17 Mart 2009 Salı

Türkiye BOP'un Hedefi

Osmanlı hakimiyeti alanı BOP'un uygulama sahası iken Türkiye'nin durumu nedir?

Türkiye açısından bakıldığında da Balkanlar'la Ortadoğı arasında benzer özelliklerin taşındığını söyleyebiliriz.Türkiye'de de güçlü bir antiemperyalist gelenek vardır.Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ni Batılı emperyalistlerle savaşarak kurmuştur.

Yine Türkiye'de de Atatürkçülüğün 6 Ok'u, milliyetçi ve devletçi bir rejim yaratmıştır.Bu özellikleriyle Türkiye'de yeni dünya düzeni ve BOP için hedef ülkedir.

Türkiye'nin konumunu dahha iyi anlamak için İran ve Irak örnekleri ile karşılaştırmalıyız. İran, İslamcılık için, Irak Arap milliyetçiliği için lider ülke potansiyeli taşımaktaydı ve bu nedenle hedef alındılar.

Türkiye ise çok daha geniş bir coğrafyada liderlik potansiyeli taşımaktadır.Milliyetçi ve antiemperyalist Türkiye, Balkanlar'dan Ortadoğu'ya lider ülkedir. Kaldı ki Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetlerini dikkate aldığımızda Türkiye Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya çapında kıtasal liderlik gücü olan bir ülkedir.

Türkiye'nin bu liderlik pozisyonu için güçlü bir laik temeli de vardır. Bu bölgelerin üçünü birden islamcılıkla değil ancak laiklikle birleştirebilirsiniz.

Antiemperyalizmin potansiyel dengesel aktörü Türkiye bu nedenlerle BOP'un hedef ülkesidir.Bugün her ne kadar Türkiye'nin hükümeti kendisini BOP'un aktörü ve destekçisi olarak lanse etse de gerçeklik değişmemektedir.

Türkiye'dek AKP iktidarı da Türkiye'ye karşı bir BOP operasyonu olarak görülmelidir.Tayyip Erdoğan'ın iktidar yapılışı klasik bir turuncu devrim operasyonudur.

Fakat bu turuncu devrim ABD için yeterli değildir.Çünkü AKP bile Türkiye'nin potansiyelini yok edememektedir.Türkiye'nin liderlik potansiyelini bitirmek için etnik/mezhepsel bölünme planı devrededir.

KAYNAK : ULUSAL SOL İDEOLOJİ-İLERİ YAYINLARI

Kapitalizmin ÇÖKÜŞÜ

Serdar Turgut, aksam.com.tr, 2009.3.15




Türkiye'de resmi otoritelerin Marksizm'e karşı özel antipatisi vardır. Marx, Lenin lafını duyduklarında bile tüyleri diken diken olur bu tiplerin. Mao adını duyduklarında ise resmen sinir krizi geçirirler.
Bunun neden böyle olduğu yolunda bir fikrim yok ama söz ettiğim psikolojik tepki en net biçimde askeri darbeler dönemlerinde görülmüştür. O dönemde radyoda aranan insanların isimleri okunurken bunların Marksist, Leninist ve hatta Maoist oldukları söylenirdi. O cümledeki 've hatta' vurgulaması devletin Maoizm ile hastalıklı bir algılama sorunu yaşadığını gösteriyordu. Ya kendi kafalarında Maoizm'i biraz abartıyorlardı ya da köylünün çoğunluk oluşturduğu bir topluma Maoizm'in fikir olarak girme tehlikesinin farkındaydılar.
Bugünlerde Maoizm beklenmeyen bir taraftan tekrar güncel oldu.
Etrafta, köylü ihtilali yaşanabileceğini, bunun mümkün olabileceğini düşünenler yok tabii ki... Onlar etrafta olsalar dahi köylülerin kıçlarını kaldırıp bir şey yapacak dermanları yok. Resmi otoriteler ne tür sinir krizi geçirirlerse geçirsinler, bugün Mao hiç tahmin edemeyeceğiniz bir açıdan tekrar dünya gündeminde.
Kapitalist global sistem neredeyse bir günde ve aniden çökünce Mao'nun bir zamanlar yaptığı 'Amerika aslında kağıttan kaplan'dır benzetmesi yoğun bir şekilde akıllara gelmeye başladı.

Kağıttan kaplan
'Kağıttan kaplan' çok eski bir Çin deyimidir . Görünüşte güçlü olup içi kof olanlar için kullanılır. Görünüşte güçlü 'Kağıttan kaplan' en küçük rüzgarda bile oradan oraya savrulur durur.
Başkan Mao bu deyimi, 1946 yılında Amerikalı gazeteci Anna Luisie Strong'a verdiği mülakatta ortaya attı. Görünüşte güçlü olan bu ülkeden korkmak için gerçekte hiçbir neden bulunmadığını ve ABD'nin 'Kağıttan kaplan' olduğunu söyleyen Mao, Marksist literatüre yeni bir deyim kazandırmış oldu. Çin-Sovyet anlaşmazlığının tırmandığı yıllarda Kruşçev, Mao'ya 'ABD gerçekten bir 'Kağıttan kaplan' olabilir ama bu 'Kağıttan kaplan'ın nükleer dişleri var' demiştir.
Bu deyim Maoizm'in meşhur 'Kırmızı Kitap'ının tüm dillere çevrilmesi nedeniyle kapitalizmin tüm merkez ülkelerinde yaygın bir şekilde kullanılır oldu.

Marx'ın teorisi
Gerçekten de bir 'Kağıt kaplan'mış gibi hızlı bir şekilde çökmekte olan kapitalizmin nasıl çökebileceği gayet tabii ki Karl Marx tarafından analiz edilmiştir. Marx'ı sadece 'Komünist Manifesto'dan okuyup öğrenenler onun aslında Adam Smith, Ricardo, Malthus ekolünden bir klasik iktisatçı olduğunu bilmezler, görmezler. Görseler bile anlamazlar. Onlar için Marx sadece proleterya ihtilalinin teorisyenidir. Oysa proleterya ihtilali beklentisinin temelinde çok sıkı bir iktisat teorisi vardır.
Bu teori Kapital'in üç cildinde ortaya konmuştur. Önyargılı yaklaşımların aksine Kapital okunması hayli keyifli olan bir eserdir.. Teknik bir dili mecburen olan takriben ilk 70-80 sayfayı aştığınızda kitabı elinizden bırakabilmeniz güç olabilir. Çünkü Marx aynı zamanda iyi bir edebiyatçıdır da... Mizah duygusu yoğundur ve nefis polemikler yapabilir. Kitapta bu üç özelliğinin de örneklerini bol görürsünüz.
Marx kapitalizmde değerin ve artı-değerin nasıl yaratıldığını çözümlerken sistemin işleyişini anlatmak için 'Yeniden üretim şemaları'nı kullanmıştır. Kabul etmek gerekir ki; iktisatçı olmayanlar açısından kitabın bu bölümü çok eğlendirici olmayabilir. İktisatçılar ise üzerinde çalıştıkları takdirde bu şemalarda kapitalist üretim biçiminin nasıl çalıştığını ve tüm sistemin bağlantılarının nasıl kurulduğunu görebilir.
Marksist düzenlerde planlamaya özel önem verilmesinin temelinde bu teorik yapı yatar.
Şimdi Marx üretimi incelerken, yeniden üretim şemalarının bir aşamasında aksayabileceğini göstermiştir. Yeniden üretim şemasının aksaması veya kesilmesi klasik anlamıyla iktisadi krizdir.

Kaç yılda çökecek?
Marx'ın bu ekonomik çerçevesi bazı militanlar ve iktisatçılar arasında 'Yeniden üretim şeması'nın kaçıncı aşamasında çökeceği tartışmasını başlatmıştır.
O aşama belirlendiğinde militanlar bunu, kapitalist sistemin kaç yılda çökeceğini hesaplamaya dönüştürebileceklerini düşünmüştürler. Böylece kapitalizmin hiçbir sınıfsal müdahale bile olmasa iç dinamiği ile kendiliğinden çökeceği yorumu da çıkmıştır.
Gerçi bu yorumlar sadece Marksist iktisatçılara özgü bir bakış açısı değildir. Joseph Schumpeter gibi klasik iktisat ekolünden bir iktisatçı da kapitalist üretim sistemin uzun dönemli dalgalanmalarını bir modele bağlamıştır.
Hayli fazla ekonomik determinizm içeren bu yoruma karşılık, yeniden üretim sürecinin bir aşamada aksaması durumunda, o an ancak bir siyasi müdahale yapıldığında kapitalizmin çökertilebileceğini, yoksa kendi haline bırakıldığında yeniden üretim sürecinin tekrar düzgün olarak işlemeye başlayacağını söylemişlerdir. Klasik iktisat teorisi açısından yeniden üretim sürecinin aksama biçimini incelemiş olan Marx'ın bakış açısının bu ikinci kapitalizmin çöküşü yorumuna daha yakın olduğunu söylemek mümkündür.

Krizin nedeni IBM PC mi?
Kapitalizmin bu derece absürd ve gerçeklikten kopuk hale dönüşmesini klasik iktisatın kavramlarıyla açıklayabilmek pek mümkün değil. Kapitalizm 20. Yüzyıl'ın ikinci yarısında hemen herkesin işadamı olup büyük paralar kazandığı ve bunu üstelik üretmeden başardığı bir sürreel sitem haline dönüştü.
Bunun nasıl olabildiğini eğer açıklayabilirsek, bugünkü ani çöküşü de anlamlandırmış oluruz gibi geliyor bana. Bence her şey 1980'lerin başında ortaya çıkarılan ve 82-83 yılları arasında yaygın olarak kullanıma sunulan IBM PC'nin üretilmesiyle başladı.
O tarihi, kapitalizmin çöküşünün başladığı yıl olarak ilan etmek bile gerekebilir. Yani çöküş öyle aniden ve hızlı olan bir şey değildi aslında. IBM PC'nin ortaya çıkmasıyla, kullanmayı bilen herkes, spreadsheet okumayı ve bunu işlemeyi de öğrendi.

Kapitalizmin belası spreadsheet oldu
'Spreadsheet' adını, dergilerin veya gazetelerin orta sayfalarında birbirine bakan iki sayfaya aynı konunun detaylı yayılarak (Spread) işlenmesinden almıştır. Temelde bir muhasebe yöntemi olan 'Spreadsheet'te, bir şirketin tüm birbirine bağlı işlemleri ve o şirketin başka şirketlerle alacak-verecek ilişkilerini toplam sistem içinde bütün olarak göstermek mümkündür.
Ancak bir bilgisayar tarafından üretilebilecek kadar komplike olan 'Spreadsheet'leri IBM PC'nin ortaya çıkmasından sonra bilgisayar kullanmasını bilen herkes kullanır olmuştu.
'Spreadsheet' yöntemi sistemi kullanmayı bilen her insana çok sayıda manipülasyon yapma imkanı veriyordu. Sistemde her veri diğer veriye bağlı olduğundan sistemin içinde sadece tek bir veriyle biraz oynayarak iflas halindeki bir şirketi bile çok karlı göstermek mümkün oldu. Ve hayal dünyaları yaratılmaya başlandı.
Her önüne gelen bir şirket kurdu. (Teknoloji, internet veya medya şirketi olabilir bu.) Sonra aldı bilgisayarını eline, şirketini para kazanıyor gibi gösterdi. Genç insanlar işadamı haline geldi ve ortada hiçbir üretim olmadığı halde büyük paralarla oynamaya başladılar. Ortaklıklar bile kurdular.
İşte bu insanlar kutu gibi evlere milyonlarca doları harcadılar. Bir şişe şaraba on binlerce dolar harcadılar, hayali paralar kazandılar, harcadılar, yediler ve içtiler. Tamamen hayal üzerine kurulu bir düzen yaratıldı veya Mao'nun deyimiyle gerçekten bir 'Kağıttan kaplan' ülke oluşturuldu spreadsheet'ler ve bilgisayarlarla...
İşte bu yüzden sistem neredeyse bir günde tamamen çöktü ve herkes şaşırıp kaldı.
Bu Marx'ın bile hayal etmesinin mümkün olmadığı son derece fantastik bir olaydı.


--
Refik Ünal
İstiklal cd.

15 Mart 2009 Pazar

Barzani: Artık Türkiye'den korkmuyoruz

Kuzey Irak’taki Türk Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, Türkiye ile ilişkilerin son dönemde gösterdiği ilerleme çok tahmin edici olduğunu belirtti.

Barzani, “Artık Türkiye’den kaynaklanabilecek bir askeri tehditten korkmuyor musunuz?” sorusuna “Hayır, hayır. İlişkilerdeki gelişmeler, durumun iyi olduğunu gösteriyor" karşılığını verdi.

Mesut Barzani, Al Awsat gazetesi ile yaptığı söyleşide Türkiye ile ilişkilerin son dönemde iyileştiğini belirterek, “Türkiye ile toplantılar oluyor. Türkler iyi bir anlayış gösteriyor ve komşu Türkiye ile ticari işbirliğimizde geniş bir ufuk görebiliyorum” dedi.

Halen Kürt bölgesinde 500’den fazla Türk şirketinin faaliyet gösterdiğini ifade eden Barzani, “Türkiye ile ilişkilerdeki ilerlemeyi çok tahmin edici bulduğumuz söyleyebilirim” şeklinde kon
Mesut Barzani, gazetenin “Artık Türkiye’den kaynaklanabilecek bir askeri tehditden korkmuyor musunuz?” sorusuna “Hayır, hayır. İlişkilerdeki gelişmeler, durumun iyi olduğunu gösteriyor” (ANKA)

14 Mart 2009 Cumartesi

AB Yasaları mı Sevr'in kabulü mü ?

AB Yasaları Kürt azınlık yaratılması ve Hıristiyan azınlığın güçlendirilmesi için son derece önemlidir.Demokratik haklar denilerek tanınan Kürtçe eğitim ve yayın hakkı ile, Türkiye'de tek ulus yaşadığı gerçeği ve politikası bizzat devlet tarafından terk edilmiştir.Bu Atatürk'ün ulus devletinin reddi anlamına gelmektedir.Çağımızda tüm bölünenlerin bir ulusal azınlık kimliği üzerinden gerçekleştiğini bilenler için bu tür bir kabulün doğuracağı sakınca son derece açıktır.Eğer siz, kendi ulusunuz içinde birilerinin başka ana dili olduğunu kabul ediyorsanız, o farklı anadili olanın ayrılma hakkı olduğunu da kabul etmek zorunda kalırsınız.Nitekim Türkiye bu tür bir taleple çok yakında karşılaşacaktır.Aynı şey Hıristiyan azınlığa tanınan haklar için de geçerlidir.Hele hele Hıristiyanlara eski mülklerini geri edinme hakkının tanınması, ister istemez eski toprakların talebi hakkı için bir gerekçe yaratacaktır.Yugoslavya'nın bölünmesi , Irak'ın bölünmesi için yapılan müdahaleler, hep aynı gerekçeye dayanmıştır.Bu gün azınlık hakkı denilen şeyin emperyalizmin bir ülkeyi bölme hakkı olduğunu görmek gerek.Bu bir insan hakkı değildir.İnsanların en doğal hakkı milletler olarak yaşamak ve güçlenmektir.Milletlerin etnik parçalarına bölünmesi insan hakkı değil emperyalizmin oyunudur.

13 Mart 2009 Cuma

İran-Türkiye ilişkilerinde yeni dönem mi?

İHSAN ÇARALAN
Kafkasya’da Rusya ve Gürcistan çatışıyor; Başbakan, “Biz arabulucu olalım” diye soluğu Moskova’da alıyor. “Yandaş basın”, Türkiye’nin bölgedeki “büyük inisiyatifi”nden, aktif girişimlerle, “bölgenin lider ülkesi” olduğunu kanıtladığı propagandası yapıyor. Aradan bir-iki hafta geçince, olayların yönünü belirleyenler masada konuşurken, bakıyorsunuz Türkiye’nin esamisi okunmuyor.
İsrail-Filistin sorununda ya da Suriye-Filistin sorununda bir adım atılacak oluyor, yine Başbakan ve Cumhurbaşkanı ortaya atılıyor; “Biz arabulucuyuz” diye o başkent senin bu başkent benim dolaşıyorlar. Ama İsrail’in Filistin’e saldırmak için hazırlıklar yaptığını bile fark etmeyen bu aracılar, bir de kedilerini ihanete uğramış göstererek, girdikleri labirentten “Davos vakası” ile sıyrılmak istiyorlar. Fakat İsrail-Suriye arabuluculuğu macerası da böylece sonlanıyor.
Nihayet ABD, İran’la sorunlarını “masada konuşmak” istediğini açıklıyor; bizimkiler yine “Biz arabulucuyuz”, “Zaten Bush zamanından beri bunu yapıyoruz” filan diyerek kendilerini ortaya atıyorlar. Yandaş basın AKP Hükümeti’nin dış politikadaki ataklarını övmeye girişiyor. Ama bu sefer İran’dan geliyor açıklama.
Cumhurbaşkanı’nın “Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün zirvesi için gittiği toplantıda, “arabulucu Gül”ün tutunma tepki gösteren İranlılar, “arabuluculuğu” açıkça reddettiler. Dahası, Türkiye’nin bu role soyunmasına ve ABD ile ilişkilerini geliştirerek bölgede ABD’nin stratejik müttefiki olmasına da sert biçimde karşı çıktılar. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat; “Arabulucuya ihtiyaç yoktur. Eğer adalet ve saygı olsaydı dünyada çözülmedik sorun kalmazdı” diye, Gül’e gayet net bir yanıt verdi. Dahası Ayetullah Hamaneyn, “İslamın düşmanları İslamın sancağını İran’ın elinden almak istiyor” diyerek, daha çok da Türkiye’yi ima ettiğini gösteren bir açıklamayla, bölgenin gerçeklerini hatırlattı.
Çünkü bölge halkları artık, hem ABD’nin strateji müttefiki olmayı hem de bir arabulucu rolü oynamayı, Truva atı rolü olarak görüyorlar. Saddam’ın başına gelenler ve Filistin’de olanlar; böyle bir rolün olamayacağını, olursa uğursuz bir rol olacağını herkese açıkça gösterdi.
Hele İran gibi 2 bin 500 yıla dayanan bir devlet ve diplomasi geleneği olan bir ülkenin, Türkiye’nin tamamen Amerikan stratejisi etrafında girişeceği bir “arabuluculuk” rolünün, sadece ABD’nin İran’a yönelik dayatmalarının dünya kamuoyu gözünde meşruiyet sağlama girişimi olacağını anlamaması beklenemezdi. Hele bunu, “Biz ABD’nin stratejik müttefikiyiz. ABD en büyük dostumuz” söylevleriyle birilikte yapmaya kalkmak, İran yönetiminin zekasını küçümsemektir.
Dahası, ABD’nin Obama ile yenilemeye giriştiği stratejisinin; Türkiye’yi bölgenin “lider ülkesi”, “bölge gücü” ilan etmesiyle, aslında İran’la Türkiye’yi bölge gücü olma konusunda rekabete sokmak olduğunu anlamamak için dünyanın gidişatını anlamamak demektir.
Hamaneyn’in, “İslamın düşmanları İslamın bayrağını İran’ın elinden almak istiyorlar” suçlamasının hedefi, bir yandan ABD ise daha somut olarak Türkiye’dir.
ABD’ye yakınlaşan ve bölgede güç gösterisine girişecek, ABD’nin taşeronluğuna soyunacak bir Türkiye’nin İran’la dünkü kadar bile yakın olması zordur. Bundan sonra Türkiye-İran rekabeti öne çıkacaktır. Bush’un İran’ı kuşatarak ve tehditle yapamadığını Obama, Türkiye’yi yedekleyerek yapmak isteyecektir. Bölge gerçekleri göz önüne alındığında, ABD’nin işine gelen de ikincisidir.
Bu yüzden de Türkiye-İran ilişkilerinde, dostluk ve yakınlaşmadan çok “kimin bölgesel güç”, “kimin lider ülke” rekabetinin etkili olacağını söylemek bir kehanet olmaz!

Obama yönetimi dış politikada hasar tamiri yapıyor’

Erdal İmrek
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İlhan Uzgel, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye ziyaretini, ‘Obama yönetiminin dış politikada hasar tamir etmek sürecinin bir parçası’ olarak değerlendirdi.
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. İlhan Uzgel, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye ziyaretini, ‘Obama yönetiminin dış politikada hasar tamir etmek sürecinin bir parçası’ olarak değerlendirdi.
Clinton’ın Türkiye’de verdiği mesajlar ve Ankara’daki temaslarına ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Doç. Dr. Uzgel, Amerika’da Demokratlar’ın ‘hasar tamiri’ konusunda “Neo-Con’lardan çok daha iyi” olduklarını dile getirerek şöyle devam etti: On yıl önce Bill Clinton’un ziyareti de kamu diplomasisi açısından büyük bir başarı idi. Ziyaretin ikinci boyutu Irak’tan asker çekilmesi ile ilgili. ABD’nin Irak’a girmesi de çıkması da Türkiye’ye dert oldu. Sorun, girerken olduğu gibi, yine Türkiye’ye bu kez Irak’tan gelecek askerlerin bir kısmının burada kalıp kalmayacağı. Yoksa, Türkiye üzerinden giderse büyük sorun yaratmaz.”
ABD’NİN AKP’YE DESTEĞİ SÜRECEK
Türkiye kamuoyunda “Büyük Orta Doğu Projesi” olarak bilinen girişimin ciddi tepki ve rahatsızlık yarattığını, ulusalcı yükselişi beslediğini ve bunun da ABD karşıtlığını artırdığını dile getiren Uzgel, “ABD bu yüzden yeni yönetim altında Türkiye kamuoyunun hassasiyetlerine dengeli bir şekilde gönderme yaptı. Hillary Clinton bir yandan Türkiye ‘Ilımlı İslam’ değil derken, öte yandan ‘demokrasi’yi vurguladı” değerlendirmesini yaptı. Ancak Clinton’ın ‘ılımlı İslam’ dışında Türkiye’yi tanımlayışı ve “örnek ülke” vurgusunun önceki yönetimden farklı olmadığını da dile getirdi. Doç. Dr. İlhan Uzgel, bunun ABD’nin AKP’ye yönelik desteğinin süreceğinin işareti olduğuna vurgu yaparak, “Zaten Milli Görüşçülerin iktidara geliş sürecinde ve iktidar deneyimi sırasında yumuşatılması, ABD dış politikasında partiler üstü oydaşmayla oluşturulmuş bir yaklaşım. Bunun daha bir süre devam etmesi beklenebilir” dedi.
Türkiye’nin ABD açısından Orta Doğu’da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirdiğini belirten Uzgel, “Orta Doğu’da Türkiye gibi bir ABD müttefikinin öne çıkması Washington’un tercih ettiği bir durum. Hatta, ABD Türkiye’nin bu derece hevesli olmasından, bunu mesela Sudan’a kadar uzatmasından rahatsızlık duyuyor olabilir” değerlendirmesi yaptı.
Uzgel, Obama’nın Türkiye’ye gelecek olmasını değerlendirirken de, şunları söyledi: “Obama’nın Türkiye’ye gelecek olması, AKP’ye yönelik desteğin devamını gösterir. Türkiye’de ulusalcı olmayan, Batıcı, Amerikancı kesimler uzun süredir, AKP hükümetinin Orta Doğu açılımının fazla ileri gitmesinden rahatsız oluyorlardı. Bir bakıma hükümetin siyasal etkinliğinin sınırlarını çizmeye çalışıyorlardı. Clinton’ın verdiği mesaj, bu açılımdan ABD’nin genelde rahatsız olmadığı şeklindeydi. Obama’nın ziyareti, bir bakıma, hükümetin dış meşruiyetinin tescil edilmesi anlamına geliyor.” Uzgel, Türkiye’ye bundan sonra, Orta Doğu’da arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık rolleri düşeceğini belirlerken, “Bunun yanında Karadeniz ve bununla bağlantılı enerji konuları daha da öne çıkacak önümüzdeki dönemde” diye ekledi.
GÜL YILLARDIR BİLİNENİ TEKRAR ETTİ
Uzgel’in, Cumhurbaşkanı Gül’ün İran ziyaretine ilişkin değerlendirmesi ise şöyle: “Türkiye’nin izlediği dış politikanın bir gereği olarak oraya gidiyor. 2003 yılından bu yana ABD AKP’nin Ortadoğuda öne çıkmasını istiyordu. Bu ABD’nin Lübnan siyasetinde de kendisini gösterdi. O dönem Türkiye’den asker göndermesi meselesinde ve Suriye –İsrail arasındaki gerilimde de ortaya çıktı. Tüm bu dönemlerde Tayyip Erdoğan da bölgeye ilişkin açıklamalarında ‘bizim de dönüp kendimize bakmamız lazım’ ifadelerini kullanarak, ABD’nin bölgeye ilişkin söylemini tekrar eden bir tutum ortaya koydu.
Bu süre boyunca Türkiye bölgede yükselen güç olarak anlatıldı. ABD uzun zamandır izlediği politikanın gereği olarak Türkiye’nin bölgede etkin bir güç olmasını istiyor. Şimdi Türkiye’de bundan pay çıkarmak istiyor. Ortada bir konsensus var. Türkiye burjuvazisi ve ordu hükümetin bu tutumunu destekliyor. Sadece AKP için geçerli değil. Türkiye’de ki laik iktidarlarda yıllarca ABD’nin ortaya koyduğu politikaya riayet ettiler. Şimdi İran’a giderken Abdullah Gül’ün, ‘ABD ilişkileri Türk dış politikasının en önemli sütunlarından bir tanesidir” şeklindeki sözü, yıllardır bilinen bir şeyin tekrar ifade edilmesi ve Türkiye’nin dış politikası bakımından ‘malumun ilanıdır

Brisa örnek oldu Pirelli işçileri harekete geçti

BRİSA Lastik Fabrikası’ndan atılan işçilerin delege seçimleri için adaylık başvurusu yapmasının ardından Pirelli’den atılan işçiler de adaylık başvurusunda bulundular.
BRİSA Lastik Fabrikası’ndan atılan işçilerin delege seçimleri için adaylık başvurusu yapmasının ardından Pirelli’den atılan işçiler de adaylık başvurusunda bulundular.
Brisa işçilerinin Kocaeli 4. İş Mahkemesi hakimi ile birlikte yaptığı başvurudan sadece yarım saat sonra başvuru için sendikaya giden Pirelli işçilerinin adaylık talebi yine “tüzüğe aykırı olduğu” iddia edilerek Lastik-İş yöneticileri tarafından geri çevrildi.
MAHKEMEYE GİTTİLER
Adaylık için başvuru talepleri ret edilen Pirelli işçileri tıpkı Brisa işçileri gibi iş mahkemesine tespit yaptırmak için başvuruda bulundular. Tespit talebinin ardından adliyeden ayrılarak şube binasına geldiklerinde büyük bir sürprizle karşılaşan Pirelli işçileri, sendika binasının terk edilerek, kapılarının kilitlenmiş olduğunu gördüler.
TUTANAK TUTULDU
Pirelli Lastik Fabrikası’nda delege seçimlerinde adaylık için son gün olduğunu belirten lastik işçileri şube yöneticilerinin bu nedenle sendika binasını terk ettiklerini söylediler. Şube binasına polisi çağırarak tutanak tutturan işçiler şube yöneticilerinin mesai saatleri içinde binayı terk ettiklerini dile getirdiler.
Yaşanılanların ardından bugün öğlen saatlerinde yeniden Kocaeli adliyesine giderek tespit başvurusunda bulunacak olan Pirelli işçileri sürecin takipçisi olacaklarını ifade ettiler.

Hep lanetlenecek

Gazi Katliamı bir kez daha lanetlendi
GAZİ olaylarında yaşamını yitirenler 14. ölüm yıl dönümünde Gazi Mezarlığı’ndaki mezarları başında anıldı. DTP, ESP, Partizan, DHP’nin de aralarında bulunduğu birçok kitle örgütü ve siyasi partinin oluşturduğu Gazi 12 Mart Platformu, Gazi olaylarında yaşamını yitirenleri anmak için Sultangazi Gazi Mezarlığı’nda anma etkinliği düzenledi.

Silopi'den 5 kemik ve çorap çıktı


Silopi'deki BOTAŞ kuyusu kazılarında bugün 5 kemik ve 1 çorap bulundu

Ferit ASLAN- Halil COŞKUN- Ramazan İMRAĞ/ŞIRNAK, (DHA)


Gece geç saatlere kadar devam edecek olan kazıda, bugün saat 20.00 itibariyle bir insana ait olduğu belirtilen bir kafatasının arka iskeleti bulundu.

Silopi'de, BOTAŞ tesislerinde başlatılan kazı çalışmalarının ardından Cizre-Silopi arasındaki eskiden lokanta olan kum ocağın iki ayrı kuyuda sürdürülüyor. Silopi Cumhuriyet Başsavcısı Atilla Öztürk gözetiminde, Şırnak Barosu Başkanı Nuşirevan Elçi ve avukatlarında katıldığı kazı çalışmalarında bugün sabah saatlerinde, 5 kemik ile 1 çorap bulundu.

Gece geç saatlere kadar devam edecek olan kazı çalışmalarında saat 20.00'de bir insana ait olduğu belirtilen kafatası iskeleti bulundu. Yetkililerden alınan bilgilere göre, kazılan kuyuda insana ait kafatası iskeletinin sadece arka bölümü olduğu bildirildi. Yetkililer, gece karanlığına karşın devam edilen kazılarda başka kafatası çıkma ihtimalinin yüksek olduğu bildirildi.


BUGÜNE KADAR NELER BULUNDU?

Silopi'de BOTAŞ tesisleri ve kum ocağında geçen pazartesi başlatılan, bugüne kadar devam eden kazı çalışmalarında toplam 17 kemik parçası, 1 eldiven, 1 bere, 1 tutam saç, 1 çorap ve 1 parça yanık elbise bulundu.

12 Mart 2009 Perşembe

"Türk Silahlı Kuvvetleri’ni uyarıyorum!"

Yalçın Küçük neden TSK'yı uyarıp "bu çok vahim bir durumdur" dedi?

Prof. Dr. Yalçın Küçük, "Yeni Osmanlıcılık" tartışması üzerine konuştu.

Küçük, “Cumhuriyet, kuruluş hikmet-i vücudunu, varlık nedenini, enternasyonal planda kaybetmiş görünüyor. Bunun yerine bir “Yeni Osmanlıcılık” planlarının var olduğu görülüyor” dedi.

Ayrıca, küçük etnik ve dini cemaatlerden oluşan bir Osmanlı tarif edildiğinden söz etti.

İşte Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün açıklamları:

“Bazı belgelerden çıkartılarak “ottomanization”, “Yeni Osmanlıcılık” sözcüğünü kullanıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin yıkılma teşebbüslerinin arkasında bu “Yeni Osmanlıcılık” trajedisinin olduğunu söylüyorum. Başka bir deyişle Cumhuriyet, kuruluş hikmet-i vücudunu, varlık nedenini, enternasyonal planda kaybetmiş görünüyor. Bunun yerine bir “Yeni Osmanlıcılık” planlarının var olduğu görülüyor.

Yaklaşık 2 yıldır bunları tekrarlıyorum ve uyarıyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de uyarıyorum. Şu anda bu Fethullah Gülen tarafından dillendirilmiş durumdadır. Bir başka şekilde söyleyecek olursak Fethullah Gülen’in icazeti buradadır. Öncelikle Fethullah Gülen’in son açıklamalarından bahsetmek istiyorum.

Bu açıklamalar bende tek kelimeyle ölçüsüzlük izlenimi bıraktı. Ya artık iktidar tamamen elimizdedir diye düşünüyor, ya da iktidarı yakaladık fakat şu anda kaybediyoruz diye düşünüyor. Üçüncü bir ihtimal de; bu konuşmalarına baktığımızda Fethullah Gülen’in de Tayyip Erdoğan hastalığına yakalandığını, o nedenle de düşünme derekelerinde bir zaaf ortaya çıktığını düşünmek mecburiyetindeyiz. Türk ordusuyla ilgili kullandığı “Gatakulli” kelimesinden pişman olacağını tahmin ediyorum. Bu çok vahim bir durumdur.

1950’li yıllarda başbakan Adnan Menderes’in Türk subaylarına “gazozcu” demesi kadar ağır ve hakaret varı bir sözcüktür. Pek çok yorumcu ve siyasetçi Adnan Menderes’in 27 Mayıs’ta düşürülmesinde Türk subaylarına bu kadar ağır olan “gazozcu” sözcüğünü layık görmesinin etkili olduğunu söylerler. “Gatakulli” de bunun gibi kırıcıdır. Bundan dolayı Fethullah Gülen’in pişman olacağını düşünmemiz isabetlidir. Şimdi bu Osmanlıcılığın çıkışına bakacak olursak; kendimi ve programlarımı tekrarlama pahasına söyleyebilirim ki bunun ilk ifadesi 1982 yılındaki bir dergide geçmiştir. Bu derginin adı “kivunin.” İbranice bir dergi ve yönler anlamına gelmektedir.

Dünya Siyonist Örgütü’nün dergisidir. Burada 1982 yılında “Yinon” tarafından 1980’lerde İsrail için bir strateji yazısı çıkarılmıştır. Bu yazı ürerinde çok durmak istemiyorum fakat önemli olan nokta şudur. Burada aşağı-yukarı Arap yarımadasındaki Araplarla Mısır’dan Irak’a kadar bütün bu topraklar “vaat edilmiş toprak” sayılır. İlginç tarafı, 1982 yılı belgesinde Irak’ın üçe bölünmesi açıkça yazılır. Hatta her biri bir vilayet ile ifade edilir. Basra, Bağdat ve Musul’un ayrılmasından söz edilir ve bunun içinde tıpkı “Osmanlı döneminde olduğu gibi” deyimi kullanılır. Bu 1982 yılına ait bir Siyonist belgedir ve bütün belgenin içinde de bu bölgenin düzenlenmesinde küçük etnik ve dini topluluklara önem verilir. Küçük etnik ve dini cemaatlerden oluşan bir Osmanlı tarif edilir. Diğer bir yandan Chomsky’nin ABD,İsrail ve Filistin alt başlığı olan çok önemli kitabı vardır. Chomsky bu kitapta çok açık olarak bu Siyonist belgeyi “ottomanization”, yani Osmanlılaşma olarak ve Osmanlı İmparatorluğu’na bir dönüş olarak İfade ediyor.

Sonra da şöyle devam ediyor. “Bu yeni Osmanlı’nın güçlü bir merkezi olacak. Eskiden Türkiye’ydi şimdi de ABD’nin desteklediği İsrail’dir” diye açıklıyor. Bu kitabın İletişim Yayınları tarafından yapılan Türkçe çevirisinde bunlar yer değiştirmiştir. “Eskiden İsrail, şimdi Türkiye merkez olacak” dinilmiş. Bunun kötü niyetli olduğunu sanmıyorum çünkü o kadar kaba bir hata ki böyle bir şeye ihtimal vermiyorum. Bu vesileyle tekrar etmiş oluyorum. 1982 yılından itibaren Osmanlı deniyor. Fransızlar bu projeye Ortadoğu’nun balkanlaştırılması diyorlar. Ama genel deyim Osmanlıcılık. Demek ki bunun kaynağı Siyonist İsrail’dir ve 1982 yılında Irak’ın üçe bölünmesi, Musul’un ayrıca Kürtlere verilmesi net bir şekilde ifade ediliyor. Bir ara Harbiye’de açılış dersi verdiği zaman, o zamanlar Kara Kuvvetleri Komutanı olan İlker Paşa’nın da söylediği gibi Musul’da kurulacak olan bir Kürdo-judaik devlet Türkiye’deki Kürtlerin yaşadığı bölgeleri etkisi altına alacaktır. Zaten bunun gelişmelerinde bu vaat edilmiş topraklar, Ermenistan sınırına kadar uzatılıyor. Dolayısıyla Urfa, Diyarbakır ve benzeri yerler de öngörülüyor.

Bursa konferansımda da söyledim. Diyarbakır’la Musul’u birbirinden ayırmak mümkün değildir. Ve bizin Osmanlı taksimatımızda bir zamanlar Diyarbakır vilayet, Musul onun yuvası idi. Şimdi bunun Türkiye’ye yansımasına geldiğimizde benim araştırmalarıma göre bu Osmanlıcılığın ilk telaffuzu Abdullah Gül’e aittir. 1992 yılında Refah Partisi millet vekili olarak yaptığı bir konuşmada “Bu açıdan bu ikinci Cumhuriyet, Yeni Osmanlıcılık kavramlarını ve bu tartışmaların ortaya gelmesini çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum” diyor.

Yeni Osmanlıcılık deyişini Abdullah Gül adındaki zat bir kurtuluş olarak görüyor. Bunu da şimdi hiçbir yerde yayınlamak istemiyorlar. Bu Ali Özoğlu’nun “Şifre Çözüldü” adlı kitabında var. Ali Özoğlu da şu anda Ergenekon davasından tutukludur. “Toplumsal haberler” adlı siteyi de Ali Özoğlu kurmuştu. Sonuç olarak Yeni Osmanlıcılık bir AKP-İsrail projesidir.

Diğer söyledikleri de var. “Araplar Osmanlıları severler.” Diye. Bunlar had safhada bilgisizliktir.”

Odatv.com

Balbay için dev buluşma

Basın tarihinde bir ilk..10 gazeteden 50'den fazla gazeteci Cumhuriyet Gazetesi'nde düzenlenen etkinlikte Balbay'a destek verdi

Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi ve köşe yazarı Mustafa Balbay'ın Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanarak cezaevine konulmasına tepki gösteren gazeteciler bir araya geldi.

Basın tarihinde bir ilk olan bu etkinlik Medya Mahallesi aracılığıyla canlı yayında CNNTürk ekranlarına taşındı.

10 gazeteden 50'den fazla gazeteci Cumhuriyet Gazetesi'nde düzenlenen etkinlikte Balbay'ın kitaplarını imzalayacak. Etkinliğin Balbay'ın tutuklanmasının ardından gündeme geldiğini söyleyen gazeteci Deniz Som amaçlarını 'Hem gazete, hem kitap okurlarını Balbay'dan yoksun bırakmamak, tüm dünyaya arkadaşımızın yalnız olmadığını göstermek' sözleriyle açıkladı.
Saat 15.00'e kadar sürecek etkinlikte Ertuğrul Özkök, Doğan Hızlan, Tufan Türenç, Ahmet Hakan, Mehmet Barlas, Erdal Şafak, Tuncay Olcayto ve Nail Güreli gibi gazeteciler Balbay'ın kitaplarını imzalayacak.

Etkinliğe katılan okurlar ve gazeteciler 'Neden orada olduklarını' Medya Mahallesi'nden Ayşenur Arslan'a anlattı...

OKTAY EKŞİ

Etkinliği düzenleye teşekkür etmek istiyorum. İfade özgürlüğüne yakışan baraşılı bir model bulmuşlar. Balbay'ı desteklemek, ifade özgürlüğünü desteklemek için buradayız. Basının kendisini özgür kılmasının çok temel bir kuralı var, sabahtan akşama kadar vermemiz gereken bir mücadele tipinin ertesi sabaha taşınmasıdır bu kural. Güç odakları özgürlüğü sevmezler, özgür basından hiç hazzetmezler. Özgürlük mücadelesi veren gazetecileri cezalandırmak için her şeyi yaparlar. Buna karşılık bizim de borcumuz özgürlüğün yanında bulunmak, el ele vermek, yılmayacağımız göstermektir. Balbay bunun için somut bir örnektir. Mustafa'ya daha özgür, tekrar yazdığını görme dileğini iletmek için de buradayız.

DERYA SAZAK/MİLLİYET

Çok önemli bir meslek dayanışması. Bizim kuşağın önemli isimlerinden birisi Mustafa Balbay. Ergenekon soruşturması pek çok tartışmalar yaratan bir dava. Son tutuklama olayında özellikle polis tarafından uzun süre gözaltında tutulması, hiç arama verilmeden mahkemeye çıkarılması hukuk ölçülerine göre ağır bir yaptırım. Hakkındaki iddiaları mahkemede yanıtlayacaktır elbette ama bir gazetecinin bu tür bir eylemle, darbeye teşebbüsle suçlanması önemli, kaygı verici. Biz meslektaşları bugün Balbay'la dayanışmak için buradayız.

MEHMET BARLAS/SABAH

Ben Cumhuriyet okulundan yetiştim, benim için bir okul Cumhuriyet. Ayrıca Balbay benim meslektaşım, düşünçelerinden ötürü insanların hapse girmesi sürecini geçmişte yaşadım, bundan sonra da olması üzüntüm. Dayanışma için buradayım, meslek adına burayadım. Balbay'ın aklanması dileğindeyim, bir meslektaşın hapiste olması beni çok rahatsız ediyor.

İSMET GÖKMEN/CUMHURİYET OKURU

Cumhuriyet okuruyum. Balbay için buradayız. Atatürkçülerin dayanışma içinde olması lazım. ÜLkemiz 2. Abdülhamit dönemini yaşamakta, herkesin burada olması lazım.

'DAYANIŞMANIN PARÇASI OLMAK İÇİN BURADAYIZ'

Beyni aydınlık insanları seviyorum, ailem de böyle insanlardı. Düşüncelerim aydınlık her şey adına iyi düşündüğüm için buradayım. Bir dayanışmanın parçası olmak üzere buradayım. Hem fikir olduğunuz insanlarla dostluk kurarsınız, farklı düşünene de saygı gösterirsiniz.


TUFAN TÜRENÇ/HÜRRİYET

Bugüne kadar rastlamadığımız bir şeyi yaşıyoruz. Çok anlamlı bir gün ama bunun devam etmesi gerekiyor. Bu sadece Balbay'la sınırlı değil, bugün medya çok büyük bir kuşatma altında, iktidar büyük bir kısmını ele geçirmiş durumda. Okur basına sahip çıkmalı, okur sahip çıkarsa bu oyun bozulur. Mustafa benim çocuğum gibidir. 30 yıldır tanırım. Ayrı gazetelerde çalışıyor olsak da düşünceler, inançlar ve laik cumhuriyet herkesin koruması gereken bir değer

11 Mart 2009 Çarşamba

Türkiye Şeriat devleti olur mu?

Türkiye Şeriat devleti olur mu?

Türkiye son yedi yılını AKP’nin tek başına iktidarı altında geçirdi. AKP’nin yerel yönetimlerde de benzer bir “tek başına iktidar” durumu söz konusu ve bu iktidar durumu da yakın bir dönemde bitecek gibi durmuyor. AKP aynı zamanda İslamcı gelenekten gelen tipik bir şeriatçı parti. Gerçi AKP’liler ve yandaşları uzun bir süredir “değiştik, geliştik” diyorlar ama bunu gösteren tek bir emare bile yok. Aksine AKP, başta lider kadrosu olmak üzere “dindarların partisi” imajını güçlendirmek için ne gerekiyorsa yapıyor. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı dönemini hatırlayın, temel propaganda malzemesi “dindar cumhurbaşkanı” idi. Şimdi cumhurbaşkanlığı dahil, devletin en tepe noktalarında eşleri tesettürlü dinciler oturuyor. Ancak devletteki dincileşme bununla da sınırlı değil. AKP Türk siyaset tarihinin görmediği bir hız ve yoğunlukta bir kadrolaşma harekatını da oldukça sistematik bir biçimde ilerletiyor. Bugün YÖK’ten RTÜK’e, üniversitelerden bakanlıklara kadar aklınıza gelebilecek her türlü kurum ve kuruluşun başında AKP’li İslamcılar oturuyor.

“Türkiye nereye gidiyor?”

“Nereye gidiyoruz” sorusu hemen her dönem sorulduğu için midir, öneminden çok şey kaybetmiş bir sorudur. Bir türevi de “ne olacak bu memleketin hali”dir ve bu klişenin de artık çok anlamlı olmadığını biliyoruz.

Buna rağmen, bazı ciddi dönüşümlerin eşiğine gelindiği dönemlerde “nereye gidiyoruz” sorusu yine de çok önemlidir. Mutlaka sorulmalıdır ve dikkatle cevaplanmalıdır.

Soruyu bu kez Vatan gazetesi sormuş: “Türkiye nereye gidiyor; önümüzdeki on yılda AB üyesi bir ülke mi olacağız, yoksa Şeriat düzenine mi geçeceğiz?”

AKP’nin 2002 yılında tek başına iktidarı ele geçirdiği günden beri aslında nereye gittiğimiz açık; Türkiye koşar adım bir Şeriat devletine doğru gidiyor.

Elbette bu tespite katılmayacak, dahası “Şeriat paranoyası” türünden karşı çıkışlarla cevap verecekler de olacaktır. AKP ve yandaşı liberal çevreler zaten uzun zamandır bu tür bir karşı propaganda içindeler. Ama görünen köy kılavuz istemiyor.

Önümüzdeki on yılda neler olacağını söylemek elbette bir öngörüdür ve tartışılabilir, ama on yıl sonra nerede olacağımızı görmek için geçtiğimiz on yılda neler olduğuna bakmak ve gidişatı buna göre tahmin etmek gerekir ki, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği en net ve bilimsel değerlendirme de bu olur herhalde.

“Demokratikleşme” mi, Şeriatçılaşma mı?

Türkiye son yedi yılını AKP’nin tek başına iktidarı altında geçirdi. AKP’nin yerel yönetimlerde de benzer bir “tek başına iktidar” durumu söz konusu ve bu iktidar durumu da yakın bir dönemde bitecek gibi durmuyor.

AKP aynı zamanda İslamcı gelenekten gelen tipik bir şeriatçı parti. Gerçi AKP’liler ve yandaşları uzun bir süredir “değiştik, geliştik” diyorlar ama bunu gösteren tek bir emare bile yok. Aksine AKP, başta lider kadrosu olmak üzere “dindarların partisi” imajını güçlendirmek için ne gerekiyorsa yapıyor.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı dönemini hatırlayın, temel propaganda malzemesi “dindar cumhurbaşkanı” idi. Şimdi cumhurbaşkanlığı dahil, devletin en tepe noktalarında eşleri tesettürlü dinciler oturuyor.

Ancak devletteki dincileşme bununla da sınırlı değil. AKP Türk siyaset tarihinin görmediği bir hız ve yoğunlukta bir kadrolaşma harekatını da oldukça sistematik bir biçimde ilerletiyor. Bugün YÖK’ten RTÜK’e, üniversitelerden bakanlıklara kadar aklınıza gelebilecek her türlü kurum ve kuruluşun başında AKP’li İslamcılar oturuyor. Yasama, yürütme ve yargının en kilit noktaları ya ele geçirildi ya da buralardaki dengeler büyük ölçüde değiştirildi.

Bu manzarayı Batı basını bile farketmiş; Türkiye’yi ziyaret eden islam ülkelerinin lider eşleriyle bizim “first lady”lerimizi yan yana koyup basit bir karşılaştırma yapıyorlar. Pek çok demagojik söylemi bir çırpıda dağıtacak kadar net bir tablo çıkıyor ortaya.

Bütün bunlar bir yana Refah Partisi’nin 1990’larda %3’ler seviyesinde gezinen marjinal bir parti iken, 2009 Türkiyesi’nde, bu partinin kadrolarıyla kurulan AKP’nin %47 gibi bir oy oranına ulaşmış olması bile, kimilerinin ısrarla yok saymaya çalıştığı dinci rejim tehdidinin nereden neredeye geldiğini tek başına ortaya koyuyor.

Ramazanda lokantaların kapanması ve sokakta sigara bile içilememesi, Anadolu’nun pek çok yerinde ve hatta metropollerin göbeğindeki pek çok yerde AKP’li belediyelerce içki satışının engellenmesi gibi pek çok örnek de bu siyasal manzaranın toplumsal yansıması olarak ortaya çıkıyor.

Bu karanlık tablo ortada olmasına rağmen yine de Şeriat gibi bir tehlike olmadığı fikrinde ısrar edenler var ve bunların temel tezi “Türkiye’nin zaten muhafazakar bir toplum olduğu ve bu muhafazakarlığın önümüzdeki dönemde de artacağı ama bunun bir şeriat düzeniyle sonuçlanmayacağı” yönünde.

Bu söylemin hiçbir mantıklı gerekçesi olmadığı için ikna ediciliği de yok.

Bunun farkında oldukları için olsa gerek tartışma hemen bir başka mecraya çekiliyor: Demokratikleşme. Söylenen şu: “Evet, belki Türkiye bir miktar daha muhafazakarlaşacak ama asıl olarak demokratikleşecek.”

Demek ki Şeriatçılaşmayı ortaya koymanın dışında bu “demokratikleşme” dedikleri süreci de masaya yatırmak gerekiyor. Türkiye’de gericiliğin önündeki engelleri kaldırmak için cumhuriyetin kuruluş yıllarından beridir gördüğümüz ve çok partili yaşama geçilmesinden beridir de hız kazanan bir demokrasi aldatmacası hep önümüze konuldu, konuluyor. O zaman soruyu şöyle soralım; Türkiye demokratikleşiyor mu, yoksa gericileşiyor mu?

Açıkça söylemek gerek; Türkiye’de her türden gericilik cumhuriyetin ilk yıllarından beridir hep “özgürlük ve demokrasi” diyerek yol aldı. O nedenle bugün yine benzer bir yöntemin kullanılmasına şaşırmamak gerek. Ama bu tür bir söylemin artık inandırıcılığını yitirdiğini de eklemek gerekiyor. Zaten “Türkiye bir şeriat devleti mi oluyor” sorusunun toplumun çok geniş kesimlerince artık yüksek sesle dile getiriliyor olması da bu tehdidin bir “paranoya” değil, bir toplumsal gerçeklik halini aldığının kanıtı.

“Türkiye nereye gidiyor”un cevabı aslında “Türkiye buraya nasıl geldi” de saklı. Belki de “nasıl getirildi” demek lazım; zira bugün karşı karşıya bulunduğumuz Şeriat tehlikesinin toplumsal gelişimin olağan bir sonucundan çok iç ve dış siyasal güçlerin bir projesi olarak ortaya çıktığını görüyoruz.

Burada ise karşımıza “demokrasi” ve siyaset çıkıyor. Türkiye bugünlere altmış yıldır “demokrasi” diye diye geldi. Bugün de yine birileri “demokratikleşiyoruz” diyor ama biz, muhalefetin komplolarla susturulmaya çalışıldığı, basının kıskaca alındığı, ve ülkenin adım adım bir tek adam diktasına sürüklendiği bir ülke görüyoruz sadece. Demokrasi dedikleri buysa eğer, faşizm ne oluyor acaba?

Toplumu gericileştirmenin adı “özgürleştirme” olursa...

Bu “demokrasi” söyleminin aslında neyi örttüğünü de ortaya koymak gerekiyor demek ki.

Türk devriminin demokrasi anlayışı halk iradesine dayanan ve toplumsal yapıyı ilerici bir tarzda dönüştürmeye dayalı bir toplumsal projeye dayanıyordu.

Türk devrimine karşı çıkan sağcı siyaset ise ilk günden beridir “demokrasi” adı altında hep karşı devrimi örgütlemeye çalıştı. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu propaganda silahlı isyanlarla birlikte yürüyordu. Rejim kökleştikçe silahlı isyanın yerini demokrasi aldatmacası aldı. Nitekim Menderes’in iktidara gelişinde de kampanya malzemesi rejimin normalleşmesi ve demokratikleşmesiydi. Fakat ne hikmetse ülkeyi demokratikleştireceği söylenen Menderes kısa süre sonra açık bir diktatörlüğe yönelmiş, üniversiteleri susturmaya, muhalif basının sesini kısmaya ve muhalefet partilerini kapatmak için Tahkikat Komisyonları kurarak hukuku bile ortadan kaldırmaya yönelmişti.

27 Mayıs da zaten DP diktatörlüğüne karşı gelişen halk tepkisinin sonucunda ortaya çıkmıştı.

Merkez sağ buna rağmen durmadı ve en bilinen haliyle Demirel örneğinde olduğu gibi İmam-Hatip ve Kuran kursu açma konusunda hep başa güreşti. Menderes’in Said-i Nursi’nin elini öpmesiyle başlayan süreç aradan geçen dönemde sağ iktidarların tarikatları destekleyen uygulamaları ile devam etti. Tabii İnönü öncülüğündeki CHP’nin İlahiyat fakülteleri açarak aynı yarışa Menderes’ten çok önce dahil olduğunu da bir yere not edelim.

Anlayacağınız, Refah Partisi ile başlayan ve AKP’ye varan sürecin taşlarını sağ siyaset bizzat kendi elleriyle döşemiştir. Öyle ki bugün merkez sağın kendisine siyaset yapacak alan bile kalmamıştır. O halde bugün toplumun özgürlüklere kavuşturulması denilen şey aslında toplumun sağcı iktidarlar tarafından, devlet eliyle ve emperyalizmin desteğiyle gericilik kıskacına alınmasıdır. Bunun adına da Türkiye’de “toplumun özgürleştirilmesi” deniliyor, tabii yerseniz.

Laik rejime karşı Şeriatçı sivil darbe

Şeriatçılar ve onların “demokrat” aklayıcıları özgürlüklerden bahsederken hep darbeleri hedef tahtasına koyarlar ama bu darbeler ne hikmetse hep Şeriatçıları desteklemiş ve güçlendirmiştir.

AKP, 12 Eylül darbesinin en has çocuğudur. AKP ve yandaşlarının her fırsatta Ordu ve darbe karşıtlığı yapmasına rağmen 12 Eylül’ü görmezden gelmeleri bundandır. Bugünse askeri darbelere karşı çıkma söylemi altında açıkça sivil bir darbe yapılmaktadır. Demokrasi ve özgürlükleri koruma sloganı ise bu sivil darbenin paravanı olmaktadır. Sivil darbenin kurmaya çalıştığı rejim ise Şeriat düzenidir.

Bu sivil darbenin arkasındaki güç ise ABD’dir. AKP’nin, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki eşbaşkanlık rolü düşünülürse Türkiye için, işbirlikçi bir İslamcı rejimin ABD tarafından geçmişte olduğu gibi bugün de en makul seçenek olarak görülüp destekleneceği ortadadır.

Endonezya dersleri: Solun ezilmesi

Türkiye dışındaki pek çok ülke de aslında benzer süreçlerden geçerek İslamcı rejimlerin pençesine düştüler. Buralarda da Şeriat tehlikesinin ortaya çıktığı dönemde Şeriata karşı mücadele etmek yerine “ülke demokratikleşsin de, ne olursa olsun” mantığıyla hareket edenler vardı ama bu ülkelerin hiçbirine demokrasi gelmedi. Dahası, çok uzun yıllar gelecek gibi de durmuyor!

O nedenle toplumun farklı kesimlerinden yükselen “Türkiye İran mı oluyor” ya da “Malezya mı oluyoruz” şeklinde kaygıları yabana atmamak gerekiyor. Bu ülkelerin başına gelenlerin Türkiye’nin de başına gelmemesi için hiçbir sebep yok.

Bu noktada önemli bir örnek Endonezya’dır. Bugün Şeriat kıskacındaki Endonezya’da bir zamanlar dünyanın en büyük komünist partilerinden birisi bulunuyordu. Endonezya Komünist Partisi’nin kayıtlı üye sayısı milyonlarla ifade ediliyordu, destekçi sayısı ise bunun çok üzerindeydi. 1975’de ABD destekli bir CIA darbesi ile iktidarı ele alan Suharto rejiminin ilk işi Endonezya Komünist Partisi’nin bir milyonun üzerinde üyesini katletmek oldu. Suharto diktatörlüğü ABD desteği ile sol başta olmak üzere tüm laik ve milliyetçi güçleri ezip geçti. Sonrası ise herkesin bildiği adım adım Şeriatçılaşma ve Endonezya’nın bir Şeriat devleti haline gelişi...

Bugün Endonezya’nın geldiği noktaya bakanlar solun son derece güçlü olduğu bir ülkenin nasıl olup da bu kadar Şeriatçılaştığına şaşırıyorlar ama bu şaşkınlık yaşanan süreci geri çevirmeye yetmiyor. Bunun bir benzerini Türkiye 12 Eylül’de yaşadı. 12 Eylül’ün Amerikancı rejimi solu tasfiye ederken dincileri devlet eliyle beslemişti. AKP işte solun ezildiği bu Amerikancı faşist rejim koşullarında kök saldı.

Türkiye’de de pek çok insan 1980’lere kadar küçük ve marjinal bir hareket olan İslamcıların bugün nasıl olup da tek başına iktidara tırmandığına şaşırıyor. Kimileri de hala deve kuşu politikası izleyip “Bir şey olmaz merak etmeyin, Türkiye zaten muhafazakar bir ülkedir, daha ileri gidemezler” diyor. Ama Endonezya gibi Türkiye’den çok daha güçlü bir sol örgütlülüğe sahip bir ülkede yaşananlar, bu dincileştirme operasyonunun nerelere varabileceğini açıkça gösteriyor.

İran dersleri: Solun aymazlığı

Ama ne acıdır ki bugün, Şeriata karşı mücadele yerine kendisini ezen 12 Eylül faşist rejiminin çocuğu olan AKP ile kol kola faşizme karşı mücadele ettiğini sanan solcular var ülkemizde. O nedenle bugün için Şeriatçı rejim dayatması bir yana, belki de en büyük tehlike bu tür bir tehdidin olmadığını söyleyerek açıkça AKP’yi destekleyen ve bunu da solculuk zanneden çevrelerin bulunuyor olmasıdır.

CHP’nin çarşaf gibi gerici rejimin en önemli sembollerinden birisini toplumun “geleneksel kıyafet”i olarak görmesi ve onunla uzlaşma noktasına gelmesi, kimi sol grupların da özgürlük adı altında dincileşme çabalarına destek çıkması bu açıdan dikkatle değerlendirilmelidir Burada tarihi bir örnek olarak sıkça atıf yapılan ama pek de ders alınmadığı görülen İran örneğine tekrar tekrar bakmakta yarar var.

İran’da Şah diktatörlüğüne karşı İran solunun en büyük partisi olan komünist Tudeh, 1979 öncesinde ülkenin adım adım Şeriatçılaştığını görememek bir yana o dönemde Şah’a karşı gelişen İslamcı muhalefetin lideri Humeyni’yi de açıkça desteklemekteydi. Sol muhalefet Humeyni’yi “antiemperyalist ve Batı karşıtı” olduğu savıyla destekliyor, Şah rejimi yıkılacağı için de ayrıca seviniyordu. Böylelikle sola özgürlük alanı açılacaktı.

Öyle ki Tudeh, Humeyni iktidarı ele geçirip Şeriat düzenini kurmaya başlarken bile Humeyni’yi desteklemeyi sürdürmüştü. Ne de olsa Şah diktatörlüğü yıkılıyor ve ülkeye “demokrasi” geliyordu, oysa yıkılışına sevindikleri rejimin yerine çok daha katı ve despotik bir Şeriat düzeni kuruluyordu, bunun farkında değillerdi. Tudeh o kadar körleşmişti ki Humeyni’nin açıkça Şeriatı kurduğunu görüp buna karşı mücadeleye girişen sol gruplara karşı açıkça Humeyni cephesinde yer alıp bu sol grupların tasfiyesinde de bizzat rol aldı. Tudeh’ye göre Humeyni’ye karşı çıkanlar “Batının ajanı”ydılar. Bu desteğin karşılığı olarak Humeyni rejimi Tudeh ve o dönemde İran’ın en önemli Marksist gruplarından olan Halkın Fedaileri gibi kendisini destekleyen sol örgütlere dokunmadı. Tabii bu arada Humeyni’ye karşı çıkan solcular çok “demokratik” bir şekilde teker teker yok edildiler. Ancak aradan iki yıl geçtikten ve Humeyni karşıtı muhalefet tamamen yok edildikten sonra sıra Tudeh ve Halkın Fedaileri’ne geldi. Onların sonu da ölüm oldu.

Bugün İran’da bırakın sol bir hareketin ortaya çıkmasını, rejimi eleştirmek bile ölüm cezasına çarptırılmanız için yeterlidir. Peki ama bu tablo biraz da solun eseri değil midir?

Ya gerçek demokrasi, ya faşizm!

Bugün AKP’nin açık bir faşizme yöneldiği bir süreçte bir tarafta çarşaf ve fesle uzlaşma arayışında olan bir muhalefet, bir tarafta Şeriata bile özgürlük isteyen bir sol varken Türkiye’nin laik ve çağdaş bir ülke olarak uzun süre varlığını koruyamayacağını bilmeliyiz.

Laiklik mücadelesini bir burjuva programı olarak gören ve önemsemeyen bir sol sadece İran solunun akıbetine uğrar o kadar. Ancak tek başına bunu kavramak da yeterli olmayacaktır. Dinci rejim tehdidi bugün hem toplumsal tabanı olan hem de emperyal güçlerce desteklenen bir siyasal hareket olarak karşımızdadır ve dahası iktidara kadar tırmanmıştır.

Bu açıdan, “sol, şeriata karşı nasıl mücadele etmeli” sorusunu da cevaplandırmak gerekmektedir. Türk solunun dinci gericilikle mücadeledeki en büyük silahı milliyetçiliktir. “Türkiye’de din çok güçlüdür” diyenlerin göremediği şey dinin değil milliyetçiliğin daha güçlü ve köklü bir kimlik olduğudur. Geçmişte Mustafa Kemal’in, Nasır, Arafat ve daha pek çok antiemperyalist milliyetçi devrimcinin mücadelesi bugün için de dinci gericilikle mücadele edenler için en geçerli programdır. Emperyalizmin ve gericiliğin hakimiyetindeki bir toplumun demokratikleşmesi mümkün değildir ve demokrasi mücadelesi de ancak antiemperyalist bir milliyetçi direnişle, toplumsal bir devrimle kazanılacaktır.

Bunun dışındaki her türden “demokratik” yol bizi sadece faşizme götürür, tıpkı bugün olduğu gibi.

TürkSolu Gazetesinden alıntıdır.

İnan KAHRAMANOĞLU

Faşizme karşı uzlaşma değil Atatürk tavrı


Onur Cüre

17 Kasım 1924’de Ankara’da kurulan cumhuriyet döneminin ikinci siyasal partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası siyasal ve ekonomik bakımdan CHP’nin sağında yer alan, temelde liberal bir partiydi. Mecliste toplam 29 milletvekili partiye üye oldu. Ancak parti daha sonra Şeyh Sait ayaklanması ile arasında doğrudan bağ kurulması sonucu kimi parti üyeleri yargılandı ve çeşitli cezalara çarptırıldı. Parti İstiklal Mahkemesinin uyarısıyla hükümet tarafından 3 Haziran 1925 tarihinde kapatıldı. Cumhuriyet tarihinin ikinci partisi olan bu parti kısa sürede Cumhuriyet düşmanlarının odağı haline gelerek Cumhuriyete karşı yapılan isyan ve ayaklanmaları desteklemiştir.

Atatürk’ün bu konu ile ilgili Nutuk’ta yazdıkları ise bugün bize ders niteliğindedir. Atatürk konu ile ilgili Nutuk’ta şöyle demektedir.

“Bilindiği gibi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir parti kurdular. Bu partinin gizli ellerce çizilen programını da ortaya attılar.

‘Cumhuriyet’ sözcüğünü söylemekten bile çekinenlerin; cumhuriyeti doğduğu günü boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ‘Cumhuriyet’ ve hem de Terakkiperver Cumhuriyet/İlerici Cumhuriyet adını vermeleri nasıl gerçek ve işten gelen bir tutum sayılabilir.

Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları parti ‘tutucu’ adı altında ortaya çıkmış olsaydı, belki anlamı olurdu. Oysa, bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını öne sürmeye kalkışmaları, besbelli doğru değildi.

‘Parti dini düşüncelere ve inançlara saygılıdır’ ilkesini bayrak olarak eline alan kişilerden, iyi yüreklilik beklenebilir mi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri, bilgisiz ve bağnazları, boş inançlara saplananları aldatarak özel çıkarlar sağlamaya kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk ulusu, yüzyıllardan beri, sonsuz yıkımlara, içinden çıkabilmek için büyük özveriler gerektiren pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek süreklenmemiş miydi?

Cumhuriyetçi ve ilerici olduklarını sandırmak isteyenlerin; yine bu bayrakla ortaya atılmaları, dini bağnazlığı taşkınlığa vardırarak ulusu, cumhuriyete, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi? Yeni parti, dini düşünce ve inançlara saygı örtüsü altında; ‘Biz halifeliğin yeniden kurulmasını isteriz. Biz, yeni yasalar istemeyiz, bizce eski yasalar (Mecelle) yeterlidir. Medreseler, tekkeler, bilgisiz softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız, bizimle birlikte olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in partisi halifeliği kaldırdı. Müslümanlığı yaralıyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir!’ diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı kural, bu gerici çığlıklarla dolu değildir denilebilir mi?

Baylar, olgular ve olaylar da gösterip kanıtladı ki, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programı en hain kafaların ürünüdür. Bu parti, ülkede cana kıyıcıların, gericilerin sığındığı, umut dayanağı oldu, dış düşmanların, yeni Türk Devleti’ni, yeni Türk Cumhuriyeti’ni yok etmeye yönelik tasarılarının kolaylıkla uygulanmasına yardımcı olmaya çalıştı…”

Atatürk’ün bu konuda söyledikleri hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık ve nettir. Cumhuriyete karşı girişilen böyle bir siyasal oluşum daha 7. ayını bile dolduramadan kapatılarak Türk devriminin gericiliğe ve bölücülüğe geçit vermeyeceğini göstermiştir.

Peki bugün cumhuriyetin tehlikeye girmesinin sebebi nedir? 38’den bu güne Türkiye nasıl bu noktaya sürüklenmiştir? Burada Türkiye’nin bu noktaya gelmesine sağ siyaset sebep oldu diyebiliriz. Evet bu doğrudur. Türkiye’yi yıllarca sağ siyaset yönettiğine göre bu noktaya gelmemizin sebebi de bu sağcı politikalardır. Peki kendine solcu diyen, Atatürkçü olduğunu söyleyen partiler, onlar bu süreçte neler yaptılar? Hangi kararları aldılar? Hangi politikaları izlediler? Asıl can alıcı soru işte budur. Atatürkçü olduğunu söyleyen Atatürk’ün izinden gittiğini söyleyen bu partilerin yıllarca izlediği politika neydi? Uzlaşmacı mı oldular yoksa devrimci mi? Soru bu kadar basit. Kararlı birer cumhuriyet, Atatürk savunuculuğu mu yaptınız, yoksa idare-i maslahatçılık mı?

“Gericiliği nerede görsem tepelerim” mi dediniz, ya da toplumumuzda gericilerde vardır, bu da bizim kültürümüzdür, çarşaf da, türban da bizim milli giysilerimizdir, her türlü düşünceye saygımız vardır, bu demokrasinin gereğidir mi dediniz? Etnik ve dini siyasete karşı hiç mi kırmızı çizgileriniz olmadı? Madem çok solcuydunuz, madem çok Atatürkçüydünüz bu ırkçı ve şeriatçı siyasete nasıl alet oldunuz, nasıl sessiz kaldınız?

Atatürk,“parti dini düşüncelere ve inançlara saygılıdır” sözünü nasıl ilericilik değil tutuculuk olarak eleştiriyorsa çarşafı milli giysi ilan edenlerin de ancak ilerici değil tutucu bir parti olduğunun ispatından başka bir şey değildir. Böyle bir tabansızlığın ve ilkesizliğin Türkiye’yi sürükleyeceği yer ise sadece Türk olmanın ve Atatürkçü olmanın suç olduğu bir Türkiye’den başka bir şey olmayacaktır.

3 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu irticaya ve isyana karşı devletin kararlılığını göstermektedir. 3 Haziran 1925’te de parti kapatılarak üyeleri yargılanır. Bu savaştan yeni çıkan ve yeni kurulan bir cumhuriyetin, yeni insan modelini yaratmaya başladığı ilk yıllarının, gerici ve bölücü isyanların yaşandığı, dış tehditlerin devam ettiği bir zamanda Türk devriminin kararlılığını göstermektedir.

Ümmi toplumdan milli topluma geçişin bu ilk yıllarında toplum tarafından benimsenen ve desteklenen bu politika daha o yıllarda gerici isyanların önünü kesmiştir.

Ancak bugün geldiğimiz nokta ise tam tersidir. Bugün PKK bile meclise girmiş, ulusal bütünlüğü tehdit etmektedir. AKP’nin 7 yılda başardığı en büyük şeyse budur. Milli olan ne varsa bu iktidar döneminde tasfiye edilmiştir. O yüzden Türk olmak Atatürkçü olmak suç unsuru sayılmaktadır. Kürt devletini kurabilmek için bütün topluma Ergenekon tertibi ile korku salınmaktadır. Tabi tertip bununla da sınırlı değildir. Çünkü aynı zamanda bir Kürt sorunu tanınmış, Ermeni meselesi uluslar arası arenada tartışmaya açılmıştır. Tüm bu tertibin ise hedefi ve amacı bellidir. Hedefte Türk milleti vardır. Amaç ise bu milleti yargılatmaktır. Yaşadığımız süreç de bunu doğrulamaktadır. Tüm bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı tarafından dillendirilmektedir.

Son Abant Platformu’nda da gördük. Fethullahçıların ve PKK’lıların düzenlediği toplantıya Cumhurbaşkanı Gül’den de destek vardı. Zaten alt yapısını da Başbakan 7 yıllık döneminde başarıyla tamamlamıştı.

Bu durumda hepimiz birer Atatürk tavrı alarak şunu demeliyiz: Baylar olgular ve olaylar gösterdi ki, AKP en hain kafaların ürünüdür. Bu parti, ülkede cana kıyıcıların, gericilerin sığındığı, umut dayanağı oldu, dış düşmanların, Türk Devletini, Türk Cumhuriyetini yok etmeye yönelik tasarılarının kolaylıkla uygulanmasına yardımcı olmaya çalıştı.


TürkSolu Gazetesinden alıntıdır.

Bu kriz Büyük Buhran kadar büyük

AKŞAM | EKONOMI | 10 MART 2009, SALI

Küresel ekonomik kriz derinleştikçe, kapitalizmin dinamikleri de tartışılmaya başlandı. Massachusetts Üniversitesi Amherst'te ekonomi profesörü olan Richard Wolff, küresel krizin boyutlarını ve mümkün olabilecek çıkış yollarını NTV'ye değerlendirdi.

'Krize tarihsel olarak bakmalıyız' diyen Wolff'a göre, yaşadığımız kriz, 1930'lardaki Büyük Buhran kadar ciddi. 75 yıl içinde iki ciddi krizin yaşanması ise, bu ekonomik sistemin birçok kişi tarafından sorgulanmasına neden olabilir.

Küresel ekonomik krizin boyutları hakkında birbiri ardına çok karamsar değerlendirmeler yapılıyor. Ne kadar büyük bir krizle karşı karşıyayız?
Bu krizin ne kadar ciddi olduğunu anlamak için tarihsel bir bakışa ihtiyacımız var. 1820-1970 arasında ABD'deki işçiler her on yılda bir ücret düzeylerinde artış yaşadılar. Bu, Büyük Buhran dönemi için bile geçerliydi. Ancak 1970'lerden bu yana reel ücretlerdeki artış durdu ve bir daha asla yükselmedi.

Buna karşılık yüzyıldır üretimde muazzam bir artış sözkonusu. Özellikle de işçilerin ücret artışlarının durduğu son 30 yıl içinde. Yani işçinin işveren için ürettiği artarken, kazandığı sabit kaldı. Bu da Amerikan şirketlerinin göz kamaştıran kârlar elde etmesini sağladı. 1970'lerden itibaren bu kârlar, borsada eşi görülmemiş bir patlamaya yol açtı. Bunun sonucunda ise, gelirde, varlıkta eşitsizlik hızla büyüdü, önce borsadaki ardından da gayrimenkul piyasasındaki balon patladı ve Büyük Buhran'dan bu yana en kötü gerileme sürecine girildi.

İŞVERENDEN BORÇ ALIP, FAİZİ İLE ÖDEDİLER
Şirketler ise kazandıkları onca parayla, yöneticilere olağanüstü maaşlar ödediler, başka şirketleri satın aldılar, birbirleriyle birleştiler ve de katlanan kârları, birleşmelere ilişkin bonoları, yeni şirketlerin hisse arzlarını değerlendiren finans sektörüne muazzam kârlar kazandırdılar.

En önemlisi, bankalar ve büyük şirketler bu muazzam kârlarını kullanmak için son derece kârlı bir yol keşfettiler: Çalışanlarına borç verdiler. Yani ücretlerinde artış olmayan çalışanlar, tüketimlerini artırmak için, işverenlerinden borç alıp, bu paraları faiziyle geri ödediler. Böylece kişisel borçlar fırladı. Dolayısıyla ekonomi kredi kartlarından inşa edilmiş bir eve dönüştü. Dolayısıyla bu bir "mali kriz" değil, bu ekonominin temel yapısının krizi.

Yakın bir zamanda bu krizden çıkış ışığı görüyor musunuz?
Hayır. Bence gerek burada ABD'deki gerekse de dünyanın geri kalanındaki ekonomik krizin gelişmesi uzun bir zaman aldı ve son 30 ya da 40 yılı aşkın süredir gerçekleşen ekonomik değişikliklere dayalı. Şu anda ise bir çöküş noktasına ulaştı ve ben bu duruma ivedi bir çözüm beklemiyorum.

Bu krizin, sistemin temel yapısına ilişkin bir kriz olduğundan bahsettiniz. Dünya ölçeğindeki hükümetlerin de krizi bu şekilde değerlendirip, ona uygun önlemler almaya çalıştıklarını düşünüyor musunuz?
Hayır. Ben dünya ölçeğindeki çoğu hükümetin altta yatan yapısal sorunla yüzleşmeye korktuğunu düşünüyorum. Siyasi ve ideolojik nedenlerden dolayı, toplumun temelinde yatan sorunlarla uğraşmak istemiyorlar. Dolayısıyla da bu sorunun bir biçimde ya ortadan kalkmasını ya da kendi kendine çözülmesini umut ediyorlar. Böylelikle de şu an asıl ihtiyaç duyulan ve toplumların değişimi için gerekli ve zorlayıcı adımları atmak zorunda kalmayacaklarını umuyorlar.

Sizce bu bildiğimiz haliyle kapitalizmin sonu mu?
Hayır. Kapitalizmin sonu olduğundan emin değilim. Ama bunun, bizim yaşam süremiz boyunca kapitalizmin en büyük krizi olduğundan eminim. Hatta pek çok açıdan bu krizin, 1930'lardaki Büyük Buhran kadar ciddi olduğunu düşünüyorum. Bu da kapitalizmin 75 yıl içerisinde ikinci devasa küresel krizi ürettiği anlamına gelir. Bu ise; er ya da geç çoğu insanın, bu kadar sıklıkla bu kadar kötü çöküşler yaşayan bir ekonomik sistemle yola devam etmenin dünya halkları açısından faydalı olup olmadığı sorusunun yanı sıra katlanılabilir olup olmadığı sorusunu soracakları anlamına gelmektedir. (NTV)

Yorum Yok

7 Mart 2009 Cumartesi

Kırmızı çizgiler kırmızı halı oldu


 Bugün Irak'ta Yarın Türkiye'deAbant Platformu Kürdistan’ı kabul etti...

15-16 Şubat 2009’da Abant Platformu’nun toplantısı gerçekleşti. Platform bu yıl her zamankinden daha büyük bir tartışma yarattı. Çünkü toplantı Erbil’de yapılıyordu. Erbil bilindiği gibi Irak’taki sözde Kürt özerk bölgesinin sözde başkenti. Anlayacağınız toplantı Kürdistan’ın Fethullahçılar tarafından resmen kabulü anlamına anlamına gelecekti.

Eskiden Kuzey Irak’la ilgili kırmızı çizgilerimiz vardı. Bölgede bir Kürt yönetimini hiçbir şekilde kabul etmeyeceğimizi açıklamıştık. Hatta (fiili ya da resmi) her tür Kürt yönetimini savaş nedeni olarak açıklamıştık. Abant Platformu, bütün kırmızı çizgilerimizin çiğnendiği bir “Kürdistan’ı Türklere kabul ettirme toplantısı”na dönüştü.

Her şeyden önce toplantının logosu amacı gayet açık bir şekilde ortaya koyuyordu: İç içe geçmiş üç halka. Biri kırmızı, biri yeşil, diğeri ise sarı. Yani sözde Kürdistan’ın renkleri!

Irak'ta federasyon=Türkiye'de federasyonİç içe geçen halkaların neyi temsil ettiğine bakıyoruz, toplantının kabul ettirmek istediği gerçeği ortaya koyuyor: Irak, Türkiye ve sözde Kürdistan...

Sözde Kürdistan’ın kabul ettirilmesi simgelerle sınırlı kalmıyor. Konuşmacının hemen yanında üç bayrak asılı: Biri Türkiye, diğeri ise Irak bayrağı. Üçüncüsü hangisi dersiniz? ABD mi? Yaklaştınız, ama bilemediniz: Irak’taki Kürt Özerk Bölge Yönetimi’nin bayrağı da asılı toplantıda. Böylece sözde Kürt devleti tanınmış oluyor.

Türk Devleti de resmen temsil ediliyor o toplantıda. Musul Konsolosumuz da toplantının izleyicileri arasında. Üstelik Abant Platformu Erbil’e gelmeden önce Gül’ü de ziyaret etmiş ve desteğini almıştı... Anlayacağınız, toplantı AKP iktidarı tarafından da resmen tanınmış durumda...

Toplantının sonuç bildirgesinin en son maddesi ise en çarpıcı olanı: “Erbil’de bir Türk konsolosluğu ve Ankara’da Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bir temsilciliğinin açılmalıdır.”

Gördünüz mü gelinen noktayı. Devletimizin konsolosunun katıldığı bir toplantıda Türkiye’nin sözde Kürt Devleti’nde konsolos açması gerektiği kararı çıkıyor. Ve o sözde Kürt devletinin ismi de açık açık ilan ediliyor: Kürdistan!

Kürt'ten millet aşiretten devlet olmazFethullahçılar ile PKK arasındaki Kürtçülük yarışı

Erbil toplantısı, Fethullahçıların Kürtçü örgütlenmesini de gözler önüne serdi. Kuzey Irak’ta 10 yılı aşkındır örgütleniyorlar. Erbil, Süleymaniye ve Kerkük’te toplam 10 adet anaokulu, ilköğretim okulu ve liseleri var. Son olarak, Erbil’de Işık Üniversitesi’ni (yani Nur!) kurdular. Işık Üniversitesi’nin rektörü toplantıda konuşanlar arasındaydı.

Bölgede Barzani’ye dayanarak ve ABD’den olur alarak örgütlenen Fethullahçılar, PKK’yla rekabet halindeler. Ancak bu rekabette, PKK’nın bölücülüğüne karşı çıkmıyorlar. Aksine Fethullahçılar bölgede PKK’yla bir bölücülük yarışına girmiş durumdalar.

Tabii, yalnızca Barzani’ye dayanmak Fethullahçıları Kuzey Irak’ta ne kadar götürür bilemeyiz. Barzani desteği en fazla PKK’nın Fethullahçıları yok etmesini engelleyebilir. Çünkü PKK, askeri varlığı ve Türkiye’deki gücüyle ABD’nin önemli silahlarından biri olmaya devam ediyor.

Kürt sorunu yok Kürt istilası varÜstelik PKK, Barzani ve Talabani’yle karşılaştırıldığında ABD’nin hâlâ gözdesi. Neden mi? Kuzey Irak’ta yıllar süren ABD işgaline karşın Barzani ile Talabani’nin kontrol ettiği aşiretler arasında tam bir birlik sağlanmış değil. Yani Kuzey Irak’ta hâlâ Kürt aşiretleri var... PKK ise Güneydoğu Anadolu’da “Kürt realitesi”ni 20 yıldır kabul ettirmiş durumda. Anlayacağınız, ABD’nin kurmak istediği o Kürdistan’ın dayanacağı “Kürt milleti” olgusunu yaratma konusunda, ABD’nin gözünde, PKK daha başarılı. Üstelik PKK’nın ABD’nin bir başka hedefi İran’da da önemli bir gücü var.

ABD Kuzey Irak’ta Fethullahçılığa bir yere kadar izin verir. Sempatiyle izler, bölgenin Kürtleşmesine katkıda bulunduğu sürece göz yumar. Ama son tahlilde, PKK’nın varlığını tercih eder.

Fethullahçıların Kuzey Irak’taki faaliyetleri sonuç olarak sözde Kürt devletinin resmen tanınma sürecini hızlandırıyor o kadar. Ve Kürtçülüğün Türkiye’de daha da fazla meşrulaşmasına neden oluyor. Yani ne yaparlarsa yapsınlar, PKK’nın zeminini güçlendiriyorlar.

Benzer bir durum Türkiye’de de yaşanıyor. 29 Mart yerel seçimlerinde AKP’yi açıktan destekleyen Fethullahçılar, DTP’li adaylara karşı bir Kürtçülük yarışına girdi. Kürtçe TV ve Tayyip’in sürekli “Kürt sorunu”ndan bahsetmesi bu yarışın sonucu.

Fakat bu Kürtçülük yarışı, PKK’yı zayıflatmak bir yana, güçlendiriyor. Bölgede Kürt kimliğinin açıkça kabul edilmesi ve Kürtçülüğün meşrulaştırılması PKK’nın tabanını genişletmesini ve militanlaştırmasına yardımcı oluyor.

Bu durum, Tayyip’in son Diyarbakır mitinginde açık bir şekilde görüldü. DTP’nin çağrısı üzerine, Diyarbakır esnafı mitingi protesto etti ve kepenk kapattı. Cılız bir kalabalık tarafından karşılanan Tayyip de, mitingde çevre illerden otobüslerle getirdiği AKP’li kalabalığa seslenmek zorunda kaldı. Buna rağmen katılım önceki iki Diyarbakır mitingine göre oldukça düşüktü.

Tüm bunlara karşın Tayyip konuşmasında Kürtçülük yarışına devam etti. Konuşması Kürtçe TV’de simultane olarak Kürtçeye çevrilerek canlı yayınlandı. Bol bol Türk-Kürt kardeşliğinden ve Türkiyelilik kimliğinden bahsetti. PKK terörünü kınayacağına PKK’yla mücadeleyi “zulüm” olarak nitelendirdi:

“Dün devletin gücünü istismar edenler, kendilerini devlet zannedenler, bugün hukuk karşısında yapayalnız kaldılar. Geçmişin yanlışları, diriliş ruhumuzu yaralamayacak. Yılların tahribatını düzeltmek zaman alıyor. Zulüm kimseyi abad etmez. Artık bu karanlık filmi izlemek istemiyoruz. Suç örgütleri bu ülkeden elini çeksin.”

Kürt sorununda taviz PKK’lılara yarıyor

Tayyip PKK’ya Kürtçülük konusunda meydan okurken DTP de boş durmadı.

Öncelikle Erbil toplantısının gerçekleştiği gün yaşananları bir hatırlayalım. 15 Şubat, Apo’nun yakalanıp Türkiye’ye getirilmesinin yıldönümü. PKK Güneydoğu’nun neredeyse bütün illerinde protesto eylemleri düzenledi. Onbinlerce kişinin katıldığı eylemlerde bölücü sloganlar atıldı, Apo posterleri açıldı... Ve güvenlik kuvvetleriyle çatışmalara girildi...

Görüldüğü üzere, AKP’nin ve Fethullahçıların Kürtçü “açılım”ları PKK’ya zarar falan vermemiş. 15 Şubat eylemlerindeki büyük şiddet gösterileri PKK’nın hiç de uslanmadığının bir kanıtı. AKP’lilerin çokça iddia ettiğinin aksine, PKK paniğe kapılmış falan da değil. Eylemlerine hâlâ on binleri katıp polisle çatışmalara girebiliyor. Tayyip’in Diyarbakır mitingine yapılan kepenk kapatma eylemi de bölgedeki gücünü halen koruduğunun bir başka göstergesi.

Tayyip’in mitingine ve Erbil toplantısına PKK’nın bir başka yanıtı ise Meclis’ten geldi. Ahmet Türk, DTP Grubunda Kürtçe konuşma yaptı. Kürtçe konuşma doğal olarak büyük tepki yarattı. Ancak Ahmet Türk’ün yanıtı Türkiye’nin ne hale düştüğünün acı bir göstergesiydi: “Başbakan Kürtçe konuşabiliyorsa ben de konuşabilirim.”

Türkiye’de Kürtçülüğün nasıl geliştiğinin, hangi kanallardan beslendiğinin güzel bir örneği... Kürtçülüğe yıllardır taviz verildi. Bu tavizlerin PKK’yı zayıflatacağı propagandası yapıldı. Ama görüldüğü gibi PKK’ya daha çok özgürlük alanı yaratmaktan başka bir işe yaramadı. Tayyip’in Kürtçe konuşması ve Kürtçe TV açılması, Kürtçülüğü engellemedi. Aksine DTP’lilerin Kürtçe konuşabilmesinin bahanesi haline geldi.

Sorunun bir kangren haline geldiğini kabul etmek gerekiyor. Sorgulanması gereken bir takım şeyler var. Her şeyden önce, DTP nasıl olur da Meclis’te bir grup toplantısı yapabilir? Ve o toplantı Meclis TV üzerinden nasıl canlı yayınlanabilir? Ahmet Türk Kürtçe konuşmasa ne yazar... Sonuçta PKK’lılar Meclis’te grup kurmuş, propagandasını yapıyor, devletin resmi kanalı da bunu bütün Türkiye’ye canlı yayınlıyor. AKP, Kürtçe TV’de PKK propagandasına izin vermeyeceğim diyor, ama Meclis TV’de PKK propagandası sürekli yapılıyor... Üstelik canlı yayında...

22 Temmuz seçimlerinden önce defalarca uyarıda bulunduk. DTP’nın Meclis’te grup kurmasına engel olun dedik. O dönem DTP’yi engellemeyenler, aflar çıkaranlar, seçimlere katılmasına göz yumanlar bugünkü tablonun esas sorumlusudur. Kimse Ahmet Türk’e kızıp “şov” yapmasın... Siyasi görüşünün gereğini yapıyor. Onun böyle yapacağını bile bile Meclis’e girmesini izleyenlerdedir esas kabahat...

CHP ve MHP’nin zavallı durumu

Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşmasına CHP’nin yaklaşımı ise içler acısıydı. CHP sözcüsü Özyürek Kürtçe konuşmaya karşı çıkacağına Meclis TV’nin yayını kesmesini eleştirdi: “Bu sansürcülüktür.” Geçenlerde de Baykal “etnik kimlik şerefimizdir” demiş ve poşu takmıştı. Anlaşılan CHP’den yeni bir açılım geliyor... Artık Baykal mı Kürtçe konuşur, yoksa Kürtçe konuşan adaylar mı öne çıkarılır bilemiyoruz.

Ancak CHP istediği kadar Kürtçülük yarışına dahil olmaya kalksın, bugün kendini “Kürt” olarak tanımlayanların çok çok küçük bir azınlığı CHP’ye oy veriyor. Bakın Güneydoğu’ya... Son 20 yılda CHP’nin nasıl eridiğini göreceksiniz. Halbuki son 20 yıl, CHP’nin Kürtçülüğünü sürekli artırdığı, PKK’lı milletvekillerini Meclis’e taşıdığı dönemdir. Bu Kürtçülük yarışının CHP’yi getirdiği yer Güneydoğu’da sıfıra yakın oydur. CHP’nin Kürtçülüğü, bölgeyi Kürtleştirmiştir. İnsanlar Kürtleştikçe de PKK’lı olmuş ve CHP’den kopmuştur. Emin olun, PKK’yla Kürtçülük yarışına giren herkesin sonu aynı olacaktır...

Ya MHP’ye ne demeli? Ahmet Türk’e en büyük tepkiyi onlar verdi. Ancak, onların yıllardır izlediği Kürtçü çizgi hatırlanınca inanılır olmuyor.

MHP, son 20 yıldır Kürtçülüğe verilen bütün tavizleri destekledi. Kürtçe eğitimin serbest bırakılması onların iktidarı döneminde oldu. Apo’yu asacaklarını söyleyerek Meclis’e girdiler, ama idam cezası kaldırıldığında iktidardaydılar. 22 Temmuz seçimlerinde de meydanlarda “ip” attılar, ama AKP’nin Kürtçü uygulamalarına da hiçbir zaman karşı çıkmadılar. Bugün Ahmet Türk’ü Kürtçe konuşmakla suçluyorlar, ama Meclis’te onun elini sıkanlar onlardı. DTP’lilerin milletvekili olarak meşruluk kazanmasına bu şekilde büyük katkıları olmuştu. Kürtçe TV’nin kurulmasına da yeteri kadar karşı çıkmadılar. Anayasa Mahkemesi’ne başvurmadılar mesela...

Üstelik MHP Kürtçe konuşulmasına karşı değil ki. Erciyes kurultayında Kürtçe halay çekmişlerdi. 22 Temmuz’da adaylarının “Kürtçe propaganda” yapabileceği genelgesi yayınlayan tek parti de MHP’ydi. Diyarbakır kongrelerinde de il başkanları Kürtçe konuşmuştu. Türkiye’de milliyetçi geçinen partinin il başkanı Kürtçe konuşursa, Kürtçü partisinin genel başkanı niye konuşmasın?

“Kürt”ü bir kere kabul edersen...

Halbuki Kürtçülükle mücadelenin tek bir yöntemi vardır: Kürt kimliğiyle mücadele etmek... Bunu defalarca yazdık. Olay yaratan “Kürt Sorunu Yok Kürt İstilası Var” yazı dizisinde başyazarımız şöyle demişti (TÜRKSOLU, sayı 90):

“Sorunun kaynağı, teröre, PKK’ya, demokratikleşmeye indirgenemez. Sorunun kaynağı tanımlamadadır. Siz, bir kısım vatandaşa ayrı bir milli kimlik tanırsanız, onlar da bu milli kimliği hakkıyla kullanırlar. Bu nedenle sorun, Kürdü kabul eden çağdışı, bilimden, tarih bilincinden yoksun kafadadır.

Oysa çok basit bir şekilde ifade etmek gerekirse Kürt varsa sorun vardır, sorunun çözümü ise PKK’nın bitirilmesi değil, Türk milletinden bağımsız bir Kürt kimliğinin bitirilmesidir. Hem ayrı bir Kürt kabul etmek, hem de bundan doğan sorunları çözmek, Türk devletinin kendi başına açtığı bir iştir.”

Maalesef uyarılarımız dinlenmedi. Türkiye’de son yıllarda Kürt kimliğini kabul ederek Kürtçülükle mücadele gibi bir yaklaşım egemen oldu. Tehlikenin farkında olmayan pek çok insanımız da bu tuzağa düştü.

Sonuç mu? Sonucun ne olacağını da aynı yazıda vurgulamıştık. Kürt kimliğinin kabulünün Kürt devletini kabul edecek süreci başlattığını söylemiştik:

“Kürtler, azınlık hakkı değil başka bir şey istemektedir. Kürtler, Türk milletinden ayrı bir millet olduklarını, bu nedenle de ikinci milli unsur olarak kabul edilmeyi istemektedirler. Bu, tam da bugünkü Irak’a dayatılandır. Yani hem bir Kürt federe bölgesi, hem de Türkiye Cumhuriyeti üzerinde mutlak bir güç.”

Evet... Yıllardır uyarıyoruz: Bugün Irak’ta, yarın Türkiye’de diye...

Kuzey Irak’taki Kürt aşiretlerini desteklersek PKK zayıflar dendi. Sonra Kürt Devleti’nin Türkiye hamiliğinde kurulmasının PKK’nın işine gelmeyeceği söylendi. Ama sonuç olarak son yirmi yılın bir bilançosunu çıkardığımızda şu tablo karşımıza çıkıyor: Kuzey Irak’taki Kürt Devleti bir gerçeklik haline geldikçe PKK büyüdü. Kürt kimliğinin kabullenilmesi de PKK’yı büyüttü. PKK büyüdükçe Türkiye, Kürt Devleti’ne daha çok teslim oldu... Kısacası gerek Kuzey Irak’ta gerekse Türkiye’de Kürtçülüğe verilen tavizler, geri dönülmesi zor bir duruma soktu Türkiye’yi... Güneyimizdeki fiili Kürt Devleti’ni kabullenmiş durumdayız.

Taviz vere vere...

Peki, bugünlere nasıl gelindiğini kısaca hatırlayalım...

Tarih 1988. ABD Dışişleri Bakanlığı “ABD yönetiminin, uluslararası ölçütlere göre, Türkiye’deki Kürtlere ulusal azınlık hakları verilmesinden yana olduğu”nu açıkladı. Türkiye’de siyaset kurumu bu politikanın gereklerini yerine getirmeye başladı: 1991 bir dönüm noktasıydı. Demirel o yıl iktidara geldiğinde ilk iş Diyarbakır’a giderek “Kürt Realitesi”ni tanıdığını açıkladı. Özal da federasyon dahil her şeyin tartışılabileceğini söylemekteydi. SHP ise zaten HEP’lileri Meclis’e taşımıştı...

Ve 1991’den bu yana, Türk milleti, PKK’yla mücadele etmek için Kürt kimliğinin kabul edilmesi gerektiğine ikna edildi... Türk milleti “her Kürt PKK’lı değildir” tezleriyle uyutulurken, PKK, Kürt kimliği temelinde örgütlenmesini sürdürdü. Serbest kalan Kürtlük, PKK’nın tabanını Kürtlük temelinde genişletmesine yardım etti o kadar...

Önce Kürtçeye yönelik her tür yasak kaldırıldı... Sonra Kürtçe eğitim serbest bırakıldı... Apo asılmadı... PKK’lılara defalarca af çıktı... Hapisteki DEP’li milletvekilleri affedildi... Tayyip de Demirel ve Özal’ın izinden gitti ve Diyarbakır’da “Kürt sorununu tanıyoruz” açıklamasını yaptı... TRT’de Kürtçe kanal açıldı...

Kürt kimliğini serbest bırakan bu anlayış, Kürtleşmenin de önünü açtı... Kürtler, adeta bir istila gibi, Türkiye’nin dört bir tarafını Kürtleştirmeye başladı... Yılların Türk köyleri ve kasabaları hızla Kürtleşti... Mersin’i bir hatırlayın... 20 yıl önce nasıldı, şimdi nasıl... Yıllar önce neredeyse hiçbir Kürdün yaşamadığı Mersin’in bugün neredeyse yarısı Kürt! Aynı durum, Ege ve Akdeniz kıyısındaki bütün şehirlerimizde de hızlanarak sürüyor...

Ve tüm bu süreçte Kuzey Irak’ta Kürt devletinin fiili bir gerçeklik haline gelmesine seyirci kalındı. Hatta, bu süreç, PKK’yı zayıflatır diye desteklendi.

Bugünse birileri çıkıp Ahmet Türk’

ün Kürtçe konuşmasını eleştirebiliyor...

Güldürmeyin Allah aşkına... Her tür Kürtçülük serbest, bir tek o mu yasak!

PKK Meclis’te grup kurmuş. PKK’lı olduğu için hapse girmiş biri bugün TBMM Meclis Başkanvekili...

Eskiden aşiret reisi diye muhattap kabul etmediğimiz Talabani’yle, Barzani’yle Tayyip defalarca görüşüyor...

Kuzey Irak’ta Kürt devleti savaş nedeniydi, bugün o devletle birlikte toplantılar düzenleniyor, sözde Kürdistan’ın bayrağının asılı olduğu salona devletin konsolosu oturabiliyor...

Devlet televizyonunda Kürtçe kanal açılıyor... Bu devletin Başbakanı o kanalın açılışında Kürtçe konuşuyor...

Ve Ahmet Türk’ün Meclis’te Kürtçe konuşmasını eleştiriliyor...

20 yıllık sürecin bir sonucudur bu... Dün Kürt kimiğinin karşısında durmayanlar, bugün bunun bedelini ödüyor. Kürtçeyi serbest bırakanlar, adeta ikinci bir resmi dile dönüştürenler, Kürtçe eğitime izin verenler, devlet televizyonuna sokanlar, bugün o Kürtçeyle Meclis toplantısında karşılaşınca kızmasın.

Dün Kürtçülüğün önünü açanlar, bugün Irak’taki Kürt devletini bir gerçeklik olrak kabul etmek zorunda kalıyor...

Dün kırmızı çizgilerimizin bir bir çiğnenmesini seyrettiler... Bugün o kırmızı çizgiler çiğnene çiğnene Kürt Devleti yolunda kırmızı halı oldu.

Bir sonraki aşama: Bütün Türkiye Kürdistan olacak!

Kürtçülük yarışı insanları o kadar çılgına çevirdi ki... Mümtaz’er Türköne “Hepimiz Kürt’üz” demiş... Ancak bununla da yetinmiyor ve devam ediyor:

“Türkiye’deki 72 milyon insan gibi ben de biraz Kürdüm. Bir Kürt gibi düşünüyor, yaşıyor ve geleceğe bakıyorum.”

Ey Mümtaz’er... Kendi adına konuş... Bütün Türkler adına konuşma yetkisini nereden aldın?

Ancak Türköne’nin sözleri bir tehlikeyi ortaya koyuyor. Kürtlüğe verilen tavizler devam ettikçe, bizi bekleyen asıl tehlike şu: Türkiye’de yaşayan herkes bir gün Kürt olacak!..

20 yılda nereden nereye gelindiği ortada... Böyle giderse, bir 20 yıl sonra Türkiye’de herkes Türköne gibi konuşmaya başlayacak:

“Kürt gibi düşünüyor, yaşıyor ve geleceğe bakıyorum.”

Eğer bu süreç durdurulmazsa...


Özgür Erdem ne güzel anlatmış...Teşekkürler Özgür...

Direnişin ruhu: Filistin şiiri

Direnişin ruhu: Filistin şiiri

Zulmü, sürgünleri, acıları, ve elbette direnişi ve umudun ateşini yazan Filistin şiiri...

Direnişin ruhu: Filistin şiiri
Şiirin gelişimi çoğunlukla insanın ve toplumların tarihi ve evrimiyle beraber ele alınmıştır. Zira şiir de yaşamdan fışkırır ve hayatın en has seslerinden, eylemlerinden, devinişlerinden beslenir. Şiir, kimi zaman söz ve büyü arasında bir yerde kimi zaman da doğrudan hayatın söze yansıması olagelmiştir. Nasıl ki “büyü”, gerçek tekniğin eksikliklerini tamamlayan aldatıcı bir teknik olarak ele alınır, şiir de gerçek hayatın eksik parçalarını ağırlıklı olarak duygulara seslenerek ifade eder. Bunu yaparken realiteye ters düştüğü de olur. Tıpkı kaçınılmaz bir ölümle pençeleşen şairin, denizin ortasında, gözlerini göğe dikip; “Parlak yıldız, ben de senin gibi değişmez olsam” (Keats) diyerek şiirin büyüsüne sığınması gibi.

Şiir için toplumsal gelişimin aynası demek abartılı bir ifade olmaz. Çünkü şiirin içeriğinden, yapısal özelliklerine kadar toplumsal gelişim ile şiirin gelişimi arasında bir koşutluk vardır. Her ülke edebiyatında bu ilişki farklı biçim ve içerikte, çeşitli yoğunluklarda, doğrudan ya da dolaylı olarak şiirde yansısını bulmuştur. Ülkelerde yaşanan olaylar, insana ilişkin tüm duygular, büyük ve sarsıcı değişimler, ihtilaller, felaketler... hepsi şiirin konusu olmuştur.

Şiir, elbette hep dışarıya ayna tutmamıştır. Kimi dönemlerde (şimdilerde revaçta olduğu gibi) şairin iç dünyasını da yansıtmıştır ağırlıklı olarak. Başka bir deyişle dış dünyanın, şairin iç dünyasındaki yansımalarının dışavurumu olur şiir. Bu elbette sadece şiir için değil sanatın öteki tüm dalları için de geçerlidir. Bu “içe dönme” zaman zaman gerçek yaşamdan kopmaya kadar varan bir hastalık derekesine varabilir. Hatta kendini “toplumsal” bir bulamaç içinde servis edebilir. Böylesi “sanatsal” çalışmalar, bazen “ruha dokunan” sözcükleri yardıma çağırarak kendi ruhsal hiçliklerini gizlemeye çalışırlar. Ama bunu ne kadar örtbas etse de o “sanattan” yansıyan çoğunlukla intihar parodileri, ölümün kutsanışı, melankoli, karamsarlık, umutsuzluk ve geleceksizliktir. Biz bu çalışmamızda “hastalıklı” sanat icraatlarını bir yana bırakıp, sözü kırbaç altında inleyenlerin özgürlük çığlığı, direniş türküsü olagelen, yaşamın bağrında filizlenen ve kavganın ateşinde pişen şiire, Filistin şiirine bırakalım....


Direnişten doğan şiir


Filistin... Kenanlılara vaat edilen topraklar... Üç dinin kutsal kenti. Kanın çığlık attığı coğrafya... Her dince yasaklanmış olduğu halde öldürmenin “rutin” ve “doğal” olduğu kanlı topraklar. Emperyalist hegemonyanın en dolaysız ve perdelenmeye bile hacet duyulmayan kanlı yüzünün sureti... Geçtiğimiz günlerde bu kanlı sayfalara bir yenisi daha eklendi. Filistin'in Gazze bölgesi 2009 yılını kurşun ve bomba yağmuru altında karşıladı. Bu, adeta gelecek günlerin habercisi oldu. “Medeni(!)” Batı ve ABD bu saldırganlığı “meşru savunma” olarak lanse etmeye çalıştıysa da İsrail saldırıları sonucunda öldürülen yüzlerce masum insan, gazetelerden ve TV ekranlarından yansıyan çocuk cesetleri onların riyakarlıklarını açıkça ortaya koyuyordu. Bu kıyımlar yeni değil elbette! Yıllardan beri Doğu halkları bir taraftan emperyalizm ve Siyonizmin saldırganlığına karşı savaşırken öte yandan da kendi aralarındaki gerilimler körüklenerek halklar birbirine kırdırılmakta. Tüm bu çatışmalar elbette şiirde de yansısını bulmuştur. Özellikle Filistin şiirinin direnişten doğduğunu söylersek hiç de abartmış olmayız. Bunda şaşıracak hiçbir şey yok. Tıpkı direnişin içinde yetişen bugünün çocuklarının yarının savaşçıları, ihtilalci sanatçıları olmaları gibi.


Kimlik Kartı
Yaz!
Ben bir Arabım
Kimlik numaram 50.000
Çocuklarım sekiz tane
Dokuzuncusu da sonbaharda gelecek!
Bu seni öfkelendiriyor mu?...

Yaz!
Ben bir Arabım
Yok benim lakabım, soyadım
Öfkeyle dolup taşan bir ülkede
Taşları çatlatır sabrım
Dal budak salmıştı köklerim
Daha doğmadan zaman
Açılmamışken henüz tarihin çağları
Henüz yokken servi ve zeytin ağaçları
Boy atmamışken çimenler.
Babam rençber bir ailedendir
Aristokrat zümreden değil
Dedem de bir çiftçiydi, sıradan
Okumayı öğretmeden önce
Güneşin büyüklüğünü bana öğreten...

Yaz!
Ben bir Arabım.
Sen atalarımın bağlarını,
Çocuklarımla ekip işlediğimiz
Toprağımızı gasp ettin
Bize ve bütün torunlarıma
Bıraka bıraka bu kayaları bıraktın.
Hükümetiniz onları da alacakmış,
Doğru mu?

Öyleyse yaz!
İlk sayfanın başına yaz:
Ben insanlardan nefret etmiyorum
Kimseye de saldırmam
Ama...
Aç korlarsa beni
Korlarsa çırılçıplak,
Yerim etini beni soyanın
Hem de yerim çiğ çiğ.
Açlığımı kolla benim
Ve öfkemi
Damarıma basma.
Mahmud Derviş

Filistin şiirinin künyesi


Filistinli şairler, sanatlarını kendi toplumlarının yaşamlarından ve Filistin davasından asla ayrı tutmazlar. Şiiri büyük bir ustalıkla bu davanın hizmetine koşmuşlardır. Filistinli ozanlar şiiri, sınıf dışı veya politika dışı ilan eden küçük burjuva aydın tavrıyla değil; halkçı, devrimci bir söylem ve ideolojik düzlem üzerinden şekillendirirler. İnsanı, insan yaşamını ve özgürlüğü her şeyin üstünde tutma Filistin şiirinin temel özelliğidir. Mesajlar içerir. Her şeyden önce kendi insanına ve sonra da dünyanın tüm halklarına açık mesajlar verir. İşte bu yüzden de yalın ve açık seçik bir dili vardır.

“Ben aslında kendimi yazmak, çiçekleri yazmak böceklerden bahsetmek isterim. Ama bunlardan bahsedebilmek için öncelikle özgür olmam gerekir. Benim özgür olabilmem için de öncelikle ülkemin özgür olması gerekir” (Mahmud Derviş) Bu aslında Filistin şiirini biçimlendiren temel anlayışın da en yalın ifadesidir.

Her şey gibi şiir de bir kimlik taşır, o şiir bazı hallerde sadece şairinin değil, halkının tarifidir de. Bugün sadece Filistin değil, tüm Arap toplumu bir “kimlik sorunu” yaşamaktadır. Belleksizleştirilen, duyarsızlaştırılan dünya karşısında kimliğini ortaya koymak her zamankinden elzem hale gelmektedir. Şiir burada devreye girer: "Yaz! /Ben Bir Arabım"

Adeta Filistin'in sesidir Mahmud Derviş'in şiiri. Onun özellikle yandaki “Kimlik Kartı” (Bitakat Huvviyye) adlı şiiri ünlüdür. 1964'te yazılan şiir çok geçmeden şarkı sözü haline de getirilmiştir. Öyle ki Arap dünyasında hızla kabul görmüş ve özellikle Filistinliler arasında ezbere bilinir hale gelmiştir. Şiir, İsrailli bir memura hitaben, “seccil” (kaydet, yaz) fiiliyle başlar ve ilerleyen bölümlerde bu yer yer yinelenir. İsraillilerin gözünde çok farklı ve aşağılayıcı anlamları da ifade eden Araplık, şiirde bir kendine güveni ifade etmesiyle farklılaşır. Kendisini hor görene bir meydan okumaya dönüşür adeta. Ki şairin gözünde Arap olmak bir gururdur. Günlük yaşam koşulları bir Arap için her ne kadar zor olsa da şair, kendi kimliğinin onurunu, tarihsel kökenlerini ve özellikle sınıfsal kimliğini de vurgulayarak ortaya koyar.

Yine Derviş'in yanda göreceğiniz (Arap Olduğum İçin) şiiri de Arap olmanın ne anlama geldiğini dile getirir. Ancak bu kimlik artık etnik bir anlamın ötesinde, özgürlük ve mücadeleyle yoğrulan direngen bir kimliğe tekabül eder.


Vatansız Filistinli

İsrail pazarlarında, ipe asılı Arapların oyuncaklarını satarlar. Kendi çocuklarına ipte sallanan bir ölünün oyuncağını tutuşturmak İsrail Siyonizminin ne menem bir ideoloji olduğunu anlamaya yeter de artar. Salim Jabran, “Ezilmek İstenen Halk” adlı şiirinde bu trajik manzarayı eleştirir. Bunu yaparken de Nazi Almanyası'nda katledilen Yahudilere atıfta bulunur:


Asılı bir adamı
Oyuncak diye satıyorlar
pazar yerinde.
Hayır, hiç koşma
boşuna arama!
Söyle yavruna
satılıp bitti oyuncaklar.
Ah siz ölüler
Nazi kamplarında ölenler
Asılı olan Berlin'de bir Yahudi değil!
Asılı olan
bir Arap, halkımdan biri -benim gibi-
Sizin kardeşlerinizin astığı
Ah siz ölüler
Nazi kamplarında yatanlar
Bir bilseydiniz
Bir bilseydiniz...


Sanıyorum vatan özlemini Filistin şiirinden daha güçlü bir biçimde dile getiren başka bir şiir yoktur! Filistin şiiri, bunu dünyanın gözleri önünde acımasızca yapılan katliamlara, yapayalnız bırakılmalara rağmen durmadan dile getirir. Tüm halklara tek bir çağrı içerir aslında: Zulme boyun eğmeyin, direnin!


Yurdumda ölmek bana yeter,
Gömülmek yurdumun toprağına,
Toprakta dağılmak,
Karışmak toprağa, yok olmak,
Sonra dönmek bir gün yeryüzüne tekrar
Bir yeşil ot olarak...
Ülkemde büyüyen bir çocuğun elinde
Bir demet çiçek olarak.
(Fedva Tukan, Yeter Bana)



Arap Olduğum İçin
Tek kişilik bir hücredeyim şimdi,
Nedenini mi soruyorsunuz bayım?
Çünkü ben
Ruhunu satmayı reddetmiş
Özgürlüğü uğruna savaşmış bir Arabım...
Çünkü ben halkının ezilmesine direnen
Barışı yiğit bir dost gibi seven
Her yanda pusu kurmuş ölümden korkmayan
İnsanların kardeşçe yaşamasını isteyen bir Arabım
İşte bayım, bu nedenle
Bu tek kişilik hücredeyim şimdi...
Mahmud Derviş

Filistin'de kadın olmak


Filistin mücadelesinde kadınların bambaşka bir yeri vardır. Onlar sadece direnişçi kocalarını destekleyen, kamplarda çocuk yetiştirip yemek pişiren silik kişiler değildir. Her biri yaşamın olanca rengini içinde taşır. Kendilerini dünya üzerinde çoğunlukla yapayalnız hissetseler de dünyanın tüm ezilmiş halklarıyla gönülbirliği içindedirler; bu, Filistinli kadın şair Maj Sayyegh'den şöyle dile gelir:
Filistinli bir kadın olmanın daima özel bir anlamı olmuştur benim için. Bilir misiniz, bazen saydam bir varlık gibi hissederim kendimi... Bütün dünyayı içime alabilirim. Dünyanın bütün dertlerini acılarını... Bu, yaşadıklarım yani, bana tarifsiz bir bilinç kazandırır. Diğer insanların sorunlarına ve aşağılanmalarına karşı duyarlıyımdır. Kendi insanlarım için hissettiklerimi, dünyanın bütün ezilen halkları için de hissederim.
Filistinli kadının metaneti ve cesareti birçok şiire konu olmuştur. Sabina adlı yaşlı bir kadının askerler tarafından işkence edilen oğlunu kurtarmaya çalışmasının hikaye edildiği şu şiir gibi:


Sabina yaşlı kadın
Altmış yaşında... Kalbi yeşil yeşil
sanki yaşlı bir ağaç gibi
Dünya kadar yaşlı
Oğlu, dokuz yaşına basacak yakında
Fakat biliyor taşın nasıl fırlatılacağını
Nasıl bağlanacağını da
Ah Filistin...
Düşman dövdükçe anne haykırdı
Bırakın oğlumu
Oğlumu bırakın
Fakat şeytan sadece güldü
Ve dedi ki:
Dinle yaşlı kadın!
Kim karşı çıkarsa, bil ki öldürülür
Derken anne kaptı bıçağı
Ve adam elini kaldıramadan
Bıçağı şeytanın kalbine sapladı.
(Ebu Sadık Hüseyni)



Tarihin şiire aksedişi


Filistin toprakları, yüz yıllardır bu bölgeye egemen olan devletlerce talan edilmiş. Kimi zaman ticari değeri, kimi zaman stratejik önemi, kimi zaman da din sebep olmuş buna. Bütün bu zor koşullar halkta dayanışma ve direnme koşullarını güçlendirir:


Ne
yok edebilir
Savaşan halktaki
dayanışmayı?
Hangi savaş
çalabilir
Bir halkın vatanını
Buradan
-Unutmuşa benzerler-
Bin işgalci geçti
Eriyip giderek
Kar gibi.
(Tevfik El Zeyyat, Kar)


Filistinlilerin tarihten öğrendiği en önemli şey; en olanaksız koşullarda bile yaşamaktır. Ama bu yaşam, soluk almak adına, ne diz çöker egemenler ve işgalciler karşında ne de başka bir boyunduruğu kabul eder. Bu öyle bir anlayış ki tüm dünyayı kucaklar:


Bizim doğduğumuz gün
direniş de doğdu
Sen sevin gökyüzü...
Biz buradayız, için rahat olsun
Sen sevin yeryüzü.
(Semih El Kasım, Şafağı Beklerken)


En modern silahlarla donatılmış ordular karşısında diz çökmektense ölmeyi yeğleyen bir direnişin senfonisidir Filistin şiiri. O ki umudunu, acılarından damıtmayı öğrenmiştir. Gelecek kuşaklar da ondan çok şey öğrenecektir. Bu diyalektik bir yasa gibi işler ve tüm haksızlıklar karşısında bir gün mutlaka kazanılacağına olan bir inançla parıldar:


Yaramın üstünde yürümeyi öğretti
bana cellatın bıçağı.
Yürümeyi, hem de yorulmadan yürümeyi.
Direnmeyi öğretti
direnmeyi...



İhanet!..


İsrail devletinin kuruluşu tüm Filistin halkı için tarifsiz acıların ve kıyımların başlangıcıdır. O tarihten itibaren artık hiçbir Filistinli güvenle başını yastığa koyamayacak, rahat uyku uyuyamayacak, geceler korkunç belirsizliklere açılacaktır. Düne kadar Nazi katliamlarında itlaf edilen Yahudiler misafir gibi karşılandıkları Filistin topraklarını daha birkaç yıl geçmeden işgale girişirler. Filistinliler öldürülür, zorla evlerinden, yurtlarından sürgün edilirler. Fedva Tukan bu durumu şöyle dile getirecektir “Vatanıma Sesleniş” adlı şiirinde:


Ölümü ve ihaneti gördüğümüz gün
su çekilmeye başladı
kapandı gökyüzü
kent soluğunu tuttu...
Çıktı ortaya çırılçıplak
tüm üzüntüsü kentimin
Yeşil adımlarla...
Ah benim sessiz ve mahzun kentim...


Aynı konuyu işleyen bir başka şiirde de bu durum şöyle anlatılır:


Yüz yıllar boyu kapımı konuklara açık tutmuştum
Ne ki gün gelip açınca gözlerimi
Görünce yağma edilmiş tarlaları
ve bir ağaca asılmış sevgili karımı
kırbaç izleri oğlumun sırtındaki
anladım konuklarımın ne olduklarını
Eşiğime mayın gömdüm, belime bıçak
Yirminci yüzyılda kimse oradan geçemeyecek...
(Semih El Kasım, Yirminci Yüzyılda)


Ortaya çıkan manzara ne kadar yaralayıcı olursa olsun, umuda dokunamayacaktır hiçbir güç. Özgürlüğüne duyulan inanç ve arzu asla sarsılmayacaktır:


Sevgili vatanım
ne denli yuvarlasalar da
yollarında senin
acının ve eziyetin taşlarını
Asla varamayacak elleri gözlerine senin
Çünkü sizin ezilmek istenen umudunuzdan
sizin saygın büyüklüğünüzden
Sizin çalınmış gülücüklerinizden
Sizin yavrularınızın gözlerinden
Tüm yıkıntılar içinden
Çektirilen işkencelerden
Kana bulanmış duvarlardan
Ölüm kalım arası beklemelerden
Yepyeni bir yaşam doğacak!
Vatanım, derin yaram, tek sevgim benim...


Siyonistlerin, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, başta İngiltere, ABD ve kimi Avrupa devletlerinin de desteğini alarak giriştikleri bu işgal harekatını tüm dünya sessizce izler. İşgalden sonra Filistinliler uzun süre Arap ülkelerinin bu haksızlığa müdahale etmelerini umarlar, Arap ordularının gelip onları kurtaracaklarına inanırlar; ancak emperyalist devletlerin kuklası olan (ve hala da öyle olan) çoğu Arap devleti buna seyirci kalmayı yeğleyecek, hatta kendilerine sığınan Filistinli mültecileri tehlikeli unsurlar olarak algılayıp yalıtacak, daha sonra da onları kendi topraklarından kovacaklardır.


Kekik Dağı söylesin sevdamızı


Yalnız kalan Filistin halkı ve onun direniş örgütleri kendi külllerinden anıtsal bir direniş yaratacaktır: İntifada... (1987) Filistin direnişinin adıdır İntifada. Yok edilmek istenen bir halkın, düşmanın tüm askeri, lojistik avantajlarına rağmen topyekün ayağa kalkışının adıdır. İntifada Filistin'in yeni umudunun adıdır... Belki de İntifada ruhunu en iyi anlatan şiirlerden biridir Mahmud Derviş'in “Ahmed Zaatar” adlı şiiri. Ahmet adı, yıllarca sürgüne gönderilen, öldürülen, Filistin'in sayısız direnişçisinin hayali bir sembolüdür. Tel Zaatar (Kekik Dağı), Beyrut'ta bulunan bir mülteci kampıdır. Lübnan iç savaşı sırasında iki ay kuşatma altında kalan kamp, güç koşullara ve yokluklara rağmen direngenliği ile Filistinlilerin direniş sembolü haline gelmiştir. Şair söz konusu kampa bir kişilik kazandırmış ve onu temsili düzeyde, destansı bir söyleyişle dizelere dökmüştür:


Doğuyorum yine o eski yaralardan
Sokuluyorum toprağa
Bütün ayrıntılarını görünceye dek
Doğuyorum yine
Denizin taştığı yıl
Kül olmuş kentlerden
Kendimi yapayalnız bulduğum
Ben Arap Ahmed.
Gelsin kuşatmacılar!
Kaledir benim gövdem
Gelsin kuşatmacılar!
Ateş hattıyım ben
Kuşatacağım onları
Çünkü göğsüm sığınaktır halkıma
Gelsin kuşatma!


Bir şair yaşadığı tüm coğrafyanın etki alanından çıkıp başka bir yere, hayal aleminde şekillendirdiği düşsel bir kente sığınabilir mi?! Derviş, yaşadığı dehşet karşısında şiire sığınmaya çalışır, ama işgallerin hiçbir zaman sadece toprakla sınırlı kalmadığını, insanların ruhlarının hatta düşlerinin bile işgalden nasiplendiğini söylüyor:


Şiirlere sığınıyorum
düşlere
Anlıyorum çok geçmeden
Düşlerime kadar girmiş bıçaklar.
Bir mum yakıyorum
kapanmayan yaramdan.
Bu gece
bütün çakıl taşları soluyor.


Her şey reddetmekle başlar! İnsanlar yaşadıkları haksızlıklara ses çıkarmaya başladıkları anda özgürlükleri için mücade etmeye başlamışlar demektir. İtiraz etmek, reddetmek, hayır demek.. Ahmet Zaatar, yani Filistin halkı, boyunduruğu, işgali reddettikçe güçlenmekte, onurunu yükselmektedir:


Kekikten ve taştan Ahmed
Yükseleceksin
Hayır! diyerek
Derinden esvap yapacak
Kırlardan gelen köylüler
zalimleri ortadan kaldırmaya.
Bir çiçek olacak yumruğun
Bir bomba
her gün hayır! demek için kalkan.
Kılıçlardan kesik kesik gövden
yeniden yapılacak
doğacak güneşlerden
ve dalgalarla nikâhlanacak
giyotin altında.
Hayır! diyeceksin
Hayır!

Arap Ahmed, diren!
Kuşatma altında ilerleyeceğiz
Ulaşıncaya dek kıyısına ekmeğin ve dalgaların.
Öleceğiz düşü uğruna
Bir yurdun
Ve bekleyen yaseminlerin.


Özellikle sürgün önemli bir yer tutar Filistin şiirinde. Ancak sürgüne gönderilen Filistinliler bir gün vatanlarına geri dönecekleri umudunu asla kaybetmezler ve bu inanç da şiirde ete kemiğe bürünür:


Gene geleceğiz
Karşılaşmanın yollarında.
Bir bülbül kulağıma fısıldadı:
Gene geleceğiz.
Bülbüller oralarda yaşarlar henüz.
Şakırlar yazılarımızda.
Gene geleceğiz
Gölgeleri arasında özlemin,
Yadırgamanın mezarlarında
Bizim yerimiz de var, bu kesin.
Yorulma gönül,
dönüşün yollarında, çökme sakın.
Gene geleceğiz, gene.
(Abu Salma, Gene Geleceğiz)


Kuşkusuz geri gelecekler, sürgünler eninde sonunda evlerine dönecek. Yalnız kalan, açık bir hapishaneye kapatılan Gazzelilerle ve diğer tüm Filistinlilerle buluştuğunda ellerimiz, artık daha güçlü olacağız ezenlerin karşısında, yıkılmaz bir ağaç gibi:


Devrildi mi ağaç?
Hoşgör bizi kızıl kaynak,
Hoşgör bizi kalaydan şarapla sunulan kök,
Kayalıklar gibi dimdik inen kök...
Dikilecek ağaç yeniden!
Ağaç dikilecek ve dalları güçlenip yeşillenecek,
Bir kahkaha yollar gibi güneşe
Yaprak verecek
Ve kuşlar geri gelecek
Kuşlar geri gelecek...



Doğunun halleri


Sanırım kutsal sayılan kitaplarda da anlatılan en eski söylencelerden biri olan Habil ile Kabil'in kavgasının bir benzerinin 20. yüzyılda Filistin'in işgaliyle birlikte yeniden ve daha trajik biçimlerde tekrar ettiğini söylersek yanlış bir benzetme yapmış olmayız. Arap ülkelerinin içinde bulunduğu siyasal ve toplumsal durumu en iyi resmeden şair Suriyeli Nizar Kabbani olsa gerek:


Doğunun gecelerinde
Eriyip de ay tamamına, olduğunda dolunay
Soyunur Doğu, her türlü asaletten
ve mücadele azminden...
Çünkü milyonlar, yalınayak koşan
ve dört karıya inanan
Ve kıyamet gününe
Ekmeği ancak düşünde gören milyonlar
Geceleri öksürükten yapılmış evlerde oturan
İlacın nasıl bir şey olduğunu hiç bilmeyen milyonlar
Işığın altında dönüşüverirler ölüye...
(Nizar Kabbani, Ekmek Haşhaş ve Ay)


“Meta yu'linune vefate'l- 'Arab” (Arapların Ölüm Haberini Ne Zaman Duyuracaklar) adlı bir başka şiirinde bu tarifi daha da keskinleştirir. Düşlerde resmedilen, arzulanan birleşik “Arap ülkeleri” imgesi ile gerçek Ortadoğu coğrafyası arasındaki tezatlık bu şiirde açıkça ortaya çıkar:


Çocukluğumdan beri çabalıyorum resmini çizmeye ülkelerin,
Adlandırılan Arap ülkeleri diye, mecazen
...
Ülkelerin resmini çizmeye çalışıyorum
Bir aşk kentini resmetmeye çalışıyorum
Bütün komplekslerden arınmış
Orada ne dişiliği boğazlamak var
Ne de cesetlere saldırmak.


Bu şiirde Arap imgesinin kimi toplumlarda yer etmiş çeşitli olumsuz çağrışımlarını acı bir alayla eleştirir, aynı zamanda savaş karşıtlığını ve uğradığı baskıları da dillendirir:


Çabalıyorum çocukluğumdan beri
Açmaya yaseminden bir gökyüzü
Ve sonunda kurdum ilk aşk otelini...
Bütün Arapların tarihinde...
Konuk etsin diye aşıkları...
Ve bütün eski savaşları kaldırdım
Erkeklerle kadınlar arasındaki
Güvercinle güvercini boğazlayanlar arasındaki
Mermerle mermerin beyazlığını yaralayanlar arasındaki
Ama onlar kapattılar otelimi...
Dediler ki aşk yakışmaz Arapların geçmişine
Arapların temizliğine
Arapların mirasına...
Hayret doğrusu!!!


Şiirin önemli bir diğer yönü de güçlü bir tarih bilgisine ve keskin bir gözleme dayanıyor olmasıdır. Kör inançlara ve cehalete de vurur Kabbani! Bu vesileyle kendi toplumu adına bir özeleştiri yapmayı da ihmal etmez:


Elli yıldır ben
Arapların halini izliyorum
Gürlüyorlar ama yağmıyorlar
Savaşlara giriyorlar ama çıkamıyorlar
...
Ordular gördüm orduya benzemez
Fetihler gördüm fethe benzemez
Ve izledim bütün savaşları televizyon ekranlarından
Ölüler var televizyon ekranında...
Yaralılar var televizyon ekranında...
Ve Allah'ın yardımı geliyor bize...
televizyon ekranında...

Ey vatanım korku filmi haline getirdiler seni
Akşamları izlediğimiz
Peki nasıl görürüz seni, keserlerse elektriği???


Kabbani'nin bu şiiri doğrudan Filistin'i anlatmasa da, onu ve onun dolayımıyla ortaya çıkan sorunları, bölgede birbirine düşürülen halkları, iç savaşları anlatması bakımından önemli.


Dostlarım
Başkaldırmıyorsa, neye yarar şiir?
Azgınları ve azgınlıkları yıkmıyorsa, neye yarar şiir?
Zamanı ve mekânı
Sarsmıyorsa, neye yarar şiir?
Satrapların başındaki tacı
Yere çalmıyorsa neye yarar şiir?
(Nizar Kabbani, Yasaklanmış Şiirler)



Şairin yolu


Son olarak şunu belirtelim: Filistin şiiri, Filistin davasının sadece duygusal yönünü değil düşünsel yönünü de ifade eder. Hatta diyebiliriz ki teknolojik olanakların günümüzdeki kadar gelişkin olmadığı 20. yüzyılda Filistin sorununun dünya kamuoyuna anlatılmasında Filistinli şairlerin çok önemli katkıları olmuştur. Yine altını çizmek gerekirse, Filistinli şairler, mücadele için dışardan gazel okuyan seçkinler değillerdir. Her biri mücadele koşullarında yetişmiş ve neredeyse tamamı sürgün hayatı yaşamıştır. Onlar, hem gerçek savaşım cephesinde hem de sanat cephesinde Filistin bayrağını yükseltmişlerdir. Bütün dünyaya Ortadoğu'da oynanan kirli oyunları, Siyonist zulmünü, sürgünleri, acıları, yıkımları, ölümleri ve elbette baş eğmez direngenliği, umudun ateşini, vazgeçmeyişi, inancı... şiirin diliyle anlatmayı başarmışlardır.


Ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
“Bir Filistin vardı,
bir Filistin gene var!”



Kaynakça:
1. Rahmi Er, Çağdaş Arap Edebiyatı seçkisi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 2004
2. Mim Kemal Öke, Filistin Şiiri, Evrensel Basım Yay. İstanbul, 2002
3. Gürhan Uçkan, Üç Kıtadan Sesler (şiir seçkisi), Yarın yay., Ankara, 1983
4. George Thomson, Şiir sanatı, Çev: Cevat Çapan, Üç Çiçek Yay., 1984
5. Alexander Flores, İntifada, Çev: Süleyman Çetinkaya, Çizgi Yay. İstanbul, 1991
6. Eric Rouleau, Vatansız Filistinli, Çev: Aydın Emeç, Hür Yay., 1979
7. Ingels Bent – James Downing, Geri Döneceğiz: Mülteci Kamplarında Filistinli Kadınlar, Çev: Tunç Soyer, Kıyı Yay., İstanbul, 1987