19 Haziran 2009 Cuma

ÜLKELERDE GÖZALTINDA KAYBEDİLENLER

Arjantin’de faşist darbe döneminde katledilenlerle ilgili yeni bir arşivin bulunduğunu gazeteden okuyunca içim daraldı. İster istemez başta Amerikan emperyalizmi geri kalmış ülkelerde faşist darbeler tezgâhlayarak darbeler yaptığını ve muhaliflerini askeri kışlalara, emniyet müdürlüklerine götürerek orada işkence yapmaları ve işkence sonucu yaşamlarını yitirenleri, hatta gözaltında kaybedilen insanların yazılarını okudum. Onlara sahip çıkan ailelerini ve annelerinin faşist darbeden hesap sormalarını okudum. Askerin dipçiklerine hedef olurlarken, asker postallarının altında tekmelenseler de, polisin şiddetine hedef olsalar da, yakınları için dişe diş bir mücadelenin anılarını okudum. O yaralı yüreklerde gözaltında kaybedilen çocuklarının, yakınlarının hesabının bir gün sorulacağının umudunu hiçbir zaman yitirmeyenleri okudum.

Arjantin, Santa Fe'de, ülkede 1976 ile 1983 yılları arasındaki faşist diktatörlük döneminde kaybolanlarla ilgili yüzlerce polis raporunun bulunduğu bildirildi. Başsavcı Esteban Righi basına yaptığı açıklamada, bunun buzdağının görünen kısmı olduğunu söyleyerek, hayal edemeyecekleri şeyler bulabileceklerini, bu arşivin, diktatörlük altında neler olup bittiği konusunda çok açık bir fikir verdiğini ve süren davalarda da kanıt olarak kullanılabileceğini belirtti.

Bir polisin savcıya başvurması sonucu kent arşivlerinde bir odada bulunan ve şu an için küçük bir bölümü incelenen raporlarda, kaçırılan ve daha sonra kaybolan insanlar, cesetler ve bazı siyaset adamları ile sendikacıların gözaltına alınmasının anlatıldığı, raporlardan bazılarının 1975 tarihini taşıdığı kaydedildi. İnsan hakları örgütlerine göre, diktatörlük döneminde 30 bin kadar kişi kayboldu ya da öldürüldü. Arjantin’de işlenen insanlık suçu için birçok doküman ortaya çıktı.

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki kirli savaşla ilgili gizli belgeleri, ülkedeki darbe yönetiminin ABD’nin insan hakları ihlallerine göz yumacağına inandığını ortaya koydu.

22 Ağustos— Yayınlanan gizli belgelere göre, darbe yönetiminin Dışişleri Bakanı Amiral Guzzetti, Washington’da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ve Başkan Yardımcısı Nelson Rockefeller ile görüşmesinden ‘sevinçle’ ayrılmış. Belgelerde, Arjantin hükümetinin, ABD’den, ‘asıl kaygının insan hakları değil, darbe hükümetinin işini hızlı bitirmesi’ olduğu izlenimini aldıkları da kaydediliyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı, Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki darbe döneminin “kirli savaşı” ile ilgili önceki gün 4 bin 667 gizli belgeyi yayınlamıştı. Darbecilerin solcu parti, sendika, dernek ve diğer muhalefet gruplarına karşı yürüttüğü baskı kampanyası sırasında işlenen cinayet ve katliamlar sonucunda Arjantin hükümetinin resmi rakamlarına göre en az 8 bin 900, insan hakları gruplarının rakamlarına göre ise en az 30 bin kişi öldürüldü.

Açıklanan belgelerden bazıları, ABD’nin Arjantin Büyükelçiliği’ndeki diplomatların, Amerikan hükümetinin Arjantin yetkilileriyle görüşmelerinde insan hakları ihlallerinin ciddi bir sorun olduğunu kararlılıkla anlatmadığı izlenimine kapıldıklarını gösteriyor. Darbe hükümetinin düşmesinden sonra, adam kaçırma, işkence ve solcu muhaliflerin yargılanmadan idam edilmesi suçlarından birçok üst düzey askeri yetkili 1985’te hapis cezalarına çarptırılmış, ancak 1990’da dönemin Devlet Başkanı Carlos Menem tarafından affedilmişlerdi.

Arjantin’de askerlerin postalları altında1976 ile1983 arasında devrimci unsurların tavsiye edilmesi vardı. Onu destekleyen Amerikan emperyalizmi vardı. Amerikan emperyalizmi sadece tek bir ülkeyle yetinmedi.

11 Eylül 1973'de, Şili ordusu, General Augusto Pinochet önderliğinde, dünyada seçimle göreve gelmiş ilk sosyalist başkan olan Salvador Allende hükümetini devirdi. 17 yıl boyunca iktidarda kalan Pinochet yönetiminin uygulamaları barbarca ve katliamcıydı. 2004'te Şili Devlet Başkanı Ricardo Lagos'un girişimiyle oluşturulan İşkence Komisyonu'nun hazırladığı Valech Raporu'nda darbenin bilânçosu şu rakamlarla yer aldı: 130 bin kişi tutuklanmış; kadın, erkek ve çocuk 30 bin kişiye 18 farklı işkence yöntemi uygulanmış, 2 binden fazla kişi hayatını işkencede kaybetmiş ve 1197 kişi de gözaltında kaybolmuştu!
Şili'deki cunta dönemi 1990'da sona erse de, geride kalan darmadağın yaşamlar, işkenceler, tecavüzler ve ölümler bırakan darbenin baş sorumlusu Pinochet'nin yargılanması için ilk adım 1998'de İspanyol yargıç Baltasar Garzon tarafından atıldı.

Devlet Başkanı Ricardo Lagos'a iletmesiydi. Mektupta Pino-chet'nin ajanlarının 1973–75 arasında 800'e yakın cesedi okyanusa atmak için gemiler kiraladığı, cesetlerin iyice derine inmesi için üzerlerine bakır külçeler bağladıkları yazıyordu. Dağılıp su yüzüne çıkmalarını engellemek için de cesetlere özel kimyasal maddeler enjekte edilmişti.

General Augusto Pinochet, faşist iğrenç yüzünü devrimcilerin kanını akıtarak, imha ederek uygulasa da arkasında büyük güç olan emperyalist Amerika vardı. Şili’de barbarlıklar, katliamlar yaşanırken kadınların, annelerin mücadelesi örgütlü bir güce dönüşmüştü.

Şili'de askeri darbeye karşı oluşan en önemli direniş hareketi gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının hareketidir. Evlerinden zorla alınarak kayıplara karışan yakınlarının isimlerini ya da resimlerini kumaş kırpıntılarını birleştirerek yaptıkları tablo veya yastığın bir köşesine yerleştiren "arpilleristas" (kırpıntı ustaları) bir yandan geçimlerini sağlamaya çalışıyor, diğer yandan da faşist darbeden yakınlarının akibetini soruyorlardı. Bu hareketin çoğunluğunu işçi kadınlar oluşturuyordu. Onlar, kadınları "kadınsı değerleri" kendi faşist emelleri için ikiyüzlüce kullanan Pinochet rejimine karşı direnişte aynı yöntemi kullanıyor, "kadınsı bir uğraş" olan dikiş nakış işleriyle darbeye karşı mücadelede kendilerini ifade etmeye çalışıyorlardı.

Her ülkede olduğu gibi sınıf mücadelesinde de kadınlar en ön safta yerini almaktadır. Yaşam acıları, hüzünleri sevinçleri paylaşmaktır. Sınıflar var olduğu sürece emek sermaye çelişkisi de var olacaktır.

Gelelim Brezilya’ya, 1964–1985 arasındaki yıllık askeri darbe döneminde yaşananların ayrıntılarını ilk kez resmi bir belgede toplayarak yayınlanmasına… Bu ülkede de dilleri farklı da olsa aynı iğrençliklerin yaşandığını görmekteyiz. Ülkeler değişse de sınıf mücadelesi hiçbir ülkede değişmemektedir.

Brezilya'da yaklaşık 20 yıllık askeri darbe döneminin ayrıntılarını anlatan resmi kitap, kendi de diktatörlük döneminde bir süre cezaevinde yatmış olan Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva'nın da katıldığı bir törenle tanıtıldı.

"Gerçeğe Ulaşma ve Bellek Hakkı" adlı resmi kitapta, diktatörlük dönemi federal ajanları, tecavüz, işkence, cezaevindekilerin yargısız infazla öldürülmeleri ve mağdurların cesetlerinin saklanması gibi suçlarla suçlanıyorlar. Tıpkı her ülkede olduğu gibi aynı olan insan manzaraları var.

Kitap darbe dönemindeki siyasi cinayetleri ve kayıpları araştırmak için oluşturulan özel komisyonun 11 yıllık çalışmalarının sonuçlarını içeriyor. Askeri diktatörlük döneminde 400'den fazla insanın öldürüldüğü ve 160 kişinin de kayıp olduğu tahmin ediliyor. Bu rakam ailelerin ve devrimcilerin belirlediği rakam olabilir. Bizlerin bilmediği kaç kişinin nasıl öldürüldüğüdür!

Latin Amerika’da ya da Amerikan kıtası dediğimiz yerde, ülkelerde Amerikan emperyalizminin darbeler tezgâhladığını görürken, onlara destek verenlerde kendi ülkelerindeki askeriye gücü ve tekelci sermayedir. Darbeler özünde halka karşıdır. Özelliklede halka sınıf bilinci taşıyan devrimcilerin önlerini kesmek içindir.

Ülkemizde gerçekleştirilen faşist darbeler dönemlerine göre açıktan hissettik. Bu darbe girişiminde de Amerikan emperyalizminin rolü açıktan vardır. Türkiye’de darbe olduktan sonra ABD yetkilileri; “Bizim çocuklar işi başarmış” diyor. Nede olsa küçük Amerika olacağız diyenlerin ülkesinde yaşıyoruz.

12 Eylül 1980 darbesini izleyen iki yıl içinde 650 bin kişi gözaltına alınmış, 210 bin davada 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmıştır.

Her mahalle karakolunda, siyasi şubede ve gizli yerlerde işkence hücresi kurulmuş, genç yaşlı, kadın, erkek ve çocuk demeden binlerce kişi işkenceden geçirilmiş, yüzlercesi sakat kalmış, öldürülmüş ve 9 bin 962 sorumluya işkence soruşturma ve davası açılmak “zorunda” kalınmıştır. Tabii ki, her işkence olayında olduğu gibi hiçbir işkenceci hüküm giymemiştir.

21 bin 764 kişi örgüt üyeliğinden hüküm giymiş, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılmıştır.

50 kişi asılarak idam edilmiş, 17 yaşındaki Erdal Eren’i asabilmek için yaşı büyütülmüş, darbeci başı Kenan Evren, “Asmayalım da besleyelim mi?” demiştir.

1 milyon 683 bin kişi “fişlenmiş”, 15 bin 509 öğretim görevlisi üniversitelerden atılmış, 18 bin memur, 2000 yargıç ve savcı, 4000 polis, 2000 subay ve 5000 öğretmenin işine son verilmiştir.

23 bin dernek, tüm sendikalar ve partiler kapatılmış, YHK eliyle sendikacılık çökertilmiş, işçi liderleri tasfiye edilmiş, grev hakkı yasaklanmıştır.

Basına sansür konulmuş, 113 bin 607 kitap yakılmış, 39 ton kitap ve dergi kağıt fabrikalarında hamur yapılmıştır.

937 sinema filmi yasaklanmış, 2792 yazar, çevirmen ve gazeteci toplam 3315 yıl ve 3 ay hapis cezasına çarptırılmışlardır.

12 Eylül darbecisi, 1961 Anayasası’nı lağvetmiş, okullarda din dersini zorunlu kılarak İslâmcı zihniyeti yerleştirmiştir. O günü hatırlayanlar çok iyi bilir! Darbeci Evren her gittiği yerde Kuran’ı Kerim’i elinden düşürmeyerek, ayetler okurken devrimcileri karalama kampanyası başlatmıştı.

Sudiarabistan’dan “Rabıta” aracılığıyla Türkiye’deki yasal ve yasal olmayan imamların parası ödenmesi için her ay düzenli para gelmişti. Uğur Mumcu’nun “Rabıta” ile ilgili yazısı o dönem yazdığı gazetede çıkmış ve kitap haline getirmişti.
12 Eylül darbecisi, darbecileri1982 Anayasası’yla bütün yaptıklarından ötürü yargılanmamayı da hükme bağlamıştır. Kendini böylece güvence altına almıştır. Hemen hemen her ülkede darbeciler yargılanıp, hüküm giyerken bizim ülkemizdeki eli kanlı olan darbeciler ak kaşık gibi ortalıkta dolaşmaktadırlar.
Ülkemizde de Gözaltında ve faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının bulunması amacıyla Cumartesi anneleri olarak bilinen kayıp yakınları, 1995–1999 yılları arasında Galatasaray Lisesi önünde iki yüz hafta boyunca her Cumartesi günü seslerini duyurmaya çalıştılar.

Kayıp yakınları yağmur, çamur ve sıcak demeden dört yıl her cumartesi sözleşerek Galatasaray Lisesi önünde bir araya geldiler. Öyle anlar oldu ki, acılarını yüreklerine gömen annelere, babalara ve yakınlarına polisin sert müdahalesi gecikmedi. Ara sıra polis, kurt köpeklerini kayıp yakınlarına saldırttı.

Kayıp yakınları güçleri oranında direndi. Onların bir tek umudu vardı. Gözaltında kaybedilen yakınlarının hesabını sormaktı. Oradan geçen insanların bu insanlar buraya oturarak ne yapıyorlar diye kendi kendilerine sormuşlardır! Kimileri ürkek bakışlarla, kimileride içlerinde garip bir duygu taşıyarak onlara gözlerinin ucuyla bakmışlardır.

Bütün dünyada insan hakları ihlalleri arasında sayılan "gözaltında kayıplar" kişinin güvenlik kuvvetlerince gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınmaması, güvenlik kuvvetlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde, devletin bunu kabul etmemesi anlamına geliyor. Bir başka deyişle kişinin zorla kaybedilmesi anlamına geliyor..

Türkiye "gözaltında kayıp" gerçeğiyle 1980 sonrasında karşılaştı. İlk kayıplardan Hayrettin Eren 21 Kasım 1980'de İstanbul'da güvenlik güçlerince gözaltına alındığı arkadaşları kanalıyla ailesine iletiliyor.

Eren ailesi haberi duyar duymaz o dönem gözaltı merkezi olan Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'ne gidiyor, kapıda oğlunun arabasını gören anne Hayrettin'in gözaltında bulunduğundan emin bir şekilde yetkililerle görüşüyor, ama sonra yüzlerce ailenin duyacağı klasik cümleyi duyuyor: "Bizde yok!".

Arabanın kapıda olduğunu hatırlatıyorsa da, yanıt alamıyor, zaten sonraki gün araba da "gözaltında kayboluyor". Eren ailesi seslerini duyurabilecekleri her yere ulaşmaya çalışıyorlar, sonuç değişmiyor; Yıllar sonra halen Hayrettin'den haber yok.

Hayrettin Eren'den haber alınamadığı gibi 1980–1990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkâri’den 12 insan daha gözaltında kaybediliyor.

Bunlardan Hüseyin Morsümbül'ün 18 Eylül 1980 günü Bingöl merkezdeki evlerinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alınıyor, ardından Baba da gözaltına alınıyor, yoğun işkencelerden geçiriliyor.

Baba gözaltındayken oğlunun oradan kaçtığını etraftaki görevlilerin konuşmalarından öğreniyor ki, daha sonra bunu şöyle açıklıyor: "Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın bir kuşun kaçması bile mümkün değil."

Yukarıda ülkelerin isimleri yazılı ya da yazılı olmasın her darbede işkenceler, kayıplar, baskılar, tecavüzler ve diğer aşağılık, iğrenç olaylar yaşanmıştır. Annelerin, ailelerin direnişinde güvenlik güçleri yaptıkları karşısında hep inkârı seçmişlerdir.

Gözaltında kayıplar 1990 yılı ile birlikte her gelen yılla birlikte, çoğu da Olağanüstü Hal Bölgesi'nden (OHAL) olmak üzere artış gösteriyor. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) yapılan resmi başvurularda bugün gelinen noktada 543 gibi bir sayıya ulaşıyor.

İHD özellikle OHAL bölgesinde kayıp yakınlarının hepsinin resmi başvuruda bulunamadıkları gerekçesiyle rakamların ülkedeki gerçek gözaltında kayıp sayısını tam olarak yansıtmadığını düşünüyor.

Son 8 yılda kayıp yakınlarının başvurularına göre İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmaları çerçevesinde 520 olan gözaltında kayıplar yıllara göre dökümü…

1991 – 4, 1992 – 8, 1993 – 36, 1994 – 229, 1995 – 121, 1996 – 68, 1997 – 45, 1998 -9

Burada, özellikle 1994 yılındaki gözaltındaki kayıplarda hızlı artışa dikkat çekmek gerekiyor, bir anlamda 1992–1993 yıllarında OHAL bölgesindeki "Faili meçhul cinayetler"in yerini isim değiştirerek 1994'de gözaltında kayıplar alıyor.

1995 sonrasındaki verilerde İHD başta olmak üzere, 27 Mayıs 1995'de başlayan Cumartesi annelerinin Galatasaray basın açıklamaları ile birlikte içte ve dışta gözaltında kayıplara karşı verilen mücadelenin etkisi görülüyor.

21 Mart 1995 günü Hasan Ocak'ın İstanbul'da gözaltına alınıp kaybedilmesi olayı ailesi başta olmak üzere insan hakları savunucularının yoğun arama mücadelesi Türkiye'nin belleğine kazıldı.

Artık insanlar hızla bu ülkede "gözaltında kayıp" ihlalinin de yaşandığını duymaya başladılar. Ocak'ın işkenceyle öldürülmüş bedeni kaybedilmesinden 55 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulundu.

Devlet Ocak olayında suskun kalmayı yeğledi. Oysa devlet Ocak'ın gözaltından 5 gün sonra Beykoz Ormanlarında köylülerin bulduğu ölü beden İstanbul Adli Tıp Morguna nakledilmişti. Acı ama gerçek olan aynı anda Hasan Ocak'ın resimleri hem devletin Adli Tıp'ında vardı, hem de sokaklarda "Hasan nerede" diye sorulurken dolaştırılıyordu.

Kenan Bilgin bir başka 12 Eylül'de, 1994'de Ankara'da otobüs durağında gözaltına alındı. Alındı, çünkü onu Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde görenler var, içlerinde avukatların da bulunduğu bu tanıklar Kenan Bilgin'i gördükleri doğrultusunda ifade de verdiler.

Onun "22 gündür buradayım, beni kaybedecekler" diye hücresinden haykıran sesini dışarı taşıdılar. Tanıklı ve kanıtlı gözaltında kaybedilmeye karşı ailenin devlete yaptığı bütün başvurular gene aynı yanıtı aldı: "Bizde yok!"

Nazım Gülmez, 61 yaşında. 14 Ekim 1994 günü askerler Gülmez'in yaşadığı Tunceli Hozat Taşıtlı köyüne geliyor. Köyde yapılan aramada Nazım Gülmez üç köylüyle birlikte alınıp götürülüyor. Daha sonra 3 köylü serbest bırakılıyor, Gülmez'den ise bir daha haber alınamıyor. Gözaltına alınanlar, muhtar ve bütün köylülerin gözü önünde yaşanan gözaltından sonra devletin yanıtı gene aynı: "Bizde yok!"

Mehmet Özdemir, 44 yaşında, 29 Aralık 1997 günü Diyarbakır hayvan pazarında insanların gözü önünde çevrenin sivil polis olarak bildiği telsizli kişilerce gözaltına alınıyor.

Avukatın ilk başvurularında Özdemir'in gözaltında olduğu kabul edilince aile rahatlıyor, ancak daha sonra sağlığını sormak üzere Emniyet Müdürlüğü'ne giden avukata bu kez gene bildik yanıt tekrarlanıyor: "Bizde yok!"

Verilen rakamlarla örnekleri çoğaltmak mümkün, son olarak 20 yaşındaki Murat Yıldız'ın nasıl kaybedildiğini oğlunu o günden bu yana kayıp yakınlarıyla birlikte arayan anne Hanife Yıldız anlatıyor:

"Oğlum Adli bir nedenle aranıyordu, onu bir avukatla birlikte kendim Bornova Polis Karakolu'na teslim ettim. Oğlumu tekrar sormaya gittiğimde silah göstermek üzere feribotla İstanbul'a giderken Murat'ın kendini denize attığını söylediler. İnanmıyorum."

Gözaltında kayıp iddiaları ulusal ve uluslararası platformlarda, yerli ve yabancı gazete, radyo ve televizyonlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, ulusal ve ulusalüstü yargıya konu oluyor.

Kayıp yakınları mahallelerindeki, köylerindeki karakollardan başlayarak her kademede oğullarını, kızlarını, sevdiklerinin akıbetini öğrenmek için resmi başvurular yapıyorlar.

Devlet kayıpların en azından her hafta gündeme getirildiği Galatasaray'da kayıp yakınlarına ve gözaltında insanların kaybedilmesine karşı olan insanları döverek, yerlerde sürükleyerek, yaşlı, genç, çocuk, kadın erkek ayrımı yapmaksızın ilgili ilgisiz Beyoğlu'ndan geçenleri gözaltına alarak yanıt vermekteydi.

Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 27 Mayıs 1995 gününden başlayarak İstanbul, İstiklal caddesinde Galatasaray Lisesi önünde her Cumartesi saat 12.00’de, "Kayıplar akıbeti açıklansın, sorumlular ortaya çıkarılarak yargılansın ve Kayıplar son bulsun" talebiyle basın açıklaması yaptılar, yapmaya çalıştılar.

Yapmaya çalıştılar, diyoruz; çünkü 15 Ağustos 1998'de 170. haftada başlayan engellemelerin 30 hafta sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 200. haftada, yani 13 Mart 1999'da, sürekli gözaltı, kötü muamele ve dayaktan güvenlik kuvvetlerinin biber gazı kullanmalarına varan engellemeler karşısında Galatasaray'a ara verdiler.

Cumartesi Anneleri Ergenekon davası ile birlikte ortaya çıkan bilgiler ve dönemin cinayet işleyen ve varlığı reddedilen JİTEM elemanlarının itirafları ışığında kaybedilen yakınlarının bulunması talebiyle uzun bir aradan sonra ilk eylemlerini gerçekleştirdiler. Kayıp aileleri 7 Şubat günü Galatasaray Lisesi önünde saat 12.00’de 202. defa bir araya geldiler. İHD İnsan Hakları İstanbul Şubesi Gözaltında kayıplara Karşı Komisyon tarafından başlatılan eyleme kayıp yakınları, DTP Milletvekili Pervin Buldan ile ÖDP Milletvekili Ufuk Uras ile devrimci demokratik kurumlar katıldılar.

