırgızistan.

Türkistan’ın doğusu ise 1750’li yıllardan itibaren Çin saldırılarına uğramıştır. Basında “Sincan” olarak isimlendirilen Doğu Türkistan 1.6 milyon kilometrekarelik çok büyük bir bölgedir. Bütün Türkistan’ın neredeyse üçte biri büyüklüğündedir. Türkiye’nin ise 2 katıdır!

Doğu Türkistan çok önemli Türk uygarlıklarına evsahipliği yapmıştır:

MÖ 300-MS 550: Hunlar, 550-750: Göktürkler
750-850: Göktürkler-Uygurlar, 850-900: Uygurlar,
900-1200: Uygurlar-Karahanlılar,
1200-1230: Karahitaylar, 1230-1515: Çağatay Hanlığı,
1514-1680: Yarkent Hanlığı,
1680-1750: Türk-Çağatay beylikleri arasında bölünme,
1750-1933: Çin saldırıları, Çin işgali ve Türk direnişi,
1933-1934: Bağımsız Doğu Türkistan İslam Devleti,
1934-1944: Çin hakimiyeti,
1944-1949: Bağımsız Doğu Türkistan Cumhuriyeti,
1949: Doğu Türkistan Devleti’nin Mao önderliğindeki Çin Devrimi’ni desteklemesi ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne katılması,
1949-2009: Çin hakimiyeti

Görüldüğü gibi Doğu Türkistan tarihçilerin saptayabildiği MÖ 300’lü yıllardan başlayarak 2000 yıl boyunca sürekli Türklerin kontrolü altında kalmıştır.

Doğu Türkistan’ın kalbi sayılan Kaşgar da, Türk uygarlığı için önemli bir şehirdir. İlk Türk şehirleşmesi Uygurlar döneminde burada başlamıştır. İlk Türkçe ansiklopedi ve sözlük Divanı Lugati Türk, Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072’de bu şehirde yazılmıştır. Bu eserin benzerleri Batıda ancak 1700’lerde yazılabilecektir.

Kutadgu Bilig de yine 1060’larda Yusuf Has Hacib tarafından bu bölgede kaleme alınmıştır. Kutadgu Bilig döneminin en büyük edebi eserlerinden biri olmasını yanı sıra, önemli bir felsefe kitabıdır.

Uygur Türkleri, yüzlerce yıl hakim oldukları Doğu Türkistan’da Kaşgar, Yarkent, Balasagun, Hotan gibi döneminin ticaret ve bilim merkezleri sayılan çok önemli şehirler kurmuştur.

Doğu Türkistan’a 1750’den itibaren saldırmaya başlayan Çin, bu bölgede hiçbir zaman tam bir hakimiyet kuramamıştır. Bölgede Çin hakimiyeti ancak Çin Devrimi’yle birlikte kurulabilmiştir. O da Doğu Türkistan’daki Türk devrimcilerin Mao’nun devrimine desteğiyle mümkün olmuştur. Sovyetler Birliği’nin kuruluşunda önemli rolleri olmasına karşın Rus Bolşevikleri tarafından tasfiye edilen Galiyev, Nerimanov, Rıskulov gibi Türk devrimcilerinin kaderinin benzerini Doğu Türkistanlı devrimciler de yaşamıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’ne katılım görüşmeleri sırasında Kasimi, Abbasov, Sugurbayov, Mononov gibi önemli Türk liderler Alma Ata’dan Pekin’e giderken şüpheli bir uçak kazasında hayatını yitirmiştir.

1949’dan sonra Doğu Türkistan sistemli bir Çinleştirmeye tabi tutulmuştur. 1949’da Türk oranı %95, Han Çinlisi oranı yalnızca %5’ti. Bugün ise 20 milyon nüfusun 8,5 milyonu Uygur Türkü, 7,5 milyonu Han Çinlisidir. Bütün baskılara karşın Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri milli kimliklerini korumayı başarmış ve Çinlileşmemiştir. Nüfus yapısındaki bu büyük değişim bölgeye yapılan büyük Han Çinlisi göçleri nedeniyledir.



Etnik çatışma değil katliam!

Şimdi yaşanan olaylara bir bakalım. Tabii tam olarak neler yaşandı bilemiyoruz. Bunun en büyük nedeni, Çin’in bölgeden her tür iletişimi kapatması ve internete bile izin vermemesi. Ancak Çinli yetkililer bile 156 Uygur Türkünün öldüğünü kabul ediyor. Doğru rakam bunun muhtemelen 3-4 katıdır. Türkiye’de Uygur Türklerine ait dernekler yaptıkları açıklamalarda en az 500 kişinin öldüğünü söyledi. Binlerce yaralı ve bir o kadar da tutuklu bulunduğu Çiniler tarafından da kabul ediliyor. Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kader’e göreyse binlerce ölü var!

Olaylar 6 Temmuz Pazartesi yaşandı. Çarşamba günlü gazetelere yansıyan resimlere bir bakın, Uygur Türklerinin yaptığı bütün protesto eylemlerinde yalnızca kadınlar var. Anlayacağınız o bölgedeki erkekler ya öldürülmüş, ya yaralı hastanede ya da tutuklanmış. Ve bir başka fotoğraf. Elinde çivili sopalarla Çinli erkeklerin Urumçi sokaklarında dolaştığını görüyoruz.

Tablo gayet net ve açık. Bölgeden pek haber gelmese bile, ne olduğu ortada. Doğu Türkistan’da yaşayan Çinliler, Çin Ordusu’nu da arkalarına alarak Uygur Türklerine karşı bir etnik temizlik başlatmış. Çin Hükümeti ise doğal olarak olayları farklı yansıtıyor: “Uygurlar ayaklandı, ordumuz da bastırdı. Olay bundan ibaret.” Bir kısım medya ise Çinlilerle Türklerin birbirine girdiği bir etnik çatışmadan bahsediyor. Ama ne hikmetse, fotoğraflarda silahsız cesetler var. Bir tane bile güvenlik görevlisi ölmemiş. Nasıl bir ayaklanmaysa. Ölenlerin tümünün Uygur Türkü olduğu söyleniyor. Nasıl bir etnik çatışmaysa.

Durum gayet net. Türkiye’deki çeşitli Uygur Türk derneklerinin de açıkladığı gibi, Çin’in güneyindeki bir sanayi şehri olan Guangdong’da bir fabrikada Türklerin kaldığı yatakhane Çin polisi ve yerel halk tarafından basılmış. Yüzlerce Uygur Türkü öldürülmüş. Bu olayları Urumçi’de protesto eden Türklerin üzerine ise otomatik silahlarla ateş açılmış. Birkaç bin gösterici içinden 500’ü aşkın ölü çıkmasının nedeni de bu. Açık bir katliam ve peşi sıra etnik temizlik yaşanıyor.

AKP nerede Türk’ü savundu ki Çin’de de savunsun

Doğu Türkistan’da yaşanan katliam AKP iktidarı tarafından gerektiği şekilde protesto edilmedi. Evlere şenlik bir açıklama yaptılar: “Son 2 gün içinde Urumçi’de gelişen olayları derin üzüntü ve kaygıyla takip ediyoruz. 150’den fazla insan hayatını kaybetti. 800’ü aşkın kişinin de yaralandığı bu olayları her şeyden önce Türkiye olarak, ülkemizdeki Uygur kökenli vatandaşlarımız da göz önüne alındığında yakından takip etmemizden daha doğal bir sonuç olamaz. Biz, olaylara sebep olan ve müsebbiplerin bir an önce tespit edilerek, adilane bir çözüm ile bu olayların durulmasını ve bölgede huzur ve sükunetin tekrar sağlanmasını arzu ediyoruz.”

O kadar insan depremden ölmüş sanki.

Çin hükümeti Türkleri katlediyor. AKP ise Çin hükümetinin bölgede huzur ve sükuneti sağlayacağından bahsediyor!

Türklerin en büyük devleti Türkiye’nin yeri göğü inletmesi gerekirdi. Türk’e sahip çıkılmalıydı.

AKP ise günü kurtacak beylik açıklamalar dışında bir şey yapmadı. Çin elçisi çağırılıp nota verildi diye yazdı Şeriatçı gazeteler. Halbuki yapılan Çin maslahatgüzarının çağırılıp olaylar hakkında bilgi alınması. Ticaret Bakanı boykot çağrısında bulundu ama Ticaret Bakanlığı hemen resmi bir boykot uygulamasının olmadığını açıkladı. Yani AKP iktidarda, ama resmi bir tepki göstermedi.

Uygur Türkünün davası satıldı yani...

Zaten AKP 7 yıllık iktidarı boyunca Türk’e ne zaman sahip çıktı ki?

Türk’ün davasını nerede savundu ki Urumçi’de de savunsun...

Irak’ta Türkmenler, ABD ve Kürtler tarafından katledilirken seyrettiler.

Karabağ’daki Ermeni işgalini hiçe sayarak Ermenistan’la Azerbaycan’ı barıştırmaya kalkıştılar.

Batı Trakya’da Türkleri yalnız bıraktılar. Bulgaristan’da oy kullanmaya giden Türklerin otobüsleri durduruldu, ırkçı Bulgarlardan meydan dayağı yedi, ses çıkarmadılar.

Kıbrıs’ta KKTC’yi peşkeş çektiler.

Türkiye’de PKK’nın Türkleri katletmesini seyreden bir iktidar gidip de Çin’de mi Türk’ün yanında olacak. Türkiye’de “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” yazılarından rahatsız olan, “Türk değil Türkiyeliyiz” diyen bir iktidar bütün dünyada da Türk düşmanı olur.

3.5 milyar dolara Uygur Türkünü sattılar

İşin ilginci, Urumçi’deki katliamın Gül’ün Doğu Türkistan’ı ziyaretinin hemen adından yapılmış olması. Yani AKP Çin’le ilişkilerini geliştirmeye çalışırken Çin de Türkleri yok etmenin planlarını yapıyor. Üstelik, Gül bu ziyaretinde Uygur Türklerine devletleriyle kaynaşma çağırısında bulunmuştu. Ardından da, Çin’le 3.5 milyar dolarlık bir ticaret anlaşması da imzalamıştı.

3.5 milyar dolara satılan bir Türk davası var ortada. Gül, imzayı attı, peşisıra Çin de Uygur Türklerine soykırım başlattı. Türkiye’den de doğru düzgün bir tepki gelmedi...

Sokaklara bakıyoruz. Mazlum-Der, İHH gibi Şeriatçı dernekler Doğu Türkistan davasına sahip çıkıyor. Ama destekledikleri iktidarın Uygur Türkünü çoktan sattığını hatırlatmak gerekiyor. İki üç eylemle, Çin bayrağı yakmakla Türk’e yaptığını ihanetleri unnuttaramazsınız.

Tabii gözden kaçmasın, eylemlerde fırsat bu fırsat sol düşmanlığı da yapıyorlar. Ellerde döviz: “Kızıl Çin”, “Doğu Türkistan’daki komünist zulme son”. Vakit gibi gazetelerde de benzer manşetler. Çin’in kızıllığı mı kaldı Allah aşkına. Çin bile idida etmiyor artık komünist olduğunu. Ama bizim Şeriatçılar fırsat bu fırsat sol düşmanlığına devam ediyorlar.

Tabii bunda Türk davasını savunmayı faşistlik sanan solun da büyük günahı var. Meydan böyle Şeriatçılara ve ülkücülere bırakılmış oldu. Aynen İsrail’in Gazze saldırısında olduğu gibi. İktidarları İsrail yandaşıdır. İsrail’le ticaret yapar, hatta İsrail ordusunun eğitimini sağlar. Sonra da Şeriatçı dernekler toplumu İsrail karşıtlığı üzerinden örgütler.

Şimdi de Gül Çin’le 3,5 milyar dolarlık çok büyük bir ticaret anlaşması imzalıyor, Şeriatçı dernek ise “Kahrolsun Çin” sloganları atıyor. Bu komediye son vermek ise anlaşılan bize, TÜRKSOLU’na düşüyor...

Tabii son vermemiz gereken bir komedi daha var. Bahçeli olayların Gül’ün gezisinin hemen arından başlamasına dikkat çekmiş ve Gül’ü eleştirmiş.

Ne var bunda diyebilirsiniz.

Öyleyse unutmuşsunuz. O gezide Gül ile birlikte MHP’li milletvekilleri de vardı. Üstelik aynı gezide DTP’lilerle birlikte çifte telli oynamışlardı!

Olayların ardında ABD mi var?

Çin, olayların hemen peşi sıra “Olayların ardında şu anda ABD’de yaşamakta olan Rabia Kader var.” açıklamasını yaptı. Ve Türkiye’de “Acaba ABD destekli bir ayaklanma mı söz konusu” tartışması başladı.

Burada büyük bir yanılgı ve çarpıtma var. Asya’da Türkler Anadolu’dan Moğolistan’a kadar uzanan bir şeritte hâlâ çoğunluk. Ve bu bölgedeki Türklerin birliğini sağlayıp tek bir devlete sahip olması emperyalizm için korkulu bir rüya. Bu yüzden Orta Asya’da Türkler üzerinden Rusya ve Çin’e karşı bir hakimiyet mücadelesine girmek gibi bir stratejisi olmadı ABD’nin. Bunu SSCB’nin dağıldığı dönemlerde 1989’da hazırlanmış bir ABD belgesinde de görebiliriz:

“Sovyetler Birliği’nin merkezi otoritesi çöktüğü zaman Rusya’dan başka 16-17 devlet ortaya çıkacaktır. Ortaya çıkan yeni devletlerden 5-6 tanesi Türk devleti olacaktır. Bunların bulundukları coğrafya stratejik yönden çok önemli ve doğal kaynakları zengindir. Bu devletler batıdaki Türkiye Cumhuriyeti’yle birleşirse o zaman Hitler Almanyası ve Stalin Rusyasından daha büyük bir tehdit Batılıların karşısına çıkacak.”

Doğu Türkistan’daki olayların ardında ABD’nin olduğunu düşünenler, buradaki Çin işgalini ve o işgale karşı 250 yıldır direnen Uygur Türkünü anlamamış demektir. ABD’nin olaylardan hemen sonra yaptığı açıklamaya da dikkatinizi çekmek isteriz. ABD hiç de sert bir şekilde Çin’i eleştirmedi. Uygur Türklerinin ardında da durmadı. Aksine, “itidal” çağrısında bulundu. Olayların durulmasını arzuladıklarını söyledi.

Benzer bir olayın, Tibet’te yaşandığını düşünün, Urumçi’deki gibi yüzlerce Türk’ün değil de 50 Tibet rahibinin Çin tarafından öldürüldüğünü düşünün. Ne olur? Dünya ayağa kalkmaz mı?

Olayların ardında ABD olmadığının en güzel göstergesi budur galiba…

Türkiye’de solun Türk düşmanlığı

Tabii durum bu kadar kolay değil. Yüzlerce kişinin öldürüldüğü bir katliam yaşanıyor Çin’de... Türkiye’de büyük tepki var. Ama Türkiye’de solcu hiçbir partinin olaylarla ilgili en ufak bir açıklama bile yapmadığını görüyoruz. 5 tane balina kıyıya vursa eylem yapanlar yüzlerce Türk katledilince neden sessiz kalır? İşte Türkiye’de Kürtçülüğün, PKK kuyrukçuluğunun solu getirdiği nokta... Türkiye’de sol o kadar Türk düşmanı olmuş ki, Çin’deki gariban Uygur Türkü öldürülünce kılı bile kıpırdamıyor.

Chavez Venezüella’da, Fidel ve Che Küba’da Latin Amerika’nın birliği için çalışınca, Nâsır Arapların, Lumumba Afrikalıların birliğini savununca iyidir. Ama iş Türklerin birliğini savunmaya geldi mi, Turancılık olur, Amerikancılık olur, Sovyet karşıtlığı olur. Bunun nedeni de aslında biraz önce verdiğimiz alıntıda gizli: Türklerin birliği emperyalizm için o kadar büyük bir tehlike ki... Ne yapmış etmişler Türk solcusunun Türklerin birliğini savunmasının önüne geçmişler.

Öyleyse yapılması gereken Türk’ü MHP’li sahtekarlardan da, AKP’li işbirlikçilerden de, Türk düşmanı sözde solculardan kurtarmak. Ve mazlum Türk’ün davasının yanında yer almak.

Bugün solculuğun da emperyayizm karşıtlığının da tanımı budur.
ÖZGÜR ERDEM

Güler’e çıkış yok

!GürkanAkgüneş


Hastanenin mahkum koğuşunda çekilen ve avukatlara ulaştırılan fotoğraflarda Zere’nin babası Haydar Zere’nin ziyaretine ait görüntüler de yer alıyor.

Haberi tek sayfada göster
Habere yorum yazArkadaşına gönderSitene ekleSayfayı yazdırRSSCepten okuBize Ulaşın

haberi paylaşFacebookGoogleYahooMixxDiggStumbleUponDel.icio.usredditTwitterMyspacefriend feedBlog yaz, haberi yorumla!Web siteni ekle,
Günün Sitesi yarışmasına
sen de aday ol! HABERİN ETİKETLERİİTO Adana ihmal sağlık kanser işkence tahliye hastane cezaevi Susurluk ameliyat İstanbul Elbistan Ergenekon soruşturma kemoterapi İbrahim Şahin sağlık raporu Adli Tıp Kurumu Adalet Bakanlığı İstanbul Tabip Odası
Sen de etiket ekle!

gönder
milliyet.com.tr hep yanınızda+ Haberci ile bilgisayarında oku+ Sitene ekle ile haberleri sitende göster+ SMS ile cebine gelsin+ İnternet ile cepten oku14 yıldır cezaevinde bulunan ve kanser hastası olan müebbete mahkûm Zere için Adana’da ‘Ağır yaşam riski var’ raporu verildi. İstanbul Adli Tıp Kurumu ise tahliye yerine ‘Hastane şartlarında infaza devam’ dedi

Cezaevinde kansere yakalanan ve tedavisi için infazının ertelenmesi talep edilen Güler Zere’yi savcılığın sevkiyle kontrolden geçiren Adli Tıp Kurumu, “infaza devam” kararı verdi. 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu, Zere’nin “hastane şartlarında yatırılarak infazına devam edilmesinin uygun olduğu”nu bildirdi. Kararın siyasi olduğunu savunan Zere’nin avukatı Ebru Timtik, “Adana’daki doktorlar hastanelerin mahkum koğuşunun bile Zere için yaşam riski taşıdığını belirtirken, Zere’yi 10 dakika gören komisyon üyeleri tam tersi karar veriyor” dedi.

Adana: Ağır risk
“Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs” ve “terör örgütü üyesi” olmaktan mahkum olduğu müebbet hapis cezasını Elbistan Cezaevi’nde 14 yıldır çeken Güler Zere’ye yaklaşık 8 ay önce ağız içi kanseri teşhisi konuldu. Kanser hızla yayılırken, Zere iki kez ameliyat edildi.
İki kez tekrarlanan talep sonrası Elbistan Cumhuriyet Savcılığı, Zere’nin tedavi gördüğü Çukurova Tıp Fakültesi’nden rapor istedi. Çukurova Tıp Adli Tıp Anabilim Dalı’ndan savcılığa gönderilen raporda, kanseri 4. evrede olan Zere’nin yaşamının ağır risk altında olduğu, hastanenin mahkum koğuşlarının bile yaşam riski oluşturacağı belirtildi.

Adli Tıp: İnfaza devam
Bu raporun ardından savcılık Zere’yi kontrol için bu kez İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderdi. Yaklaşık 14 saatlik bir ambulans yolculuğuyla İstanbul’a getirilen ve aynı gün Adana’ya geri gönderilen Zere’yi muayene eden ve dosyasını inceleyen 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu, infazın devamı yönünde karar verdi.
Kurul’un raporunda, 6 Temmuz tarihinde muayene edilen Zere için şu ifadeler yer aldı: “Genel durumu orta, solunum sesleri derinden alınıyor, kalp sesleri taşikardik, ağırlık 42 kilogram, organomegali yok (...) Zere’nin oral kavite karsinomi (Evre 4) olduğu, nüks sonrası tekrar opere edildiği, patoloji raporunda lenf nodlarında metastazı olduğu, halihazırda tedavisinin devam edilebilmesi için hastane şartlarında yatırılarak infazına devam edilmesinin uygun olduğu oy birliğiyle mütalaa olunur.”
Adana’dan Zere hakkında verilmiş 2’si heyetten olmak üzere 3 sağlık raporu olduğunu belirten Zere’nin avukatı Ebru Timtik, şöyle konuştu: “Tüm raporlarda Zere’nin radyoterapi ve kemoterapi tedavisi için infazının ertelenmesi isteniyor. Bu kadar bilimsel veriye rağmen Adli Tıp’tan tam tersi bir karar çıkıyor. Biz ne af ne de tahliye istedik. Biz af için Cumhurbaşkanı’na da başvurmadık. ‘Cezasını 6 ay tehir edin, tedavisi bittiği zaman alın götürün. İstediğimiz hastaneye götürmek için bize fırsat verin’ dedik. Bu kız konuşamıyor, yemek yiyemiyor. Yaşaması için radyoterapi, kemoterapi görmesi lazım.”
Timtik, Adana ve İstanbul’daki raporlarda yaşanan çelişkilerin giderilmesi için dosyanın Adli Tıp Genel Kurulu’na gönderilmesini talep edeceklerini de söyledi.





Adli Tıp üyeleri hakkında suç duyurusu
Çağdaş Hukukçular Derneği İstanbul Şubesi, Adana Balcalı Hastanesi mahkum koğuşunda yatan kanser hastası, siyasi hükümlü Güler Zere’ye, “Hastanenin mahkum koğuşunda kalabilir” şeklinde rapor verdikleri gerekçesiyle Adli Tıp Kurumu Başkanı Haluk İnce ve 3. İhtisas Dairesi Başkanı Nur Birgen ile soruşturma sonunda tespit edilecek diğer kişiler hakkında suç duyurusunda bulundu. Şüpheliler hakkında “adam öldürmeye tam teşebbüs, görevi kötüye kullanma ve görevi ihmal” suçlarından dava açılması istendi.
ELVAN EZBER İstanbul


Tartışmalı kararlara imza attılar
Başkanlığını Uz. Dr. Nur Birgen’in yaptığı 3. Adli Tıp İhtisas Kurulu geçmişte aldığı birçok kararla tartışma yaratmıştı.
Kurul, Ergenekon tutuklusu eski Özel Harekât Dairesi Başkanvekili İbrahim Şahin’in Susurluk davasında aldığı 6 yıl hapis cezasını tamamlamadan 2003’te salıverilmesinin yolunu açan “sürekli sağlık sorunları var” raporunu vermişti. Aynı yıl Kurul’un o dönemki üyelerine İstanbul Tabip Odası (İTO) Onur Kurulu tarafından cezaevindeki Korsakoff hastası hükümlülere çelişkili rapor verdikleri iddiasıyla geçici süreyle meslekten men cezası verilmişti.
Dr. Birgen hakkında, 1995’de Adli Tıp Şube Müdürü olarak görev yaptığı sırada işkence gören 7 kişiye sağlam raporu verdiği gerekçesiyle de İTO Onur Kurulu’nca 6 ay meslekten men cezası verilmişti. Adalet Bakanlığı bu cezanın mahkemece iptal edildiğini bildirmişti.
Zere kararına imza atan Kurul üyeleri son olarak, Hüseyin Üzmez’in cinsel istismarına uğradığı öne sürülen B.Ç.’nin ruh sağlığının bozulduğuna dair Adli Tıp Genel Kurulu kararına muhalefet edenler arasında yer almalarıyla gündeme geldi.