Fatma Konaş
Türkiye Cumhuriyeti, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının büyük mücadelesi sonucu kurulmuştur. Bu vatan toprağının her karışı şehit kanları ile yıkanarak kazanılmıştır. Bugün ise topraklarımız emperyalist ülkelerin tehdidi altındadır. Dünyanın gözü üzerimizdedir. Emperyalist Batının desteklediği bölücü örgüt PKK’ya her gün şehit veriyoruz.
Ülkemiz, yıllarca işbirlikçi iktidarlar tarafından yönetildiği için, emperyalizmin üzerimizdeki oyunlarına karşı direnç gösterilmedi. Hatta bu oyunlar, iktidardaki güçler sayesinde oynandı.
İktidarların işbirlikçi olduğu yerde, devrimci mücadele şarttır. Ülkemizde de bu mücadele 1960’lardan bugüne verilmektedir. İşbirlikçi Demokrat Parti iktidarına isyan eden gençlerden Turan Emeksiz şehit oldu. 1968’den sonra mücadele daha da artarak devam etti. “Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” isteyen gençler ABD emperyalizmine karşı savaştılar. Devrimci gençliğin liderlerinden Deniz, Mahir, Hüseyin, Yusuf, Sinan ve ismini yazamadığımız yurdumuzun nice gözbebeği şehit düştü. Hepsini saygıyla anıyoruz.
1980’den sonra ise faşist cunta bir baskı rejimi kurdu. Devrimciler işkencelerden geçirildi. Gençlik üzerinde baskılar arttı. Bu yüzden 80 sonrası güçlü bir devrimci gençlik hareketi olmadı. Ta ki 2000’lere kadar...
Bugün Atatürkçü-devrimci bir ruhla vatanı için gözünü budaktan sakınmayan bir gençlik var. Bu gençlik Türk milletinin aydınlığıdır, geleceğidir.
TÜRKSOLU’nu yayınlayan gençler, Türkiye’nin devrimci geleneğinin mirasçısıdır.
Gelin, ülkesi ve milleti için mücadeleyi kendine görev edinen, ailesinden ve evinden çok uzaklarda görev alıp çalışan bu cesur ve aydınlık gençliğin yanında olalım. Onlarla birlikte yürüyelim...
Adım adım Şer-i bir yaşama doğru sürükleniyoruz. Evlerin bodrum katlarında mini mini bebelere zikir yaptırılıyor. Kadınlarımızın özgürlükleri ellerinden alınarak beyinleri yıkanıyor. Hastaneler, devlet daireleri, işyerleri başı örtülü yoz kafalarla dolu.
Düzenin sahipleri yargı bağımsızlığı lafını sürekli tekrarlıyorlar. Ama iktidar işine gelmeyen yasaları hemen değiştiriyor. Ergenekon düzmecesi ile Atatürkçüler sindirilmek isteniyor.
Ancak biz büyük bir milletiz. Üzerimizde oynanan oyunları bozacağız. “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir millet olduğumuz herkese göstereceğiz. Şeriatı ve Kürtçülüğü destekleyen emperyalistlere gereken dersi vereceğiz.
Bunun için cesurca bir mücadele vermeliyiz. Meşru mücadelemizi büyütmek için örgütlenmeliyiz. Güç örgüttür. Örgütümüz gücünü halktan alır. En büyük silahımız kalemimiz ve devrimci ruhumuzdur. Devrimci ruh, Ata’sına ve onun ilkelerine sahip çıkacak ve emperyalizme karşı mücadeleden vazgeçmeyecek devrimci ruhtur.
Davamızın sesi gazetemizdir, TÜRKSOLU’dur. Gazetemiz kitlelere ulaşmada, gerçekleri anlatmada en önemli aracımızdır. Ülkemizin bölünmesine engel olacak ve gericiliğe karşı mücadelemizde bize yol gösterecek politikaları TÜRKSOLU bize göstermektedir. Gazetemiz, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin sesidir.
Mücadeleye omuz vermek her Atatürkçünün görevidir. Vatanımızın ve çocuklarımızın geleceğini düşünüyorsak sessiz kalamayız. TÜRKSOLU’nun fikirleri etrafında Atatürkçü partiyi örgütlemek temel görevimizdir.
İğneyle kuyu kazıyor gibi görünebiliriz. Ama o kuyuyu kazan eller çoğaldıkça TÜRKSOLU güçlenecektir. Milletimizin ve vatanımızın kurtuluşu için hepimizin yapacağı bir şeyler var.
Türk’ün sesi olacak bir parti kurmak için güçlü bir altyapı oluşturmalıyız. Bu altyapıyı oluşturmak için örgütlenmeliyiz. Örgütlenmek için bugün yapacağımız ilk iş gazetemizi daha çok kişiye ulaştırmaktır.
Örgüt (parti) olmadan TÜRKSOLU’nun yazdıkları toplumu harekete geçiremez. İnsanları harekete geçirecek şey partidir. Ancak partiyi oluşturacak şey de fikirdir, ideolojidir. İşte bu yüzden partimiz gazetemiz aracılığıyla kurulacaktır.
Kimimiz bir yıl, kimimiz beş, kimimiz ise daha fazla zamandır TÜRKSOLU’nu okuyoruz. Gazetemizden çok şey öğrendik. Öğrendiğimiz en önemli şey, Kürt-İslam faşizmini yıkmak için Türk milletinin örgütlenmesi gereğidir. Bu, milletimiz için hayat-memat meselesidir.
Üzerimize düşen görevi yapalım. Mücadelenin içinde olalım.
Vatan toprağımız ve Cumhuriyetimiz bize Atatürk’ten ve tüm şehitlerimizden emanettir. Bu emanete sahip çıkmak için örgütlenelim ve Atatürkçü Parti’yi kuralım.
29 Haziran 2009 Pazartesi
28 Haziran 2009 Pazar
SİVASTA YAKILAN CANLARI UNUTMAYACAĞIZ
SİVASTA YAKILAN CANLARI UNUTMAYACAĞIZ
Hüseyin Habip Taşkın
Aradan yıllar geçse de bazı olaylar insanların hafızasına kazılır. Özelliklede insanlık dışı işlenen barbarca olaylar miras gibi dilden dile, kitaptan kitaba, gazeteden gazeteye aktarılarak kitlelere ulaştırılır. Tarih sayfalarında barbarca işlenen suçlar fazlalık yönünden terazinin kefesinde daha ağır basmaktadır.
2 Temmuz 1993 Sivastaki, Madımak Otelinde devletin olaylara bilinçlice seyirci kalarak, yobazların, faşistlerin elerliyle işlenen barbarca katliam dünmüşçesine hafızalarımızda yerini korumaktadır.
Ülkemizde bilinçlice beyinlere işlenen Türkçülük, tek dil, tek mezhep ve benzeri ırkçı, şovenist, kafatasçı düşünceler Sivasta, Madımak otelinde 37 aydın diri diri taşlanarak, yakılarak, dumandan zehirlenerek vatan uğruna ve allah adına kışkırtılan gerici faşistlerin eylemlikleriyle yaşama geçirilmiş oldu.
Olanlar, oynanan oyunun sadece ön bölümüdür. Peki, oyunu oynatanlar, oyunun gerisinde kalan aşağılık Hitler hayranları neden ortaya çıkartılmadı? Bu ülkede katledilen her aydının faili bellidir. Devlet isterse perde arkasında olan eli kanlı katilleri ortaya çıkartır. Nedeni ortadadır! Bu ülkede emek ve sömürü vardır. Bir tarafta ezilenler, diğer tarafta ezenler vardır. Madımak otelinde allah adına yakılanların kimliklerine bir bakın! Milliyeti ne olursa olsun, onlar bu ülkenin aydınlık yüzleriydi.
2 Temmuz 1993 da Sivasta, Madımak oteline yapılan saldırıyla içerideki 37 canın barbarca katledilmesindeki amaçlardan bir tanesi ülkemizin aydınlık yüzlerini susturup yok etmektir. Yapılan bu iğrençlik aynı zamanda ülkemizde bulunan halklara gözdağı vermektir.
Bu barbarlıkların biçimsel farklılığı olsa da 12 Eylül 1980 öncesinde Maraş ve Çorum olaylarını, derin devlet diye söylenen kişilerin tezgahından çıkan iğrenç olayların bir devamıdır. Gazi Mahallesinde 12 Mart 1995de yaşanan olaylarda Sivas olaylarından pek farkı olmadığı gibi burada da derin devletin kanlı elleri işbaşı yapmıştır.
O günü hatırlamak için hafızalarımızı bir yoklayalım; 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin barbarlar tarafından kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 33 aydın yazar, ozan ve aydının ve iki otel çalışanının yakılarak öldürülmesi, oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zincirinin halkalarından birisidir.
Pir Sultan Abdalın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.
2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezine ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden önlendi.
Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan grup, Kültür Merkezinden yeniden Hükümet Meydanına geldi. Hükümet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli tutuşturulan perdeler ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte yakıldı. Otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekinin de bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin,merdiven trabzasındaki görevli tarafından darp edilip,merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan azgın kalabalığa doğru itildiği dönemin özel televizyonları tarafından belgelendi.Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya girenler tarafından kurtarıldı. Yaralılar, Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.
Olaylar sonucunda 33 aydın, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Yine olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen 2 günlük sokağa çıkma yasağı getirildi.
Aradan on altı yıl geçti ve Sivas katliamının yapıldığı yer olan Mamak Oteli hala konuşulmaya devam ediliyor. Nedeni ortada perdenin arkası aralanmamış ve gereği yapılmamıştır.
Konumuza dönerek hafızalarımızı yenilemeye devam edelim; Medresede kurulan standlara saldırılar başladı; satılan kitap ve kasetlerin sanatçılarına küfürler, dışardan alıp getirdikleri Hz.Ali, On İki İmam posterlerini yırtmalar, askılı giyen bayanlara sözlü saldırılar gibi fiili durumlar yaşandı. Aziz Nesin ile TGRT muhabirinin yaptığı röportaj; gazeteci kılığındaki provokatörün ortamı geren sorularına cevap gecikmedi; bir kişi, Aziz Nesine saldırdı; 'Beğenmediğin Allah seni yakacak' diye... O saatten sonra ortam iyice gerilmiş oldu.
Katliamın borazancıları yerel basın 2 Temmuz günü manşetlerinden kin kusmaya başlamıştı. 'Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor', 'Gün Müslümanlığı yerine getirme günüdür' gibi yalanlarla, katiller göreve çağrılıyordu. Gecikmeden de cevap geldi. Panel ve konserin yapılacağı kültür merkezine kara bulutlar gibi çökerek, taş ve sopalarla saldırdılar.
Cuma namazı çıkışı, daha önce aceleyle boşaltılan medreseye saldırıda bulunulmuş, kimseyi göremeyince de, kültür merkezine yönelmişler. Orada bulunanlar kapı ve pencerelere kurdukları barikatla ilk tehlikeyi savuşturmuşlar.
Dönem itibariyle DYP-SHP iktidardaydı. Belediye başkanı, katliamı bir orkestra şefi gibi yönetti. Ozanlar Anıtı yakılırken ve saldırılar artarak sürerken; 'Gazanız mübarek olsun' diye yüreklendirdi güruhu. Ödülünü de milletvekili olarak aldı... Sivas'ta askeri bir garnizonun oluşu ve olaylara müdahale etmeyişi akıllarda soru işareti uyandırmıştı!
2 Temmuz 1993, Başbakan Tansu Çiller: Oteli saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır! (Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir)
2 Temmuz 1993, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Güvenlik güçleri ve halkı karşı karşıya getirmeyelim.
O dönemin Başbakanından ve Cumhurbaşkanından ilginç cümleleri böylece duymuştuk. Konunun nasıl başka alanlara kaydırdıklarını hepimiz görmüş olduk.
DYP-SHP iktidarı Sivas katliamından sorumludurlar. Şu anda CHP mecliste olsa bile 2 Temmuzun hesabını sormaya hiç niyeti yoktur. Birçok Alevi dernekleri kendilerine umut kapısı gördüğü CHPyi kendi kurtuluşlarıymışçasına sahip çıkmalarına şaşırmamak gerekir. Çünkü sınıf mücadelesini Alevi dernekleri esas almamaktadır.
Hesap elbet sorulacaktır. O da örgütlü halkların mücadelesiyle, düzen partileriyle değil!
24.06.2009
Hüseyin Habip Taşkın
Aradan yıllar geçse de bazı olaylar insanların hafızasına kazılır. Özelliklede insanlık dışı işlenen barbarca olaylar miras gibi dilden dile, kitaptan kitaba, gazeteden gazeteye aktarılarak kitlelere ulaştırılır. Tarih sayfalarında barbarca işlenen suçlar fazlalık yönünden terazinin kefesinde daha ağır basmaktadır.
2 Temmuz 1993 Sivastaki, Madımak Otelinde devletin olaylara bilinçlice seyirci kalarak, yobazların, faşistlerin elerliyle işlenen barbarca katliam dünmüşçesine hafızalarımızda yerini korumaktadır.
Ülkemizde bilinçlice beyinlere işlenen Türkçülük, tek dil, tek mezhep ve benzeri ırkçı, şovenist, kafatasçı düşünceler Sivasta, Madımak otelinde 37 aydın diri diri taşlanarak, yakılarak, dumandan zehirlenerek vatan uğruna ve allah adına kışkırtılan gerici faşistlerin eylemlikleriyle yaşama geçirilmiş oldu.
Olanlar, oynanan oyunun sadece ön bölümüdür. Peki, oyunu oynatanlar, oyunun gerisinde kalan aşağılık Hitler hayranları neden ortaya çıkartılmadı? Bu ülkede katledilen her aydının faili bellidir. Devlet isterse perde arkasında olan eli kanlı katilleri ortaya çıkartır. Nedeni ortadadır! Bu ülkede emek ve sömürü vardır. Bir tarafta ezilenler, diğer tarafta ezenler vardır. Madımak otelinde allah adına yakılanların kimliklerine bir bakın! Milliyeti ne olursa olsun, onlar bu ülkenin aydınlık yüzleriydi.
2 Temmuz 1993 da Sivasta, Madımak oteline yapılan saldırıyla içerideki 37 canın barbarca katledilmesindeki amaçlardan bir tanesi ülkemizin aydınlık yüzlerini susturup yok etmektir. Yapılan bu iğrençlik aynı zamanda ülkemizde bulunan halklara gözdağı vermektir.
Bu barbarlıkların biçimsel farklılığı olsa da 12 Eylül 1980 öncesinde Maraş ve Çorum olaylarını, derin devlet diye söylenen kişilerin tezgahından çıkan iğrenç olayların bir devamıdır. Gazi Mahallesinde 12 Mart 1995de yaşanan olaylarda Sivas olaylarından pek farkı olmadığı gibi burada da derin devletin kanlı elleri işbaşı yapmıştır.
O günü hatırlamak için hafızalarımızı bir yoklayalım; 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli'nin barbarlar tarafından kuşatılıp yakılması ve dolayısıyla şehirde bulunan 33 aydın yazar, ozan ve aydının ve iki otel çalışanının yakılarak öldürülmesi, oteli ateşe verenlerden de ikisinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olaylar zincirinin halkalarından birisidir.
Pir Sultan Abdalın sazının çalındığı Sivas şehir merkezinde yapılması öngörülmüştü. Bu kapsamda pek çok aydının yanı sıra Aziz Nesin bu etkinlik nedeniyle dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'in özel davetlisi olarak bu kente gelmişti.
2 Temmuz 1993 günü organize biçimde öğle saatlerinde Paşa ve Meydan camilerinde çıkan gruplar önce etkinliklerin yapıldığı Kültür Merkezine ulaşarak, bir gün önce dikilen anıtı kısmen tahrip etti. Kültür Merkezi içindeki karşıt grupla çıkan taşlı sopalı çatışma, polis tarafından fazla büyümeden önlendi.
Hızını alamayan ve sayısı yaklaşık 10.000'e ulaşan grup, Kültür Merkezinden yeniden Hükümet Meydanına geldi. Hükümet Konağını taşlamaya ve slogan atmaya başlayan grup ardından Madımak Oteli civarına ulaşarak, slogan atmaya devam etti. Grubun sayısı akşam saatlerinde 20.000'e yaklaştı. Grup önce Madımak Oteli önündeki araçları ateşe verdi ve oteli taşladı bunun sonucunda taşlanarak camları kırılan Madımak Oteli tutuşturulan perdeler ve alt katta bulunan eşyalarla birlikte yakıldı. Otele sığınmış olan aydınlardan, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen,Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekinin de bulunduğu 37 kişi yanarak veya dumandan boğularak yaşamını yitirdi. Aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişi de olaylardan kendi olanaklarıyla, ağır yaralarla kurtuldu. İtfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin,merdiven trabzasındaki görevli tarafından darp edilip,merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan azgın kalabalığa doğru itildiği dönemin özel televizyonları tarafından belgelendi.Başından yaralanan Aziz Nesin'i linç edilmekten araya girenler tarafından kurtarıldı. Yaralılar, Tıp Fakültesi Hastanesi`ne götürüldü.
Olaylar sonucunda 33 aydın, 2 otel görevlisi ile 2 saldırgan yaşamını yitirdi. Yine olaylar sırasında Atatürk - Kongre ve Etnografya Müzesi önünde bulunan Atatürk büstü tahrip edildi. Akşam saatlerinde valilikçe ilan edilen 2 günlük sokağa çıkma yasağı getirildi.
Aradan on altı yıl geçti ve Sivas katliamının yapıldığı yer olan Mamak Oteli hala konuşulmaya devam ediliyor. Nedeni ortada perdenin arkası aralanmamış ve gereği yapılmamıştır.
Konumuza dönerek hafızalarımızı yenilemeye devam edelim; Medresede kurulan standlara saldırılar başladı; satılan kitap ve kasetlerin sanatçılarına küfürler, dışardan alıp getirdikleri Hz.Ali, On İki İmam posterlerini yırtmalar, askılı giyen bayanlara sözlü saldırılar gibi fiili durumlar yaşandı. Aziz Nesin ile TGRT muhabirinin yaptığı röportaj; gazeteci kılığındaki provokatörün ortamı geren sorularına cevap gecikmedi; bir kişi, Aziz Nesine saldırdı; 'Beğenmediğin Allah seni yakacak' diye... O saatten sonra ortam iyice gerilmiş oldu.
Katliamın borazancıları yerel basın 2 Temmuz günü manşetlerinden kin kusmaya başlamıştı. 'Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor', 'Gün Müslümanlığı yerine getirme günüdür' gibi yalanlarla, katiller göreve çağrılıyordu. Gecikmeden de cevap geldi. Panel ve konserin yapılacağı kültür merkezine kara bulutlar gibi çökerek, taş ve sopalarla saldırdılar.
Cuma namazı çıkışı, daha önce aceleyle boşaltılan medreseye saldırıda bulunulmuş, kimseyi göremeyince de, kültür merkezine yönelmişler. Orada bulunanlar kapı ve pencerelere kurdukları barikatla ilk tehlikeyi savuşturmuşlar.
Dönem itibariyle DYP-SHP iktidardaydı. Belediye başkanı, katliamı bir orkestra şefi gibi yönetti. Ozanlar Anıtı yakılırken ve saldırılar artarak sürerken; 'Gazanız mübarek olsun' diye yüreklendirdi güruhu. Ödülünü de milletvekili olarak aldı... Sivas'ta askeri bir garnizonun oluşu ve olaylara müdahale etmeyişi akıllarda soru işareti uyandırmıştı!
2 Temmuz 1993, Başbakan Tansu Çiller: Oteli saran vatandaşlarımıza bir şey olmamıştır! (Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir)
2 Temmuz 1993, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: Güvenlik güçleri ve halkı karşı karşıya getirmeyelim.
O dönemin Başbakanından ve Cumhurbaşkanından ilginç cümleleri böylece duymuştuk. Konunun nasıl başka alanlara kaydırdıklarını hepimiz görmüş olduk.
DYP-SHP iktidarı Sivas katliamından sorumludurlar. Şu anda CHP mecliste olsa bile 2 Temmuzun hesabını sormaya hiç niyeti yoktur. Birçok Alevi dernekleri kendilerine umut kapısı gördüğü CHPyi kendi kurtuluşlarıymışçasına sahip çıkmalarına şaşırmamak gerekir. Çünkü sınıf mücadelesini Alevi dernekleri esas almamaktadır.
Hesap elbet sorulacaktır. O da örgütlü halkların mücadelesiyle, düzen partileriyle değil!
24.06.2009
Amasya Genelgesi: Türk’e örgütlenme çağrısı
22 Haziran Türk Devrim tarihi için önemli bir gün: Amasya Genelgesinin yayınlanmasının 90. yıldönümü. Amasya Genelgesi hem Türk Devrim Tarihi için çok önemli bir belge, hem de Kürtçü ve Şeriatçı çevrelerin Kurtuluş Savaşı ve Atatürk hakkındaki tezlerinin ne kadar yanlış olduğunun kanıtı...
Bilindiği gibi, Mustafa Kemal’in Samsun’a giderken görevi Samsun ve çevresinde olası bir Rum ayaklanmasına ya da Yunan işgaline karşı örgütlenen Türk çetelerini denetleyip engellemektir. Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından “milli uyanışı durdurmakla” görevlendirilmiştir. Ancak Mustafa Kemal, Samsun’a iner inmez verilen görevin aksini yapar. “Milli uyanışı” durdurmak bir yana artırılmasını isteyen telgraflar çekmeye başlar.
Tabii İstanbul Hükümeti telaşlanır ve Mustafa Kemal’i anında uyarır. Samsun civarındaki İngilizlerin şikayetleri de gelince 8 Haziran’da geri çağırır.
Mustafa Kemal ise bu emre de karşı gelir. İstanbul’a geri dönmez. Ancak zamanının azaldığının farkındadır. Engellemelerle karşılaşacağı ortadadır. Kısa bir süre sonra askerlik görevinin sona erdirileceğini bilmektedir. Acilen bir örgütlenme kurmalı, rütbesine değil, Türk milletinin örgütlenmesine dayanmalıdır. İşte Amasya Genelgesi, bu örgütlen için ilk çağrıdır.
İhtilâl Bildirgesi
21-22 Haziran gecesinde Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’le birlikte Amasya’ya gelir. Refet Paşa da zaten Samsun’dan beri Mustafa Kemal’ledir. Amasya Genelgesinin metnini hazırlayan Mustafa Kemal, arkadaşlarının da imzalamasını ister. Metin Kâzım Karabekir Paşa ve Mersinli Cemal Paşa’nın da telgrafla onayı alındıktan sonra yurt çapına duyurulur. Metin şöyledir:
1- Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul hükûmeti üzerine aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor.
3- Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4- Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için her türlü baskı ve kontroldan uzak millî bir hey’etin varlığı zarurîdir.
5- Anadolu’nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır.
6- Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Her ihtimale karşı, bu mesele millî bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler, gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
8- Doğu illeri adına, 10 Temmuzda, Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi’nin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket ederler.
Görüldüğü gibi Amasya Genelgesi tam bir “İhtilâl Bildirgesi”dir... İstanbul Hükümeti’nin çaresizliği eleştirilmekte, kurtuluşun tek yolunun milletin azim ve kararı olduğu söylenmekte ve Türk milletine örgütlenme çağrısı yapılarak Erzurum ve Sivas’ta kongreler düzenleneceği bildirilmektedir. Herkesin mandacılık ve İngiliz işbirlikçiliği yaptığı bir dönemde “bağımsızlık”tan bahsetmektedir.
Şeriatçı tarih çarpıtmasına yanıt
Amasya Genelgesi, Kurtuluş Savaşı’yla ilgili Şeriatçı çarpıtmaların yanlışlığını açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin, “Mustafa Kemal ‘Padişahı ve Hilafeti kurtaracağım’ diye yola çıktı. Halkın dini duygularını kullandı.” efsanesine bir son vermektedir.
Buyurun metni bir kez daha baştan sona okuyun. “Padişah’ı kurtarmak” ya da “İslamlık” geçmiyor. Aksine, sürekli olarak “millet”e vurgu yapılıyor. Üstelik o dönemin siyasi literatüründe Padişah’a methiyeler düzmek, İslamlıktan bahsetmek, Hilafete dayanmak son derece yaygındı.
Mustafa Kemal’in bu Genelgede kullandığı üslup başlı başına bir devrimdir. İçerik ise tam bir meydan okumadır. İstanbul’da İngiliz işbirlikçiliğinin hakim olduğu, vatansever paşalarda dahi mandacılığın yaygınlaştığı o günlerde kurtuluşun “millet”te olduğunu söylemek, “vatanın bağımsızlığı”ndan bahsetmek büyük bir cesarettir. Devrimdir...
Üstelik Mustafa Kemal, bu Genelgeyle amaçlarını ilk kez net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ama hiç de Şeriatçı yazarların iddia ettiği gibi “takiyye” yapmamakta, ne istediğini gayet net bir şekilde evirip çevirmeden ortaya koymaktadır. Türk Devrimi’nin milliyetçi lideri olduğunu da göstermektedir. Çünkü kurtuluşu Türk milletinde aramakta ve bağımsızlığı kazanma amacında olduğunu söylemektedir.
Tek önder Mustafa Kemal’dir
Bir diğer Şeriatçı çarpıtma ise Kurtuluş Savaşı’nda Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet gibi paşalarla Rauf Bey’in de önemli katkısı olduğu, daha sonra Atatürk tarafından bu paşaların da ihanete uğradığıdır.
Amasya Genelgesi aslında bu çarpıtmaya da son vermektedir. Genelgenin nasıl hazırlandığını Mustafa Kemal Nutuk’ta ayrıntılı bir şekilde anlatır. Amasya Genelgesinin ilk taslağında sözü geçen paşaların hiçbirinin imzası yoktur. Üstelik Mustafa Kemal, “milli kongre” çağrısını ilk Amasya Genelgesinde dile getirmemiştir, Samsun’a çıktığından beri yapmaktadır. Örneğin 18 Haziran’da Edirne’ye gönderdiği bir telgrafta Sivas’ta bir kongre düzenlenip bütün kurtuluş çabalarının tek bir çatı altında toplanacağı haberini vermiştir.
Nitekim, tanık olanların anlattığına ve Mustafa Kemal’in Nutuk’ta ifade ettiğine göre, Rauf Orbay da Refet Bele de Genelgeyi başta imzalamak istemez. Rauf Bey’i Mustafa Kemal ikna eder. Refet Paşa ise çekindiği için belli belirsiz bir imza atmakla yetinir. Ve bir kongre toplanmasının amacını anlayamadığını söyler.
Mustafa Kemal İstanbul Hükümetini eleştirmekte, kurtuluşu millette gördüğünü ve milli bir kongre düzenleneceğini söyleyerek aslında milli bir devlet, bir cumhuriyet kuracağının sinyallerini vermektedir. İleride Cumhuriyet’in kuruluşuna da karşı çıkacak bu paşalar o günden ayak diremeye başlamıştır... Kurtuluş Savaşı’nın asıl liderinin kendisi olduğunu iddia eden Kâzım Karabekir ise Genelgenin ne hazırlığında ne de imza aşamasında bulunmuştur. Telgrafla onay vermiştir.
Görüldüğü üzere, Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal’in başında bulunduğu 4-5 paşalık bir heyet tarafından örgütlendiği ve yönetildiği tezleri yanlıştır. Aksine, başından itibaren örgütlenme Mustafa Kemal tarafından yapılmakta, programı O’nun tarafından belirlenmekte, diğer paşaların siyasi ufku kurtuluşun milli örgütlenmede olduğunu kavramaya yetmemektedir.
Amasya Genelgesi başka bir Şeriatçı çarpıtmayı daha tarihin tozlu yapraklarına göndermektedir: “Vahdettin, Mustafa Kemal’i milli uyanışı örgütlesin diye Samsun’a gönderdi.” Halbuki Mustafa Kemal Samsun’a vardıktan hemen sonra, 28 Mayıs’ta İstanbul’a geri çağırılmıştır. Ve Samsun’a çıktıktan çok değil bir ay sonra, İstanbul’u acizlikle suçlayan Amasya Genelgesini yayınlamıştır. Padişah tarafından görevlendirilen biri böyle mi yapar?
Kurtuluş Savaşı’nı Türkler ve Kürtler birlikte mi örgütledi?
Son dönemde yaygınlaşan bir Kürtçü propaganda var: Kurtuluş Savaşı’nı Türkler ve Kürtler birlikte verdi. Bunun öyle olmadığını başyazarımız Gökçe Fırat rakamlarla ortaya koydu. Amasya Genelgesinde de açık bir şekilde ortada, “millete” örgütlenme ve direnme çağrısı yapan Genelgede Kürt sözcüğü bir kez bile geçmemektedir.
Ancak sinsi propaganda devam ediyor. Örneğin şu cümleyi sıklıkla Kürtçülerden duyarsınız: “İlk anayasal belge sayılan Amasya Protokolünde Türkiye Türklerin ve Kürtlerin vatanı olarak tarif edilir. O tarife geri dönmek gerekiyor.” Bunu özellikle Perinçek yapıyor.
Burada çok sinsi bir çarpıtma var. Birincisi ilk anayasal belge Amasya Protokolü değil, Amasya Genelgesidir. Amasya Protokolü Sivas Kongresi’nden sonra 22 Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti temsilcileriyle Mustafa Kemal’in imzaladığı bir “anlaşma”dır. Adı üzerinde bir “protokol”dür. Anadolu’daki Milli Mücadele hareketinin meşruluğunun İstanbul tarafından tanınmasını sağlamıştır.
Ancak Kürtçülerin sinsi propagandası, “protokol”ün de Genelgenin de Amasya’da hazırlanmış olmasından hareketle ikisini birbirine karıştırmak istemektedir.
Ancak yanlış anlaşılmasın, Amasya Protokolünde de Kürtçülerin çarpıtmalarını destekleyecek bir ifade yok. Kürtçülerin dilinden düşürmediği o ilk madde Nutuk’ta Mustafa Kemal tarafından şöyle açıklanır:
“1- Bildirinin birinci maddesinde, tasarlanan ve kabul edilen sınırların en düşük düzeyde bir istek olmak üzere elde edilmesinin sağlanması gereği ortaklaşa kabul edildi.
Görünüşte, Kürtlere bağımsızlık kazandırmak gayesiyle yapılmakta olan bozguncu propagandaların önüne geçme hususu uygun bulundu. Bugün için düşman işgali altında bulunan bölgelerden Çukurova (Kilikya)’yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet yapmak üzere anavatandan ayırma isteğinde bulunulduğundan söz edildi. Anadolu’nun, en koyu Türk çevresi, en bereketli ve zengin bir bölgesi olan bu parçasının hiçbir şekilde ayrılmasına razı olunmayacağı ilkesi genellikle kabul edildi.”
Görüldüğü gibi Anadolu’nun Türk ve Kürtlerin ortak vatanı olarak tarif edilmesi gibi bir şey söz konusu değildir. Aksine Kürtlere bağımsızlık kazandırma çabaları eleştirilmekte, hatta ayrılmak istenen o bölgenin “en koyu Türk çevresi” olduğu söylenmektedir!
Zaten, doğru bir değerlendirme için Amasya Protokolünün ne zaman ve hangi koşullarda imzalandığını da bilmek gerekir. Damat Ferit Paşa döneminde Kürdistan’a özerklik verme planları yapılmıştır. İngilizlerle bu konuda gizli görüşmeler bile yapılır. Ancak Damat Ferit Paşa hükümeti görevden alınınca kurulan Ali Rıza Paşa Hükümeti ise bu özerkliğe karşıdır. Protokoldeki Kürtlerle ilgili ifadeler de bu yüzden Kürtlere özerklik verileceği propagandalarına bir son verme amaçlıdır. Aynı ifadelerin bugün özerklik isteyenler tarafından kullanılması ise utanç vericidir.
Ancak Kürtçüler bununla da yetinmemekte, açıklanmayan gizli maddeler olduğunu iddia etmektedir. Halbuki Amasya Protokolü Perinçek’in ve diğer Kürtçülerin iddia ettiği gibi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte vereceği bir savaşa dönüştürme amaçlı olsaydı, o maddeler gizli tutulmaz, bütün Kürt aşiretlerine dağıtılırdı! Ayrıca, açıklanmayan maddeler olduğunu iddia etmek Nutuk’ta protokolü uzun uzun anlatan Mustafa Kemal’i yalancılıkla suçlamaktır.
İşin daha da komiği, gizli maddelerde Kürtçülük arayanlar 1. maddenin sonunda gayet açık bir şekilde yer alan “en koyu Türk çevresi” tanımını görmezden gelmektedir!
Görüldüğü gibi, Kurtuluş Savaşı tarihimizin her anı, bugünkü Şeriatçı ve Kürtçü propagandayı çürütmek için yeterli kanıta sahiptir. Bize düşen, tarihimizi çarpıtıp kendi Kürtçü ve İslamcı emellerine alet etmek isteyenlere izin vermemek olmalıdır.
Bilindiği gibi, Mustafa Kemal’in Samsun’a giderken görevi Samsun ve çevresinde olası bir Rum ayaklanmasına ya da Yunan işgaline karşı örgütlenen Türk çetelerini denetleyip engellemektir. Damat Ferit Paşa hükümeti tarafından “milli uyanışı durdurmakla” görevlendirilmiştir. Ancak Mustafa Kemal, Samsun’a iner inmez verilen görevin aksini yapar. “Milli uyanışı” durdurmak bir yana artırılmasını isteyen telgraflar çekmeye başlar.
Tabii İstanbul Hükümeti telaşlanır ve Mustafa Kemal’i anında uyarır. Samsun civarındaki İngilizlerin şikayetleri de gelince 8 Haziran’da geri çağırır.
Mustafa Kemal ise bu emre de karşı gelir. İstanbul’a geri dönmez. Ancak zamanının azaldığının farkındadır. Engellemelerle karşılaşacağı ortadadır. Kısa bir süre sonra askerlik görevinin sona erdirileceğini bilmektedir. Acilen bir örgütlenme kurmalı, rütbesine değil, Türk milletinin örgütlenmesine dayanmalıdır. İşte Amasya Genelgesi, bu örgütlen için ilk çağrıdır.
İhtilâl Bildirgesi
21-22 Haziran gecesinde Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’le birlikte Amasya’ya gelir. Refet Paşa da zaten Samsun’dan beri Mustafa Kemal’ledir. Amasya Genelgesinin metnini hazırlayan Mustafa Kemal, arkadaşlarının da imzalamasını ister. Metin Kâzım Karabekir Paşa ve Mersinli Cemal Paşa’nın da telgrafla onayı alındıktan sonra yurt çapına duyurulur. Metin şöyledir:
1- Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul hükûmeti üzerine aldığı sorumluluğun gereğini yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok olmuş gibi gösteriyor.
3- Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
4- Milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için her türlü baskı ve kontroldan uzak millî bir hey’etin varlığı zarurîdir.
5- Anadolu’nun her bakımdan en güvenli yeri olan Sivas’ta millî bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır.
6- Bunun için bütün illerin her sancağından milletin güvenini kazanmış üç temsilcinin mümkün olan en kısa zamanda yetişmek üzere yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Her ihtimale karşı, bu mesele millî bir sır olarak tutulmalı ve temsilciler, gereğinde yolculuklarını kendilerini tanıtmadan yapmalıdırlar.
8- Doğu illeri adına, 10 Temmuzda, Erzurum’da bir kongre toplanacaktır. O tarihe kadar öteki illerin temsilcileri de Sivas’a gelebilirlerse, Erzurum Kongresi’nin üyeleri de Sivas genel kongresine katılmak üzere hareket ederler.
Görüldüğü gibi Amasya Genelgesi tam bir “İhtilâl Bildirgesi”dir... İstanbul Hükümeti’nin çaresizliği eleştirilmekte, kurtuluşun tek yolunun milletin azim ve kararı olduğu söylenmekte ve Türk milletine örgütlenme çağrısı yapılarak Erzurum ve Sivas’ta kongreler düzenleneceği bildirilmektedir. Herkesin mandacılık ve İngiliz işbirlikçiliği yaptığı bir dönemde “bağımsızlık”tan bahsetmektedir.
Şeriatçı tarih çarpıtmasına yanıt
Amasya Genelgesi, Kurtuluş Savaşı’yla ilgili Şeriatçı çarpıtmaların yanlışlığını açıkça ortaya koymaktadır.
Örneğin, “Mustafa Kemal ‘Padişahı ve Hilafeti kurtaracağım’ diye yola çıktı. Halkın dini duygularını kullandı.” efsanesine bir son vermektedir.
Buyurun metni bir kez daha baştan sona okuyun. “Padişah’ı kurtarmak” ya da “İslamlık” geçmiyor. Aksine, sürekli olarak “millet”e vurgu yapılıyor. Üstelik o dönemin siyasi literatüründe Padişah’a methiyeler düzmek, İslamlıktan bahsetmek, Hilafete dayanmak son derece yaygındı.
Mustafa Kemal’in bu Genelgede kullandığı üslup başlı başına bir devrimdir. İçerik ise tam bir meydan okumadır. İstanbul’da İngiliz işbirlikçiliğinin hakim olduğu, vatansever paşalarda dahi mandacılığın yaygınlaştığı o günlerde kurtuluşun “millet”te olduğunu söylemek, “vatanın bağımsızlığı”ndan bahsetmek büyük bir cesarettir. Devrimdir...
Üstelik Mustafa Kemal, bu Genelgeyle amaçlarını ilk kez net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ama hiç de Şeriatçı yazarların iddia ettiği gibi “takiyye” yapmamakta, ne istediğini gayet net bir şekilde evirip çevirmeden ortaya koymaktadır. Türk Devrimi’nin milliyetçi lideri olduğunu da göstermektedir. Çünkü kurtuluşu Türk milletinde aramakta ve bağımsızlığı kazanma amacında olduğunu söylemektedir.
Tek önder Mustafa Kemal’dir
Bir diğer Şeriatçı çarpıtma ise Kurtuluş Savaşı’nda Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet gibi paşalarla Rauf Bey’in de önemli katkısı olduğu, daha sonra Atatürk tarafından bu paşaların da ihanete uğradığıdır.
Amasya Genelgesi aslında bu çarpıtmaya da son vermektedir. Genelgenin nasıl hazırlandığını Mustafa Kemal Nutuk’ta ayrıntılı bir şekilde anlatır. Amasya Genelgesinin ilk taslağında sözü geçen paşaların hiçbirinin imzası yoktur. Üstelik Mustafa Kemal, “milli kongre” çağrısını ilk Amasya Genelgesinde dile getirmemiştir, Samsun’a çıktığından beri yapmaktadır. Örneğin 18 Haziran’da Edirne’ye gönderdiği bir telgrafta Sivas’ta bir kongre düzenlenip bütün kurtuluş çabalarının tek bir çatı altında toplanacağı haberini vermiştir.
Nitekim, tanık olanların anlattığına ve Mustafa Kemal’in Nutuk’ta ifade ettiğine göre, Rauf Orbay da Refet Bele de Genelgeyi başta imzalamak istemez. Rauf Bey’i Mustafa Kemal ikna eder. Refet Paşa ise çekindiği için belli belirsiz bir imza atmakla yetinir. Ve bir kongre toplanmasının amacını anlayamadığını söyler.
Mustafa Kemal İstanbul Hükümetini eleştirmekte, kurtuluşu millette gördüğünü ve milli bir kongre düzenleneceğini söyleyerek aslında milli bir devlet, bir cumhuriyet kuracağının sinyallerini vermektedir. İleride Cumhuriyet’in kuruluşuna da karşı çıkacak bu paşalar o günden ayak diremeye başlamıştır... Kurtuluş Savaşı’nın asıl liderinin kendisi olduğunu iddia eden Kâzım Karabekir ise Genelgenin ne hazırlığında ne de imza aşamasında bulunmuştur. Telgrafla onay vermiştir.
Görüldüğü üzere, Kurtuluş Savaşı’nın Mustafa Kemal’in başında bulunduğu 4-5 paşalık bir heyet tarafından örgütlendiği ve yönetildiği tezleri yanlıştır. Aksine, başından itibaren örgütlenme Mustafa Kemal tarafından yapılmakta, programı O’nun tarafından belirlenmekte, diğer paşaların siyasi ufku kurtuluşun milli örgütlenmede olduğunu kavramaya yetmemektedir.
Amasya Genelgesi başka bir Şeriatçı çarpıtmayı daha tarihin tozlu yapraklarına göndermektedir: “Vahdettin, Mustafa Kemal’i milli uyanışı örgütlesin diye Samsun’a gönderdi.” Halbuki Mustafa Kemal Samsun’a vardıktan hemen sonra, 28 Mayıs’ta İstanbul’a geri çağırılmıştır. Ve Samsun’a çıktıktan çok değil bir ay sonra, İstanbul’u acizlikle suçlayan Amasya Genelgesini yayınlamıştır. Padişah tarafından görevlendirilen biri böyle mi yapar?
Kurtuluş Savaşı’nı Türkler ve Kürtler birlikte mi örgütledi?
Son dönemde yaygınlaşan bir Kürtçü propaganda var: Kurtuluş Savaşı’nı Türkler ve Kürtler birlikte verdi. Bunun öyle olmadığını başyazarımız Gökçe Fırat rakamlarla ortaya koydu. Amasya Genelgesinde de açık bir şekilde ortada, “millete” örgütlenme ve direnme çağrısı yapan Genelgede Kürt sözcüğü bir kez bile geçmemektedir.
Ancak sinsi propaganda devam ediyor. Örneğin şu cümleyi sıklıkla Kürtçülerden duyarsınız: “İlk anayasal belge sayılan Amasya Protokolünde Türkiye Türklerin ve Kürtlerin vatanı olarak tarif edilir. O tarife geri dönmek gerekiyor.” Bunu özellikle Perinçek yapıyor.
Burada çok sinsi bir çarpıtma var. Birincisi ilk anayasal belge Amasya Protokolü değil, Amasya Genelgesidir. Amasya Protokolü Sivas Kongresi’nden sonra 22 Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti temsilcileriyle Mustafa Kemal’in imzaladığı bir “anlaşma”dır. Adı üzerinde bir “protokol”dür. Anadolu’daki Milli Mücadele hareketinin meşruluğunun İstanbul tarafından tanınmasını sağlamıştır.
Ancak Kürtçülerin sinsi propagandası, “protokol”ün de Genelgenin de Amasya’da hazırlanmış olmasından hareketle ikisini birbirine karıştırmak istemektedir.
Ancak yanlış anlaşılmasın, Amasya Protokolünde de Kürtçülerin çarpıtmalarını destekleyecek bir ifade yok. Kürtçülerin dilinden düşürmediği o ilk madde Nutuk’ta Mustafa Kemal tarafından şöyle açıklanır:
“1- Bildirinin birinci maddesinde, tasarlanan ve kabul edilen sınırların en düşük düzeyde bir istek olmak üzere elde edilmesinin sağlanması gereği ortaklaşa kabul edildi.
Görünüşte, Kürtlere bağımsızlık kazandırmak gayesiyle yapılmakta olan bozguncu propagandaların önüne geçme hususu uygun bulundu. Bugün için düşman işgali altında bulunan bölgelerden Çukurova (Kilikya)’yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet yapmak üzere anavatandan ayırma isteğinde bulunulduğundan söz edildi. Anadolu’nun, en koyu Türk çevresi, en bereketli ve zengin bir bölgesi olan bu parçasının hiçbir şekilde ayrılmasına razı olunmayacağı ilkesi genellikle kabul edildi.”
Görüldüğü gibi Anadolu’nun Türk ve Kürtlerin ortak vatanı olarak tarif edilmesi gibi bir şey söz konusu değildir. Aksine Kürtlere bağımsızlık kazandırma çabaları eleştirilmekte, hatta ayrılmak istenen o bölgenin “en koyu Türk çevresi” olduğu söylenmektedir!
Zaten, doğru bir değerlendirme için Amasya Protokolünün ne zaman ve hangi koşullarda imzalandığını da bilmek gerekir. Damat Ferit Paşa döneminde Kürdistan’a özerklik verme planları yapılmıştır. İngilizlerle bu konuda gizli görüşmeler bile yapılır. Ancak Damat Ferit Paşa hükümeti görevden alınınca kurulan Ali Rıza Paşa Hükümeti ise bu özerkliğe karşıdır. Protokoldeki Kürtlerle ilgili ifadeler de bu yüzden Kürtlere özerklik verileceği propagandalarına bir son verme amaçlıdır. Aynı ifadelerin bugün özerklik isteyenler tarafından kullanılması ise utanç vericidir.
Ancak Kürtçüler bununla da yetinmemekte, açıklanmayan gizli maddeler olduğunu iddia etmektedir. Halbuki Amasya Protokolü Perinçek’in ve diğer Kürtçülerin iddia ettiği gibi Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle Kürtlerin birlikte vereceği bir savaşa dönüştürme amaçlı olsaydı, o maddeler gizli tutulmaz, bütün Kürt aşiretlerine dağıtılırdı! Ayrıca, açıklanmayan maddeler olduğunu iddia etmek Nutuk’ta protokolü uzun uzun anlatan Mustafa Kemal’i yalancılıkla suçlamaktır.
İşin daha da komiği, gizli maddelerde Kürtçülük arayanlar 1. maddenin sonunda gayet açık bir şekilde yer alan “en koyu Türk çevresi” tanımını görmezden gelmektedir!
Görüldüğü gibi, Kurtuluş Savaşı tarihimizin her anı, bugünkü Şeriatçı ve Kürtçü propagandayı çürütmek için yeterli kanıta sahiptir. Bize düşen, tarihimizi çarpıtıp kendi Kürtçü ve İslamcı emellerine alet etmek isteyenlere izin vermemek olmalıdır.
26 Haziran 2009 Cuma
Ordumuz
Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
22 Haziran 2009 Pazartesi
Askeri darbe değil askere darbe!
AKP’yi bitirme planı yok ama TSK’yı bitirme planı var. Ve bu planda Ahmet Altan’a CIA tarafından görev verilmiş. Ahmet Altan PKK’lı teröristlerle birlikte görülüyor, yanda ise çıkarttığı gazete. Böyle adam böyle manşet atacak tabi. PKK’lılar TSK’yı bitirmek istemeyecek de kim isteyecek?
Taraf gazetesinde yayınlanan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait olduğu iddia edilen bir belge ile Ordu düşmanları yeni bir saldırı kampanyası daha başlattılar.
Belge, Ordu’nun AKP’ye ve Fethullah cemaatine karşı eylem planını içeriyor. Fakat belge dendiğine bakmayın, çünkü bu sadece bir fotokopi A4 kağıdı. Herkesin rahatlıkla hazırlayabileceği bir kağıt parçası.
Kaldı ki daha önce de Ordu’nun resmi belgesi gibi sunulan bazı sözde belgelerin uydurma olduğu, sahte belge düzenlendiği ve bunun Ordu’ya mal edilmeye çalışıldığı ortaya çıktı.
Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, ister emir komuta zinciri içinde olsun isterse bu hiyerarşinin dışında bireysel bir inisiyatifle olsun, böylesi bir plan yapacak ve bunu yazacak birileri çıkamaz. Ama Fethullahçıların bu tür sahte belge üretme konusunda sicilleri oldukça kabarık.
Kaldı ki Taraf’ta yayınlanan, Taraf’a servis edilen bu sözde belgeler doğrudan Amerikan gizli servisi CIA tarafından servis edilmektedir. Ama burada önemli olan bu belgeleri servis edenin CIA olması değil. Bu belge üretim işinin başında da CIA vardır. Zaten Fethullahçılar da, Taraf da CIA’ya bağlı olarak faaliyet yürütmektedirler.
Peki amaçları ne?
Amaçları basit, Ordu’yu darbeci göstermek.
Peki zamanlaması?
30 Ağustos’a yaklaşırken.
Her sene olduğu gibi 30 Ağustos yaklaşırken, CIA Türk Ordusu’nu yıpratmak, komuta kademesini kendi isteği doğrultusunda şekillendirmek için harekete geçmiş bulunuyor.
Amaçları TSK içinde ciddi bir tasfiye hareketi başlatmak. Çünkü Ordu içinde ciddi bir tepki olduğunu biliyorlar. Bu tepkinin yarın öbür gün darbe yapacağını beklemiyorlar ama bu tepkililer yarın öbür gün yükselerek komuta kademesinde en tepeye kadar çıkabilirler.
İşte Ordu’ya karşı operasyonun amacı da bu.
Şimdi Başbuğ’dan kelle isteniyor: Bu belgeyi hazırlayan albayı teslim edin diyorlar.
Albayı verirlerse ne olacak?
Ordu’nun boyun eğdiği görülmüş olunacak.
Albayı vermezlerse ne olur peki?
Ahmet Altan açıkça tehdit ediyor İlker Başbuğ’u, diyor ki ya albayı verirsin ya da seni emekli ederler!
Bak sen şu gazeteciye!
Senin gazetende mi çalışıyor adam da emekli edeceksin!
Ne zamandan beri Amerikan ajanları Türk Ordusu’nun Genel Kurmay Başkanlarını görevden alacak konuma geldiler?
30 Ağustos’a kadar sürecek bir psikolojik savaş süreci bu. 30 Ağustos Yüksek Asker Şurası’na mevcut komuta kademesi yıpratılarak gidilecek, orada AKP’ye yakın isimlerin öne çıkması, muhalif olanların tasfiye edilmesi için kozla girilecek.
Açık açık İlker Başbuğ tehdit edilecek...
Ve belki de bir ilk gerçekleşecek ve Başbakan bazı Ordu komutanlarını emekliye sevk edecek.
Böylelikle Türk Silahlı Kuvvetleri AKP’nin yan kuruluşuna dönüştürülecek.
Belgenin sahte olup olmamasına bile bakmaya gerek yok aslında, AKP 2002 yılından bu yana iktidarda ve Ordu AKP’ye karşı değil darbeye teşebbüs etmek, hiçbir zaman direniş bile göstermedi.
Türk Ordusu’nun darbeci olmadığı AKP’nin 7 senedir iktidarda olmasıyla bile kanıtlanmıştır. Ama kanıtlanan başka bir şey daha var: Bu 7 sene boyunca AKP hep Türk Ordusu’na karşı hareket etti. Fethullahçılar hep Türk Ordusu’na karşı komplo kurdular. Tarihin en büyük Ordu düşmanı kampanyası bu dönemde yürütüldü.
Kısacası herkesin niyeti yaptığı işle belli olur, Türk Ordusu darbe türü işlere hiç girişmedi ama AKP ve Fethullahçılar hep Ordu’ya karşı tezgah kurdular.
Türkiye askeri bir darbe öncesinde bulunmuyor tam tersine uzunca bir süredir askere darbe yapılıyor. 12 Mart’ların, 12 Eylül’lerin sıkıyönetimlerini bile mumla aratacak bir operasyon yapılıyor bu ülkede. Ama bu defa sivil yönetimler tarafından ve sanık tarafında askerler var.
Bu darbe başka darbe; eskiden CIA darbeleri Ordu’ya yaptırtır, Solcuları ve Atatürkçüleri ezerdi, şimdi ise aynı CIA darbeyi Fethullahçılara yaptırtıyor, ezilen yine solcular ve Atatürkçüler... GÖKCE FIRAT
Taraf gazetesinde yayınlanan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait olduğu iddia edilen bir belge ile Ordu düşmanları yeni bir saldırı kampanyası daha başlattılar.
Belge, Ordu’nun AKP’ye ve Fethullah cemaatine karşı eylem planını içeriyor. Fakat belge dendiğine bakmayın, çünkü bu sadece bir fotokopi A4 kağıdı. Herkesin rahatlıkla hazırlayabileceği bir kağıt parçası.
Kaldı ki daha önce de Ordu’nun resmi belgesi gibi sunulan bazı sözde belgelerin uydurma olduğu, sahte belge düzenlendiği ve bunun Ordu’ya mal edilmeye çalışıldığı ortaya çıktı.
Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri içinde, ister emir komuta zinciri içinde olsun isterse bu hiyerarşinin dışında bireysel bir inisiyatifle olsun, böylesi bir plan yapacak ve bunu yazacak birileri çıkamaz. Ama Fethullahçıların bu tür sahte belge üretme konusunda sicilleri oldukça kabarık.
Kaldı ki Taraf’ta yayınlanan, Taraf’a servis edilen bu sözde belgeler doğrudan Amerikan gizli servisi CIA tarafından servis edilmektedir. Ama burada önemli olan bu belgeleri servis edenin CIA olması değil. Bu belge üretim işinin başında da CIA vardır. Zaten Fethullahçılar da, Taraf da CIA’ya bağlı olarak faaliyet yürütmektedirler.
Peki amaçları ne?
Amaçları basit, Ordu’yu darbeci göstermek.
Peki zamanlaması?
30 Ağustos’a yaklaşırken.
Her sene olduğu gibi 30 Ağustos yaklaşırken, CIA Türk Ordusu’nu yıpratmak, komuta kademesini kendi isteği doğrultusunda şekillendirmek için harekete geçmiş bulunuyor.
Amaçları TSK içinde ciddi bir tasfiye hareketi başlatmak. Çünkü Ordu içinde ciddi bir tepki olduğunu biliyorlar. Bu tepkinin yarın öbür gün darbe yapacağını beklemiyorlar ama bu tepkililer yarın öbür gün yükselerek komuta kademesinde en tepeye kadar çıkabilirler.
İşte Ordu’ya karşı operasyonun amacı da bu.
Şimdi Başbuğ’dan kelle isteniyor: Bu belgeyi hazırlayan albayı teslim edin diyorlar.
Albayı verirlerse ne olacak?
Ordu’nun boyun eğdiği görülmüş olunacak.
Albayı vermezlerse ne olur peki?
Ahmet Altan açıkça tehdit ediyor İlker Başbuğ’u, diyor ki ya albayı verirsin ya da seni emekli ederler!
Bak sen şu gazeteciye!
Senin gazetende mi çalışıyor adam da emekli edeceksin!
Ne zamandan beri Amerikan ajanları Türk Ordusu’nun Genel Kurmay Başkanlarını görevden alacak konuma geldiler?
30 Ağustos’a kadar sürecek bir psikolojik savaş süreci bu. 30 Ağustos Yüksek Asker Şurası’na mevcut komuta kademesi yıpratılarak gidilecek, orada AKP’ye yakın isimlerin öne çıkması, muhalif olanların tasfiye edilmesi için kozla girilecek.
Açık açık İlker Başbuğ tehdit edilecek...
Ve belki de bir ilk gerçekleşecek ve Başbakan bazı Ordu komutanlarını emekliye sevk edecek.
Böylelikle Türk Silahlı Kuvvetleri AKP’nin yan kuruluşuna dönüştürülecek.
Belgenin sahte olup olmamasına bile bakmaya gerek yok aslında, AKP 2002 yılından bu yana iktidarda ve Ordu AKP’ye karşı değil darbeye teşebbüs etmek, hiçbir zaman direniş bile göstermedi.
Türk Ordusu’nun darbeci olmadığı AKP’nin 7 senedir iktidarda olmasıyla bile kanıtlanmıştır. Ama kanıtlanan başka bir şey daha var: Bu 7 sene boyunca AKP hep Türk Ordusu’na karşı hareket etti. Fethullahçılar hep Türk Ordusu’na karşı komplo kurdular. Tarihin en büyük Ordu düşmanı kampanyası bu dönemde yürütüldü.
Kısacası herkesin niyeti yaptığı işle belli olur, Türk Ordusu darbe türü işlere hiç girişmedi ama AKP ve Fethullahçılar hep Ordu’ya karşı tezgah kurdular.
Türkiye askeri bir darbe öncesinde bulunmuyor tam tersine uzunca bir süredir askere darbe yapılıyor. 12 Mart’ların, 12 Eylül’lerin sıkıyönetimlerini bile mumla aratacak bir operasyon yapılıyor bu ülkede. Ama bu defa sivil yönetimler tarafından ve sanık tarafında askerler var.
Bu darbe başka darbe; eskiden CIA darbeleri Ordu’ya yaptırtır, Solcuları ve Atatürkçüleri ezerdi, şimdi ise aynı CIA darbeyi Fethullahçılara yaptırtıyor, ezilen yine solcular ve Atatürkçüler... GÖKCE FIRAT
19 Haziran 2009 Cuma
ÜLKELERDE GÖZALTINDA KAYBEDİLENLER
Arjantin’de faşist darbe döneminde katledilenlerle ilgili yeni bir arşivin bulunduğunu gazeteden okuyunca içim daraldı. İster istemez başta Amerikan emperyalizmi geri kalmış ülkelerde faşist darbeler tezgâhlayarak darbeler yaptığını ve muhaliflerini askeri kışlalara, emniyet müdürlüklerine götürerek orada işkence yapmaları ve işkence sonucu yaşamlarını yitirenleri, hatta gözaltında kaybedilen insanların yazılarını okudum. Onlara sahip çıkan ailelerini ve annelerinin faşist darbeden hesap sormalarını okudum. Askerin dipçiklerine hedef olurlarken, asker postallarının altında tekmelenseler de, polisin şiddetine hedef olsalar da, yakınları için dişe diş bir mücadelenin anılarını okudum. O yaralı yüreklerde gözaltında kaybedilen çocuklarının, yakınlarının hesabının bir gün sorulacağının umudunu hiçbir zaman yitirmeyenleri okudum.
Arjantin, Santa Fe'de, ülkede 1976 ile 1983 yılları arasındaki faşist diktatörlük döneminde kaybolanlarla ilgili yüzlerce polis raporunun bulunduğu bildirildi. Başsavcı Esteban Righi basına yaptığı açıklamada, bunun buzdağının görünen kısmı olduğunu söyleyerek, hayal edemeyecekleri şeyler bulabileceklerini, bu arşivin, diktatörlük altında neler olup bittiği konusunda çok açık bir fikir verdiğini ve süren davalarda da kanıt olarak kullanılabileceğini belirtti.
Bir polisin savcıya başvurması sonucu kent arşivlerinde bir odada bulunan ve şu an için küçük bir bölümü incelenen raporlarda, kaçırılan ve daha sonra kaybolan insanlar, cesetler ve bazı siyaset adamları ile sendikacıların gözaltına alınmasının anlatıldığı, raporlardan bazılarının 1975 tarihini taşıdığı kaydedildi. İnsan hakları örgütlerine göre, diktatörlük döneminde 30 bin kadar kişi kayboldu ya da öldürüldü. Arjantin’de işlenen insanlık suçu için birçok doküman ortaya çıktı.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki kirli savaşla ilgili gizli belgeleri, ülkedeki darbe yönetiminin ABD’nin insan hakları ihlallerine göz yumacağına inandığını ortaya koydu.
22 Ağustos— Yayınlanan gizli belgelere göre, darbe yönetiminin Dışişleri Bakanı Amiral Guzzetti, Washington’da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ve Başkan Yardımcısı Nelson Rockefeller ile görüşmesinden ‘sevinçle’ ayrılmış. Belgelerde, Arjantin hükümetinin, ABD’den, ‘asıl kaygının insan hakları değil, darbe hükümetinin işini hızlı bitirmesi’ olduğu izlenimini aldıkları da kaydediliyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı, Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki darbe döneminin “kirli savaşı” ile ilgili önceki gün 4 bin 667 gizli belgeyi yayınlamıştı. Darbecilerin solcu parti, sendika, dernek ve diğer muhalefet gruplarına karşı yürüttüğü baskı kampanyası sırasında işlenen cinayet ve katliamlar sonucunda Arjantin hükümetinin resmi rakamlarına göre en az 8 bin 900, insan hakları gruplarının rakamlarına göre ise en az 30 bin kişi öldürüldü.
Açıklanan belgelerden bazıları, ABD’nin Arjantin Büyükelçiliği’ndeki diplomatların, Amerikan hükümetinin Arjantin yetkilileriyle görüşmelerinde insan hakları ihlallerinin ciddi bir sorun olduğunu kararlılıkla anlatmadığı izlenimine kapıldıklarını gösteriyor. Darbe hükümetinin düşmesinden sonra, adam kaçırma, işkence ve solcu muhaliflerin yargılanmadan idam edilmesi suçlarından birçok üst düzey askeri yetkili 1985’te hapis cezalarına çarptırılmış, ancak 1990’da dönemin Devlet Başkanı Carlos Menem tarafından affedilmişlerdi.
Arjantin’de askerlerin postalları altında1976 ile1983 arasında devrimci unsurların tavsiye edilmesi vardı. Onu destekleyen Amerikan emperyalizmi vardı. Amerikan emperyalizmi sadece tek bir ülkeyle yetinmedi.
11 Eylül 1973'de, Şili ordusu, General Augusto Pinochet önderliğinde, dünyada seçimle göreve gelmiş ilk sosyalist başkan olan Salvador Allende hükümetini devirdi. 17 yıl boyunca iktidarda kalan Pinochet yönetiminin uygulamaları barbarca ve katliamcıydı. 2004'te Şili Devlet Başkanı Ricardo Lagos'un girişimiyle oluşturulan İşkence Komisyonu'nun hazırladığı Valech Raporu'nda darbenin bilânçosu şu rakamlarla yer aldı: 130 bin kişi tutuklanmış; kadın, erkek ve çocuk 30 bin kişiye 18 farklı işkence yöntemi uygulanmış, 2 binden fazla kişi hayatını işkencede kaybetmiş ve 1197 kişi de gözaltında kaybolmuştu!
Şili'deki cunta dönemi 1990'da sona erse de, geride kalan darmadağın yaşamlar, işkenceler, tecavüzler ve ölümler bırakan darbenin baş sorumlusu Pinochet'nin yargılanması için ilk adım 1998'de İspanyol yargıç Baltasar Garzon tarafından atıldı.
Devlet Başkanı Ricardo Lagos'a iletmesiydi. Mektupta Pino-chet'nin ajanlarının 1973–75 arasında 800'e yakın cesedi okyanusa atmak için gemiler kiraladığı, cesetlerin iyice derine inmesi için üzerlerine bakır külçeler bağladıkları yazıyordu. Dağılıp su yüzüne çıkmalarını engellemek için de cesetlere özel kimyasal maddeler enjekte edilmişti.
General Augusto Pinochet, faşist iğrenç yüzünü devrimcilerin kanını akıtarak, imha ederek uygulasa da arkasında büyük güç olan emperyalist Amerika vardı. Şili’de barbarlıklar, katliamlar yaşanırken kadınların, annelerin mücadelesi örgütlü bir güce dönüşmüştü.
Şili'de askeri darbeye karşı oluşan en önemli direniş hareketi gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının hareketidir. Evlerinden zorla alınarak kayıplara karışan yakınlarının isimlerini ya da resimlerini kumaş kırpıntılarını birleştirerek yaptıkları tablo veya yastığın bir köşesine yerleştiren "arpilleristas" (kırpıntı ustaları) bir yandan geçimlerini sağlamaya çalışıyor, diğer yandan da faşist darbeden yakınlarının akibetini soruyorlardı. Bu hareketin çoğunluğunu işçi kadınlar oluşturuyordu. Onlar, kadınları "kadınsı değerleri" kendi faşist emelleri için ikiyüzlüce kullanan Pinochet rejimine karşı direnişte aynı yöntemi kullanıyor, "kadınsı bir uğraş" olan dikiş nakış işleriyle darbeye karşı mücadelede kendilerini ifade etmeye çalışıyorlardı.
Her ülkede olduğu gibi sınıf mücadelesinde de kadınlar en ön safta yerini almaktadır. Yaşam acıları, hüzünleri sevinçleri paylaşmaktır. Sınıflar var olduğu sürece emek sermaye çelişkisi de var olacaktır.
Gelelim Brezilya’ya, 1964–1985 arasındaki yıllık askeri darbe döneminde yaşananların ayrıntılarını ilk kez resmi bir belgede toplayarak yayınlanmasına… Bu ülkede de dilleri farklı da olsa aynı iğrençliklerin yaşandığını görmekteyiz. Ülkeler değişse de sınıf mücadelesi hiçbir ülkede değişmemektedir.
Brezilya'da yaklaşık 20 yıllık askeri darbe döneminin ayrıntılarını anlatan resmi kitap, kendi de diktatörlük döneminde bir süre cezaevinde yatmış olan Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva'nın da katıldığı bir törenle tanıtıldı.
"Gerçeğe Ulaşma ve Bellek Hakkı" adlı resmi kitapta, diktatörlük dönemi federal ajanları, tecavüz, işkence, cezaevindekilerin yargısız infazla öldürülmeleri ve mağdurların cesetlerinin saklanması gibi suçlarla suçlanıyorlar. Tıpkı her ülkede olduğu gibi aynı olan insan manzaraları var.
Kitap darbe dönemindeki siyasi cinayetleri ve kayıpları araştırmak için oluşturulan özel komisyonun 11 yıllık çalışmalarının sonuçlarını içeriyor. Askeri diktatörlük döneminde 400'den fazla insanın öldürüldüğü ve 160 kişinin de kayıp olduğu tahmin ediliyor. Bu rakam ailelerin ve devrimcilerin belirlediği rakam olabilir. Bizlerin bilmediği kaç kişinin nasıl öldürüldüğüdür!
Latin Amerika’da ya da Amerikan kıtası dediğimiz yerde, ülkelerde Amerikan emperyalizminin darbeler tezgâhladığını görürken, onlara destek verenlerde kendi ülkelerindeki askeriye gücü ve tekelci sermayedir. Darbeler özünde halka karşıdır. Özelliklede halka sınıf bilinci taşıyan devrimcilerin önlerini kesmek içindir.
Ülkemizde gerçekleştirilen faşist darbeler dönemlerine göre açıktan hissettik. Bu darbe girişiminde de Amerikan emperyalizminin rolü açıktan vardır. Türkiye’de darbe olduktan sonra ABD yetkilileri; “Bizim çocuklar işi başarmış” diyor. Nede olsa küçük Amerika olacağız diyenlerin ülkesinde yaşıyoruz.
12 Eylül 1980 darbesini izleyen iki yıl içinde 650 bin kişi gözaltına alınmış, 210 bin davada 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmıştır.
Her mahalle karakolunda, siyasi şubede ve gizli yerlerde işkence hücresi kurulmuş, genç yaşlı, kadın, erkek ve çocuk demeden binlerce kişi işkenceden geçirilmiş, yüzlercesi sakat kalmış, öldürülmüş ve 9 bin 962 sorumluya işkence soruşturma ve davası açılmak “zorunda” kalınmıştır. Tabii ki, her işkence olayında olduğu gibi hiçbir işkenceci hüküm giymemiştir.
21 bin 764 kişi örgüt üyeliğinden hüküm giymiş, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılmıştır.
50 kişi asılarak idam edilmiş, 17 yaşındaki Erdal Eren’i asabilmek için yaşı büyütülmüş, darbeci başı Kenan Evren, “Asmayalım da besleyelim mi?” demiştir.
1 milyon 683 bin kişi “fişlenmiş”, 15 bin 509 öğretim görevlisi üniversitelerden atılmış, 18 bin memur, 2000 yargıç ve savcı, 4000 polis, 2000 subay ve 5000 öğretmenin işine son verilmiştir.
23 bin dernek, tüm sendikalar ve partiler kapatılmış, YHK eliyle sendikacılık çökertilmiş, işçi liderleri tasfiye edilmiş, grev hakkı yasaklanmıştır.
Basına sansür konulmuş, 113 bin 607 kitap yakılmış, 39 ton kitap ve dergi kağıt fabrikalarında hamur yapılmıştır.
937 sinema filmi yasaklanmış, 2792 yazar, çevirmen ve gazeteci toplam 3315 yıl ve 3 ay hapis cezasına çarptırılmışlardır.
12 Eylül darbecisi, 1961 Anayasası’nı lağvetmiş, okullarda din dersini zorunlu kılarak İslâmcı zihniyeti yerleştirmiştir. O günü hatırlayanlar çok iyi bilir! Darbeci Evren her gittiği yerde Kuran’ı Kerim’i elinden düşürmeyerek, ayetler okurken devrimcileri karalama kampanyası başlatmıştı.
Sudiarabistan’dan “Rabıta” aracılığıyla Türkiye’deki yasal ve yasal olmayan imamların parası ödenmesi için her ay düzenli para gelmişti. Uğur Mumcu’nun “Rabıta” ile ilgili yazısı o dönem yazdığı gazetede çıkmış ve kitap haline getirmişti.
12 Eylül darbecisi, darbecileri1982 Anayasası’yla bütün yaptıklarından ötürü yargılanmamayı da hükme bağlamıştır. Kendini böylece güvence altına almıştır. Hemen hemen her ülkede darbeciler yargılanıp, hüküm giyerken bizim ülkemizdeki eli kanlı olan darbeciler ak kaşık gibi ortalıkta dolaşmaktadırlar.
Ülkemizde de Gözaltında ve faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının bulunması amacıyla Cumartesi anneleri olarak bilinen kayıp yakınları, 1995–1999 yılları arasında Galatasaray Lisesi önünde iki yüz hafta boyunca her Cumartesi günü seslerini duyurmaya çalıştılar.
Kayıp yakınları yağmur, çamur ve sıcak demeden dört yıl her cumartesi sözleşerek Galatasaray Lisesi önünde bir araya geldiler. Öyle anlar oldu ki, acılarını yüreklerine gömen annelere, babalara ve yakınlarına polisin sert müdahalesi gecikmedi. Ara sıra polis, kurt köpeklerini kayıp yakınlarına saldırttı.
Kayıp yakınları güçleri oranında direndi. Onların bir tek umudu vardı. Gözaltında kaybedilen yakınlarının hesabını sormaktı. Oradan geçen insanların bu insanlar buraya oturarak ne yapıyorlar diye kendi kendilerine sormuşlardır! Kimileri ürkek bakışlarla, kimileride içlerinde garip bir duygu taşıyarak onlara gözlerinin ucuyla bakmışlardır.
Bütün dünyada insan hakları ihlalleri arasında sayılan "gözaltında kayıplar" kişinin güvenlik kuvvetlerince gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınmaması, güvenlik kuvvetlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde, devletin bunu kabul etmemesi anlamına geliyor. Bir başka deyişle kişinin zorla kaybedilmesi anlamına geliyor..
Türkiye "gözaltında kayıp" gerçeğiyle 1980 sonrasında karşılaştı. İlk kayıplardan Hayrettin Eren 21 Kasım 1980'de İstanbul'da güvenlik güçlerince gözaltına alındığı arkadaşları kanalıyla ailesine iletiliyor.
Eren ailesi haberi duyar duymaz o dönem gözaltı merkezi olan Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'ne gidiyor, kapıda oğlunun arabasını gören anne Hayrettin'in gözaltında bulunduğundan emin bir şekilde yetkililerle görüşüyor, ama sonra yüzlerce ailenin duyacağı klasik cümleyi duyuyor: "Bizde yok!".
Arabanın kapıda olduğunu hatırlatıyorsa da, yanıt alamıyor, zaten sonraki gün araba da "gözaltında kayboluyor". Eren ailesi seslerini duyurabilecekleri her yere ulaşmaya çalışıyorlar, sonuç değişmiyor; Yıllar sonra halen Hayrettin'den haber yok.
Hayrettin Eren'den haber alınamadığı gibi 1980–1990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkâri’den 12 insan daha gözaltında kaybediliyor.
Bunlardan Hüseyin Morsümbül'ün 18 Eylül 1980 günü Bingöl merkezdeki evlerinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alınıyor, ardından Baba da gözaltına alınıyor, yoğun işkencelerden geçiriliyor.
Baba gözaltındayken oğlunun oradan kaçtığını etraftaki görevlilerin konuşmalarından öğreniyor ki, daha sonra bunu şöyle açıklıyor: "Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın bir kuşun kaçması bile mümkün değil."
Yukarıda ülkelerin isimleri yazılı ya da yazılı olmasın her darbede işkenceler, kayıplar, baskılar, tecavüzler ve diğer aşağılık, iğrenç olaylar yaşanmıştır. Annelerin, ailelerin direnişinde güvenlik güçleri yaptıkları karşısında hep inkârı seçmişlerdir.
Gözaltında kayıplar 1990 yılı ile birlikte her gelen yılla birlikte, çoğu da Olağanüstü Hal Bölgesi'nden (OHAL) olmak üzere artış gösteriyor. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) yapılan resmi başvurularda bugün gelinen noktada 543 gibi bir sayıya ulaşıyor.
İHD özellikle OHAL bölgesinde kayıp yakınlarının hepsinin resmi başvuruda bulunamadıkları gerekçesiyle rakamların ülkedeki gerçek gözaltında kayıp sayısını tam olarak yansıtmadığını düşünüyor.
Son 8 yılda kayıp yakınlarının başvurularına göre İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmaları çerçevesinde 520 olan gözaltında kayıplar yıllara göre dökümü…
1991 – 4, 1992 – 8, 1993 – 36, 1994 – 229, 1995 – 121, 1996 – 68, 1997 – 45, 1998 -9
Burada, özellikle 1994 yılındaki gözaltındaki kayıplarda hızlı artışa dikkat çekmek gerekiyor, bir anlamda 1992–1993 yıllarında OHAL bölgesindeki "Faili meçhul cinayetler"in yerini isim değiştirerek 1994'de gözaltında kayıplar alıyor.
1995 sonrasındaki verilerde İHD başta olmak üzere, 27 Mayıs 1995'de başlayan Cumartesi annelerinin Galatasaray basın açıklamaları ile birlikte içte ve dışta gözaltında kayıplara karşı verilen mücadelenin etkisi görülüyor.
21 Mart 1995 günü Hasan Ocak'ın İstanbul'da gözaltına alınıp kaybedilmesi olayı ailesi başta olmak üzere insan hakları savunucularının yoğun arama mücadelesi Türkiye'nin belleğine kazıldı.
Artık insanlar hızla bu ülkede "gözaltında kayıp" ihlalinin de yaşandığını duymaya başladılar. Ocak'ın işkenceyle öldürülmüş bedeni kaybedilmesinden 55 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulundu.
Devlet Ocak olayında suskun kalmayı yeğledi. Oysa devlet Ocak'ın gözaltından 5 gün sonra Beykoz Ormanlarında köylülerin bulduğu ölü beden İstanbul Adli Tıp Morguna nakledilmişti. Acı ama gerçek olan aynı anda Hasan Ocak'ın resimleri hem devletin Adli Tıp'ında vardı, hem de sokaklarda "Hasan nerede" diye sorulurken dolaştırılıyordu.
Kenan Bilgin bir başka 12 Eylül'de, 1994'de Ankara'da otobüs durağında gözaltına alındı. Alındı, çünkü onu Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde görenler var, içlerinde avukatların da bulunduğu bu tanıklar Kenan Bilgin'i gördükleri doğrultusunda ifade de verdiler.
Onun "22 gündür buradayım, beni kaybedecekler" diye hücresinden haykıran sesini dışarı taşıdılar. Tanıklı ve kanıtlı gözaltında kaybedilmeye karşı ailenin devlete yaptığı bütün başvurular gene aynı yanıtı aldı: "Bizde yok!"
Nazım Gülmez, 61 yaşında. 14 Ekim 1994 günü askerler Gülmez'in yaşadığı Tunceli Hozat Taşıtlı köyüne geliyor. Köyde yapılan aramada Nazım Gülmez üç köylüyle birlikte alınıp götürülüyor. Daha sonra 3 köylü serbest bırakılıyor, Gülmez'den ise bir daha haber alınamıyor. Gözaltına alınanlar, muhtar ve bütün köylülerin gözü önünde yaşanan gözaltından sonra devletin yanıtı gene aynı: "Bizde yok!"
Mehmet Özdemir, 44 yaşında, 29 Aralık 1997 günü Diyarbakır hayvan pazarında insanların gözü önünde çevrenin sivil polis olarak bildiği telsizli kişilerce gözaltına alınıyor.
Avukatın ilk başvurularında Özdemir'in gözaltında olduğu kabul edilince aile rahatlıyor, ancak daha sonra sağlığını sormak üzere Emniyet Müdürlüğü'ne giden avukata bu kez gene bildik yanıt tekrarlanıyor: "Bizde yok!"
Verilen rakamlarla örnekleri çoğaltmak mümkün, son olarak 20 yaşındaki Murat Yıldız'ın nasıl kaybedildiğini oğlunu o günden bu yana kayıp yakınlarıyla birlikte arayan anne Hanife Yıldız anlatıyor:
"Oğlum Adli bir nedenle aranıyordu, onu bir avukatla birlikte kendim Bornova Polis Karakolu'na teslim ettim. Oğlumu tekrar sormaya gittiğimde silah göstermek üzere feribotla İstanbul'a giderken Murat'ın kendini denize attığını söylediler. İnanmıyorum."
Gözaltında kayıp iddiaları ulusal ve uluslararası platformlarda, yerli ve yabancı gazete, radyo ve televizyonlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, ulusal ve ulusalüstü yargıya konu oluyor.
Kayıp yakınları mahallelerindeki, köylerindeki karakollardan başlayarak her kademede oğullarını, kızlarını, sevdiklerinin akıbetini öğrenmek için resmi başvurular yapıyorlar.
Devlet kayıpların en azından her hafta gündeme getirildiği Galatasaray'da kayıp yakınlarına ve gözaltında insanların kaybedilmesine karşı olan insanları döverek, yerlerde sürükleyerek, yaşlı, genç, çocuk, kadın erkek ayrımı yapmaksızın ilgili ilgisiz Beyoğlu'ndan geçenleri gözaltına alarak yanıt vermekteydi.
Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 27 Mayıs 1995 gününden başlayarak İstanbul, İstiklal caddesinde Galatasaray Lisesi önünde her Cumartesi saat 12.00’de, "Kayıplar akıbeti açıklansın, sorumlular ortaya çıkarılarak yargılansın ve Kayıplar son bulsun" talebiyle basın açıklaması yaptılar, yapmaya çalıştılar.
Yapmaya çalıştılar, diyoruz; çünkü 15 Ağustos 1998'de 170. haftada başlayan engellemelerin 30 hafta sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 200. haftada, yani 13 Mart 1999'da, sürekli gözaltı, kötü muamele ve dayaktan güvenlik kuvvetlerinin biber gazı kullanmalarına varan engellemeler karşısında Galatasaray'a ara verdiler.
Cumartesi Anneleri Ergenekon davası ile birlikte ortaya çıkan bilgiler ve dönemin cinayet işleyen ve varlığı reddedilen JİTEM elemanlarının itirafları ışığında kaybedilen yakınlarının bulunması talebiyle uzun bir aradan sonra ilk eylemlerini gerçekleştirdiler. Kayıp aileleri 7 Şubat günü Galatasaray Lisesi önünde saat 12.00’de 202. defa bir araya geldiler. İHD İnsan Hakları İstanbul Şubesi Gözaltında kayıplara Karşı Komisyon tarafından başlatılan eyleme kayıp yakınları, DTP Milletvekili Pervin Buldan ile ÖDP Milletvekili Ufuk Uras ile devrimci demokratik kurumlar katıldılar.
202. haftasında “Ali Tekdağ 13 Kasım 1994’de Gözaltında Kaybedildi Devlet ‘Bizde Yok’ Dedi Türkiye AİHM’de Mahkûm Oldu” pankartıyla biraraya gelen kayıp yakınlarına hitaben Pervin Buldan ile Ufuk Uras kısa birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmaların ardından tiyatro sanatçısı Nisa Yıldırım basın açıklamasını gerçekleşitirdi.
Yıldırım açıklamada “Diyarbakır’da pastacılık yapan evli ve yedi çocuk babası olan Ali Tekdağ, 13 Kasım 1994 tarihinde karısıyla birlikte Dağkapı’da alışveriş yaparken, silahlı telsizli kişilerce, başına ceketi geçirilerek otomobile bindirilip götürüldü ve bir daha kendisinden haber alınamadı” dedi. Eşi Hatice’nin ve İnsan Hakları Derneği’nin girişimlerine rağmen gözaltına alındığı kabul edilmeyen Tekdağ’ın Çevik Kuvvet’te gözaltında tutulan Seyfettin Demir adlı vatandaşa “Aileme söyleyin beni kaybedecekler” dediğini, bu tanıklığa rağmen gözaltına alındığının kabul edilmedigi vurgulandı. “20–01–1996 tarihli Evrensel Gazetesi’nde yayınlanan itiraflarında bir JİTEM subayı ‘Tekdağ’ın önce çevik kuvvette daha sonra Pirinçlik Askeri Üssünde sorgulandığını, sorgulama bilgilerinin doğrudan, kendi isteği üzerine OHAL Valisi Ünal Erkan’a iletildiğini, sorgulamaya Timuçin lakaplı Özel Tim Komiser Yardımcısı ve Teğmen lakaplı komutanın katılarak bizzat işkence yaptıklarını, işkencenin askeri doktorlar gözetiminde yapıldığını’ anlattığı hatırlatıldı. JİTEM subayı ‘Tekdağ’ın sorgusunun 120. gününde kendisinin de bulunduğu operasyon timi eşliğinde, askeri bölge dışında çöplüğe getirilip silahla taranarak öldürüldükten sonra cesedinin benzin dökülerek yakıldığını’ da anlattı”. JİTEM itirafçısının ifadeleri Tekdağ’ın ölümünden dönemin OHAL Valisi, Asayiş Kolordu Komutanı ve Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün bilgi sahibi olduğunu gösteriyor. Yıldırım “Şimdi bir kez daha soruyoruz; Ali Tekdağ nerede? Teğmen, Boğa, Timuçin lakaplı Özel Tim görevlileri ve subaylar kimlerdir? OHAL Valisi Ünal Erkan neden sorgulanmıyor? Dönemin Emniyet Müdürü neden sorgulanmıyor? Dönemin Asayiş Kolordu Komutanı neden sorgulanmıyor?” sözleriyle açıklamaya son verdi.
Açıklamanın ardından bir sonraki hafta yapılacak eyleme katılım çağrısıyla eylem son buldu.
Araştırmalarda kayıpların listesi uzadıkça uzuyor. Kelimenin tek anlamıyla Türkiye’de ve dünyada yaşanılanlar tam anlamıyla bir vahşettir. 1990’lı yıllarda adı “Ohal” olarak anılan dönemlerde, Kürt halkının yoğunlukla yaşadığı ve yaşamadığı yerlerde kimliklerinden dolayı gözaltına alınıp ta yaşamlarını sonlandıranlar. Silahlarını Kürt aydınlarına ve basın mensuplarına çevirmiştir. Musa Anter, Vedat Aydın ve isimlerini yazamadığımız ya da bilemediğimiz bizim gibi etten ve kemikten olma insanlar aramızda yaşamıyorlar.
Birilerinin zevki ve sefası için halkların kanları dökülmesin! Dünyanın toprakları hepimize yeter. Bizler yeter ki paylaşmayı, dayanışmayı ve birbirimizi kabul etmeyi başaralım…
Hüseyin Habip Taşkın
Arjantin, Santa Fe'de, ülkede 1976 ile 1983 yılları arasındaki faşist diktatörlük döneminde kaybolanlarla ilgili yüzlerce polis raporunun bulunduğu bildirildi. Başsavcı Esteban Righi basına yaptığı açıklamada, bunun buzdağının görünen kısmı olduğunu söyleyerek, hayal edemeyecekleri şeyler bulabileceklerini, bu arşivin, diktatörlük altında neler olup bittiği konusunda çok açık bir fikir verdiğini ve süren davalarda da kanıt olarak kullanılabileceğini belirtti.
Bir polisin savcıya başvurması sonucu kent arşivlerinde bir odada bulunan ve şu an için küçük bir bölümü incelenen raporlarda, kaçırılan ve daha sonra kaybolan insanlar, cesetler ve bazı siyaset adamları ile sendikacıların gözaltına alınmasının anlatıldığı, raporlardan bazılarının 1975 tarihini taşıdığı kaydedildi. İnsan hakları örgütlerine göre, diktatörlük döneminde 30 bin kadar kişi kayboldu ya da öldürüldü. Arjantin’de işlenen insanlık suçu için birçok doküman ortaya çıktı.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki kirli savaşla ilgili gizli belgeleri, ülkedeki darbe yönetiminin ABD’nin insan hakları ihlallerine göz yumacağına inandığını ortaya koydu.
22 Ağustos— Yayınlanan gizli belgelere göre, darbe yönetiminin Dışişleri Bakanı Amiral Guzzetti, Washington’da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ve Başkan Yardımcısı Nelson Rockefeller ile görüşmesinden ‘sevinçle’ ayrılmış. Belgelerde, Arjantin hükümetinin, ABD’den, ‘asıl kaygının insan hakları değil, darbe hükümetinin işini hızlı bitirmesi’ olduğu izlenimini aldıkları da kaydediliyor.
ABD Dışişleri Bakanlığı, Arjantin’de 1976–1983 yılları arasındaki darbe döneminin “kirli savaşı” ile ilgili önceki gün 4 bin 667 gizli belgeyi yayınlamıştı. Darbecilerin solcu parti, sendika, dernek ve diğer muhalefet gruplarına karşı yürüttüğü baskı kampanyası sırasında işlenen cinayet ve katliamlar sonucunda Arjantin hükümetinin resmi rakamlarına göre en az 8 bin 900, insan hakları gruplarının rakamlarına göre ise en az 30 bin kişi öldürüldü.
Açıklanan belgelerden bazıları, ABD’nin Arjantin Büyükelçiliği’ndeki diplomatların, Amerikan hükümetinin Arjantin yetkilileriyle görüşmelerinde insan hakları ihlallerinin ciddi bir sorun olduğunu kararlılıkla anlatmadığı izlenimine kapıldıklarını gösteriyor. Darbe hükümetinin düşmesinden sonra, adam kaçırma, işkence ve solcu muhaliflerin yargılanmadan idam edilmesi suçlarından birçok üst düzey askeri yetkili 1985’te hapis cezalarına çarptırılmış, ancak 1990’da dönemin Devlet Başkanı Carlos Menem tarafından affedilmişlerdi.
Arjantin’de askerlerin postalları altında1976 ile1983 arasında devrimci unsurların tavsiye edilmesi vardı. Onu destekleyen Amerikan emperyalizmi vardı. Amerikan emperyalizmi sadece tek bir ülkeyle yetinmedi.
11 Eylül 1973'de, Şili ordusu, General Augusto Pinochet önderliğinde, dünyada seçimle göreve gelmiş ilk sosyalist başkan olan Salvador Allende hükümetini devirdi. 17 yıl boyunca iktidarda kalan Pinochet yönetiminin uygulamaları barbarca ve katliamcıydı. 2004'te Şili Devlet Başkanı Ricardo Lagos'un girişimiyle oluşturulan İşkence Komisyonu'nun hazırladığı Valech Raporu'nda darbenin bilânçosu şu rakamlarla yer aldı: 130 bin kişi tutuklanmış; kadın, erkek ve çocuk 30 bin kişiye 18 farklı işkence yöntemi uygulanmış, 2 binden fazla kişi hayatını işkencede kaybetmiş ve 1197 kişi de gözaltında kaybolmuştu!
Şili'deki cunta dönemi 1990'da sona erse de, geride kalan darmadağın yaşamlar, işkenceler, tecavüzler ve ölümler bırakan darbenin baş sorumlusu Pinochet'nin yargılanması için ilk adım 1998'de İspanyol yargıç Baltasar Garzon tarafından atıldı.
Devlet Başkanı Ricardo Lagos'a iletmesiydi. Mektupta Pino-chet'nin ajanlarının 1973–75 arasında 800'e yakın cesedi okyanusa atmak için gemiler kiraladığı, cesetlerin iyice derine inmesi için üzerlerine bakır külçeler bağladıkları yazıyordu. Dağılıp su yüzüne çıkmalarını engellemek için de cesetlere özel kimyasal maddeler enjekte edilmişti.
General Augusto Pinochet, faşist iğrenç yüzünü devrimcilerin kanını akıtarak, imha ederek uygulasa da arkasında büyük güç olan emperyalist Amerika vardı. Şili’de barbarlıklar, katliamlar yaşanırken kadınların, annelerin mücadelesi örgütlü bir güce dönüşmüştü.
Şili'de askeri darbeye karşı oluşan en önemli direniş hareketi gözaltında kaybedilenlerin yakınlarının hareketidir. Evlerinden zorla alınarak kayıplara karışan yakınlarının isimlerini ya da resimlerini kumaş kırpıntılarını birleştirerek yaptıkları tablo veya yastığın bir köşesine yerleştiren "arpilleristas" (kırpıntı ustaları) bir yandan geçimlerini sağlamaya çalışıyor, diğer yandan da faşist darbeden yakınlarının akibetini soruyorlardı. Bu hareketin çoğunluğunu işçi kadınlar oluşturuyordu. Onlar, kadınları "kadınsı değerleri" kendi faşist emelleri için ikiyüzlüce kullanan Pinochet rejimine karşı direnişte aynı yöntemi kullanıyor, "kadınsı bir uğraş" olan dikiş nakış işleriyle darbeye karşı mücadelede kendilerini ifade etmeye çalışıyorlardı.
Her ülkede olduğu gibi sınıf mücadelesinde de kadınlar en ön safta yerini almaktadır. Yaşam acıları, hüzünleri sevinçleri paylaşmaktır. Sınıflar var olduğu sürece emek sermaye çelişkisi de var olacaktır.
Gelelim Brezilya’ya, 1964–1985 arasındaki yıllık askeri darbe döneminde yaşananların ayrıntılarını ilk kez resmi bir belgede toplayarak yayınlanmasına… Bu ülkede de dilleri farklı da olsa aynı iğrençliklerin yaşandığını görmekteyiz. Ülkeler değişse de sınıf mücadelesi hiçbir ülkede değişmemektedir.
Brezilya'da yaklaşık 20 yıllık askeri darbe döneminin ayrıntılarını anlatan resmi kitap, kendi de diktatörlük döneminde bir süre cezaevinde yatmış olan Cumhurbaşkanı Luiz Inácio Lula da Silva'nın da katıldığı bir törenle tanıtıldı.
"Gerçeğe Ulaşma ve Bellek Hakkı" adlı resmi kitapta, diktatörlük dönemi federal ajanları, tecavüz, işkence, cezaevindekilerin yargısız infazla öldürülmeleri ve mağdurların cesetlerinin saklanması gibi suçlarla suçlanıyorlar. Tıpkı her ülkede olduğu gibi aynı olan insan manzaraları var.
Kitap darbe dönemindeki siyasi cinayetleri ve kayıpları araştırmak için oluşturulan özel komisyonun 11 yıllık çalışmalarının sonuçlarını içeriyor. Askeri diktatörlük döneminde 400'den fazla insanın öldürüldüğü ve 160 kişinin de kayıp olduğu tahmin ediliyor. Bu rakam ailelerin ve devrimcilerin belirlediği rakam olabilir. Bizlerin bilmediği kaç kişinin nasıl öldürüldüğüdür!
Latin Amerika’da ya da Amerikan kıtası dediğimiz yerde, ülkelerde Amerikan emperyalizminin darbeler tezgâhladığını görürken, onlara destek verenlerde kendi ülkelerindeki askeriye gücü ve tekelci sermayedir. Darbeler özünde halka karşıdır. Özelliklede halka sınıf bilinci taşıyan devrimcilerin önlerini kesmek içindir.
Ülkemizde gerçekleştirilen faşist darbeler dönemlerine göre açıktan hissettik. Bu darbe girişiminde de Amerikan emperyalizminin rolü açıktan vardır. Türkiye’de darbe olduktan sonra ABD yetkilileri; “Bizim çocuklar işi başarmış” diyor. Nede olsa küçük Amerika olacağız diyenlerin ülkesinde yaşıyoruz.
12 Eylül 1980 darbesini izleyen iki yıl içinde 650 bin kişi gözaltına alınmış, 210 bin davada 230 bin kişi sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmıştır.
Her mahalle karakolunda, siyasi şubede ve gizli yerlerde işkence hücresi kurulmuş, genç yaşlı, kadın, erkek ve çocuk demeden binlerce kişi işkenceden geçirilmiş, yüzlercesi sakat kalmış, öldürülmüş ve 9 bin 962 sorumluya işkence soruşturma ve davası açılmak “zorunda” kalınmıştır. Tabii ki, her işkence olayında olduğu gibi hiçbir işkenceci hüküm giymemiştir.
21 bin 764 kişi örgüt üyeliğinden hüküm giymiş, 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarılmıştır.
50 kişi asılarak idam edilmiş, 17 yaşındaki Erdal Eren’i asabilmek için yaşı büyütülmüş, darbeci başı Kenan Evren, “Asmayalım da besleyelim mi?” demiştir.
1 milyon 683 bin kişi “fişlenmiş”, 15 bin 509 öğretim görevlisi üniversitelerden atılmış, 18 bin memur, 2000 yargıç ve savcı, 4000 polis, 2000 subay ve 5000 öğretmenin işine son verilmiştir.
23 bin dernek, tüm sendikalar ve partiler kapatılmış, YHK eliyle sendikacılık çökertilmiş, işçi liderleri tasfiye edilmiş, grev hakkı yasaklanmıştır.
Basına sansür konulmuş, 113 bin 607 kitap yakılmış, 39 ton kitap ve dergi kağıt fabrikalarında hamur yapılmıştır.
937 sinema filmi yasaklanmış, 2792 yazar, çevirmen ve gazeteci toplam 3315 yıl ve 3 ay hapis cezasına çarptırılmışlardır.
12 Eylül darbecisi, 1961 Anayasası’nı lağvetmiş, okullarda din dersini zorunlu kılarak İslâmcı zihniyeti yerleştirmiştir. O günü hatırlayanlar çok iyi bilir! Darbeci Evren her gittiği yerde Kuran’ı Kerim’i elinden düşürmeyerek, ayetler okurken devrimcileri karalama kampanyası başlatmıştı.
Sudiarabistan’dan “Rabıta” aracılığıyla Türkiye’deki yasal ve yasal olmayan imamların parası ödenmesi için her ay düzenli para gelmişti. Uğur Mumcu’nun “Rabıta” ile ilgili yazısı o dönem yazdığı gazetede çıkmış ve kitap haline getirmişti.
12 Eylül darbecisi, darbecileri1982 Anayasası’yla bütün yaptıklarından ötürü yargılanmamayı da hükme bağlamıştır. Kendini böylece güvence altına almıştır. Hemen hemen her ülkede darbeciler yargılanıp, hüküm giyerken bizim ülkemizdeki eli kanlı olan darbeciler ak kaşık gibi ortalıkta dolaşmaktadırlar.
Ülkemizde de Gözaltında ve faili meçhul cinayetlere kurban giden yakınlarının bulunması amacıyla Cumartesi anneleri olarak bilinen kayıp yakınları, 1995–1999 yılları arasında Galatasaray Lisesi önünde iki yüz hafta boyunca her Cumartesi günü seslerini duyurmaya çalıştılar.
Kayıp yakınları yağmur, çamur ve sıcak demeden dört yıl her cumartesi sözleşerek Galatasaray Lisesi önünde bir araya geldiler. Öyle anlar oldu ki, acılarını yüreklerine gömen annelere, babalara ve yakınlarına polisin sert müdahalesi gecikmedi. Ara sıra polis, kurt köpeklerini kayıp yakınlarına saldırttı.
Kayıp yakınları güçleri oranında direndi. Onların bir tek umudu vardı. Gözaltında kaybedilen yakınlarının hesabını sormaktı. Oradan geçen insanların bu insanlar buraya oturarak ne yapıyorlar diye kendi kendilerine sormuşlardır! Kimileri ürkek bakışlarla, kimileride içlerinde garip bir duygu taşıyarak onlara gözlerinin ucuyla bakmışlardır.
Bütün dünyada insan hakları ihlalleri arasında sayılan "gözaltında kayıplar" kişinin güvenlik kuvvetlerince gözaltına alındıktan sonra bir daha kendisinden haber alınmaması, güvenlik kuvvetlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde, devletin bunu kabul etmemesi anlamına geliyor. Bir başka deyişle kişinin zorla kaybedilmesi anlamına geliyor..
Türkiye "gözaltında kayıp" gerçeğiyle 1980 sonrasında karşılaştı. İlk kayıplardan Hayrettin Eren 21 Kasım 1980'de İstanbul'da güvenlik güçlerince gözaltına alındığı arkadaşları kanalıyla ailesine iletiliyor.
Eren ailesi haberi duyar duymaz o dönem gözaltı merkezi olan Gayrettepe'deki Emniyet Müdürlüğü'ne gidiyor, kapıda oğlunun arabasını gören anne Hayrettin'in gözaltında bulunduğundan emin bir şekilde yetkililerle görüşüyor, ama sonra yüzlerce ailenin duyacağı klasik cümleyi duyuyor: "Bizde yok!".
Arabanın kapıda olduğunu hatırlatıyorsa da, yanıt alamıyor, zaten sonraki gün araba da "gözaltında kayboluyor". Eren ailesi seslerini duyurabilecekleri her yere ulaşmaya çalışıyorlar, sonuç değişmiyor; Yıllar sonra halen Hayrettin'den haber yok.
Hayrettin Eren'den haber alınamadığı gibi 1980–1990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkâri’den 12 insan daha gözaltında kaybediliyor.
Bunlardan Hüseyin Morsümbül'ün 18 Eylül 1980 günü Bingöl merkezdeki evlerinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alınıyor, ardından Baba da gözaltına alınıyor, yoğun işkencelerden geçiriliyor.
Baba gözaltındayken oğlunun oradan kaçtığını etraftaki görevlilerin konuşmalarından öğreniyor ki, daha sonra bunu şöyle açıklıyor: "Orası öyle bir yer ki, değil bir insanın bir kuşun kaçması bile mümkün değil."
Yukarıda ülkelerin isimleri yazılı ya da yazılı olmasın her darbede işkenceler, kayıplar, baskılar, tecavüzler ve diğer aşağılık, iğrenç olaylar yaşanmıştır. Annelerin, ailelerin direnişinde güvenlik güçleri yaptıkları karşısında hep inkârı seçmişlerdir.
Gözaltında kayıplar 1990 yılı ile birlikte her gelen yılla birlikte, çoğu da Olağanüstü Hal Bölgesi'nden (OHAL) olmak üzere artış gösteriyor. İnsan Hakları Derneği'ne (İHD) yapılan resmi başvurularda bugün gelinen noktada 543 gibi bir sayıya ulaşıyor.
İHD özellikle OHAL bölgesinde kayıp yakınlarının hepsinin resmi başvuruda bulunamadıkları gerekçesiyle rakamların ülkedeki gerçek gözaltında kayıp sayısını tam olarak yansıtmadığını düşünüyor.
Son 8 yılda kayıp yakınlarının başvurularına göre İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmaları çerçevesinde 520 olan gözaltında kayıplar yıllara göre dökümü…
1991 – 4, 1992 – 8, 1993 – 36, 1994 – 229, 1995 – 121, 1996 – 68, 1997 – 45, 1998 -9
Burada, özellikle 1994 yılındaki gözaltındaki kayıplarda hızlı artışa dikkat çekmek gerekiyor, bir anlamda 1992–1993 yıllarında OHAL bölgesindeki "Faili meçhul cinayetler"in yerini isim değiştirerek 1994'de gözaltında kayıplar alıyor.
1995 sonrasındaki verilerde İHD başta olmak üzere, 27 Mayıs 1995'de başlayan Cumartesi annelerinin Galatasaray basın açıklamaları ile birlikte içte ve dışta gözaltında kayıplara karşı verilen mücadelenin etkisi görülüyor.
21 Mart 1995 günü Hasan Ocak'ın İstanbul'da gözaltına alınıp kaybedilmesi olayı ailesi başta olmak üzere insan hakları savunucularının yoğun arama mücadelesi Türkiye'nin belleğine kazıldı.
Artık insanlar hızla bu ülkede "gözaltında kayıp" ihlalinin de yaşandığını duymaya başladılar. Ocak'ın işkenceyle öldürülmüş bedeni kaybedilmesinden 55 gün sonra kimsesizler mezarlığında bulundu.
Devlet Ocak olayında suskun kalmayı yeğledi. Oysa devlet Ocak'ın gözaltından 5 gün sonra Beykoz Ormanlarında köylülerin bulduğu ölü beden İstanbul Adli Tıp Morguna nakledilmişti. Acı ama gerçek olan aynı anda Hasan Ocak'ın resimleri hem devletin Adli Tıp'ında vardı, hem de sokaklarda "Hasan nerede" diye sorulurken dolaştırılıyordu.
Kenan Bilgin bir başka 12 Eylül'de, 1994'de Ankara'da otobüs durağında gözaltına alındı. Alındı, çünkü onu Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde görenler var, içlerinde avukatların da bulunduğu bu tanıklar Kenan Bilgin'i gördükleri doğrultusunda ifade de verdiler.
Onun "22 gündür buradayım, beni kaybedecekler" diye hücresinden haykıran sesini dışarı taşıdılar. Tanıklı ve kanıtlı gözaltında kaybedilmeye karşı ailenin devlete yaptığı bütün başvurular gene aynı yanıtı aldı: "Bizde yok!"
Nazım Gülmez, 61 yaşında. 14 Ekim 1994 günü askerler Gülmez'in yaşadığı Tunceli Hozat Taşıtlı köyüne geliyor. Köyde yapılan aramada Nazım Gülmez üç köylüyle birlikte alınıp götürülüyor. Daha sonra 3 köylü serbest bırakılıyor, Gülmez'den ise bir daha haber alınamıyor. Gözaltına alınanlar, muhtar ve bütün köylülerin gözü önünde yaşanan gözaltından sonra devletin yanıtı gene aynı: "Bizde yok!"
Mehmet Özdemir, 44 yaşında, 29 Aralık 1997 günü Diyarbakır hayvan pazarında insanların gözü önünde çevrenin sivil polis olarak bildiği telsizli kişilerce gözaltına alınıyor.
Avukatın ilk başvurularında Özdemir'in gözaltında olduğu kabul edilince aile rahatlıyor, ancak daha sonra sağlığını sormak üzere Emniyet Müdürlüğü'ne giden avukata bu kez gene bildik yanıt tekrarlanıyor: "Bizde yok!"
Verilen rakamlarla örnekleri çoğaltmak mümkün, son olarak 20 yaşındaki Murat Yıldız'ın nasıl kaybedildiğini oğlunu o günden bu yana kayıp yakınlarıyla birlikte arayan anne Hanife Yıldız anlatıyor:
"Oğlum Adli bir nedenle aranıyordu, onu bir avukatla birlikte kendim Bornova Polis Karakolu'na teslim ettim. Oğlumu tekrar sormaya gittiğimde silah göstermek üzere feribotla İstanbul'a giderken Murat'ın kendini denize attığını söylediler. İnanmıyorum."
Gözaltında kayıp iddiaları ulusal ve uluslararası platformlarda, yerli ve yabancı gazete, radyo ve televizyonlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, ulusal ve ulusalüstü yargıya konu oluyor.
Kayıp yakınları mahallelerindeki, köylerindeki karakollardan başlayarak her kademede oğullarını, kızlarını, sevdiklerinin akıbetini öğrenmek için resmi başvurular yapıyorlar.
Devlet kayıpların en azından her hafta gündeme getirildiği Galatasaray'da kayıp yakınlarına ve gözaltında insanların kaybedilmesine karşı olan insanları döverek, yerlerde sürükleyerek, yaşlı, genç, çocuk, kadın erkek ayrımı yapmaksızın ilgili ilgisiz Beyoğlu'ndan geçenleri gözaltına alarak yanıt vermekteydi.
Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 27 Mayıs 1995 gününden başlayarak İstanbul, İstiklal caddesinde Galatasaray Lisesi önünde her Cumartesi saat 12.00’de, "Kayıplar akıbeti açıklansın, sorumlular ortaya çıkarılarak yargılansın ve Kayıplar son bulsun" talebiyle basın açıklaması yaptılar, yapmaya çalıştılar.
Yapmaya çalıştılar, diyoruz; çünkü 15 Ağustos 1998'de 170. haftada başlayan engellemelerin 30 hafta sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları 200. haftada, yani 13 Mart 1999'da, sürekli gözaltı, kötü muamele ve dayaktan güvenlik kuvvetlerinin biber gazı kullanmalarına varan engellemeler karşısında Galatasaray'a ara verdiler.
Cumartesi Anneleri Ergenekon davası ile birlikte ortaya çıkan bilgiler ve dönemin cinayet işleyen ve varlığı reddedilen JİTEM elemanlarının itirafları ışığında kaybedilen yakınlarının bulunması talebiyle uzun bir aradan sonra ilk eylemlerini gerçekleştirdiler. Kayıp aileleri 7 Şubat günü Galatasaray Lisesi önünde saat 12.00’de 202. defa bir araya geldiler. İHD İnsan Hakları İstanbul Şubesi Gözaltında kayıplara Karşı Komisyon tarafından başlatılan eyleme kayıp yakınları, DTP Milletvekili Pervin Buldan ile ÖDP Milletvekili Ufuk Uras ile devrimci demokratik kurumlar katıldılar.
202. haftasında “Ali Tekdağ 13 Kasım 1994’de Gözaltında Kaybedildi Devlet ‘Bizde Yok’ Dedi Türkiye AİHM’de Mahkûm Oldu” pankartıyla biraraya gelen kayıp yakınlarına hitaben Pervin Buldan ile Ufuk Uras kısa birer konuşma yaptılar. Yapılan konuşmaların ardından tiyatro sanatçısı Nisa Yıldırım basın açıklamasını gerçekleşitirdi.
Yıldırım açıklamada “Diyarbakır’da pastacılık yapan evli ve yedi çocuk babası olan Ali Tekdağ, 13 Kasım 1994 tarihinde karısıyla birlikte Dağkapı’da alışveriş yaparken, silahlı telsizli kişilerce, başına ceketi geçirilerek otomobile bindirilip götürüldü ve bir daha kendisinden haber alınamadı” dedi. Eşi Hatice’nin ve İnsan Hakları Derneği’nin girişimlerine rağmen gözaltına alındığı kabul edilmeyen Tekdağ’ın Çevik Kuvvet’te gözaltında tutulan Seyfettin Demir adlı vatandaşa “Aileme söyleyin beni kaybedecekler” dediğini, bu tanıklığa rağmen gözaltına alındığının kabul edilmedigi vurgulandı. “20–01–1996 tarihli Evrensel Gazetesi’nde yayınlanan itiraflarında bir JİTEM subayı ‘Tekdağ’ın önce çevik kuvvette daha sonra Pirinçlik Askeri Üssünde sorgulandığını, sorgulama bilgilerinin doğrudan, kendi isteği üzerine OHAL Valisi Ünal Erkan’a iletildiğini, sorgulamaya Timuçin lakaplı Özel Tim Komiser Yardımcısı ve Teğmen lakaplı komutanın katılarak bizzat işkence yaptıklarını, işkencenin askeri doktorlar gözetiminde yapıldığını’ anlattığı hatırlatıldı. JİTEM subayı ‘Tekdağ’ın sorgusunun 120. gününde kendisinin de bulunduğu operasyon timi eşliğinde, askeri bölge dışında çöplüğe getirilip silahla taranarak öldürüldükten sonra cesedinin benzin dökülerek yakıldığını’ da anlattı”. JİTEM itirafçısının ifadeleri Tekdağ’ın ölümünden dönemin OHAL Valisi, Asayiş Kolordu Komutanı ve Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün bilgi sahibi olduğunu gösteriyor. Yıldırım “Şimdi bir kez daha soruyoruz; Ali Tekdağ nerede? Teğmen, Boğa, Timuçin lakaplı Özel Tim görevlileri ve subaylar kimlerdir? OHAL Valisi Ünal Erkan neden sorgulanmıyor? Dönemin Emniyet Müdürü neden sorgulanmıyor? Dönemin Asayiş Kolordu Komutanı neden sorgulanmıyor?” sözleriyle açıklamaya son verdi.
Açıklamanın ardından bir sonraki hafta yapılacak eyleme katılım çağrısıyla eylem son buldu.
Araştırmalarda kayıpların listesi uzadıkça uzuyor. Kelimenin tek anlamıyla Türkiye’de ve dünyada yaşanılanlar tam anlamıyla bir vahşettir. 1990’lı yıllarda adı “Ohal” olarak anılan dönemlerde, Kürt halkının yoğunlukla yaşadığı ve yaşamadığı yerlerde kimliklerinden dolayı gözaltına alınıp ta yaşamlarını sonlandıranlar. Silahlarını Kürt aydınlarına ve basın mensuplarına çevirmiştir. Musa Anter, Vedat Aydın ve isimlerini yazamadığımız ya da bilemediğimiz bizim gibi etten ve kemikten olma insanlar aramızda yaşamıyorlar.
Birilerinin zevki ve sefası için halkların kanları dökülmesin! Dünyanın toprakları hepimize yeter. Bizler yeter ki paylaşmayı, dayanışmayı ve birbirimizi kabul etmeyi başaralım…
Hüseyin Habip Taşkın
17 Haziran 2009 Çarşamba
ORTAK AKIL
Teslim TÖRE KESK Başkanı Sami Evren, 12-06-2009 tarihinde Cenevre Halk Evinin düzenlediği seminere konuşmacı olarak katıldı. Aynı seminere konuşmacı olarak ben de katıldım. Sami ile 6-7 yıldır ilk kez karşılaştık. Görüşlerimiz birbirine çok yakındı. Onun için ben de Saminin çizmiş olduğu çerçeve içerisinde bazı konuları takviye ederek konuşmamı sürdürdüm. O nedenle de bu yazıda Sami Evrenin konuşmasını, özüne uygun bir şekilde özetlemeye çalışacağım.
Sami Evren, konuşmasına kapitalizmin analizini yaparak başladı. Kapitalizmin yaşamakta olduğu krizin geçici bir kriz olmadığını, yapısal bir nitelik taşıdığını o nedenle, kapitalizmin liberal kolunu daha şimdiden felç ettiğini belirtti. Krizin geçmişte olduğu gibi, çöküş, yükseliş, düzelme gibi klasik evreleri yaşayarak atlatılamayacağını; krizden çıkması halinde bile asla eski liberal kapitalizm olarak kalamayacağını; en azından devlet desteğiyle, tüketicinin alım gücünü artırıp, bozulmuş olan arz talep dengesine bir suni yama yapıp, sosyal devlet görünümü vererek, bir süre daha idare etmeye çalışacağını öne sürdü. Ayrıca, ABDnin tepesine tünemiş olduğu tek kutuplu dünya konjonktürünün artık iflas ettiğine, Obamanın Başkan seçilmesi ile tek kutululuğun ABD tarafından da terk edildiğine vurgu yaptı. ABD ne bir imparator oldu ne de bazılarının olduğunu iddia etiği gibi imparatorluğunu devam ettirebildi. Buna rağmen, kapitalizmin küresel imparatorluğu egemenliğini sürdürüyor. Bu tarihsel gelişmeler sonucu, emperyalizminin bölgede güçlü bir devlete gereksinim duyduğunu, bu işi ise T.C. Devletine verdiğini söyledi. Bu yeni görevini ifa edebilmek için de kendi sorunlarını çözmesi gerektiğini dayattı. Bundan doğru, Obama reçeteyi getirip Türkiye yöneticilerinin önüne koydu, onlarda bu reçeteyi Türkiye ye uyarlamaya çalışıyorlar dedi. Global Kapitalizmin, küresel boyutta zorunlu bir iç başkalaşım yaşadığını, Türkiye de ise sistemin ikiye yarıldığını yarılmanın bir ucunda, dini motifli gerici güçlerin, diğer tarafında ise,sağ ve sol milliyetçilerin başka bir anlatımla, şoven ve sosyal şovenlerin yer aldığı bir yarılma yaşanıyor. Sol adına yola çıkanların bir kısmı, Global kapitalizmin, ulus devleti daha fazla egemenlik altına alması sonucu, utangaç bir şekilde de olsa ulusal devleti desteklerken, Ergenekona taraf çıkarken, diğer bir kısmı da Türkiyeyi kısmen de olsa demokratikleştirecek gerekçesiyle AKP ve AB yi destekledi. Sol ve sosyalistlerin bir kısmı; Ergenekona da, AKP ve AB ye de karşı çıkarak, Kürt ve Alevi hareketi ile birlikte ortak bir mücadele sürecini örme politikası izledi. Sol bu temelde yeni bir bölünme daha yaşadı ve yaşıyor dedi. Bu bağlamda, emekten yana siyaset dibe vurmuştur tespitinde bulundu. Mücadele sürecinde devrimci ve sosyalistler etkin değil dedi. Sol arenada En etkin hareket Kürt hareketidir vurgusunu yaptı. Bu zeminler de solun yaşamış olduğu ayrışma sürecinin iyi değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekti. Latin Amerika ülkelerinde oluşan birliklere işaret ederek, her ayrışmanın bir bölünme olmayacağını, bazı ayrışmaların, yeni birliklerin oluşmasına güçlü zeminler yaratacağını vurguladı. Önemli olanın ayrışma değil. Önemli olan, ben sınıf zeminli politika yapıyorum diye böbürlenmeden, ülkenin bütün sorunlarına sahiplenmek, sorumluluk taşımak, söz konusu sorunlarla uğraşan her ferdi ve örgütü önemsemek ve yükü birlikte omuzlamayı kabul etmektir. Tartışma ortamında, birinci, ikinci bunalım dönemlerinde çıkan paylaşım savaşlarına rağmen bu gün ona benzer şeylerin olmaması konuları da gündeme geldi. Kapitalizmin geçmişteki bunalım süreçlerinde, devrim ve karşı devrim hareketinin karşılıklı olarak gelişip çatıştığı, birinci cihan savaşında Ekim devriminin, ikinci cihan savaşında Doğu Avrupanın kapitalizmden koptuğu ama, bu bunalım sürecinde böyle bir şeyin henüz kendini hissettirmediği de söz konusu edildi. Bu gün bir karşı devrim azgınlaşması da, bir devrimci kabarışın yaşanmakta olduğu da görünürde yoktur. Ama global kapitalizm ve global krize karşı, global çaplı bir toplumsal ilerleme, bir toplumsal sıçrama sürecinin de gelişmekte olduğu konusu genel bir kabul gördü. Sami Evren, bütün bu ülkesel ve evrensel boyutlu gelişmelere işaret ederek ortak aklı oluşturmak gerektiğini vurgulayarak söze devam etti. Ortak aklın oluşturulması doğal olarak da, ortak mücadele, ortak örgüt, ortak vatanın oluşturulmasını da kapsayacaktı. Ortak akıl, ortak örgüt, ortak mücadele oluşturmadan, sistem ve iktidar alternatifi sol bir seçenek, hareketi yaratmanın olanaksızlığı ortada. Bu ortaklar manzumesini oluşturmadan da, birilerinin ya sev ya terk et diyemeyeceği ortak bir vatan yaratmakta kolay olmayacaktır. Söz konusu ortaklar sinsilesini oluşturmadan gelecekte üretim araçları mülkiyetinin ortak sahipliğinin oluşturulamayacağının da eklenmesi gerekiyor. Bu ortaklık fenomeninin, Türkiyenin mevcut politik, toplumsal yapısı içinde ancak ve ancak üç dinamizm tarafından oluşturulabileceğine güçlü vurgu yapıldı. Bu dinamiklerdin birisi: emek zeminli sol sosyalist birey, topluluk, örgüt, entelektüel ve kolektif emek sahibi güçler, kadınlar, gençler, küçük işletme sahipleri, emekten yana olan Alevi örgütleri ve Kürt hareketi. Söz konusu dinamikler altmışlı yıllarda TİPin içinde, birlikte, Türkiye solunun oluşumuna katkı yapmışlardı. Bu kadar, farklı ve karmaşa sorunların TİP çatısında çözüm bulması, dolayısıyla da aynı çatı altında çok uzun süre yaşaması olanaksızdı. Altmışlı yıllarda sınıf temelli sosyalist hareket toplumun tüm sorunlarını kucaklayıp çözemedi. O nedenle hem sınıf zemininde hem kimlikler bazında ayrılmalar oldu. Onlarca yıllık süreçte, kimlik temelli hareketler, önlerine koymuş oldukları sorunlarını belli ölçüde netleştirdiler. Ama sol ve sosyalist sol, etkin bir oluşum yaratamadı. Gelinen noktada, Türkiye demokratikleşmeden, hak ve adaletin egemen olduğu bir ülke haline gelmeden bu her üç gücünde kalıcı ve tatmin edici kazanımlar elde edemeyeceklerini güçlü bir şekilde vurguladı. Bu güçlerden her hangi birisinin bu işi tek başına yapamayacağını da görmek istemeyen kadar kör, işitmek istemeyen kadar sağırdan başka herkesin duyup gördüğüne işaret etti. Yapmış olduğu bu somut tespitlerle ortaya koymuş olduğu ortaklar manzumesinin, tarihsel bakımdan kaçınılmaz hale geldiğini, bundan kaçan her sol ve sosyalistin tarih karşısında sorumlu olacağını sol duyusu olan her kese seslendi. Sendikal mücadele içerisinde Kolektif emekle entelektüel emek gücünün şekillendirmiş olduğu Sami Evrenin düşünceleri, tutarlılığı kadar ikna edici bir yeteneğe de sahipti. Kapitalizmin yaşamakta olduğu iç başkalaşımını onun yıkımına uzatacak evrensel boyutlu, güçlü enternasyonal organik bağı olan; Türkiye sisteminin iç yarılmasını sistemi güçten düşürecek, daha demokratik bir ortamın oluşmasına, halkın sistem üzerinde baskı kurmasına olanak sağlayacak bir sol alternatif yaratmanın bütün nesnel zeminlerinin oluşmuş olduğunu anlaşılır bir şekilde ifade etti. Bu evrensel boyutlu nesnel gelişmenin, evrensel boyutlu, enternasyonal organik bağlı bir örgütlenme ve mücadeleyi zorunlu kıldığı da ortak bir vurgu haline geldi. Sami, Türkiyede kendisinin de içinde bulunduğu ÖSH in (Özgürlükçü Sol Hareket) belirtilen bu doğrultuda bir çalışma sürdürdüğünü söyledi. Özgürlükçü Sol bir yaklaşım benimsenip, bütün sorunlar özgürce tartışılmadan, özgürce yapılan tartışmalarla Türkiyenin bütün toplumsal sorunlarına ortaklaşa çözümler üretilmeden, bu temelde bir ortak mücadele ve buna denk bir örgütlenme yaratılmadan oluşmuş olan bu son derece karmaşa sorunların aşılmasının zor olduğu vurgulandı. Evrene: yeni Ergenekon da oluşturuluyor mu diye soruldu. Evren: yaşayarak ta gördüğümüz gibi, Ergenekon bir devlet işi, üstelikte devletin en güçlü organı olan ordunun destek ve korumasıyla oluşturulan bir yapılanma. Ergenekonun silahları, organizatörleri hap ordu malı. Besbelli, ordusuz Ergenekon kurulamaz. AKP ise, henüz ordu üzerinde egemen olması bir yana, ordu ile yürütmüş olduğu iktidar mücadelesini bile kesin olarak kazanabilmiş değil. Sami Evrene :çatı partisini oluşturmak için bir çalışma var ona destek oluyor musunuz? sorusu da soruldu. Çatı partisi anlayışına karşı olmadığını hatta bir toplantısına da katıldığını ama şu durumda karşılığı olan bir girişim olmadığını söyledi. Çünkü çatı partisi, parti yapılanmalarının bir çatısı olma anlamını taşıyor. Halbuki, Türkiye deki mücadelenin önemli bir dinamiği olan Alevi hareketinin bir parti olmadığını, olması da gerekmediğini ve bunun gibi daha bir çok kitlesel gücün ve katılım sağlayacak bireylerin olduğunu ve Çatı Partisinin bütün bunlara yanıt vermekten zorlanacağını ifade etti. Toplumsal ilerleme sürecinde, partilerin öncü, demokratik kitle örgütlerinin ise destek olduğu şeklindeki formülasyon artık gerilerde kaldı. Bu nedenle, Türkiye de sistemle sorunları olan bütün güçlerin ortak bir yapıda birleşebilmesi için, yelpazenin çok geniş tutulması ve sadece siyasi yapılanmaları değil kitle örgütlerinin, henüz siyasi bir organizasyona varamamış olan irili ufaklı yapıları ve tek, tek bireyleri kapsayacak, enternasyonal düzlemde organik bağlar kuran, özgürlükçü sol bir girişimin oluşturulmasına büyük bir gereksinim olduğunu ısrarla belirtti.
Teslim TÖRE
Sami Evren, konuşmasına kapitalizmin analizini yaparak başladı. Kapitalizmin yaşamakta olduğu krizin geçici bir kriz olmadığını, yapısal bir nitelik taşıdığını o nedenle, kapitalizmin liberal kolunu daha şimdiden felç ettiğini belirtti. Krizin geçmişte olduğu gibi, çöküş, yükseliş, düzelme gibi klasik evreleri yaşayarak atlatılamayacağını; krizden çıkması halinde bile asla eski liberal kapitalizm olarak kalamayacağını; en azından devlet desteğiyle, tüketicinin alım gücünü artırıp, bozulmuş olan arz talep dengesine bir suni yama yapıp, sosyal devlet görünümü vererek, bir süre daha idare etmeye çalışacağını öne sürdü. Ayrıca, ABDnin tepesine tünemiş olduğu tek kutuplu dünya konjonktürünün artık iflas ettiğine, Obamanın Başkan seçilmesi ile tek kutululuğun ABD tarafından da terk edildiğine vurgu yaptı. ABD ne bir imparator oldu ne de bazılarının olduğunu iddia etiği gibi imparatorluğunu devam ettirebildi. Buna rağmen, kapitalizmin küresel imparatorluğu egemenliğini sürdürüyor. Bu tarihsel gelişmeler sonucu, emperyalizminin bölgede güçlü bir devlete gereksinim duyduğunu, bu işi ise T.C. Devletine verdiğini söyledi. Bu yeni görevini ifa edebilmek için de kendi sorunlarını çözmesi gerektiğini dayattı. Bundan doğru, Obama reçeteyi getirip Türkiye yöneticilerinin önüne koydu, onlarda bu reçeteyi Türkiye ye uyarlamaya çalışıyorlar dedi. Global Kapitalizmin, küresel boyutta zorunlu bir iç başkalaşım yaşadığını, Türkiye de ise sistemin ikiye yarıldığını yarılmanın bir ucunda, dini motifli gerici güçlerin, diğer tarafında ise,sağ ve sol milliyetçilerin başka bir anlatımla, şoven ve sosyal şovenlerin yer aldığı bir yarılma yaşanıyor. Sol adına yola çıkanların bir kısmı, Global kapitalizmin, ulus devleti daha fazla egemenlik altına alması sonucu, utangaç bir şekilde de olsa ulusal devleti desteklerken, Ergenekona taraf çıkarken, diğer bir kısmı da Türkiyeyi kısmen de olsa demokratikleştirecek gerekçesiyle AKP ve AB yi destekledi. Sol ve sosyalistlerin bir kısmı; Ergenekona da, AKP ve AB ye de karşı çıkarak, Kürt ve Alevi hareketi ile birlikte ortak bir mücadele sürecini örme politikası izledi. Sol bu temelde yeni bir bölünme daha yaşadı ve yaşıyor dedi. Bu bağlamda, emekten yana siyaset dibe vurmuştur tespitinde bulundu. Mücadele sürecinde devrimci ve sosyalistler etkin değil dedi. Sol arenada En etkin hareket Kürt hareketidir vurgusunu yaptı. Bu zeminler de solun yaşamış olduğu ayrışma sürecinin iyi değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çekti. Latin Amerika ülkelerinde oluşan birliklere işaret ederek, her ayrışmanın bir bölünme olmayacağını, bazı ayrışmaların, yeni birliklerin oluşmasına güçlü zeminler yaratacağını vurguladı. Önemli olanın ayrışma değil. Önemli olan, ben sınıf zeminli politika yapıyorum diye böbürlenmeden, ülkenin bütün sorunlarına sahiplenmek, sorumluluk taşımak, söz konusu sorunlarla uğraşan her ferdi ve örgütü önemsemek ve yükü birlikte omuzlamayı kabul etmektir. Tartışma ortamında, birinci, ikinci bunalım dönemlerinde çıkan paylaşım savaşlarına rağmen bu gün ona benzer şeylerin olmaması konuları da gündeme geldi. Kapitalizmin geçmişteki bunalım süreçlerinde, devrim ve karşı devrim hareketinin karşılıklı olarak gelişip çatıştığı, birinci cihan savaşında Ekim devriminin, ikinci cihan savaşında Doğu Avrupanın kapitalizmden koptuğu ama, bu bunalım sürecinde böyle bir şeyin henüz kendini hissettirmediği de söz konusu edildi. Bu gün bir karşı devrim azgınlaşması da, bir devrimci kabarışın yaşanmakta olduğu da görünürde yoktur. Ama global kapitalizm ve global krize karşı, global çaplı bir toplumsal ilerleme, bir toplumsal sıçrama sürecinin de gelişmekte olduğu konusu genel bir kabul gördü. Sami Evren, bütün bu ülkesel ve evrensel boyutlu gelişmelere işaret ederek ortak aklı oluşturmak gerektiğini vurgulayarak söze devam etti. Ortak aklın oluşturulması doğal olarak da, ortak mücadele, ortak örgüt, ortak vatanın oluşturulmasını da kapsayacaktı. Ortak akıl, ortak örgüt, ortak mücadele oluşturmadan, sistem ve iktidar alternatifi sol bir seçenek, hareketi yaratmanın olanaksızlığı ortada. Bu ortaklar manzumesini oluşturmadan da, birilerinin ya sev ya terk et diyemeyeceği ortak bir vatan yaratmakta kolay olmayacaktır. Söz konusu ortaklar sinsilesini oluşturmadan gelecekte üretim araçları mülkiyetinin ortak sahipliğinin oluşturulamayacağının da eklenmesi gerekiyor. Bu ortaklık fenomeninin, Türkiyenin mevcut politik, toplumsal yapısı içinde ancak ve ancak üç dinamizm tarafından oluşturulabileceğine güçlü vurgu yapıldı. Bu dinamiklerdin birisi: emek zeminli sol sosyalist birey, topluluk, örgüt, entelektüel ve kolektif emek sahibi güçler, kadınlar, gençler, küçük işletme sahipleri, emekten yana olan Alevi örgütleri ve Kürt hareketi. Söz konusu dinamikler altmışlı yıllarda TİPin içinde, birlikte, Türkiye solunun oluşumuna katkı yapmışlardı. Bu kadar, farklı ve karmaşa sorunların TİP çatısında çözüm bulması, dolayısıyla da aynı çatı altında çok uzun süre yaşaması olanaksızdı. Altmışlı yıllarda sınıf temelli sosyalist hareket toplumun tüm sorunlarını kucaklayıp çözemedi. O nedenle hem sınıf zemininde hem kimlikler bazında ayrılmalar oldu. Onlarca yıllık süreçte, kimlik temelli hareketler, önlerine koymuş oldukları sorunlarını belli ölçüde netleştirdiler. Ama sol ve sosyalist sol, etkin bir oluşum yaratamadı. Gelinen noktada, Türkiye demokratikleşmeden, hak ve adaletin egemen olduğu bir ülke haline gelmeden bu her üç gücünde kalıcı ve tatmin edici kazanımlar elde edemeyeceklerini güçlü bir şekilde vurguladı. Bu güçlerden her hangi birisinin bu işi tek başına yapamayacağını da görmek istemeyen kadar kör, işitmek istemeyen kadar sağırdan başka herkesin duyup gördüğüne işaret etti. Yapmış olduğu bu somut tespitlerle ortaya koymuş olduğu ortaklar manzumesinin, tarihsel bakımdan kaçınılmaz hale geldiğini, bundan kaçan her sol ve sosyalistin tarih karşısında sorumlu olacağını sol duyusu olan her kese seslendi. Sendikal mücadele içerisinde Kolektif emekle entelektüel emek gücünün şekillendirmiş olduğu Sami Evrenin düşünceleri, tutarlılığı kadar ikna edici bir yeteneğe de sahipti. Kapitalizmin yaşamakta olduğu iç başkalaşımını onun yıkımına uzatacak evrensel boyutlu, güçlü enternasyonal organik bağı olan; Türkiye sisteminin iç yarılmasını sistemi güçten düşürecek, daha demokratik bir ortamın oluşmasına, halkın sistem üzerinde baskı kurmasına olanak sağlayacak bir sol alternatif yaratmanın bütün nesnel zeminlerinin oluşmuş olduğunu anlaşılır bir şekilde ifade etti. Bu evrensel boyutlu nesnel gelişmenin, evrensel boyutlu, enternasyonal organik bağlı bir örgütlenme ve mücadeleyi zorunlu kıldığı da ortak bir vurgu haline geldi. Sami, Türkiyede kendisinin de içinde bulunduğu ÖSH in (Özgürlükçü Sol Hareket) belirtilen bu doğrultuda bir çalışma sürdürdüğünü söyledi. Özgürlükçü Sol bir yaklaşım benimsenip, bütün sorunlar özgürce tartışılmadan, özgürce yapılan tartışmalarla Türkiyenin bütün toplumsal sorunlarına ortaklaşa çözümler üretilmeden, bu temelde bir ortak mücadele ve buna denk bir örgütlenme yaratılmadan oluşmuş olan bu son derece karmaşa sorunların aşılmasının zor olduğu vurgulandı. Evrene: yeni Ergenekon da oluşturuluyor mu diye soruldu. Evren: yaşayarak ta gördüğümüz gibi, Ergenekon bir devlet işi, üstelikte devletin en güçlü organı olan ordunun destek ve korumasıyla oluşturulan bir yapılanma. Ergenekonun silahları, organizatörleri hap ordu malı. Besbelli, ordusuz Ergenekon kurulamaz. AKP ise, henüz ordu üzerinde egemen olması bir yana, ordu ile yürütmüş olduğu iktidar mücadelesini bile kesin olarak kazanabilmiş değil. Sami Evrene :çatı partisini oluşturmak için bir çalışma var ona destek oluyor musunuz? sorusu da soruldu. Çatı partisi anlayışına karşı olmadığını hatta bir toplantısına da katıldığını ama şu durumda karşılığı olan bir girişim olmadığını söyledi. Çünkü çatı partisi, parti yapılanmalarının bir çatısı olma anlamını taşıyor. Halbuki, Türkiye deki mücadelenin önemli bir dinamiği olan Alevi hareketinin bir parti olmadığını, olması da gerekmediğini ve bunun gibi daha bir çok kitlesel gücün ve katılım sağlayacak bireylerin olduğunu ve Çatı Partisinin bütün bunlara yanıt vermekten zorlanacağını ifade etti. Toplumsal ilerleme sürecinde, partilerin öncü, demokratik kitle örgütlerinin ise destek olduğu şeklindeki formülasyon artık gerilerde kaldı. Bu nedenle, Türkiye de sistemle sorunları olan bütün güçlerin ortak bir yapıda birleşebilmesi için, yelpazenin çok geniş tutulması ve sadece siyasi yapılanmaları değil kitle örgütlerinin, henüz siyasi bir organizasyona varamamış olan irili ufaklı yapıları ve tek, tek bireyleri kapsayacak, enternasyonal düzlemde organik bağlar kuran, özgürlükçü sol bir girişimin oluşturulmasına büyük bir gereksinim olduğunu ısrarla belirtti.
Teslim TÖRE
14 Haziran 2009 Pazar
ARTIK YETER! SINAV SİZİN, HAYAT ÖĞRENCİLERİN OLSUN!
Yaklaşık 1.5 milyon öğrencinin 'geleceğini' belirleyecek olan ÖSS bu hafta sonu yapılacak. Sınavlara boğulmuş, zamanlarını okul-dershane arasındaki koşturmaca içerisindeki ağır yükün altında geçirmenin sonucu bunalan gençler için iktidarın tek yaptığı ise, sınavın olduğu gün 'sükuneti' sağlayacak önlemler almak olarak görünüyor. Yap-boz tahtasına dönen, kafasına esenin değiştirdiği sınav sistemleri, on yılı aşkın öğrenimin tüm birikiminin üç saatlik bir testle sınanma çabası, eğitim sistemindeki çarpıklığın sonuçlarından sadece bazılarıdır. Eğitim sistemi artık neredeyse seçme sınavlarına dönüşmüş durumdadır. İlk öğrenimin tüm kademelerinden başlayarak üniversite girişe kadar uzanan sınavlar, öğrenimi test çözme tekniğinden ibaret teknik bir bilgi donanımı sürecine dönüştürülmüştür. Sınav sistemi diğer yandan öğrencileri dershanelere mecbur hale getirirken, okullar giderek işlevsizleşmektedir. Bu sistem aynı zamanda toplumda var olan adaletsizlik ve eşitsizliği de derinleştirerek yeniden üretmektedir. Parası olanların özel ders ve dershaneler aracılığı ile sınav talimi yaparak, yarışta avantaj sağladığı piyasa düzeneğindeki eğitim, yoksul olanların öğrenim hakkını elinden almaktadır. Kaldı ki parası olanlar sınav barajına takılsa bile adı "Vakıf Üniversitesi" olan özel üniversiteler, yabancı üniversitelerin Türkiye şubeleri ve yurtdışı eğitim olanaklarını kullanarak eğitimlerini zaten sürdürmektedirler. Yani "parası olan düdüğü çalmaktadır". Sınava ve paraya dayalı bu adaletsiz ve çarpık eğitim sistemi kökten değiştirilerek, parasız ve bilimsel bir eğitim sistemi uygulanmalıdır. AKP iktidarı aklına estiğinde sınavları tek aşamadan iki aşamaya çıkarmayı, aklına estiğinde iki aşamadan tek aşamaya düşürmeyi değişim/yenilik olarak sunmayı bırakıp, öğrencilerin, velilerin, eğitim ve bilim emekçilerinin taleplerini duymalıdır. Eğitim ve bilgiye ulaşmak, bir meslek sahibi olabilmek, anayasal bir yurttaşlık hakkıdır, 3 saatlik bir sınava sıkıştırılamaz. Özgürlük ve Dayanışma Partisi, egemenlerin ve siyasal iktidarın eğitimin hızla ticarileşmesi, piyasaya açılması, kamusal nitelikteki bu hakkın hak olmaktan çıkarılıp metalaştırılması çabaları karşısında bu güne kadar olduğu gibi bundan sonra da mücadele edecektir Sokaklar günlerdir öğrencilerin sınav sizin hayat bizim olsun çağrısı; gelecekleri için söz, yetki ve karar hakkı talebi ile doluyor. Artık herkes bu sese kulak vermelidir. Hayri KOZANOĞLU ÖDP GENEL BAŞKANI 12.06.2009
Atatürk'ün bağımsızlık tutkusu
Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün önemini kavrayabilmek ve samimi bir Atatürkçü olabilmek için herşeyden önce O'nun hayatını incelemek, neler yaptığını, neyi hangi düşünce ve ruh hali içerisinde gerçekleştirdiğini iyi analiz etmek gerekir.
O'nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.
Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Askerlik yıllarında Suriye'de görevli iken gizlice geldiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)'ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."
Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal'in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.
Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.
Atatürk'ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir: "İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."
Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.
Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.
Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:
"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)
O'nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.
Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Askerlik yıllarında Suriye'de görevli iken gizlice geldiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)'ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."
Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal'in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.
Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.
Atatürk'ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir: "İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."
Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.
Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.
Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:
"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)
12 Haziran 2009 Cuma
PROLETARYA, SOSYALİZM VE KOMÜNİZM KAVRAMSAL OLARAK NEDİR?
· Kategori: Aktarma Yazilar Proletarya işçi sınıfı anlamına gelmekte ve öyle kullanılmaktadır. "Sosyalizm", " Komünizm", "Bilimsel Sosyalizm" ve "Yeni Toplum" kavramları ise K.Marks tarafından kullanıldığı biçimiyle Marksizm'in öngördüğü sınıfsız toplum anlamına gelmekle birlikte, bu sınıfsız toplumu hedefleyen sürecin özelliğinden ötürü pratikte çoğu kez farklı anlamlarda kullanılabilmektedir . Marks'a göre burjuva devletinin ele geçirilmesiyle birlikte bir geçiş dönemi başlar ve bu dönem içinde çeşitli politik, ekonomik ve kültürel değişiklikler gerçekleştirilerek Komünist Toplum’a ulaşılır. Marks bu evreleri, Komünizm'in (Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Yeni Toplum) alt ve üst evreleri olarak tanımlar. Bu tanımlamaya göre Komünizm'in alt evresine Sosyalizm, sınıfsız toplum düzeyine ise ( üst evre) Komünizm adı verilir. Yani Komünizm ve Sosyalizm kavramları hem bu iki evrenin bütününü anlatmak için kullanılmakla birlikte, pratikteki kullanım biçimi çoğunlukla ilk evre Sosyalizm (Sosyalist Toplum), ikinci evre ise Komünizm (Komünist Toplum) şeklindedir.Bu kapsam içinde proletarya diktatörlüğü Komünist Toplum’un ilk evresi olan Sosyalizmin siyasal biçiminin adıdır. Bir başka deyişle proletarya diktatörlüğü Sosyalizm’den Komünizm’e geçiş sürecindeki devlet yapılanmasının adıdır. Sürecin işlemesine, iç ve dış koşullara bağlı olarak giderek sönümlenir. Marksist kuram bu sönümlenmenin Komünist Toplum aşamasında proletaryanın sınıfsal varlığı ve niteliğiyle birlikte ortadan kalkacağını söyler. Emek ve Yabancılaşmış Emek nedir? İnsanların yaşamak ve gereksinimlerini karşılamak için gerçekleştirmek zorunda kaldıkları üretim etkinliğinde ortaya koydukları her türlü bedensel ve düşünsel çabanın adı emek olarak tanımlanır. Bu temelde emek genel, evrensel ve insani bir etkinliktir. İnsana özgü olanı anlatır. İnsan varlığına ait olanı anlatır. Emek bu anlamda insan ile doğa arasındaki alış verişi sağlayan bir süreçtir. K.Marks'ın tanımıyla "doğal maddeleri insan ihtiyaçlarını karşılar şekilde sahiplenmek amacıyla girişilen insan eylemidir. Emek süreci, insan ile doğa arasında madde alışverişini sağlamanın zorunlu koşuludur. Emek süreci, insanın varoluşuna doğanın dayattığı ebedi koşuldur. Bu nedenle de emek süreci, insanın varoluşunun bütün toplumsal aşamalarından bağımsızdır ya da daha doğrusu, bütün toplumsal aşamalarda ortaktır." Emeğin tüm toplumsal aşamalardaki zorunluluğu insanın ihtiyaçlarını sürdürmek ve yeniden ve yeniden üretmek için için doğayla didişmek zorunluluğunu da dayatır. Bu bağlamda emek, insanın yaşamını sürdürebilmek adına en zorunlu etkinliğidir. Emeğin bu genel ve evrensel içeriğinden soyutlanmış bir şekilde, belli koşullara özgü bir kullanım biçimi daha vardır. Adına yabancılaşmış emek denilen bu kavram, üretenler ile üretimin maddi koşulları birliğinin inkar edildiği tarihsel kırılma hattı boyunca ortaya çıkar. Emek bu dönemde insani özelliğini yitirir ve adına mal, para,değer, meta,mülkiyet, sermaye, faiz, rant...gibi, adına ekonomi denilen farklı bir alanda, genel ve evrensel niteliğini yitiren bir ilişkiler bütününe dönüşür. Emeğin insani boyutunu yitirdiği bu ilişkiler bütününe de yabancılaşmış emek denir. Marksistler tarafından emeğin sapkın biçimi olarak nitelendirilen yabancılaşmış emek, burjuva ekonomistleri tarafından mutlak bir nitelik olarak değerlendirilip doğadan kaynaklanan bir zorunluluk olarak kabul edilir. Üretim tarzı nedir? İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek ve her türlü gereksinimlerini karşılayabilmek için çalışmak ve yiyecek, giyecek, barınak gibi maddi malları üretmek zorundadırlar. Doğada doğrudan bulunmayan maddi malların üretilmesi her şeyden önce de iş aletlerine ihtiyaç gösterir. Bu maddi malların üretilmesi için gerekli olan iş aletlerine (teknoloji) ve bu alet ve makinaları kullanan insana da, birlikte, üretici güçler adı verilir.Ne var ki, üretici güçler tek başlarına maddi varlıkların üretilmesinde yeterli değildir. Üretici güçler üretimin sadece bir yanı, insanla maddi değer üretiminde doğa güçleri arasındaki ilişkileri anlatan bir yönüdür. İnsanlar doğaya karşı savaşım verirken ve gereksindikleri malları üretirken birbirinden bağımsız şekilde hareket etmezler; bir topluluk halinde bulunurlar ve bir ilişki içine girerler. Üretimin bir başka yönü, insanların maddi malları üretirken bir araya gelmeleri ve bir ilişki içine girme zorunluluğudur. Bu ilişkilere de üretim ilişkileri adı verilir. Üretim olgusunun gerçekleşebilmesi ve maddi malların üretilmesi hem üretici güçlere hem de üretim ilişkileri birlikteliğine ihtiyaç gösterir. Üretim tarzı da bu üretim güçleri ile üretim ilişkileri birlikteliğine verilen addır. Her üretim tarzı bir toplumsal düzene karşılık gelir. Bir başka deyişle her toplumsal düzenin kendisini temellendirdiği bir üretim tarzı vardır. Toplumsal yapılar bu üretim tarzları üstünde temellenir. Ayrıca her üretim tarzı kendi ekonomi politiğini, kendi üstyapı kurumlarını ve kendi değerler sistemini de yaratır. Üretimin en önemli özelliği hiç bir zaman durağanlık göstermemesi ve sürekli bir gelişme içinde olmasıdır. Öncelikle üretici güçlerde başlayan değişim giderek üretim ilişkilerinin de değişimini zorlar ve bir noktadan sonra üretim tarzında ve bu üretim tarzının belirlediği toplumsal yapıda sıçramaya neden olur. Bu olgu, toplumsal tarihte ilkel komünal sistemden başlayarak köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist toplum düzenlerini yaratmıştır. Her üretim tarzı farklı bir toplumsal yapı ve o toplumsal yapı da kendine özgü bir değerler sistemi yaratır. Bu nedenle insan varolduğu üretim tarzının belirlediği toplumsal yapı ve bu yapının ortaya çıkardığı dinsel, düşünsel ve politik olgularca biçimlenir. Bu nedenle insanın yaşama biçimini belirleyen onun düşüncesi değildir, tam tersine insan düşüncesini belirleyen onun yaşama biçimidir. Materyalizm ve Diyalektik nedir? Materyalizm en genel anlamıyla varolan her şeyin ( evrenin, varlıkların ve olguların ) maddi olduğunu, maddi özellik gösteren unsurlardan oluştuğunu veya bir maddeye bağlı olduğunu dile getiren görüştür. Düşünsel yada zihinsel olan olgular maddi olguların karmaşık biçimleridir. O nedenle de ruh-beden veya düşünce-madde ayrımının aldatıcı olduğunu iki varlık türünün gerçekte tek bir maddi temelden oluşacağını belirtir. Marks ve Engels bu maddi dünyanın zihin ve ruhtan bağımsız nesnel bir gerçeklik olduğunu ve duyularla algılanabileceğini ortaya koymuşlardır. Diyalektik ise Eski Yunan'da konuşmak, tartışmak anlamına gelir. Tartışma sırasında karşısındaki kişinin ileri sürdüğü savların çelişkileri ortaya konularak ve bu çelişkilerin üstesinden gelerek gerçeğe ulaşma sanatı olarak nitelendirilirdi. Bu yöntem sonraları daha da geliştirilerek doğa olaylarını da içine aldı. Diyalektik doğa olaylarını sürekli bir hareket ve değişim olarak görür. Gelişmelerin karşıt güçlerin birbirlerini etkilemeleri sonucu olduğunu kabul eder. Diyalektiğe göre doğa ve toplum durağan değildir. Her şey değişmektedir. Hep bir şeyler doğmakta, gelişmekte ve bu süreç içinde bazı şeyler de ölmektedir. Doğa ve toplum sürekli bir hareket ve değişme içindedir. Bu anlamda diyalektik , doğayı ve toplumu öncesi ve sonrasıyla da bütünlük içinde ele alan, aynı zamanda hareket halindeki bir uyumluluk olarak kavrayan bir düşünme biçimidir. Alt yapı ve üst yapı nedir? Toplumsal yapılanmanın bütün elemanları iki ana grupta toplanır. Ekonomik ilişkiler ve bunlar etrafında biçimlenen üretim ilişkilerini oluşturan maddi unsurlar grubuna altyapı, Toplumun din, hukuk, siyaset, sanat ve felsefe gibi düşünsel etkinlik veya kurumlarına da üstyapı adı verilir. Üstyapı toplumsal altyapının bir yansımasıdır. Herhangi bir toplumda üretim ne tarzda gerçekleştiriliyor, üretim ilişkileri nasıl şekilleniyorsa ve bu ilişkilerde hangi güç ve sınıflar egemen durumundaysa, üstyapıyı oluşturan unsurlar da bunların özelliklerini gösterirler. Bu nedenle her toplumda egemen olan düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir.Sı nıflı toplumlarda altyapıyla üstyapı arasında uzlaşmaz çelişkiler bulunur. SINIF nedir? Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim sistemi içindeki yerlerine, üretim araçları ile olan ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenmesinde oynadıkları rollere ve dolayısıyla toplumsal zenginlikten aldıkları payın büyüklüğüne ve bu payı alırken kullandıkları yollara göre konumlanan büyük insan gruplarına sınıf denir. Çıkarları arasında bir birlik olmadığı ve bu birliğin topluluk yaratmaması nedeniyle küçük toprak sahibi köylüler modern bir sosyal sınıf değildir. Çünkü aralarında yalnızca yerel bir bağ bulunur ve siyasi bir örgütlenme de oluşturmazlar. Bu genel tanımlamaların ışığında, sınıf kavramının belirleyici özelliklerinden ayrı olarak “Kendisi için sınıf” ve “Kendiliğinden sınıf” kavramları da vardır. Kendisi için sınıf: Kendi sınıf çıkarlarının bilincine varan ve buna uygun bir örgütlenme içine giren bağımsız sınıf tavrı sergileyebilme kapasitesine sahip olan sınıftır. ( Proletarya ve burjuvazi) Kendiliğinden sınıf: Gerçek sınıf çıkarlarının bilincine varmayan buna uygun bir örgütlenme geliştirmeyen sınıftır. ( küçük burjuvazi ve lümpen proletarya) Proletarya’nın Sınıf Mücadelesinin Biçimleri Nelerdir? Bir sınıf olarak proletarya’nın burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadele ana hatları ile üç noktada toplanır. 1- Ekonomik mücadele: Bu mücadele, kapitalist sistem içinde ekonomik durumu düzeltmek amacı vardır. Ağırlıklı olarak yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin arttırılması ve işkollarının daha sağlıklı olması hedeflenir. İşçi sınıfı ekonomik mücadeleyi sendikalar aracılığıyla yürütür. 2-Politik Mücadele: Bir sınıf olarak Proletarya’nın burjuva devletinin yerine kendi devletini kuruncaya kadar gösterdiği mücadele şeklidir. Gösteriler, grevler bu tür mücadele şeklinin yöntemleridir. İşçi sınıfı politik mücadele yolu ile sömürünün ortadan kaldırmayı hedefler. Bu mücadele şekli ise işçi sınıfının kendi devrimci partisinde yürütülür. 3- İdeolojik Mücadele: İşçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesini birleştirerek hayatın her alanında burjuvaziye karşı vereceği mücadele şeklidir. Bu mücadele şekli toplumsal dinamikler üzerinde hegemonya kurma ve proleter devrime ikna ve ittifak geliştirme temelinde yürütülür. HASAN BALCI
Sadaka kulturunun Almanca’si
Yillar once, 1993 basinda Berlin’de yapilan ve konusu »Baskentin yoksullari« olan bir toplantiya katilanlar, ABD’de yaygin olan ve zamani geçtiginden veya baska nedenlerden dolayi satilamayan gida maddelerini toplayip, yoksullara bedava dagitma fikrini bayagi tutmuslardi. Katilimcilardan bazilari dusunceyi pratige geçirerek, 1993’Subat’inda Berlin’de Turkçe’ye »sofra« olarak çevrilebilecek Almanya’nin ilk »Tafel«ini kurmuslardi.
Geçen Persembe gunu yapilan bir basin toplantisinda, Alman Sofralari Federal Birligi baskani Gerd Haeuser, artik Almanya çapinda toplam 847 yerde »sofra« kuruldugunu ve yaklasik 40 bin gonullunun hergun 1 milyondan fazla insana gida maddeleri ve gunluk gereksinimlerini karsilayacak esyalar dagittigini açikladi. »Sofra«lari en çok destekleyenler de ALDI ve Lidl gibi alisveris magazasi zincirleri. Kuskusuz onbinlerce gonullunun yilin her gunu kaliteli, ama satilamadigindan çope gidecek olan gida maddelerini toplamalari ve bolluk içinde yokluk çekenlere dagitmalari, insanî duygular, vicdan ve dayanisma degerleri açisindan son derece onurlu bir is. Onursuzluk, suphesiz bu durumu yaratan sistemde.
Soz konusu olan ulke, dunyanin en zengin ulkelerinden biri. Sayilarla ornek vermek gerekirse: Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine gore, ozel kisilerin sahip oldugu para miktari 4,56 Bilyon Avro (sayi ile: 4.560.000.000.000!). Yetmedi: ozel mulkiyette bulunan mal varligi ise brut 8 Bilyon Avro. Toplam 1,4 Bilyon tutan ozel borçlari çikardiginizda, net miktar 6,6 Bilyon Avro.
Matematiksel olarak hesaplandiginda, Almanya’da yasayan her yetiskinin bu durumda 88 bin Avro’ya sahip olmasi gerekir. Ama, matematiksel olarak! Reel durum ise apayri. 2007 verilerine gore, toplumun yuzde onluk bir kesimi, toplam zenginligin yuzde 61,1’ine (2002: yuzde 57,9) sahip. Bunlarin arasindaki en zengin kesim ise (yuzde 1), toplam zenginligin yaklasik yuzde 25’ini elinde tutuyor. Yetiskin Almanlarin yaklasik yuzde 9’u ise bes Cent’e bile sahip degiller. Yaklasik yuzde 70’lik bir kesim, toplam zenginligin yuzde 9’una sahip. Buna karsin yetiskin Almanlarin basina ortalama 38 bin Avro ozel borç dusmekte (devlet borçlari bu miktarin içinde degil).
»Manager-Magazin« adli derginin bildirdigine gore, Almanya’da 122 kisi en az 1 milyar Avro veya daha fazlasina sahip – en zengin aile ise 36 milyar Avro’luk servete. İsin ilginci, en zengin bes aileden, dordu alisveris magazasi zincirine sahip. Bu brans, en dusuk ucretli ve en kotu çalisma kosullarinin oldugu bir alan. En zengin iki aile de, ALDI magazalari sahibi iki kardes ile Lidl magazalari sahibi Schwarz ailesi. Her yil miras yoluyla aktarilan para ise ortalama 130 milyar Avro.
Sayilarla ornek vermeye devam edelim: Almanya nufusunun yuzde 13’ten fazlasi yoksulluk sinirinda yasiyor. Resmî yoksulluk siniri, ortalama gelirin yuzde 60’i. Buna gore dort kisilik bir aile için yoksulluk siniri 1.798 Avro. 1 milyonu askin çalisan, tam gun çalismalarina ragmen Hartz IV olarak anilan sosyal yardim almak zorunda. Bu ozellikle çocuklar için tam anlami ile bir felaket anlamina geliyor. Yetiskinlere ayda 347 Avro verilirken, 14 yasin altindaki çocuklara 208 Avro, 15 yasin ustundekilere de 278 Avro yeterli goruluyor.
Bu durumda Hartz IV yardimi alan bir ailenin on yasindaki çocuguna kahvalti, ogle yemegi ve aksam yemegi için gunde 2,55 Avro; ayakkabi alabilmek için ayda 3,65 Avro; kitap, okul malzemeleri, kirtasiye için ayda 12,77 Avro ve bos zamanlarinda bol bol harcayabilmesi için ayda 1,36 Avro dusuyor.
Hemen ertesi gun, 11 Haziran’da Nurnberg’deki Federal İs Ajansi’nin yaptigi bir açiklamada, (traslanmis istatistik verilere dayanarak) 2010 yilinda issiz sayisinin en az 800 bin artarak, 4,5 milyona çikacagi belirtiliyordu. İssiz kalacak olanlarin onemli bir kesimi henuz 12 ayi doldurmadiklarindan, ortalama gelirlerinin yuzde 65’ini tutan issizlik parasi yerine, aylik 347 Avro’luk Hartz IV yardimina muhtaç olacaklar.
Bu nedenle Sofralar Birligi baskani Haeuser, bosuna durumun vehametine dikkat çekerek, devletin gerekli adimlari atmasini istemiyor. Oyle ya, adam gunde 130 bin ton yardim dagitan kuruluslarin basinda. Ve deneyimlerinden hareketle, devletin ancak sosyal patlamalar tehlikesi oldugunda harekete geçecegini de biliyor.
20.Yuzyil’in basinda »Barinakta« baslikli makalesini kaleme alan Rosa Luxemburg, bir Noel bayrami oncesinde gida maddelerinden zehirlenerek olen evsiz-barksizlarin hikâyesini anlatirken, kent doktorlarinin o zavallilarin bagirsaklarinda hangi bakteri kulturu nedeniyle olduklerini arastirdiklarini alaya aliyor ve soyle diyordu: »Hiç bosuna aramayin. Fail belli. Virus, saf kulturde kapitalizmdir!«. Bu gerçek 21.Yuzyil’in basinda da hâlâ geçerli.
__._,_.___
Attachment(s) from Cakir, Murat
Geçen Persembe gunu yapilan bir basin toplantisinda, Alman Sofralari Federal Birligi baskani Gerd Haeuser, artik Almanya çapinda toplam 847 yerde »sofra« kuruldugunu ve yaklasik 40 bin gonullunun hergun 1 milyondan fazla insana gida maddeleri ve gunluk gereksinimlerini karsilayacak esyalar dagittigini açikladi. »Sofra«lari en çok destekleyenler de ALDI ve Lidl gibi alisveris magazasi zincirleri. Kuskusuz onbinlerce gonullunun yilin her gunu kaliteli, ama satilamadigindan çope gidecek olan gida maddelerini toplamalari ve bolluk içinde yokluk çekenlere dagitmalari, insanî duygular, vicdan ve dayanisma degerleri açisindan son derece onurlu bir is. Onursuzluk, suphesiz bu durumu yaratan sistemde.
Soz konusu olan ulke, dunyanin en zengin ulkelerinden biri. Sayilarla ornek vermek gerekirse: Federal İstatistik Dairesi’nin verilerine gore, ozel kisilerin sahip oldugu para miktari 4,56 Bilyon Avro (sayi ile: 4.560.000.000.000!). Yetmedi: ozel mulkiyette bulunan mal varligi ise brut 8 Bilyon Avro. Toplam 1,4 Bilyon tutan ozel borçlari çikardiginizda, net miktar 6,6 Bilyon Avro.
Matematiksel olarak hesaplandiginda, Almanya’da yasayan her yetiskinin bu durumda 88 bin Avro’ya sahip olmasi gerekir. Ama, matematiksel olarak! Reel durum ise apayri. 2007 verilerine gore, toplumun yuzde onluk bir kesimi, toplam zenginligin yuzde 61,1’ine (2002: yuzde 57,9) sahip. Bunlarin arasindaki en zengin kesim ise (yuzde 1), toplam zenginligin yaklasik yuzde 25’ini elinde tutuyor. Yetiskin Almanlarin yaklasik yuzde 9’u ise bes Cent’e bile sahip degiller. Yaklasik yuzde 70’lik bir kesim, toplam zenginligin yuzde 9’una sahip. Buna karsin yetiskin Almanlarin basina ortalama 38 bin Avro ozel borç dusmekte (devlet borçlari bu miktarin içinde degil).
»Manager-Magazin« adli derginin bildirdigine gore, Almanya’da 122 kisi en az 1 milyar Avro veya daha fazlasina sahip – en zengin aile ise 36 milyar Avro’luk servete. İsin ilginci, en zengin bes aileden, dordu alisveris magazasi zincirine sahip. Bu brans, en dusuk ucretli ve en kotu çalisma kosullarinin oldugu bir alan. En zengin iki aile de, ALDI magazalari sahibi iki kardes ile Lidl magazalari sahibi Schwarz ailesi. Her yil miras yoluyla aktarilan para ise ortalama 130 milyar Avro.
Sayilarla ornek vermeye devam edelim: Almanya nufusunun yuzde 13’ten fazlasi yoksulluk sinirinda yasiyor. Resmî yoksulluk siniri, ortalama gelirin yuzde 60’i. Buna gore dort kisilik bir aile için yoksulluk siniri 1.798 Avro. 1 milyonu askin çalisan, tam gun çalismalarina ragmen Hartz IV olarak anilan sosyal yardim almak zorunda. Bu ozellikle çocuklar için tam anlami ile bir felaket anlamina geliyor. Yetiskinlere ayda 347 Avro verilirken, 14 yasin altindaki çocuklara 208 Avro, 15 yasin ustundekilere de 278 Avro yeterli goruluyor.
Bu durumda Hartz IV yardimi alan bir ailenin on yasindaki çocuguna kahvalti, ogle yemegi ve aksam yemegi için gunde 2,55 Avro; ayakkabi alabilmek için ayda 3,65 Avro; kitap, okul malzemeleri, kirtasiye için ayda 12,77 Avro ve bos zamanlarinda bol bol harcayabilmesi için ayda 1,36 Avro dusuyor.
Hemen ertesi gun, 11 Haziran’da Nurnberg’deki Federal İs Ajansi’nin yaptigi bir açiklamada, (traslanmis istatistik verilere dayanarak) 2010 yilinda issiz sayisinin en az 800 bin artarak, 4,5 milyona çikacagi belirtiliyordu. İssiz kalacak olanlarin onemli bir kesimi henuz 12 ayi doldurmadiklarindan, ortalama gelirlerinin yuzde 65’ini tutan issizlik parasi yerine, aylik 347 Avro’luk Hartz IV yardimina muhtaç olacaklar.
Bu nedenle Sofralar Birligi baskani Haeuser, bosuna durumun vehametine dikkat çekerek, devletin gerekli adimlari atmasini istemiyor. Oyle ya, adam gunde 130 bin ton yardim dagitan kuruluslarin basinda. Ve deneyimlerinden hareketle, devletin ancak sosyal patlamalar tehlikesi oldugunda harekete geçecegini de biliyor.
20.Yuzyil’in basinda »Barinakta« baslikli makalesini kaleme alan Rosa Luxemburg, bir Noel bayrami oncesinde gida maddelerinden zehirlenerek olen evsiz-barksizlarin hikâyesini anlatirken, kent doktorlarinin o zavallilarin bagirsaklarinda hangi bakteri kulturu nedeniyle olduklerini arastirdiklarini alaya aliyor ve soyle diyordu: »Hiç bosuna aramayin. Fail belli. Virus, saf kulturde kapitalizmdir!«. Bu gerçek 21.Yuzyil’in basinda da hâlâ geçerli.
__._,_.___
Attachment(s) from Cakir, Murat
11 Haziran 2009 Perşembe
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 38, Cilt: XIII, Temmuz 1997
--------------------------------------------------------------------------------
Doç. Dr. İlker Alp
XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde zayıflamış, girdiği savaşların çoğunda mağlup olmuş, bunun neticesinde ülkenin bazı yerleri işgal edilmiş veya bazı bölgeleri ayrılmaya yüz tutmuştur. Devlet, iktisadî, malî ve siyasî bağımsızlığını büyük ölçüde kaybetmiş, adeta yarı sömürge haline gelmiştir. İşte Mustafa Kemal Paşa bu ortamda yetişmiştir. Mustafa Kemal, ülkenin kötü kaderini değiştirmek için, tarihî sorumluluğunu çok genç yaşta iken idrak etmiştir. Manastır’da askerî lise öğrencisiyken ülkenin yönetimi ve siyasetindeki aksaklıkları arkadaşlarına da anlatmak, bu husustaki düşünce ve görüşlerini yaymak için gençler arasında okunmak üzere, el yazısı ile gizli bir okul gazetesi bile çıkarmıştır. Harp Akademisi yıllarında iken, Osmanlı İmparatorluğumun kurtuluş umudunun olmadığını görmüştür. Bu nedenle Osmanlı ıslahatçıları gibi, imparatorluğu kurtarmak için yüzeysel işlerle uğraşmamıştır. Amacı, sarsılmaz ve sonsuz bir inancı olan Türk milletine dayanarak, bağımsız, güçlü, çağdaş, enerjik ve modern bir Türk devleti kurmaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Türk milletinin kanı ve canı pahasına kazandığı Çanakkale Zaferi’ne veya Doğu Cephesi’ndeki başarılarına rağmen, Birinci Dünya Savaşı’ndan, müttefikleriyle birlikte yenik çıkmıştır. Osmanlı Hükümeti, 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı Mondros Mütârekesi ile İtilâf Devletleri’ne “kayıtsız, şartsız” teslim olmuştur.1 Büyük Harb’in uzun seneleri zarfında, milletimiz yorulmuş ve fakirleşmiştir. Devlet ve milletimizi savaşa sürükleyenler, kendi hayatlarının endişesine kapılarak ülkemizden firar etmişlerdir. İstanbul’daki Padişah ye Hükümet aciz bir hale düşerek galiplerin denetime girmişlerdir. Bunların varlıkları da sadece sözden ibaret kalmıştır. Osmanlı Devleti, artık “devlet olma” özelliğini kaybetmiştir. İtilâf Devletleri, ordumuzun elinden silâh ve cephanesini almış, düşmanlar ülkemizi işgale koyulmuş, memleketimizdeki Hıristiyan unsurlar, kendi emellerine ulaşabilmek üzere, kilise ve diğer teşkilatlarıyla devletin bir an önce çökmesi için sürdürdükleri faaliyetlerini arttırmışlardır.2 Bundan dolayı 1918 yılı, karanlığın hakim olduğu ve umutların eridiği bir yıldır. Bu karanlıklar ve umutsuzluklar ortamında, Mustafa Kemal Paşa için tükenmez inanç kaynağı, yüreğini kaplayan derin millet sevgisi ile Türk gençliğine duyduğu sonsuz güvendir. Birinci Dünya Savaşı’nın felâketli sonuçlar doğurduğu, en ateşli vatanseverlerin güçsüz kaldığı ve umutlarının söndüğü günlerde bile O, Türk Milleti’nin ve Türk gençliğinin başaracağına dair inancını kaybetmemiştir. Atatürk’ün Türk gençliği ile ilgili görüşlerini açıklayan en eski belge, 1918 yılının Mayıs’ında, bir fotoğrafın üzerine kendi el yazısıyla yazdıklarıdır. Burada Atatürk, gençliğe olan inancını ve duygularını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imam yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki payansız (sonsuz) muhabbetim değil; bu günün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya (ışık) serpmeye ve aramağa çalışan bir gençlik gör düğümdendir.” 3
Atatürkçülükle Türk gençliğine güven sonsuzdur ve Türk gençliği ile övünülür. Nitekim Atatürk, gelecek kuşakların, büyük sorumluluklar üstleneceğini, eserini baştacı yapacağını, onu yaşatacağını, unutturmayacağını ve gençlerin geleceğin ümidi olduğunu Millî Mücadele’nin başında görmüştür, hissetmiştir. Herkesin umudunu kaybettiği ve gelecek kaygısı içine düştüğü 1919 yılında:
“Zaten her şey unutulur. Fakat biz, her şeyi gençliğe bırakacağız. O gençlik ki, hiç bir şeyi unutmayacaktır, geleceğin ümidi, ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.” diyerek bu hususu açıkça belirtmiştir.4
Prof. Dr. Afet İnan’ın bir hatırasına göre, Atatürk, uzun süren belge toplama ve yorucu yazma çalışmalarını bitirince, yakın arkadaşlarına: “şimdi beni dinleyin” diyerek “Gençliğe Hitabe”yi çok hissi bir şekilde okumuştur. Okumayı tamamlayınca bakışları Ankara ovasının derinliklerine dalmış, gözlerinden Türk gençliğine duyduğu güven ve sevginin ifadesi olan birkaç damla yaş süzülmüştür.5
Aynı akşam arkadaşlarına:
“Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyete inananlara, koruyanlara ve yaşatanlara emanet etmek lâzımdır” 6 değerlendirmesini yapmıştır.
Gençliğe bu derece güvenen ve inanan Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, millî mücadeleyi başlatmak üzere, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs 1919 gününü, gençliğe “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak armağan etmiştir.7 Samsun’dan Havza’ya geçerken kendisinin de coşkuyla söylediği “Dağ Başını Duman Almış” marşını ise “Gençlik Marşı” olarak ilân etmiştir. Zaten Millî Mücadele’ye destek veren Türk gençliği, yaptığı işlerle, gösterdiği fedakârlıkla, çağdaş düşüncesiyle, böylesine görkemli bir bayramı ve anlamlı bir marşı hak etmiştir.8
Atatürk, Sivas Kongresi’nde manda idaresini savunanlara karşı çıkan tıbbiye öğrencisi Hikmet’e ve O’nun millî duyguları güçlü olan Türk gençliğine kuşkusuz sonsuz güven duygusuyla bağlanmıştır. Sivas Kongresi’nde manda düşüncesinin, hararetli sözlerle savunulduğu ortamda, hatta Mustafa Kemal Paşa’nın en yakın bazı arkadaşları tarafından da benimsendiği sırada, İstanbul’da askerî tıp öğrencisi olan Hikmet adındaki genç, kongre salonunda söz alarak coşkulu bir sesle sanki ateş ve heyecan kesilmiş olarak şu konuşmayı yapmıştır:
“Paşam! Murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz (ayıplarız). Farz-ı muhal manda fikrini siz dahi kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i (vatan kurtarıcı değil, vatan batına) olarak adlandırır ve tel’in ederiz...”
Umudunu kaybedenlere rehber ve örnek teşkil eden, millî heyecan ile millî ruhu belirten bu konuşma üzerine kongrede bulunanlar duygulanmış, gözyaşlarını tutamamışlardır. Mustafa Kemal Paşa da çok duygulanmış ve aynı heyecanla şu karşılığı vermiştir:
“Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin”. Bu arada Paşa, Hikmet Bey’e dönerek:
“Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklâl, Ya Ölüm” demiştir.
Hikmet Bey yerinden fırlamış ve “Varol Paşam.” sözleriyle Mustafa Kemal Paşa’nın elini öpmüştür. Türk gençliğinin olduğu gibi, daima ileri ve inkılâpçı düşüncelere bayraktarlık etmiş ve tıbbîyenin askerî üniformasıyla kongreye katılmış olan bu gencin, Mustafa Kemal Paşa da alnından öperek şunları söylemiştir:
“Gençler, vatanın bütün ümid ve istikbâli size, genç nesillerin anlayışı ve enerjisine bağlanmıştır”.9 Bu olay dahi Atatürk’ün Türk gençliğine güveninin nereden geldiğini anlatmaya yeterli bir örnektir.
Mustafa Kemal Atatürk, her şeyden önce gençliğin dinamizm demek olduğunun bilincinde idi. İşte bu nedenledir ki, Millî Mücadele’deki kadrosunu seçerken, özellikle gençler üzerinde durmuş, kadrosunda gençlere ağırlık vermiş, aynı zamanda genç fikirli yazarlardan da faydalanmıştır. O, diyaloga açık bir yöntemle meydana getirdiği kadro içinde bulunan gençler ve genç fikirlilerle ülkenin kurtuluş meselesini tartışmış, onların değişik fikirlerinden çağdaş bir senzezi kafasında oluşturmuş ve değerlendirmiştir.10 Aslında, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele’nin ön safındaki liderler de genç sayılırlardı. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktığında, eriştiği rütbelere ve taşıdığı büyük sorumluluğa göre yaşça gençti, sadece 38 yaşındaydı. Her şeyden önce, düşünce tarzı, heyecanı ve enerjisiyle gençti. Ömrü boyunca bulunduğu davranışlarıyla ve yarattığı eserleriyle genç kalmayı bilecek yapıya sahipti.11
Atatürk’ün, Amasya’daki fikir arkadaşları (Rauf Orbay, Refet Bele), Millî Mücadele’yi ilk günden itibaren yürütenler (Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy ve diğerleri), hep 37-38 yaşlarında genç insanlardı. Sonradan Batı Cephesi Komutanlığı ve Lozan Baş Delegeliği görevlerini yapacak olan ismet İnönü, onlardan da gençti. Meydan savaşlarında büyük birliklerin başında bulunan komutanların ekseriyeti 40 yaşına gelmemişti. Silâhlarıyla olduğu kadar kalemleriyle de Millî Mücadelemizi baştan sonuna kadar destekleyen aydınlarla yazarların büyük çoğunluğu da bu genç kuşaktandı. Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Yahya Kemal (Beyatlı) gibi vatansever kalem sahiplerinin çoğu 25-30 yaşlarında gençlerdi.12
Bu “altın kuşak”, II. Meşrutiyet’i ve onu izleyen çeşitli buhranları görmüş, Trablusgarp Savaşı mağlubiyetiyle Balkan Savaşları’nın felâketlerini yaşamış, Birinci Dünya Savaşı’nın ateş çemberinden de geçerek bunlardan gerekli dersleri almış, memleket acısıyla yürekleri yanmış, genç yaşta büyük tecrübeler edinmiş ve olgunlaşmıştır.13
42 yaşında Cumhuriyet’i ilân eden, 44 yaşında şapka ve kıyafet inkılâplarını gerçekleştiren, 48 yaşında yeni Türk alfabesini yürürlüğe koyan Büyük Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği, ruhundaki enerji tazeliği sebebiyle hayatının her çağında gençti. O’na göre, genç olmanın ölçüsü sadece yaş değil, yaşın yanında belirlediği ilkelere, başardığı inkılâplara inanç ve bağlılıktır. Örneğin bir toplantıda Atatürk, “Gençlik nedir?” sorusunu sordu. Çeşitli cevaplar verildikten sonra, kendisi Türk gençliğinin tarifini şöyle yaptı:
“Benim anladığım gençlik, Türk İnkılâbı’nın fikirlerini ve ideolojilerini benimseyip, gelecek nesillere aktarabilecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşındaki bir yobaz ihtiyardır, yetmiş yaşındaki bir idealist de, ter-ü taze bir gençtir. İşte benim anladığım Türk genci.” 14
Atatürk, gençlik kavramının, genel anlamda belirli bir yaş dilimini kapsamakla beraber, zaman zaman biyolojik anlamını aşarak idealist olmak anlamına da geldiğini belirtmiştir. Atatürk, “Genç fikirli demek doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir” l5 ifadesini bu anlamı açıklamak üzere kullanmıştır. Bu yüzden Atatürk’ün, Türk gençliği ile ilgili ifadelerinde, gençlik sözünü, sadece belirli bir yaş grubundakilerle sınırlamamak lâzımdır. Daha geniş anlamda yani bir fikir gençliği, bir ideal gençliği, Atatürk îlke ve înkılâpları’na bağlı olanları, Cumhuriyet’i sonsuza kadar devam ettirmek azminde bulunanları anlamak gereklidir.
Mustafa Kemal Paşa, ülkenin içinde bulunduğu olumsuzluklara rağmen, Türk milletinin bağrından çıkan genç ordusuna ve genç aydınlarına güvenerek Millî Mücadele’yi başlatmış, sürdürmüş, başarıya ulaştırmıştır. Kurmuş olduğu Cumhuriyet’i de hiç tereddüt etmeden, sarsılmaz bir güven ve inanç beslediği Türk gençliğine emanet etmiştir. 17 Ekim 1922’de Bursa’da kendisini karşılayan geleceğin gençleri olacak çocuklara yaptığı bir konuşmada şöyle seslenmiştir:
“Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz atinin bir gülü, yıldızı, bir nûr-ı ikbâlisiniz (mutluluğun ışığısınız). Memleketi asıl nura gark edecek sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!” 16
Atatürk’ün, iki büyük nutkunu Türk gençlerine seslenerek bitirmesi büyük önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, 30 Ağustos 1924’te Büyük Zafer’in ikinci yıldönümünde, Dumlupınar’da, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin kazanıldığı alanda yaptığı tarihî konuşmadır. Bir hitabet şaheseri olan bu özlü konuşmada Atatürk, zaferle sonuçlanan Bağımsızlık Savaşı’nı anlatmış, mutlaka kazanılması gereken yeni savaşın, uygarlık savaşı olduğunu belirtmiş ve “son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum”17 diyerek konuşmasını gençliğe olan güvenine, gençlerin büyük fedakârlıkla kurulan Cumhuriyet’i yücelterek daimî kılacaklarına ve devleti arzu edilen hedeflere ulaştıracaklarına emin olduğunu şu sözlerle tamamlamıştır:
“Gençler!
Cesaretinizi takviye ve idâme eden (devam ettiren) sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! istikbâl sizindir. »Cumhuriyeti biz te’sis ettik; onu i’lâ (yükseltecek) ve idâme edecek (devam ettirecek) sizsiniz.”18
İkincisi, Büyük Nutuk’tur. Atatürk 1927 yılında Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında, 6 gün içinde, 36 saat süre ile Büyük Nutku’nu okumuştur. Burada Millî Mücadele Destanı’nın askerî, siyasî ve diğer bütün yönlerini belgelerle ortaya koymuştur. Büyük bir imparatorluğun nasıl çöktüğünü, onun enkazından genç Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl doğduğunu anlatmış ve Türk înkılâbı’yla çağdaşlaşma hareketinin amaçlarını açıklamıştır. Nutuk’ta:
“Bugün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen millî musibetlerin intibahı (uyanışı) ve bu aziz vatanın, her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk gençliğine armağan olarak emanet ediyorum.” 19 ifadesiyle, ulaşılan neticenin, yani bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, asırlardan beri çekilen millî felâketlere karşı bir uyanışın, büyük bir mücadelenin, aziz vatanımızın her köşesinin şehitlerimizin kutsal kanlarıyla sulanmasının bedeli olduğunu ve bu neticeyi de Türk gençliğine armağan olarak emanet ettiğini bildirmiştir. Bu sözlerin devamında ve Büyük Nutuk’un sonunda ise, Atatürk’ün Türk Gençliği’ne Hitabesi yer almaktadır. Burada Millî Mücadele ile elde edilen bağımsızlık, bu bağımsızlığın simgesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak şerefi ile sorumluluğu Türk gençliğine bırakılmıştır. Atatürk, Türk gençliğine hitab ederek düşüncelerini şu anlamlı sözlerle dile getirmiştir:
“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbâlde dahi, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî, bedhahların (kötülük isteyenler) olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmiyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir (ortaya çıkabilir), istiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahîm olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin (istilacıların) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler (birleştirebilirler). Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbâlinin evlâdı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!20
Görüldüğü gibi, Atatürk, Türk gençliğine seslenirken anlattığı durum ve çizdiği tablo, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetiyle birlikte ortaya çıkan karanlık manzaradır. Hitabede bu karanlık günlerin, Türk Milleti’nden alınan güçle aydınlığa dönüştürüldüğünü, bu aydınlığın sürekli kalmasını sağlayacak ve Türk milletini daha güzel yarınlara kavuşturacak gücün de Türk gençliğinin olduğunu belirtmektedir. Ancak, Atatürk burada haklı olarak gelecek için bazı uyarılarda bulunmaktadır. Öyle ki, her zaman Türk istiklâlini ve Cumhuriyeti’ni yok etmek isteyen iç ve dış güçlerin ortaya çıkabileceğini, zorla ve hile ile aziz vatanımızın önemli kurum ve kuruluşlarının ele geçirilebileceğini, hatta memleketimizin her tarafının bilfiil işgal edilebileceğini, iktidara hakim olanların gaflet ve dalâlet, hatta hıyanet içinde bulunabileceklerini, ya da bazı yetkililerin şahsî menfaatlerinin düşmanların siyasî emelleriyle birleşebileceğini hatırlatmaktadır. Ayrıca bu durum ve daha zor şartlar içinde dahi, Türk gençliğinin en önemli görevinin, Türk istiklâl ve Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar korumak ve savunmak olduğunu açık bir tarzda bildirmektedir. Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek için gerekli kudretin, Türk gençliğinin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu ifade ederken, Türk gençliğine olan sarsılmaz inancını ve Türk milletinin tarihî derinliklerinden gelen gücünü, büyük bir hitabet örneği olarak ortaya koymuştur.
Son yıllarda devletimizin aleyhine sürdürülen çeşitli zararlı faaliyetlerin artması, yaşanan soğuk ve sıcak savaşların tırmanması, bölgemizdeki huzursuzlukların had safhaya ulaşması gibi hususlar, Atatürk’ün, Türk gençliğinin, dış düşmanlara hatta ülkemizde gaflet, dalâlet ve hıyanette bulunanlara karşı uyanık olması gerektiğini, millî birlik ve beraberliğimizin son derece büyük önem taşıdığını belirtirken, ne kadar haklı olduğunu bir kez daha teyit etmektedir. Bu yüzden Atatürk’ün gençliğe hitabesi, sadece geçmişle ilgili belirli bir süreyi kapsamamaktadır. Bugün ve gelecek için de geçerli olan ve bütün Türk milletinin ders alması gereken canlı bir belge niteliği taşımaktadır.
“Atatürk’ün, cumhuriyet ve bağımsızlığımızın korunması gibi son derece önemli görevleri neden Türk gençliğine verdiği veya hitabeyi neden gençliğe atfettiği” tarzındaki sorulara ise: “Atatürk’ün gözünde Türk gençliği milletin “dinamik kesimi”, “geleceği”, “taze gücü”, “asil kanı”, “özsuyu”, “hayat kaynağı”dır. Gençlik idealisttir, çıkar peşinde koşmaz, daima iyiyi, güzeli, doğruyu arar, hakkın, doğrunun yanında yer alır, açık düşünceli, açık sözlü, dürüst ve yapıcıdır.” 21 cevabı verilebilir. Ayrıca Atatürk, Türk gençliğini yakından tanımakta ve ondaki vatanperverliği çok iyi bilmektedir. O gençlik ki; Trablusgarp’ta, Balkanlar’da, Yemen’de ve daha bir çok yerde kanlarını sebil etmiş, Sarıkamış Dağlarında, karların ak örtüsünü üzerine kefen yapmış, Çanakkale’de düşmana karşı göğsünü siper etmiş, Anadolu’nun bir çok yerinde vatan ananın kucağında ebedî uykusuna yatmış olmanın hazzını tatmıştır. Atatürk, işte bu önemli özelliği ile Türk gençliğinin vatan ve milletini her zaman ve ne pahasına olursa olsun, sonsuza kadar koruyacağını bilmektedir.
Atatürk’e göre millî eğitim, bağımsızlık savaşı kadar önemlidir. O, bunu Yunanlıların Kütahya-Eskişehir üzerinden Ankara’ya doğru saldırıya geçtikleri günlerde ispat etmiştir. Düşman bütün gücüyle saldırıya geçtiği sırada, 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Ankara’da, millî eğitim-öğretim seferberliğini de başlatmıştır. Bu hareketiyle hem eğitim-öğretime verdiği önemi göstermiş, hem de iç ve dış kamuoyuna Türk ordusunun başarıya ulaşacağına emin olduğu imajını vermiştir. Bu dünya tarihinde hiç bir ülkenin yapmadığı, hiç bir devlet adamının düşünmeye cesaret edemediği bir harekettir. Atatürk, o tehlikeli günlerde, 16 Temmuz 1921 tarihinde, Ankara’da Maarif Kongresi’ni açarken, yaptığı konuşmada düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:
“... Gerçi bugün maddî, manevî ve menâbi-i kuvvamızı (kuvvet kaynaklarımız), hudud-ı milliyemiz dahilindeki memleketlerimizde müstevli (istilacı) bulunan düşmanlara karşı isti’mal etmek (kullanmak) mecburiyetindeyiz, İrfan-i memleket için tahsis edilebilen şey müstakbel maarifimize mâbihilistinad (dayanmaya vesile) olacak bir temel kurmaya kâfi değildir. Ancak vâsi ve kâfi şerait ve vesâite mâlik oluncaya kadar geçecek eyyâm-ı cidalde (mücadele günlerinde) dahi kemâl-i dikkat ve itina ile işlenip çizilmiş bir millî terbiye programı vücude getirmeye ve mevcut maarif teşkilâtımızı bugünden müsmir (sonuç veren) bir faaliyetle çalıştıracak esasları ihzar etmeye hasr-ı mesaî eylemeliyiz...” 22
Daha sonra ise öğretmenlere şöyle hitap etmiştir :
“... Milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi deruhde eden heyet-i mübeccelenizin (yüce heyetinizin) bugünün vaziyetini nazar-ı itibara alacağından ve her müşkülü iktihâm (göğüs germe) ile bu yolda gayet metinâne yürüyeceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim ve hayatîdir. Bunda muvaffak olmanızı Cenab-ı Haktan temenni ederim.” 23
Eğitim sisteminin millilik ilkesine dayanması prensibi, Atatürk’ün ana hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Bu yüzden Atatürk, 1 Mart 1924’te T.B.M.M.’nin açış konuşmasında, eğitim sisteminin her bakımdan millî nitelikli bir siyasetle belirlenmesi talimatını şu sözlerle vermiştir :
“Türkiye’nin terbiye ve maarif siyasetini her derecesinde, tam bir vuzuh ve hiç bir tereddüte yer vermeyen sarahat ile ifade etmek ve tatbik etmek lâzımdır. Bu siyaset, her manasıyla, millî bir mahiyette belirtilmelidir.” 24
Başka bir konuşmasında da şunları ilâve etmiştir :
“Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle beslenmeli ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir.” (1925)
“Bir millet irfan ordusuna mâlik olmadıkça, muharebe meydanlarından ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin payidar neticeler vermesi ancak irfan ordusuyla kaimdir.” (24 Mart 1923). 25
Ulu Önder Atatürk, hayatı boyunca eğitime ve eğitimcilere önem vermiş, yeni Türkiye’nin kurulmasında kendisine en yakın yardımcı olarak öğretmenleri görmüş, her fırsatta öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini yüceltmiştir. Atatürk, öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmalarda esas itibarıyla yeni nesilleri yetiştirecek olan cumhuriyet öğretmenlerinin görevleri üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. Örneğin, Atatürk, 25 Ağustos 1924’te, Ankara’da, toplanan Muallimler Birliği Kongresi’ne katılan üyelere, yeni Türkiye’nin biçimlenmesinde ve yeni nesillerin yetiştirilmesinde en önemli görevin öğretmenlere düştüğünü aşağıdaki sözlerle açıklamıştır :
“Muallimler,
Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr muallim ve mürebbileri, sizler yetiştireceksiniz. Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip (orantılı) bulunacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli bu evsâf ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. Mümtaz vazifenizin ifasına âli himmetlerle hasr-ı mevcudiyet edeceğinize asla şüphe etmem.” 26
Görüldüğü gibi, Atatürkçülükle gençlik, gençliğin yetiştirilmesi, devletin geleceğinin güvence altına alınması ve millî ülkünün gerçekleştirilmesi yönlerinden önemli bir yer tutar. Çünkü ahlâklı, kültürlü, memleket meseleleri ile ilgili, millî karakteri temsil eden, çalışkan ve vatansever bir gençliğin yaratılması Atatürk’ün gayesi olmuştur. O, “Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda kalmayacak.” derken işte bu gençliği kasdetmiştir.27
Atatürk’e göre gençlik çağı, olumsuz ve verimsiz bir taşkınlık çağı değildir. Yılmayan bir azimle ve coşkuyla, canlılıkla, milletin daha güzel yarınlara kavuşması için çalışma çağıdır. Onun gözünde Türk gençliği, akılcı, bilimsel metodu benimsemiş, millî menfaatleri her şeyin önünde tutan, Türk İnkılâbı’nı ve Cumhuriyet İlkeleri’ni savunan, yaşatma mücadelesi veren dinamik bir güçtür. Büyük Nutku’nda Türk gençliğine olan inancını dile getirirken bu hususlara da değinmektedir. Türk gençliği Atatürkçülük’ün akılcı yolundan ayrılmayacak, akıl dışı hareketlere ve yabancı ideolojilere sapmayacaktır. Dünyada her şey için, uygarlık için, hayat için en gerçek yol göstericinin “ilim ve fennin” olduğunu asla unutmayacaktır. “Hayatta en hakiki rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, delâlettir, cehalettir” diyen Atatürk, gençlerin ilim ve fennin yolunda ilerlemelerini ve bunu kendilerine rehber olarak almalarını istiyordu. Onun bu sözleri aynı zamanda millî meselelerin çözümünde de en önemli unsur olan sosyal ve fen bilimlerin gereğini kanıtlamaktadır. 28
Atatürk gençlere bilgi sahibi olmayı, ilim, fen ve teknolojide çağdaş devletlerin seviyesine çıkmayı, hatta onları geçmeyi hararetle tavsiye ederken, diğer taraftan da millî seciye, millî geleneklere, Türklük duygusuna, ülkü birliğine, ülke bütünlüğüne, millî birlik ve beraberliğe önem verdiğini şöyle vurgulamıştır :
“Bir ülkenin en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık, duygu ve kabiliyetlerin olgunluğudur... Bu sebeple Türk Milleti’nin idaresinde ve korunmasında, millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” 29
Atatürk, 27 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da öğretmenlere hitap ederken sınıf, cins, kültür farklılığının ortadan kaldırılarak millî birliğin sağlanması gerektiğini şu sözlerle yeniden hatırlatmıştır :
“Hanımlar, Beyler!
Kat’iyyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, marîzdir (hastalıklıdır).” 30
Atatürk, gençleri, ülkeyi dört bir taraftan saran, hatta uzaklardan bile onun varlığını, bütünlüğünü parçalamaya çalışan ve dün olduğu gibi, bugün de ülke içine sızan düşmanları iyi tanımayı, onları kendi silâhlarıyla tesirsiz hale getirmeyi, milletlerarası platformda sürdürülen mücadeleyi yürütebilecek tarzda yetiştirmeyi planlamıştır. Batı’nın ilmine, fennine, teknolojisine açık olmasına rağmen Atatürk, yakın komşularımızın haris emellerine dikkat çekmiş, hayatı boyunca bütün yabancı ideolojileri veya yurt dışından idare edilen teşkilâtları reddetmiş, Avrupa devletleri gibi ABD’nin de siyasî, iktisadî ve askerî tahakkümüne, mandasına, liderlik iddialarına asla müsaade etmemiştir. Yabacıların ülke üzerinde söz sahibi olmak istemelerine karşı çıkmıştır. Bu konudaki hoşgörüye, vurdumduymazlığa, hiç müsaade etmemiş ve gençlerle halkın son derece duyarlı hareket etmesini tavsiye etmiştir :
“Millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafâtından (boş inançlarından) ve evsâf-ı fıtriyemizle (yaratılışımızdaki özelliklerle) hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirden tamamen uzak, seciyye-i millîye (millî karakterimiz) ve tarihiyemizle mütenâsip (uygun olan) bir kültür kasdediyorum. Çünkü dehâ-ı millîmizin inkişâf-ı tâmmı ancak böyle bir kültürle temin olunabilir. Laalettayin (gelişigüzel) bir ecnebî kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip (tahrip edici) neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haresât-ı fikriyye) zeminle mütenasiptir. O zemin, milletin seciyesidir.” 31
Kararlı, azimli, hiçbir şeyden yılmadan ve ülke çıkarları için son derece hassas olan Atatürk, Konya Türk Ocağı’nda 20 Mart 1923 tarihinde yaptığı konuşmada dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak öncelikle kendi benliğimize, milliyetimize sahip çıkmamız, millî varlığımıza düşman olanlarla dostluk kurmamamız, millî benliğimize, bağımsızlığımıza ve geleceğimize kastedecek güçleri zararsız hale getirmemiz, hatta bu mücadelede tek başına kalsa dahi, millet ve memleketimiz aleyhinde faaliyette bulunanları kendisinin yok edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir :
“... Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef al (uğraş) ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır (avıdır).
Mevcudiyet-i milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
(karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
‘Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi’ diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkuremize, istikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili (engeli) derhal devirdiğimiz gün, halâs-ı hakikiye (gerçek kurtuluşa) vasıl olacağız. Ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler sayesinde bu halâsa vasıl olacağımıza emin olabiliriz...”
“Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği umde-i hayatiyesine (hayat prensipsiplerine) kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Teşkilâtı Esâsiye’nin (Anayasa’nın) mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim. Farzı muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” 32
Türk Milleti, Atatürk’ün gösterdiği yüce hedefe doğru ulaşmak üzere, uzun mesafeler katetmiş, bir çok büyük engeli aşmıştır. Bugünün 70 milyonluk Türkiye’si, 1920’lerin 10-12 milyonluk Türkiye’sinden, mukayese edilemeyecek tarzda büyük ölçüde ilerlemiştir. Fakat henüz Atatürk’ün millî ülkü olarak benimsediği hedefe ulaşmış değiliz. Bu hedefe ulaşmak için Atatürkçülük, gençlerin ilmî eğitim-öğretimlerinin yanısıra, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine bağlı olarak millî bir ruhla yetiştirilmelerini öngörmektedir. Gençlerin kazanacağı eğitim, her şeyden önce, millî ahlâka uygun olacak, manevî vasıflarla donatılacak, bağımsızlık, vatan ve millet sevgisi ile pekiştirilecek, sağlam aile yapısına dayanacak, millî birliği ve beraberliği temin edecektir. Cumhuriyeti iç ve dış tehlikelerden korumayı en büyük görev saymak, bu duygularla birbirlerine kenetlenmek, Atatürkçü gençliğin temel niteliklerindendir. 33 Atatürk, eğitim ve öğretim sisteminin her kademesinde bu hususlara uyulmasını isteyerek gençleri yetiştirecek olan öğretmenlere şu direktifleri vermektedir :
“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa mevcudiyeti ile, hakkı ile, birliği ile tearuz eden (ters düşen) bilûmum yabancı anasırla (unsurlarla) mücadele lüzumunu ve efkâr-ı millîyeyi kemâl-i istiğrak ile (millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla) her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârlıkla müdafaa zarureti telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvâ-yı ruhiyesine (manevî gücüne), bu evsaf (özellik) ve kabiliyetin zerki (aşılanması) mühimdir. Daimî ve müthiş bir cidal (mücadele) şeklinde tebarüz eden (beliren) hayat-ı akvamın felsefesi (milletlerin hayat felsefesi), müstakil ve mesud kalmak isteyen her millet için bu evsafı (özelliği) kemâl-i şiddetle (büyük bir arzu ile) talep etmektedir.” 34
Atatürk’e göre Türk genci, “göreceği öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce”, Türk milletinin bütünlüğüne, bağımsızlığına, millî geleneklerine yönelen tehlikelere karşı mücadele gereğini öğrenmelidir. Bunun için dayanacağı en önemli temel manevî unsurlardır. Manevî unsurlar arasında ise, vatan sevgisi, millet sevgisi, bayrak sevgisi, çalışmak, büyükleri sevmek, muhtaçlara yardım etmek vs. hususlar yer almaktadır. Bu konuda Atatürk şöyle seslenmiştir :
“Efendiler!
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, ananat-ı millîyesine (millî geleneklerine) düşman olan bütün anasırla (unsurlarla) mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir (alkışlar). Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı ruhiye ile mücehhez (dünyada milletlerarası duruma göre, böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip) olmayan ferdlere ve bu mahiyette ferdlerden mürekkeb cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.”
Atatürk’ü anlamak, O’nu yaşamak ve yaşatmak ancak O’nun işaret ettiği yolda, millî birlik ve beraberlik içinde yürümekle olur. Yıllar boyunca Atatürk’le Atatürkçülük, iç ve dış düşmanlarımız tarafından unutturulmak istenmiş, gerçek hedeflerinden saptırılmaya çalışılmıştır. Bunda başarılı oldukları ölçüde boşalan dimağlara, ülkemize ve milletimize büyük zarar veren yabancı ideolojileri yerleştirmek istemişlerdir. Bu acı deneyimleri görerek yaşamış olan gençlerimizin bugün her zamankinden daha çok tecrübeli ve daha bilinçli olarak geçmişten gerekli dersi almış olduklarına inanıyoruz. Gençlerimiz, Atatürk’ü anlayabildikleri ve O’nun düşünce sistemini bütün boyutlarıyla kavrayabildikleri oranda, her türlü bölücü ve yıkıcı akımlara karşı koyacak gücü kendilerinde bulacaklardır.
Gençlerimiz bugün, her zamankinden daha fazla, Atatürk’ün direktiflerini yerine getirmek mecburiyetindedirler. Çünkü Türk milletinin Millî Mücadele ve sonraki yıllarda büyük imkânsızlıkların üstesinden geldiğini ve çetişli engelleri aşarak makus talihini yenip başarıya ulaştığını her zaman hatırlamaları gereklidir. Türk gençliği, Türk hayatına, Türk istiklâline kasteden Mondros ve Sevr’in ağır hükümlerini de asla unutmamalıdır. Gençlik, Türk toplumunun tarihî, sosyo-kültürel, iktisadî, siyasî, hukukî gelişimi içinde, Atatürkçülük hareketinin yerini ve önemini belirlemelidir. Her türlü katı dogmalardan, modası geçmiş doktriner düşüncelerden ve yabancı ideolojilerden uzaklaşarak gerçek Atatürkçülük anlayışına sahip çıkmalıdır.36
Cumhuriyetimiz, Atatürk’le arkadaşlarının önderliğinde, Türk milletinin büyük çaba ve fedakârlıklarıyla kurulmuştur. Ama onu yükseltecek ve devam ettirecek olanlar yeni nesillerdir. Bunlar, kendilerine bırakılan manevî emaneti, her türlü güçlük karşısında yılmadan sonsuza kadar yaşatmalı ve takip etmelidirler. Türk gençliği, Atatürk’ün yolunu izlemelidir. Böylece Türk gençleri, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaklardır. Onun içindir ki, “yorulmadan Ulu Önderlerinin yolunu takip edeceklerine dair söz veren” Bursa’daki gençlere Atatürk, heyecanlı ve mutlu olarak şöyle seslenmiştir.
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmadan değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikalarda da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahluk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları, dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Ben bu akşam buraya bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim idealimize durmadan yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız.” 37
İşte Atatürk gibi bir Ulu Öndere ve yüce Türk milletine böyle bir gençlik, böyle özverili bir gençliğe ve şerefli Türk milletine de Atatürk gibi büyük bir devlet adamı yaraşır.
“Maksat bizim yaşamamız değil, maksat milletin yaşamasıdır.” diyen Atatürk, sadece Türklüğü yaşatmakla yetinmemiş, büyük bir inkılâpçı olarak ölünceye kadar fikirleri uğruna mücadele etmiştir. O’nun ilkeleri ve inkılâpları sayesinde Türklük gelecekte de yaşamasını devam ettirmek üzere yeni bir itici güce kavuşmuştur. Bu gücün temsilcileri ise, her dönemde Türk gençleri olacaklardır. Gençlerimiz, Atatürk’ü yaptıkları ile değerlendirdikçe, düşüncelerini ve ilkelerini anladıkça ve bunları uyguladıkça Atatürk’ün işaret ettiği gibi: “En medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmek”, “Millî kültürümüzü medenî milletlerin seviyesi üzerine çıkarmak” 38 hedefine ulaşılacaktır.
Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi -
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 38, Cilt: XIII, Temmuz 1997
Kaynak: www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=660
Doç. Dr. İlker Alp
XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde zayıflamış, girdiği savaşların çoğunda mağlup olmuş, bunun neticesinde ülkenin bazı yerleri işgal edilmiş veya bazı bölgeleri ayrılmaya yüz tutmuştur. Devlet, iktisadî, malî ve siyasî bağımsızlığını büyük ölçüde kaybetmiş, adeta yarı sömürge haline gelmiştir. İşte Mustafa Kemal Paşa bu ortamda yetişmiştir. Mustafa Kemal, ülkenin kötü kaderini değiştirmek için, tarihî sorumluluğunu çok genç yaşta iken idrak etmiştir. Manastır’da askerî lise öğrencisiyken ülkenin yönetimi ve siyasetindeki aksaklıkları arkadaşlarına da anlatmak, bu husustaki düşünce ve görüşlerini yaymak için gençler arasında okunmak üzere, el yazısı ile gizli bir okul gazetesi bile çıkarmıştır. Harp Akademisi yıllarında iken, Osmanlı İmparatorluğumun kurtuluş umudunun olmadığını görmüştür. Bu nedenle Osmanlı ıslahatçıları gibi, imparatorluğu kurtarmak için yüzeysel işlerle uğraşmamıştır. Amacı, sarsılmaz ve sonsuz bir inancı olan Türk milletine dayanarak, bağımsız, güçlü, çağdaş, enerjik ve modern bir Türk devleti kurmaktır.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti, Türk milletinin kanı ve canı pahasına kazandığı Çanakkale Zaferi’ne veya Doğu Cephesi’ndeki başarılarına rağmen, Birinci Dünya Savaşı’ndan, müttefikleriyle birlikte yenik çıkmıştır. Osmanlı Hükümeti, 30 Ekim 1918 tarihinde imzaladığı Mondros Mütârekesi ile İtilâf Devletleri’ne “kayıtsız, şartsız” teslim olmuştur.1 Büyük Harb’in uzun seneleri zarfında, milletimiz yorulmuş ve fakirleşmiştir. Devlet ve milletimizi savaşa sürükleyenler, kendi hayatlarının endişesine kapılarak ülkemizden firar etmişlerdir. İstanbul’daki Padişah ye Hükümet aciz bir hale düşerek galiplerin denetime girmişlerdir. Bunların varlıkları da sadece sözden ibaret kalmıştır. Osmanlı Devleti, artık “devlet olma” özelliğini kaybetmiştir. İtilâf Devletleri, ordumuzun elinden silâh ve cephanesini almış, düşmanlar ülkemizi işgale koyulmuş, memleketimizdeki Hıristiyan unsurlar, kendi emellerine ulaşabilmek üzere, kilise ve diğer teşkilatlarıyla devletin bir an önce çökmesi için sürdürdükleri faaliyetlerini arttırmışlardır.2 Bundan dolayı 1918 yılı, karanlığın hakim olduğu ve umutların eridiği bir yıldır. Bu karanlıklar ve umutsuzluklar ortamında, Mustafa Kemal Paşa için tükenmez inanç kaynağı, yüreğini kaplayan derin millet sevgisi ile Türk gençliğine duyduğu sonsuz güvendir. Birinci Dünya Savaşı’nın felâketli sonuçlar doğurduğu, en ateşli vatanseverlerin güçsüz kaldığı ve umutlarının söndüğü günlerde bile O, Türk Milleti’nin ve Türk gençliğinin başaracağına dair inancını kaybetmemiştir. Atatürk’ün Türk gençliği ile ilgili görüşlerini açıklayan en eski belge, 1918 yılının Mayıs’ında, bir fotoğrafın üzerine kendi el yazısıyla yazdıklarıdır. Burada Atatürk, gençliğe olan inancını ve duygularını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imam yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkındaki payansız (sonsuz) muhabbetim değil; bu günün karanlıkları, ahlâksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya (ışık) serpmeye ve aramağa çalışan bir gençlik gör düğümdendir.” 3
Atatürkçülükle Türk gençliğine güven sonsuzdur ve Türk gençliği ile övünülür. Nitekim Atatürk, gelecek kuşakların, büyük sorumluluklar üstleneceğini, eserini baştacı yapacağını, onu yaşatacağını, unutturmayacağını ve gençlerin geleceğin ümidi olduğunu Millî Mücadele’nin başında görmüştür, hissetmiştir. Herkesin umudunu kaybettiği ve gelecek kaygısı içine düştüğü 1919 yılında:
“Zaten her şey unutulur. Fakat biz, her şeyi gençliğe bırakacağız. O gençlik ki, hiç bir şeyi unutmayacaktır, geleceğin ümidi, ışık saçan çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.” diyerek bu hususu açıkça belirtmiştir.4
Prof. Dr. Afet İnan’ın bir hatırasına göre, Atatürk, uzun süren belge toplama ve yorucu yazma çalışmalarını bitirince, yakın arkadaşlarına: “şimdi beni dinleyin” diyerek “Gençliğe Hitabe”yi çok hissi bir şekilde okumuştur. Okumayı tamamlayınca bakışları Ankara ovasının derinliklerine dalmış, gözlerinden Türk gençliğine duyduğu güven ve sevginin ifadesi olan birkaç damla yaş süzülmüştür.5
Aynı akşam arkadaşlarına:
“Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyete inananlara, koruyanlara ve yaşatanlara emanet etmek lâzımdır” 6 değerlendirmesini yapmıştır.
Gençliğe bu derece güvenen ve inanan Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan ve büyük inkılâplarını başardıktan sonra, millî mücadeleyi başlatmak üzere, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığı 19 Mayıs 1919 gününü, gençliğe “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak armağan etmiştir.7 Samsun’dan Havza’ya geçerken kendisinin de coşkuyla söylediği “Dağ Başını Duman Almış” marşını ise “Gençlik Marşı” olarak ilân etmiştir. Zaten Millî Mücadele’ye destek veren Türk gençliği, yaptığı işlerle, gösterdiği fedakârlıkla, çağdaş düşüncesiyle, böylesine görkemli bir bayramı ve anlamlı bir marşı hak etmiştir.8
Atatürk, Sivas Kongresi’nde manda idaresini savunanlara karşı çıkan tıbbiye öğrencisi Hikmet’e ve O’nun millî duyguları güçlü olan Türk gençliğine kuşkusuz sonsuz güven duygusuyla bağlanmıştır. Sivas Kongresi’nde manda düşüncesinin, hararetli sözlerle savunulduğu ortamda, hatta Mustafa Kemal Paşa’nın en yakın bazı arkadaşları tarafından da benimsendiği sırada, İstanbul’da askerî tıp öğrencisi olan Hikmet adındaki genç, kongre salonunda söz alarak coşkulu bir sesle sanki ateş ve heyecan kesilmiş olarak şu konuşmayı yapmıştır:
“Paşam! Murahhası bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarmak yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsun, şiddetle red ve takbih ederiz (ayıplarız). Farz-ı muhal manda fikrini siz dahi kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i (vatan kurtarıcı değil, vatan batına) olarak adlandırır ve tel’in ederiz...”
Umudunu kaybedenlere rehber ve örnek teşkil eden, millî heyecan ile millî ruhu belirten bu konuşma üzerine kongrede bulunanlar duygulanmış, gözyaşlarını tutamamışlardır. Mustafa Kemal Paşa da çok duygulanmış ve aynı heyecanla şu karşılığı vermiştir:
“Arkadaşlar, gençliğe bakın, Türk Milleti bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin”. Bu arada Paşa, Hikmet Bey’e dönerek:
“Evlât, müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz ekalliyette kalsak dahi, mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklâl, Ya Ölüm” demiştir.
Hikmet Bey yerinden fırlamış ve “Varol Paşam.” sözleriyle Mustafa Kemal Paşa’nın elini öpmüştür. Türk gençliğinin olduğu gibi, daima ileri ve inkılâpçı düşüncelere bayraktarlık etmiş ve tıbbîyenin askerî üniformasıyla kongreye katılmış olan bu gencin, Mustafa Kemal Paşa da alnından öperek şunları söylemiştir:
“Gençler, vatanın bütün ümid ve istikbâli size, genç nesillerin anlayışı ve enerjisine bağlanmıştır”.9 Bu olay dahi Atatürk’ün Türk gençliğine güveninin nereden geldiğini anlatmaya yeterli bir örnektir.
Mustafa Kemal Atatürk, her şeyden önce gençliğin dinamizm demek olduğunun bilincinde idi. İşte bu nedenledir ki, Millî Mücadele’deki kadrosunu seçerken, özellikle gençler üzerinde durmuş, kadrosunda gençlere ağırlık vermiş, aynı zamanda genç fikirli yazarlardan da faydalanmıştır. O, diyaloga açık bir yöntemle meydana getirdiği kadro içinde bulunan gençler ve genç fikirlilerle ülkenin kurtuluş meselesini tartışmış, onların değişik fikirlerinden çağdaş bir senzezi kafasında oluşturmuş ve değerlendirmiştir.10 Aslında, Mustafa Kemal ve Millî Mücadele’nin ön safındaki liderler de genç sayılırlardı. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıktığında, eriştiği rütbelere ve taşıdığı büyük sorumluluğa göre yaşça gençti, sadece 38 yaşındaydı. Her şeyden önce, düşünce tarzı, heyecanı ve enerjisiyle gençti. Ömrü boyunca bulunduğu davranışlarıyla ve yarattığı eserleriyle genç kalmayı bilecek yapıya sahipti.11
Atatürk’ün, Amasya’daki fikir arkadaşları (Rauf Orbay, Refet Bele), Millî Mücadele’yi ilk günden itibaren yürütenler (Kâzım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy ve diğerleri), hep 37-38 yaşlarında genç insanlardı. Sonradan Batı Cephesi Komutanlığı ve Lozan Baş Delegeliği görevlerini yapacak olan ismet İnönü, onlardan da gençti. Meydan savaşlarında büyük birliklerin başında bulunan komutanların ekseriyeti 40 yaşına gelmemişti. Silâhlarıyla olduğu kadar kalemleriyle de Millî Mücadelemizi baştan sonuna kadar destekleyen aydınlarla yazarların büyük çoğunluğu da bu genç kuşaktandı. Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Yahya Kemal (Beyatlı) gibi vatansever kalem sahiplerinin çoğu 25-30 yaşlarında gençlerdi.12
Bu “altın kuşak”, II. Meşrutiyet’i ve onu izleyen çeşitli buhranları görmüş, Trablusgarp Savaşı mağlubiyetiyle Balkan Savaşları’nın felâketlerini yaşamış, Birinci Dünya Savaşı’nın ateş çemberinden de geçerek bunlardan gerekli dersleri almış, memleket acısıyla yürekleri yanmış, genç yaşta büyük tecrübeler edinmiş ve olgunlaşmıştır.13
42 yaşında Cumhuriyet’i ilân eden, 44 yaşında şapka ve kıyafet inkılâplarını gerçekleştiren, 48 yaşında yeni Türk alfabesini yürürlüğe koyan Büyük Atatürk, taşıdığı düşünce yeniliği, ruhundaki enerji tazeliği sebebiyle hayatının her çağında gençti. O’na göre, genç olmanın ölçüsü sadece yaş değil, yaşın yanında belirlediği ilkelere, başardığı inkılâplara inanç ve bağlılıktır. Örneğin bir toplantıda Atatürk, “Gençlik nedir?” sorusunu sordu. Çeşitli cevaplar verildikten sonra, kendisi Türk gençliğinin tarifini şöyle yaptı:
“Benim anladığım gençlik, Türk İnkılâbı’nın fikirlerini ve ideolojilerini benimseyip, gelecek nesillere aktarabilecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşındaki bir yobaz ihtiyardır, yetmiş yaşındaki bir idealist de, ter-ü taze bir gençtir. İşte benim anladığım Türk genci.” 14
Atatürk, gençlik kavramının, genel anlamda belirli bir yaş dilimini kapsamakla beraber, zaman zaman biyolojik anlamını aşarak idealist olmak anlamına da geldiğini belirtmiştir. Atatürk, “Genç fikirli demek doğruyu gören ve anlayan gerçek fikirli demektir” l5 ifadesini bu anlamı açıklamak üzere kullanmıştır. Bu yüzden Atatürk’ün, Türk gençliği ile ilgili ifadelerinde, gençlik sözünü, sadece belirli bir yaş grubundakilerle sınırlamamak lâzımdır. Daha geniş anlamda yani bir fikir gençliği, bir ideal gençliği, Atatürk îlke ve înkılâpları’na bağlı olanları, Cumhuriyet’i sonsuza kadar devam ettirmek azminde bulunanları anlamak gereklidir.
Mustafa Kemal Paşa, ülkenin içinde bulunduğu olumsuzluklara rağmen, Türk milletinin bağrından çıkan genç ordusuna ve genç aydınlarına güvenerek Millî Mücadele’yi başlatmış, sürdürmüş, başarıya ulaştırmıştır. Kurmuş olduğu Cumhuriyet’i de hiç tereddüt etmeden, sarsılmaz bir güven ve inanç beslediği Türk gençliğine emanet etmiştir. 17 Ekim 1922’de Bursa’da kendisini karşılayan geleceğin gençleri olacak çocuklara yaptığı bir konuşmada şöyle seslenmiştir:
“Küçük hanımlar, küçük beyler!
Sizler hepiniz atinin bir gülü, yıldızı, bir nûr-ı ikbâlisiniz (mutluluğun ışığısınız). Memleketi asıl nura gark edecek sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek, ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar, çocuklar!” 16
Atatürk’ün, iki büyük nutkunu Türk gençlerine seslenerek bitirmesi büyük önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, 30 Ağustos 1924’te Büyük Zafer’in ikinci yıldönümünde, Dumlupınar’da, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin kazanıldığı alanda yaptığı tarihî konuşmadır. Bir hitabet şaheseri olan bu özlü konuşmada Atatürk, zaferle sonuçlanan Bağımsızlık Savaşı’nı anlatmış, mutlaka kazanılması gereken yeni savaşın, uygarlık savaşı olduğunu belirtmiş ve “son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum”17 diyerek konuşmasını gençliğe olan güvenine, gençlerin büyük fedakârlıkla kurulan Cumhuriyet’i yücelterek daimî kılacaklarına ve devleti arzu edilen hedeflere ulaştıracaklarına emin olduğunu şu sözlerle tamamlamıştır:
“Gençler!
Cesaretinizi takviye ve idâme eden (devam ettiren) sizsiniz. Siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile, insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! istikbâl sizindir. »Cumhuriyeti biz te’sis ettik; onu i’lâ (yükseltecek) ve idâme edecek (devam ettirecek) sizsiniz.”18
İkincisi, Büyük Nutuk’tur. Atatürk 1927 yılında Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında, 6 gün içinde, 36 saat süre ile Büyük Nutku’nu okumuştur. Burada Millî Mücadele Destanı’nın askerî, siyasî ve diğer bütün yönlerini belgelerle ortaya koymuştur. Büyük bir imparatorluğun nasıl çöktüğünü, onun enkazından genç Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl doğduğunu anlatmış ve Türk înkılâbı’yla çağdaşlaşma hareketinin amaçlarını açıklamıştır. Nutuk’ta:
“Bugün vasıl olduğumuz netice, asırlardan beri çekilen millî musibetlerin intibahı (uyanışı) ve bu aziz vatanın, her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu neticeyi Türk gençliğine armağan olarak emanet ediyorum.” 19 ifadesiyle, ulaşılan neticenin, yani bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, asırlardan beri çekilen millî felâketlere karşı bir uyanışın, büyük bir mücadelenin, aziz vatanımızın her köşesinin şehitlerimizin kutsal kanlarıyla sulanmasının bedeli olduğunu ve bu neticeyi de Türk gençliğine armağan olarak emanet ettiğini bildirmiştir. Bu sözlerin devamında ve Büyük Nutuk’un sonunda ise, Atatürk’ün Türk Gençliği’ne Hitabesi yer almaktadır. Burada Millî Mücadele ile elde edilen bağımsızlık, bu bağımsızlığın simgesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve savunmak şerefi ile sorumluluğu Türk gençliğine bırakılmıştır. Atatürk, Türk gençliğine hitab ederek düşüncelerini şu anlamlı sözlerle dile getirmiştir:
“Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbâlinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbâlde dahi, seni, bu hazineden, mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî, bedhahların (kötülük isteyenler) olacaktır. Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmiyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir (ortaya çıkabilir), istiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahîm olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin (istilacıların) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler (birleştirebilirler). Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbâlinin evlâdı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!20
Görüldüğü gibi, Atatürk, Türk gençliğine seslenirken anlattığı durum ve çizdiği tablo, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetiyle birlikte ortaya çıkan karanlık manzaradır. Hitabede bu karanlık günlerin, Türk Milleti’nden alınan güçle aydınlığa dönüştürüldüğünü, bu aydınlığın sürekli kalmasını sağlayacak ve Türk milletini daha güzel yarınlara kavuşturacak gücün de Türk gençliğinin olduğunu belirtmektedir. Ancak, Atatürk burada haklı olarak gelecek için bazı uyarılarda bulunmaktadır. Öyle ki, her zaman Türk istiklâlini ve Cumhuriyeti’ni yok etmek isteyen iç ve dış güçlerin ortaya çıkabileceğini, zorla ve hile ile aziz vatanımızın önemli kurum ve kuruluşlarının ele geçirilebileceğini, hatta memleketimizin her tarafının bilfiil işgal edilebileceğini, iktidara hakim olanların gaflet ve dalâlet, hatta hıyanet içinde bulunabileceklerini, ya da bazı yetkililerin şahsî menfaatlerinin düşmanların siyasî emelleriyle birleşebileceğini hatırlatmaktadır. Ayrıca bu durum ve daha zor şartlar içinde dahi, Türk gençliğinin en önemli görevinin, Türk istiklâl ve Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar korumak ve savunmak olduğunu açık bir tarzda bildirmektedir. Diğer taraftan Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek için gerekli kudretin, Türk gençliğinin damarlarındaki asil kanda mevcut olduğunu ifade ederken, Türk gençliğine olan sarsılmaz inancını ve Türk milletinin tarihî derinliklerinden gelen gücünü, büyük bir hitabet örneği olarak ortaya koymuştur.
Son yıllarda devletimizin aleyhine sürdürülen çeşitli zararlı faaliyetlerin artması, yaşanan soğuk ve sıcak savaşların tırmanması, bölgemizdeki huzursuzlukların had safhaya ulaşması gibi hususlar, Atatürk’ün, Türk gençliğinin, dış düşmanlara hatta ülkemizde gaflet, dalâlet ve hıyanette bulunanlara karşı uyanık olması gerektiğini, millî birlik ve beraberliğimizin son derece büyük önem taşıdığını belirtirken, ne kadar haklı olduğunu bir kez daha teyit etmektedir. Bu yüzden Atatürk’ün gençliğe hitabesi, sadece geçmişle ilgili belirli bir süreyi kapsamamaktadır. Bugün ve gelecek için de geçerli olan ve bütün Türk milletinin ders alması gereken canlı bir belge niteliği taşımaktadır.
“Atatürk’ün, cumhuriyet ve bağımsızlığımızın korunması gibi son derece önemli görevleri neden Türk gençliğine verdiği veya hitabeyi neden gençliğe atfettiği” tarzındaki sorulara ise: “Atatürk’ün gözünde Türk gençliği milletin “dinamik kesimi”, “geleceği”, “taze gücü”, “asil kanı”, “özsuyu”, “hayat kaynağı”dır. Gençlik idealisttir, çıkar peşinde koşmaz, daima iyiyi, güzeli, doğruyu arar, hakkın, doğrunun yanında yer alır, açık düşünceli, açık sözlü, dürüst ve yapıcıdır.” 21 cevabı verilebilir. Ayrıca Atatürk, Türk gençliğini yakından tanımakta ve ondaki vatanperverliği çok iyi bilmektedir. O gençlik ki; Trablusgarp’ta, Balkanlar’da, Yemen’de ve daha bir çok yerde kanlarını sebil etmiş, Sarıkamış Dağlarında, karların ak örtüsünü üzerine kefen yapmış, Çanakkale’de düşmana karşı göğsünü siper etmiş, Anadolu’nun bir çok yerinde vatan ananın kucağında ebedî uykusuna yatmış olmanın hazzını tatmıştır. Atatürk, işte bu önemli özelliği ile Türk gençliğinin vatan ve milletini her zaman ve ne pahasına olursa olsun, sonsuza kadar koruyacağını bilmektedir.
Atatürk’e göre millî eğitim, bağımsızlık savaşı kadar önemlidir. O, bunu Yunanlıların Kütahya-Eskişehir üzerinden Ankara’ya doğru saldırıya geçtikleri günlerde ispat etmiştir. Düşman bütün gücüyle saldırıya geçtiği sırada, 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında, Ankara’da, millî eğitim-öğretim seferberliğini de başlatmıştır. Bu hareketiyle hem eğitim-öğretime verdiği önemi göstermiş, hem de iç ve dış kamuoyuna Türk ordusunun başarıya ulaşacağına emin olduğu imajını vermiştir. Bu dünya tarihinde hiç bir ülkenin yapmadığı, hiç bir devlet adamının düşünmeye cesaret edemediği bir harekettir. Atatürk, o tehlikeli günlerde, 16 Temmuz 1921 tarihinde, Ankara’da Maarif Kongresi’ni açarken, yaptığı konuşmada düşüncelerini şöyle dile getirmiştir:
“... Gerçi bugün maddî, manevî ve menâbi-i kuvvamızı (kuvvet kaynaklarımız), hudud-ı milliyemiz dahilindeki memleketlerimizde müstevli (istilacı) bulunan düşmanlara karşı isti’mal etmek (kullanmak) mecburiyetindeyiz, İrfan-i memleket için tahsis edilebilen şey müstakbel maarifimize mâbihilistinad (dayanmaya vesile) olacak bir temel kurmaya kâfi değildir. Ancak vâsi ve kâfi şerait ve vesâite mâlik oluncaya kadar geçecek eyyâm-ı cidalde (mücadele günlerinde) dahi kemâl-i dikkat ve itina ile işlenip çizilmiş bir millî terbiye programı vücude getirmeye ve mevcut maarif teşkilâtımızı bugünden müsmir (sonuç veren) bir faaliyetle çalıştıracak esasları ihzar etmeye hasr-ı mesaî eylemeliyiz...” 22
Daha sonra ise öğretmenlere şöyle hitap etmiştir :
“... Milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes bir vazifeyi deruhde eden heyet-i mübeccelenizin (yüce heyetinizin) bugünün vaziyetini nazar-ı itibara alacağından ve her müşkülü iktihâm (göğüs germe) ile bu yolda gayet metinâne yürüyeceğinden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim ve hayatîdir. Bunda muvaffak olmanızı Cenab-ı Haktan temenni ederim.” 23
Eğitim sisteminin millilik ilkesine dayanması prensibi, Atatürk’ün ana hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Bu yüzden Atatürk, 1 Mart 1924’te T.B.M.M.’nin açış konuşmasında, eğitim sisteminin her bakımdan millî nitelikli bir siyasetle belirlenmesi talimatını şu sözlerle vermiştir :
“Türkiye’nin terbiye ve maarif siyasetini her derecesinde, tam bir vuzuh ve hiç bir tereddüte yer vermeyen sarahat ile ifade etmek ve tatbik etmek lâzımdır. Bu siyaset, her manasıyla, millî bir mahiyette belirtilmelidir.” 24
Başka bir konuşmasında da şunları ilâve etmiştir :
“Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle beslenmeli ve takviye olunmalıdır. Bu çok mühimdir.” (1925)
“Bir millet irfan ordusuna mâlik olmadıkça, muharebe meydanlarından ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin payidar neticeler vermesi ancak irfan ordusuyla kaimdir.” (24 Mart 1923). 25
Ulu Önder Atatürk, hayatı boyunca eğitime ve eğitimcilere önem vermiş, yeni Türkiye’nin kurulmasında kendisine en yakın yardımcı olarak öğretmenleri görmüş, her fırsatta öğretmenleri ve öğretmenlik mesleğini yüceltmiştir. Atatürk, öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmalarda esas itibarıyla yeni nesilleri yetiştirecek olan cumhuriyet öğretmenlerinin görevleri üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. Örneğin, Atatürk, 25 Ağustos 1924’te, Ankara’da, toplanan Muallimler Birliği Kongresi’ne katılan üyelere, yeni Türkiye’nin biçimlenmesinde ve yeni nesillerin yetiştirilmesinde en önemli görevin öğretmenlere düştüğünü aşağıdaki sözlerle açıklamıştır :
“Muallimler,
Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr muallim ve mürebbileri, sizler yetiştireceksiniz. Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz ve fedakârlığınız derecesiyle mütenasip (orantılı) bulunacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli bu evsâf ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. Mümtaz vazifenizin ifasına âli himmetlerle hasr-ı mevcudiyet edeceğinize asla şüphe etmem.” 26
Görüldüğü gibi, Atatürkçülükle gençlik, gençliğin yetiştirilmesi, devletin geleceğinin güvence altına alınması ve millî ülkünün gerçekleştirilmesi yönlerinden önemli bir yer tutar. Çünkü ahlâklı, kültürlü, memleket meseleleri ile ilgili, millî karakteri temsil eden, çalışkan ve vatansever bir gençliğin yaratılması Atatürk’ün gayesi olmuştur. O, “Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda kalmayacak.” derken işte bu gençliği kasdetmiştir.27
Atatürk’e göre gençlik çağı, olumsuz ve verimsiz bir taşkınlık çağı değildir. Yılmayan bir azimle ve coşkuyla, canlılıkla, milletin daha güzel yarınlara kavuşması için çalışma çağıdır. Onun gözünde Türk gençliği, akılcı, bilimsel metodu benimsemiş, millî menfaatleri her şeyin önünde tutan, Türk İnkılâbı’nı ve Cumhuriyet İlkeleri’ni savunan, yaşatma mücadelesi veren dinamik bir güçtür. Büyük Nutku’nda Türk gençliğine olan inancını dile getirirken bu hususlara da değinmektedir. Türk gençliği Atatürkçülük’ün akılcı yolundan ayrılmayacak, akıl dışı hareketlere ve yabancı ideolojilere sapmayacaktır. Dünyada her şey için, uygarlık için, hayat için en gerçek yol göstericinin “ilim ve fennin” olduğunu asla unutmayacaktır. “Hayatta en hakiki rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, delâlettir, cehalettir” diyen Atatürk, gençlerin ilim ve fennin yolunda ilerlemelerini ve bunu kendilerine rehber olarak almalarını istiyordu. Onun bu sözleri aynı zamanda millî meselelerin çözümünde de en önemli unsur olan sosyal ve fen bilimlerin gereğini kanıtlamaktadır. 28
Atatürk gençlere bilgi sahibi olmayı, ilim, fen ve teknolojide çağdaş devletlerin seviyesine çıkmayı, hatta onları geçmeyi hararetle tavsiye ederken, diğer taraftan da millî seciye, millî geleneklere, Türklük duygusuna, ülkü birliğine, ülke bütünlüğüne, millî birlik ve beraberliğe önem verdiğini şöyle vurgulamıştır :
“Bir ülkenin en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık, duygu ve kabiliyetlerin olgunluğudur... Bu sebeple Türk Milleti’nin idaresinde ve korunmasında, millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” 29
Atatürk, 27 Ekim 1922 tarihinde, Bursa’da öğretmenlere hitap ederken sınıf, cins, kültür farklılığının ortadan kaldırılarak millî birliğin sağlanması gerektiğini şu sözlerle yeniden hatırlatmıştır :
“Hanımlar, Beyler!
Kat’iyyen bilmeliyiz ki, iki parça halinde yaşayan milletler zayıftır, marîzdir (hastalıklıdır).” 30
Atatürk, gençleri, ülkeyi dört bir taraftan saran, hatta uzaklardan bile onun varlığını, bütünlüğünü parçalamaya çalışan ve dün olduğu gibi, bugün de ülke içine sızan düşmanları iyi tanımayı, onları kendi silâhlarıyla tesirsiz hale getirmeyi, milletlerarası platformda sürdürülen mücadeleyi yürütebilecek tarzda yetiştirmeyi planlamıştır. Batı’nın ilmine, fennine, teknolojisine açık olmasına rağmen Atatürk, yakın komşularımızın haris emellerine dikkat çekmiş, hayatı boyunca bütün yabancı ideolojileri veya yurt dışından idare edilen teşkilâtları reddetmiş, Avrupa devletleri gibi ABD’nin de siyasî, iktisadî ve askerî tahakkümüne, mandasına, liderlik iddialarına asla müsaade etmemiştir. Yabacıların ülke üzerinde söz sahibi olmak istemelerine karşı çıkmıştır. Bu konudaki hoşgörüye, vurdumduymazlığa, hiç müsaade etmemiş ve gençlerle halkın son derece duyarlı hareket etmesini tavsiye etmiştir :
“Millî terbiye programından bahsederken, eski devrin hurafâtından (boş inançlarından) ve evsâf-ı fıtriyemizle (yaratılışımızdaki özelliklerle) hiç de münasebeti olmayan yabancı fikirlerden, şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirden tamamen uzak, seciyye-i millîye (millî karakterimiz) ve tarihiyemizle mütenâsip (uygun olan) bir kültür kasdediyorum. Çünkü dehâ-ı millîmizin inkişâf-ı tâmmı ancak böyle bir kültürle temin olunabilir. Laalettayin (gelişigüzel) bir ecnebî kültürü şimdiye kadar takip olunan yabancı kültürlerin muhrip (tahrip edici) neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür (haresât-ı fikriyye) zeminle mütenasiptir. O zemin, milletin seciyesidir.” 31
Kararlı, azimli, hiçbir şeyden yılmadan ve ülke çıkarları için son derece hassas olan Atatürk, Konya Türk Ocağı’nda 20 Mart 1923 tarihinde yaptığı konuşmada dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak öncelikle kendi benliğimize, milliyetimize sahip çıkmamız, millî varlığımıza düşman olanlarla dostluk kurmamamız, millî benliğimize, bağımsızlığımıza ve geleceğimize kastedecek güçleri zararsız hale getirmemiz, hatta bu mücadelede tek başına kalsa dahi, millet ve memleketimiz aleyhinde faaliyette bulunanları kendisinin yok edeceğini şu sözlerle ifade etmiştir :
“... Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvelâ bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün ef al (uğraş) ve harekâtımızla gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin şikârıdır (avıdır).
Mevcudiyet-i milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi,
(karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
‘Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi’ diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkuremize, istikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili (engeli) derhal devirdiğimiz gün, halâs-ı hakikiye (gerçek kurtuluşa) vasıl olacağız. Ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler sayesinde bu halâsa vasıl olacağımıza emin olabiliriz...”
“Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği umde-i hayatiyesine (hayat prensipsiplerine) kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Teşkilâtı Esâsiye’nin (Anayasa’nın) mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim. Farzı muhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” 32
Türk Milleti, Atatürk’ün gösterdiği yüce hedefe doğru ulaşmak üzere, uzun mesafeler katetmiş, bir çok büyük engeli aşmıştır. Bugünün 70 milyonluk Türkiye’si, 1920’lerin 10-12 milyonluk Türkiye’sinden, mukayese edilemeyecek tarzda büyük ölçüde ilerlemiştir. Fakat henüz Atatürk’ün millî ülkü olarak benimsediği hedefe ulaşmış değiliz. Bu hedefe ulaşmak için Atatürkçülük, gençlerin ilmî eğitim-öğretimlerinin yanısıra, Atatürk İnkılâp ve İlkelerine bağlı olarak millî bir ruhla yetiştirilmelerini öngörmektedir. Gençlerin kazanacağı eğitim, her şeyden önce, millî ahlâka uygun olacak, manevî vasıflarla donatılacak, bağımsızlık, vatan ve millet sevgisi ile pekiştirilecek, sağlam aile yapısına dayanacak, millî birliği ve beraberliği temin edecektir. Cumhuriyeti iç ve dış tehlikelerden korumayı en büyük görev saymak, bu duygularla birbirlerine kenetlenmek, Atatürkçü gençliğin temel niteliklerindendir. 33 Atatürk, eğitim ve öğretim sisteminin her kademesinde bu hususlara uyulmasını isteyerek gençleri yetiştirecek olan öğretmenlere şu direktifleri vermektedir :
“Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa mevcudiyeti ile, hakkı ile, birliği ile tearuz eden (ters düşen) bilûmum yabancı anasırla (unsurlarla) mücadele lüzumunu ve efkâr-ı millîyeyi kemâl-i istiğrak ile (millî duyguya dayanan düşünceleri büyük bir olgunlukla) her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârlıkla müdafaa zarureti telkin edilmelidir. Yeni neslin bütün kuvâ-yı ruhiyesine (manevî gücüne), bu evsaf (özellik) ve kabiliyetin zerki (aşılanması) mühimdir. Daimî ve müthiş bir cidal (mücadele) şeklinde tebarüz eden (beliren) hayat-ı akvamın felsefesi (milletlerin hayat felsefesi), müstakil ve mesud kalmak isteyen her millet için bu evsafı (özelliği) kemâl-i şiddetle (büyük bir arzu ile) talep etmektedir.” 34
Atatürk’e göre Türk genci, “göreceği öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce”, Türk milletinin bütünlüğüne, bağımsızlığına, millî geleneklerine yönelen tehlikelere karşı mücadele gereğini öğrenmelidir. Bunun için dayanacağı en önemli temel manevî unsurlardır. Manevî unsurlar arasında ise, vatan sevgisi, millet sevgisi, bayrak sevgisi, çalışmak, büyükleri sevmek, muhtaçlara yardım etmek vs. hususlar yer almaktadır. Bu konuda Atatürk şöyle seslenmiştir :
“Efendiler!
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, ananat-ı millîyesine (millî geleneklerine) düşman olan bütün anasırla (unsurlarla) mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir (alkışlar). Beynelmilel vaziyet-i cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasır-ı ruhiye ile mücehhez (dünyada milletlerarası duruma göre, böyle bir mücadelenin gerektirdiği manevi unsurlara sahip) olmayan ferdlere ve bu mahiyette ferdlerden mürekkeb cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur.”
Atatürk’ü anlamak, O’nu yaşamak ve yaşatmak ancak O’nun işaret ettiği yolda, millî birlik ve beraberlik içinde yürümekle olur. Yıllar boyunca Atatürk’le Atatürkçülük, iç ve dış düşmanlarımız tarafından unutturulmak istenmiş, gerçek hedeflerinden saptırılmaya çalışılmıştır. Bunda başarılı oldukları ölçüde boşalan dimağlara, ülkemize ve milletimize büyük zarar veren yabancı ideolojileri yerleştirmek istemişlerdir. Bu acı deneyimleri görerek yaşamış olan gençlerimizin bugün her zamankinden daha çok tecrübeli ve daha bilinçli olarak geçmişten gerekli dersi almış olduklarına inanıyoruz. Gençlerimiz, Atatürk’ü anlayabildikleri ve O’nun düşünce sistemini bütün boyutlarıyla kavrayabildikleri oranda, her türlü bölücü ve yıkıcı akımlara karşı koyacak gücü kendilerinde bulacaklardır.
Gençlerimiz bugün, her zamankinden daha fazla, Atatürk’ün direktiflerini yerine getirmek mecburiyetindedirler. Çünkü Türk milletinin Millî Mücadele ve sonraki yıllarda büyük imkânsızlıkların üstesinden geldiğini ve çetişli engelleri aşarak makus talihini yenip başarıya ulaştığını her zaman hatırlamaları gereklidir. Türk gençliği, Türk hayatına, Türk istiklâline kasteden Mondros ve Sevr’in ağır hükümlerini de asla unutmamalıdır. Gençlik, Türk toplumunun tarihî, sosyo-kültürel, iktisadî, siyasî, hukukî gelişimi içinde, Atatürkçülük hareketinin yerini ve önemini belirlemelidir. Her türlü katı dogmalardan, modası geçmiş doktriner düşüncelerden ve yabancı ideolojilerden uzaklaşarak gerçek Atatürkçülük anlayışına sahip çıkmalıdır.36
Cumhuriyetimiz, Atatürk’le arkadaşlarının önderliğinde, Türk milletinin büyük çaba ve fedakârlıklarıyla kurulmuştur. Ama onu yükseltecek ve devam ettirecek olanlar yeni nesillerdir. Bunlar, kendilerine bırakılan manevî emaneti, her türlü güçlük karşısında yılmadan sonsuza kadar yaşatmalı ve takip etmelidirler. Türk gençliği, Atatürk’ün yolunu izlemelidir. Böylece Türk gençleri, insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaklardır. Onun içindir ki, “yorulmadan Ulu Önderlerinin yolunu takip edeceklerine dair söz veren” Bursa’daki gençlere Atatürk, heyecanlı ve mutlu olarak şöyle seslenmiştir.
“Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey, yorulmadan değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikalarda da dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk her insan, her mahluk için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenecek manevî bir kuvvet vardır ki, işte bu kuvvet yorulanları, dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani yeni Türkiye’nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Ben bu akşam buraya bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim idealimize durmadan yorulmadan yürüyecektir. Biz de bunu görmekle bahtiyar olacağız.” 37
İşte Atatürk gibi bir Ulu Öndere ve yüce Türk milletine böyle bir gençlik, böyle özverili bir gençliğe ve şerefli Türk milletine de Atatürk gibi büyük bir devlet adamı yaraşır.
“Maksat bizim yaşamamız değil, maksat milletin yaşamasıdır.” diyen Atatürk, sadece Türklüğü yaşatmakla yetinmemiş, büyük bir inkılâpçı olarak ölünceye kadar fikirleri uğruna mücadele etmiştir. O’nun ilkeleri ve inkılâpları sayesinde Türklük gelecekte de yaşamasını devam ettirmek üzere yeni bir itici güce kavuşmuştur. Bu gücün temsilcileri ise, her dönemde Türk gençleri olacaklardır. Gençlerimiz, Atatürk’ü yaptıkları ile değerlendirdikçe, düşüncelerini ve ilkelerini anladıkça ve bunları uyguladıkça Atatürk’ün işaret ettiği gibi: “En medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmek”, “Millî kültürümüzü medenî milletlerin seviyesi üzerine çıkarmak” 38 hedefine ulaşılacaktır.
Trakya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi -
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 38, Cilt: XIII, Temmuz 1997
Kaynak: www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=660
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)