202. haftasında “Ali Tekdağ 13 Kasım 1994’de Gözaltında Kaybedildi Devlet ‘Bizde Yok’ Dedi Türkiye AİHM’de Mahkûm Oldu” pankartıyla biraraya gelen kayıp yakınlarına hitaben Pervin Buldan ile Ufuk Uras kısa birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmaların ardından tiyatro sanatçısı Nisa Yıldırım basın açıklamasını gerçekleşitirdi.

Yıldırım açıklamada “Diyarbakır’da pastacılık yapan evli ve yedi çocuk babası olan Ali Tekdağ, 13 Kasım 1994 tarihinde karısıyla birlikte Dağkapı’da alışveriş yaparken, silahlı telsizli kişilerce, başına ceketi geçirilerek otomobile bindirilip götürüldü ve bir daha kendisinden haber alınamadı” dedi. Eşi Hatice’nin ve İnsan Hakları Derneği’nin girişimlerine rağmen gözaltına alındığı kabul edilmeyen Tekdağ’ın Çevik Kuvvet’te gözaltında tutulan Seyfettin Demir adlı vatandaşa “Aileme söyleyin beni kaybedecekler” dediğini, bu tanıklığa rağmen gözaltına alındığının kabul edilmedigi vurgulandı. “20–01–1996 tarihli Evrensel Gazetesi’nde yayınlanan itiraflarında bir JİTEM subayı ‘Tekdağ’ın önce çevik kuvvette daha sonra Pirinçlik Askeri Üssünde sorgulandığını, sorgulama bilgilerinin doğrudan, kendi isteği üzerine OHAL Valisi Ünal Erkan’a iletildiğini, sorgulamaya Timuçin lakaplı Özel Tim Komiser Yardımcısı ve Teğmen lakaplı komutanın katılarak bizzat işkence yaptıklarını, işkencenin askeri doktorlar gözetiminde yapıldığını’ anlattığı hatırlatıldı. JİTEM subayı ‘Tekdağ’ın sorgusunun 120. gününde kendisinin de bulunduğu operasyon timi eşliğinde, askeri bölge dışında çöplüğe getirilip silahla taranarak öldürüldükten sonra cesedinin benzin dökülerek yakıldığını’ da anlattı”. JİTEM itirafçısının ifadeleri Tekdağ’ın ölümünden dönemin OHAL Valisi, Asayiş Kolordu Komutanı ve Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün bilgi sahibi olduğunu gösteriyor. Yıldırım “Şimdi bir kez daha soruyoruz; Ali Tekdağ nerede? Teğmen, Boğa, Timuçin lakaplı Özel Tim görevlileri ve subaylar kimlerdir? OHAL Valisi Ünal Erkan neden sorgulanmıyor? Dönemin Emniyet Müdürü neden sorgulanmıyor? Dönemin Asayiş Kolordu Komutanı neden sorgulanmıyor?” sözleriyle açıklamaya son verdi.

Açıklamanın ardından bir sonraki hafta yapılacak eyleme katılım çağrısıyla eylem son buldu.

Araştırmalarda kayıpların listesi uzadıkça uzuyor. Kelimenin tek anlamıyla Türkiye’de ve dünyada yaşanılanlar tam anlamıyla bir vahşettir. 1990’lı yıllarda adı “Ohal” olarak anılan dönemlerde, Kürt halkının yoğunlukla yaşadığı ve yaşamadığı yerlerde kimliklerinden dolayı gözaltına alınıp ta yaşamlarını sonlandıranlar. Silahlarını Kürt aydınlarına ve basın mensuplarına çevirmiştir. Musa Anter, Vedat Aydın ve isimlerini yazamadığımız ya da bilemediğimiz bizim gibi etten ve kemikten olma insanlar aramızda yaşamıyorlar.

Birilerinin zevki ve sefası için halkların kanları dökülmesin! Dünyanın toprakları hepimize yeter. Bizler yeter ki paylaşmayı, dayanışmayı ve birbirimizi kabul etmeyi başaralım…

Hüseyin Habip Taşkın

Hiç yorum yok: