Türkiye son yedi yılını AKP’nin tek başına iktidarı altında geçirdi. AKP’nin yerel yönetimlerde de benzer bir “tek başına iktidar” durumu söz konusu ve bu iktidar durumu da yakın bir dönemde bitecek gibi durmuyor. AKP aynı zamanda İslamcı gelenekten gelen tipik bir şeriatçı parti. Gerçi AKP’liler ve yandaşları uzun bir süredir “değiştik, geliştik” diyorlar ama bunu gösteren tek bir emare bile yok. Aksine AKP, başta lider kadrosu olmak üzere “dindarların partisi” imajını güçlendirmek için ne gerekiyorsa yapıyor. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı dönemini hatırlayın, temel propaganda malzemesi “dindar cumhurbaşkanı” idi. Şimdi cumhurbaşkanlığı dahil, devletin en tepe noktalarında eşleri tesettürlü dinciler oturuyor. Ancak devletteki dincileşme bununla da sınırlı değil. AKP Türk siyaset tarihinin görmediği bir hız ve yoğunlukta bir kadrolaşma harekatını da oldukça sistematik bir biçimde ilerletiyor. Bugün YÖK’ten RTÜK’e, üniversitelerden bakanlıklara kadar aklınıza gelebilecek her türlü kurum ve kuruluşun başında AKP’li İslamcılar oturuyor. |
“Türkiye nereye gidiyor?”
“Nereye gidiyoruz” sorusu hemen her dönem sorulduğu için midir, öneminden çok şey kaybetmiş bir sorudur. Bir türevi de “ne olacak bu memleketin hali”dir ve bu klişenin de artık çok anlamlı olmadığını biliyoruz.
Buna rağmen, bazı ciddi dönüşümlerin eşiğine gelindiği dönemlerde “nereye gidiyoruz” sorusu yine de çok önemlidir. Mutlaka sorulmalıdır ve dikkatle cevaplanmalıdır.
Soruyu bu kez Vatan gazetesi sormuş: “Türkiye nereye gidiyor; önümüzdeki on yılda AB üyesi bir ülke mi olacağız, yoksa Şeriat düzenine mi geçeceğiz?”
AKP’nin 2002 yılında tek başına iktidarı ele geçirdiği günden beri aslında nereye gittiğimiz açık; Türkiye koşar adım bir Şeriat devletine doğru gidiyor.
Elbette bu tespite katılmayacak, dahası “Şeriat paranoyası” türünden karşı çıkışlarla cevap verecekler de olacaktır. AKP ve yandaşı liberal çevreler zaten uzun zamandır bu tür bir karşı propaganda içindeler. Ama görünen köy kılavuz istemiyor.
Önümüzdeki on yılda neler olacağını söylemek elbette bir öngörüdür ve tartışılabilir, ama on yıl sonra nerede olacağımızı görmek için geçtiğimiz on yılda neler olduğuna bakmak ve gidişatı buna göre tahmin etmek gerekir ki, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği en net ve bilimsel değerlendirme de bu olur herhalde.
“Demokratikleşme” mi, Şeriatçılaşma mı?
Türkiye son yedi yılını AKP’nin tek başına iktidarı altında geçirdi. AKP’nin yerel yönetimlerde de benzer bir “tek başına iktidar” durumu söz konusu ve bu iktidar durumu da yakın bir dönemde bitecek gibi durmuyor.
AKP aynı zamanda İslamcı gelenekten gelen tipik bir şeriatçı parti. Gerçi AKP’liler ve yandaşları uzun bir süredir “değiştik, geliştik” diyorlar ama bunu gösteren tek bir emare bile yok. Aksine AKP, başta lider kadrosu olmak üzere “dindarların partisi” imajını güçlendirmek için ne gerekiyorsa yapıyor.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı dönemini hatırlayın, temel propaganda malzemesi “dindar cumhurbaşkanı” idi. Şimdi cumhurbaşkanlığı dahil, devletin en tepe noktalarında eşleri tesettürlü dinciler oturuyor.
Ancak devletteki dincileşme bununla da sınırlı değil. AKP Türk siyaset tarihinin görmediği bir hız ve yoğunlukta bir kadrolaşma harekatını da oldukça sistematik bir biçimde ilerletiyor. Bugün YÖK’ten RTÜK’e, üniversitelerden bakanlıklara kadar aklınıza gelebilecek her türlü kurum ve kuruluşun başında AKP’li İslamcılar oturuyor. Yasama, yürütme ve yargının en kilit noktaları ya ele geçirildi ya da buralardaki dengeler büyük ölçüde değiştirildi.
Bu manzarayı Batı basını bile farketmiş; Türkiye’yi ziyaret eden islam ülkelerinin lider eşleriyle bizim “first lady”lerimizi yan yana koyup basit bir karşılaştırma yapıyorlar. Pek çok demagojik söylemi bir çırpıda dağıtacak kadar net bir tablo çıkıyor ortaya.
Bütün bunlar bir yana Refah Partisi’nin 1990’larda %3’ler seviyesinde gezinen marjinal bir parti iken, 2009 Türkiyesi’nde, bu partinin kadrolarıyla kurulan AKP’nin %47 gibi bir oy oranına ulaşmış olması bile, kimilerinin ısrarla yok saymaya çalıştığı dinci rejim tehdidinin nereden neredeye geldiğini tek başına ortaya koyuyor.
Ramazanda lokantaların kapanması ve sokakta sigara bile içilememesi, Anadolu’nun pek çok yerinde ve hatta metropollerin göbeğindeki pek çok yerde AKP’li belediyelerce içki satışının engellenmesi gibi pek çok örnek de bu siyasal manzaranın toplumsal yansıması olarak ortaya çıkıyor.
Bu karanlık tablo ortada olmasına rağmen yine de Şeriat gibi bir tehlike olmadığı fikrinde ısrar edenler var ve bunların temel tezi “Türkiye’nin zaten muhafazakar bir toplum olduğu ve bu muhafazakarlığın önümüzdeki dönemde de artacağı ama bunun bir şeriat düzeniyle sonuçlanmayacağı” yönünde.
Bu söylemin hiçbir mantıklı gerekçesi olmadığı için ikna ediciliği de yok.
Bunun farkında oldukları için olsa gerek tartışma hemen bir başka mecraya çekiliyor: Demokratikleşme. Söylenen şu: “Evet, belki Türkiye bir miktar daha muhafazakarlaşacak ama asıl olarak demokratikleşecek.”
Demek ki Şeriatçılaşmayı ortaya koymanın dışında bu “demokratikleşme” dedikleri süreci de masaya yatırmak gerekiyor. Türkiye’de gericiliğin önündeki engelleri kaldırmak için cumhuriyetin kuruluş yıllarından beridir gördüğümüz ve çok partili yaşama geçilmesinden beridir de hız kazanan bir demokrasi aldatmacası hep önümüze konuldu, konuluyor. O zaman soruyu şöyle soralım; Türkiye demokratikleşiyor mu, yoksa gericileşiyor mu?
Açıkça söylemek gerek; Türkiye’de her türden gericilik cumhuriyetin ilk yıllarından beridir hep “özgürlük ve demokrasi” diyerek yol aldı. O nedenle bugün yine benzer bir yöntemin kullanılmasına şaşırmamak gerek. Ama bu tür bir söylemin artık inandırıcılığını yitirdiğini de eklemek gerekiyor. Zaten “Türkiye bir şeriat devleti mi oluyor” sorusunun toplumun çok geniş kesimlerince artık yüksek sesle dile getiriliyor olması da bu tehdidin bir “paranoya” değil, bir toplumsal gerçeklik halini aldığının kanıtı.
“Türkiye nereye gidiyor”un cevabı aslında “Türkiye buraya nasıl geldi” de saklı. Belki de “nasıl getirildi” demek lazım; zira bugün karşı karşıya bulunduğumuz Şeriat tehlikesinin toplumsal gelişimin olağan bir sonucundan çok iç ve dış siyasal güçlerin bir projesi olarak ortaya çıktığını görüyoruz.
Burada ise karşımıza “demokrasi” ve siyaset çıkıyor. Türkiye bugünlere altmış yıldır “demokrasi” diye diye geldi. Bugün de yine birileri “demokratikleşiyoruz” diyor ama biz, muhalefetin komplolarla susturulmaya çalışıldığı, basının kıskaca alındığı, ve ülkenin adım adım bir tek adam diktasına sürüklendiği bir ülke görüyoruz sadece. Demokrasi dedikleri buysa eğer, faşizm ne oluyor acaba?
Toplumu gericileştirmenin adı “özgürleştirme” olursa...
Bu “demokrasi” söyleminin aslında neyi örttüğünü de ortaya koymak gerekiyor demek ki.
Türk devriminin demokrasi anlayışı halk iradesine dayanan ve toplumsal yapıyı ilerici bir tarzda dönüştürmeye dayalı bir toplumsal projeye dayanıyordu.
Türk devrimine karşı çıkan sağcı siyaset ise ilk günden beridir “demokrasi” adı altında hep karşı devrimi örgütlemeye çalıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu propaganda silahlı isyanlarla birlikte yürüyordu. Rejim kökleştikçe silahlı isyanın yerini demokrasi aldatmacası aldı. Nitekim Menderes’in iktidara gelişinde de kampanya malzemesi rejimin normalleşmesi ve demokratikleşmesiydi. Fakat ne hikmetse ülkeyi demokratikleştireceği söylenen Menderes kısa süre sonra açık bir diktatörlüğe yönelmiş, üniversiteleri susturmaya, muhalif basının sesini kısmaya ve muhalefet partilerini kapatmak için Tahkikat Komisyonları kurarak hukuku bile ortadan kaldırmaya yönelmişti.
27 Mayıs da zaten DP diktatörlüğüne karşı gelişen halk tepkisinin sonucunda ortaya çıkmıştı.
Merkez sağ buna rağmen durmadı ve en bilinen haliyle Demirel örneğinde olduğu gibi İmam-Hatip ve Kuran kursu açma konusunda hep başa güreşti. Menderes’in Said-i Nursi’nin elini öpmesiyle başlayan süreç aradan geçen dönemde sağ iktidarların tarikatları destekleyen uygulamaları ile devam etti. Tabii İnönü öncülüğündeki CHP’nin İlahiyat fakülteleri açarak aynı yarışa Menderes’ten çok önce dahil olduğunu da bir yere not edelim.
Anlayacağınız, Refah Partisi ile başlayan ve AKP’ye varan sürecin taşlarını sağ siyaset bizzat kendi elleriyle döşemiştir. Öyle ki bugün merkez sağın kendisine siyaset yapacak alan bile kalmamıştır. O halde bugün toplumun özgürlüklere kavuşturulması denilen şey aslında toplumun sağcı iktidarlar tarafından, devlet eliyle ve emperyalizmin desteğiyle gericilik kıskacına alınmasıdır. Bunun adına da Türkiye’de “toplumun özgürleştirilmesi” deniliyor, tabii yerseniz.
Laik rejime karşı Şeriatçı sivil darbe
Şeriatçılar ve onların “demokrat” aklayıcıları özgürlüklerden bahsederken hep darbeleri hedef tahtasına koyarlar ama bu darbeler ne hikmetse hep Şeriatçıları desteklemiş ve güçlendirmiştir.
AKP, 12 Eylül darbesinin en has çocuğudur. AKP ve yandaşlarının her fırsatta Ordu ve darbe karşıtlığı yapmasına rağmen 12 Eylül’ü görmezden gelmeleri bundandır. Bugünse askeri darbelere karşı çıkma söylemi altında açıkça sivil bir darbe yapılmaktadır. Demokrasi ve özgürlükleri koruma sloganı ise bu sivil darbenin paravanı olmaktadır. Sivil darbenin kurmaya çalıştığı rejim ise Şeriat düzenidir.
Bu sivil darbenin arkasındaki güç ise ABD’dir. AKP’nin, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki eşbaşkanlık rolü düşünülürse Türkiye için, işbirlikçi bir İslamcı rejimin ABD tarafından geçmişte olduğu gibi bugün de en makul seçenek olarak görülüp destekleneceği ortadadır.
Endonezya dersleri: Solun ezilmesi
Türkiye dışındaki pek çok ülke de aslında benzer süreçlerden geçerek İslamcı rejimlerin pençesine düştüler. Buralarda da Şeriat tehlikesinin ortaya çıktığı dönemde Şeriata karşı mücadele etmek yerine “ülke demokratikleşsin de, ne olursa olsun” mantığıyla hareket edenler vardı ama bu ülkelerin hiçbirine demokrasi gelmedi. Dahası, çok uzun yıllar gelecek gibi de durmuyor!
O nedenle toplumun farklı kesimlerinden yükselen “Türkiye İran mı oluyor” ya da “Malezya mı oluyoruz” şeklinde kaygıları yabana atmamak gerekiyor. Bu ülkelerin başına gelenlerin Türkiye’nin de başına gelmemesi için hiçbir sebep yok.
Bu noktada önemli bir örnek Endonezya’dır. Bugün Şeriat kıskacındaki Endonezya’da bir zamanlar dünyanın en büyük komünist partilerinden birisi bulunuyordu. Endonezya Komünist Partisi’nin kayıtlı üye sayısı milyonlarla ifade ediliyordu, destekçi sayısı ise bunun çok üzerindeydi. 1975’de ABD destekli bir CIA darbesi ile iktidarı ele alan Suharto rejiminin ilk işi Endonezya Komünist Partisi’nin bir milyonun üzerinde üyesini katletmek oldu. Suharto diktatörlüğü ABD desteği ile sol başta olmak üzere tüm laik ve milliyetçi güçleri ezip geçti. Sonrası ise herkesin bildiği adım adım Şeriatçılaşma ve Endonezya’nın bir Şeriat devleti haline gelişi...
Bugün Endonezya’nın geldiği noktaya bakanlar solun son derece güçlü olduğu bir ülkenin nasıl olup da bu kadar Şeriatçılaştığına şaşırıyorlar ama bu şaşkınlık yaşanan süreci geri çevirmeye yetmiyor. Bunun bir benzerini Türkiye 12 Eylül’de yaşadı. 12 Eylül’ün Amerikancı rejimi solu tasfiye ederken dincileri devlet eliyle beslemişti. AKP işte solun ezildiği bu Amerikancı faşist rejim koşullarında kök saldı.
Türkiye’de de pek çok insan 1980’lere kadar küçük ve marjinal bir hareket olan İslamcıların bugün nasıl olup da tek başına iktidara tırmandığına şaşırıyor. Kimileri de hala deve kuşu politikası izleyip “Bir şey olmaz merak etmeyin, Türkiye zaten muhafazakar bir ülkedir, daha ileri gidemezler” diyor. Ama Endonezya gibi Türkiye’den çok daha güçlü bir sol örgütlülüğe sahip bir ülkede yaşananlar, bu dincileştirme operasyonunun nerelere varabileceğini açıkça gösteriyor.
İran dersleri: Solun aymazlığı
Ama ne acıdır ki bugün, Şeriata karşı mücadele yerine kendisini ezen 12 Eylül faşist rejiminin çocuğu olan AKP ile kol kola faşizme karşı mücadele ettiğini sanan solcular var ülkemizde. O nedenle bugün için Şeriatçı rejim dayatması bir yana, belki de en büyük tehlike bu tür bir tehdidin olmadığını söyleyerek açıkça AKP’yi destekleyen ve bunu da solculuk zanneden çevrelerin bulunuyor olmasıdır.
CHP’nin çarşaf gibi gerici rejimin en önemli sembollerinden birisini toplumun “geleneksel kıyafet”i olarak görmesi ve onunla uzlaşma noktasına gelmesi, kimi sol grupların da özgürlük adı altında dincileşme çabalarına destek çıkması bu açıdan dikkatle değerlendirilmelidir Burada tarihi bir örnek olarak sıkça atıf yapılan ama pek de ders alınmadığı görülen İran örneğine tekrar tekrar bakmakta yarar var.
İran’da Şah diktatörlüğüne karşı İran solunun en büyük partisi olan komünist Tudeh, 1979 öncesinde ülkenin adım adım Şeriatçılaştığını görememek bir yana o dönemde Şah’a karşı gelişen İslamcı muhalefetin lideri Humeyni’yi de açıkça desteklemekteydi. Sol muhalefet Humeyni’yi “antiemperyalist ve Batı karşıtı” olduğu savıyla destekliyor, Şah rejimi yıkılacağı için de ayrıca seviniyordu. Böylelikle sola özgürlük alanı açılacaktı.
Öyle ki Tudeh, Humeyni iktidarı ele geçirip Şeriat düzenini kurmaya başlarken bile Humeyni’yi desteklemeyi sürdürmüştü. Ne de olsa Şah diktatörlüğü yıkılıyor ve ülkeye “demokrasi” geliyordu, oysa yıkılışına sevindikleri rejimin yerine çok daha katı ve despotik bir Şeriat düzeni kuruluyordu, bunun farkında değillerdi. Tudeh o kadar körleşmişti ki Humeyni’nin açıkça Şeriatı kurduğunu görüp buna karşı mücadeleye girişen sol gruplara karşı açıkça Humeyni cephesinde yer alıp bu sol grupların tasfiyesinde de bizzat rol aldı. Tudeh’ye göre Humeyni’ye karşı çıkanlar “Batının ajanı”ydılar. Bu desteğin karşılığı olarak Humeyni rejimi Tudeh ve o dönemde İran’ın en önemli Marksist gruplarından olan Halkın Fedaileri gibi kendisini destekleyen sol örgütlere dokunmadı. Tabii bu arada Humeyni’ye karşı çıkan solcular çok “demokratik” bir şekilde teker teker yok edildiler. Ancak aradan iki yıl geçtikten ve Humeyni karşıtı muhalefet tamamen yok edildikten sonra sıra Tudeh ve Halkın Fedaileri’ne geldi. Onların sonu da ölüm oldu.
Bugün İran’da bırakın sol bir hareketin ortaya çıkmasını, rejimi eleştirmek bile ölüm cezasına çarptırılmanız için yeterlidir. Peki ama bu tablo biraz da solun eseri değil midir?
Ya gerçek demokrasi, ya faşizm!
Bugün AKP’nin açık bir faşizme yöneldiği bir süreçte bir tarafta çarşaf ve fesle uzlaşma arayışında olan bir muhalefet, bir tarafta Şeriata bile özgürlük isteyen bir sol varken Türkiye’nin laik ve çağdaş bir ülke olarak uzun süre varlığını koruyamayacağını bilmeliyiz.
Laiklik mücadelesini bir burjuva programı olarak gören ve önemsemeyen bir sol sadece İran solunun akıbetine uğrar o kadar. Ancak tek başına bunu kavramak da yeterli olmayacaktır. Dinci rejim tehdidi bugün hem toplumsal tabanı olan hem de emperyal güçlerce desteklenen bir siyasal hareket olarak karşımızdadır ve dahası iktidara kadar tırmanmıştır.
Bu açıdan, “sol, şeriata karşı nasıl mücadele etmeli” sorusunu da cevaplandırmak gerekmektedir. Türk solunun dinci gericilikle mücadeledeki en büyük silahı milliyetçiliktir. “Türkiye’de din çok güçlüdür” diyenlerin göremediği şey dinin değil milliyetçiliğin daha güçlü ve köklü bir kimlik olduğudur. Geçmişte Mustafa Kemal’in, Nasır, Arafat ve daha pek çok antiemperyalist milliyetçi devrimcinin mücadelesi bugün için de dinci gericilikle mücadele edenler için en geçerli programdır. Emperyalizmin ve gericiliğin hakimiyetindeki bir toplumun demokratikleşmesi mümkün değildir ve demokrasi mücadelesi de ancak antiemperyalist bir milliyetçi direnişle, toplumsal bir devrimle kazanılacaktır.
Bunun dışındaki her türden “demokratik” yol bizi sadece faşizme götürür, tıpkı bugün olduğu gibi.
TürkSolu Gazetesinden alıntıdır.
İnan KAHRAMANOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder