yüzyılın başında olduğu gibi bugün de her yönüyle düzen dışı olmak, örgütsel bakımından onun denetimi ve icazeti dışında konumlanmak, böylece siyasal faaliyetini ve mücadelesini her durum ve koşulda güvence altına almak, ciddi devrim partilerinin temel ilkelerinden biri olmaya devam ediyor. Bu çerçevede gerici burjuva sınıf devleti karşısında illegal temel üzerinde konumlanma öznel bir tercih olmayıp nesnel koşulların dayattığı bir gereklilik ve zorunluluktur. O halde kapitalist sistemi ve onu ayakta tutan burjuva devlet aygıtını zora dayalı bir devrimle yıkmayı amaçladıklarını apaçık biçimde ilan eden komünistlerin, yıkmak istedikleri düzenin ve devletin sınırlarına hapsolmaları hiçbir biçimde söz konusu olamaz. Geleneksel olarak burjuva demokratik özgürlüklere ve bu çerçevede burjuva hukukunun meşruiyetine bir ölçüde katlanmak zorunda kalan batılı kapitalist metropoller de dahil olmak üzere burjuva devletlerin gitgide çıplak polis devletine dönüşme yönünde ilerlediği bir sürecin içindeyiz. Günümüzün bu uluslararası koşulları gözönüne alındığında, burjuva legalitesinin dar ve iğreti sınırlarına kendini hapsetmenin ölümcül tehlikeleri, dolayısıyla düzen dışı bir devrimci örgütsel konumlanmanın anlamı ve ilkesel önemi, dünya devrimci hareketinin geneli için olmak üzere, gitgide daha da artmaktadır.
Düzen karşısında illegal konumlanma, ondan ibaret olmamakla beraber gizlilik kurallarını da şart koşar. İlkin, kapitalist devletlerin, düzeni yıkmayı stratejik temel hedef kabul eden parti ya da örgütlere yaşam hakkı tanımamak için en aşağılık olanları dahil olmak üzere her yola başvurdukları gerçeği var. Öte yandan ücretli kölelik zincirlerini parçalayıp proletaryanın devrimci iktidarını kurmak için mücadele eden komünistlerin önünde de, devrimci bir işçi ve emekçi hareketi dalgası kabarana kadar örgütsel varlığını geliştirerek muhafaza etmek ve böylece siyasal faaliyetini kesintisiz ve kısıntısız olarak sürdürmek gibi hayati önem taşıyan sorun var. Bu ise, legal alanın etkin bir şekilde ve çok yönlü olarak devrimci istismarını hiçbir biçimde ihmal etmeksizin, örgütsel varlığını ve çalışmasını devrimci illegalite temelinde geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunu başarmanın en temel yollarından biri ise devletin siyasi polisine, cüppeli-üniformalı zorbalarına, ajan-provokatörlerine, işkencesine, kısacası bütün kirli savaş kurumlarına ve uygulamalarına, saldırılarına/oyunlarına karşı uyanık olmaktan ve sağlam durmaktan, bu alanda bilinçli bir tutum ve çabayla sürekli ustalaşarak, sömürü düzeni ve mülk sahibi sınıflar adına sergilenen bu kirli oyunları sistemli biçimde boşa çıkarmaktan, etkisiz kılmaktan geçiyor.
Pek çok alanda olduğu gibi işkencede/sorguda alınacak tutum ile düzenin mahkemelerinde izlenecek yol/yöntem konusunda da Bolşevikler zengin deneyimlere sahiptiler. Çarlık despotizmi Bolşevikleri daha çok Sibirya'nın uzak köşelerine sürgün ederek cezalandırdığı için, zindan deneyimleri ise sınırlıdır.
Kuşkusuz ki, bugün partililer işkencede, mahkemede, zindanda takınacakları tutumlar konusunda bir açıklığa sahiptirler. Partimizin Kuruluş Kongresi belgelerinde de konuya dair vurgular son derece nettir. Ancak bu durum Sosyalist Ekim Devrimi'ne önderlik eden Bolşevik partisinin deneyimlerinin incelemenin önemini hiçbir şekilde ortadan kaldırmıyor. Bugün sınıf düşmanlarımızla çatışmanın göğüs göğüse yaşandığı tutsaklık alanlarında alacağımız tutumları netleştirmiş olmamız, diğer devrimci deneyimlerin yanı sıra Bolşevik partisinden, bu partinin "buzu kırıp yolu açan" pratiğinden bize kalan mirasın da önemli bir payı vardır. Bolşeviklerin illegal çalışmasını anlatan bir broşürden (Bolşeviklerin İllegal Çalışması/Solomon Isayevich Tchernomordik) yararlanarak bu alandaki deneyimlerin bir kısmına değineceğiz "Bugün hakimiyetimiz altında olan Çarlık Gizli Servisi (Okhrana) ve polis idaresinin tanıklıkları, yeraltı mücadelesine bulaşıp da Okhrana ajanları tarafından sistematik olarak takip edilmeyen neredeyse bir tek Bolşevik dahi olmadığını gösteriyor..." Devrimin ele geçirdği Çarlık arşivleri sayesinde açığa çıkan bilgiler, Okhrana adına çalışan ajan-provokatörlerin bu yaygın takipte özel bir rolleri olduğunu göstermiştir. "Çarlık Okhrana arşivleri; takma isimlerle kayıtlara geçmiş olan bu ajan provokatörlerin, (çoğu, dikkatli araştırmalardan sonra açığa çıkarıldı) örgütün faaliyetleri hakkında kapsamlı bilgi verdiklerini, üstelik, Okhrana'nın faaliyetlerini gizlemek için, parti içindeki takma isimleri ile kendi çalışmaları hakkında rapor da verdiklerini gösteriyor..."
Çarlık rejiminin zorbalığı Bolşeviklere geri adım attırmak bir yana, kavgada daha da ustalaşmalarını, yeni örgütsel biçimler geliştirmelerini sağlamıştır. Nitekim, "ne Okhrana'nın örgüt dışındaki ajanlarının ne de ajan provokatörlerinin (örgüt içi ajanlar) topladığı bilgiler, örgütün tamamen açığa çıkmasına yetmedi. Bu bilgiler, barbar ve kanlı Çarlık rejimi altında bile en fazla, gizli polisin Bolşevikler üzerinde baskı kurabilmesine, hapis ve sürgün cezalarına gerekçe olabildi..."
Bolşevik partinin illegal faaliyetlerini örgütleme sistemi öylesine sağlamdı ki, dedektif ve ajan-provokatörlerin en fazla tek tek işleri ya da çalışmanın dış görünüşlerini öğrenebiliyordu. Sınıf savaşını Ekim Devrimi ile taçlandıran Bolşevikler, hiçbir takibatın partinin misyonunu yerine getirmesine engel olmayacağını dosta düşmana göstermişlerdir. "Rus Bolşevikleri kendilerinden önceki devrimci kuşağın Çarlıkla mücadelede kazandığı zengin deneyimlerden çok şey öğrendiler. Bolşevikler, teori, program ve taktik alanlarında 1870'lerdeki Narodnik (popülistler) ve Narodnaya Volya (Halkın İradesi) hareketlerinden kalan ideolojik mirası reddedip, kendilerini tümüyle Marks ve Engels'in öğretileri üzerine kurulmuş devrimci proleter sosyalizm temelinde konumlandırmakla birlikte, seleflerinin; özellikle de Halkın İradesi üyelerinin yer altı faaliyeti ve mahkemedeki kendilerini kontrol etme konularındaki deneyimlerinden yararlanmışlardır…" Çarlık rejimi, devrimci mücadeleye katılan militanları önceleri toplu şekilde yargılıyordu. Duruşmalar genelde yargılanan devrimcilerin sayısı ile ifade ediliyordu; "193'ler Duruşması", "50'ler Duruşması" gibi. Başta sıradan yargıçlar tarafından (bir dönem sonra siyasi davalar askeri mahkemelere veya "mülk sahiplerinin temsilcilerinden", yani emekçilerin can düşmanlarından oluşan mahkemelere aktarılmaya başlandı) yürütülen davalar genelde kalabalık oluyordu. Hatta bu tür duruşmalarda kimi zaman yargıçları etkilemek de mümkün olabiliyordu. Örneğin, General Trepov'u öldürme girişiminde bulunan Vera Zasuliç'in yargılandığı davada, jüri tarafından verilen karar, Zasuliç'in suçlu olmadığı yolunda idi. Dolayısıyla devrimcilerin bu tür duruşmalarda yaptıkları siyasi savunmalar büyük bir politik etki yaratıyordu. Kuşkusuz ki, savunması jandarma şiddetiyle engellenen pek çok devrimci vardı, ama bu saldırganlık yaratılan politik etkiyi ortadan kaldıramıyordu. Devrimci Narodnikler mahkemelerde genelde kişisel yönden kendilerini savunma ihtiyacı duymuyorlardı. Bunun yerine mahkemeleri, Çarlık despotizmini, sömürüyü, zulmü teşhir edip kitleleri mücadeleye çağırmak için bir kürsü olarak kullanma yoluna gidiyorlardı. (Öte yandan Narodnikler, örgüt üyesi olduklarını ifade ederek savunmaya başlamayı tercih ediyorlardı, bunu politik yönden önemli görüyorlardı.) O dönemler pek çok devrimcinin yaptığı etkili savunma uzun yıllar konuşulmuş, devrimci kuşakların yetişmesine katkıda bulunmuştur. Etkisi yıllar boyu süren konuşmalardan biri, dokumacı Piyotr Alekseyev tarafından "50'ler Duruşması"nda yapılan sınıf bilinci yüklü konuşmadır. "Sophie Bardin tarafından örgütlenen bir çevrede özümsediği Narodnik öğretilere rağmen, sınıf içgüdüsü, bütün Narodnik dogmaların üstesinden gelmişti. Devrimci hareketin tarihinde ilk kez Rus kapitalizminin korkunç sömürüsünün ve çarlığın siyasi baskılarının izlerini taşıyan, sınıf bilincine sahip bir işçi mahkemede konuşmuş oldu. Alekseyev Çarlık yargıçlarının karşısına sömürü nedeniyle yıkılmış zavallı bir işçi olarak değil, işçi sınıfının düşmanların yaşadıklarının faturasını çıkartan devrimci bir işçi olarak çıktı." Duruşmayı izleyen avukatlardan birine göre, Alekseyev'in konuşması kamuoyu ve gardiyanlar üzerinde öyle bir etki yaratmıştı ki hepsi aptallaşmıştı. "Eğer Alekseyev arkasına dönüp, sanık kürsüsünü terk etseydi, hiç kimse onu durduramazdı. Herkes öylesine şaşkındı..." Bu konuşmanın en dikkate değer yanı, o zamanlar baskın olan ve siyasi özgürlükler için mücadeleyi küçümseyen Bakuninci fikirleri aşan bir içeriğe sahip olmasıdır. Zira Alekseyev, çıkış yolu için yapılacak ilk şeyin, kapitalistlerin yanında olan otokrasinin yıkılması olduğunu söylemiştir. Tchernomordik'e göre, "ifade edilen fikir cesur bir yenilikti." Kapitalist sömürünün vahşi boyutunu gözler önüne seren, çarlık despotizmini teşhir eden ve buna karşın çarlığın yıkılmasın "çıkış yolu"nun ilk adımı olarak gösteren Alekseyev'in konuşmasının binlerce kopyası, esaslı bir ajitasyon broşürü olarak onyıllar boyunca elden ele dolaşmıştı. Bolşeviklerin Narodniklerden devraldıkları bir diğer önemli miras, uzun yılların zorlu mücadelesinden süzülen, siyasi polis karşısında takınılacak tutuma dair deneyimlerdir. Bu deneyimin en özlü ifadesi, 1870'lerin sonlarının olağanüstü devrimci örgütçüsü, illegal Halkın İradesi Partisinin üyesi Aleksander Mikhailov'un vasiyetnamesinde görülür: "Kardeşlerim; sizlere duruşma öncesi delil vermemede değişmez bir yöntem kullanmayı vasiyet ediyorum. Dahası, sorgu altındayken suçlama ne kadar açık olursa olsun, gizli servisin raporları ne kadar açık görünürse görünsün herhangi bir beyanda bulunmayı reddetmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sizi pek çok hatadan koruyacaktır." Bu vasiyet Bolşevikler için de yol gösterici olmuştur. Örneğin Çarlık zulmüne karşı verilen mücadelede uzun yıllar içinde edinilen tecrübeler, Bolşevikleri, "en iyi politikanın sorulan soru ne olursa olsun, cevap vermeyi reddetmek olduğu sonucuna ulaştırmıştır."
"Bolşevik Parti, Çarlık rejimi boyunca üyelerine sorgu esnasında ne türden olursa olsun delil vermemeyi öğütledi. "Delil vermeyi reddetme taktikleri Bolşevikler için ölçülmesi mümkün olmayan ızdırapları içeriyordu. Ama bu sadece vücudun ızdırabıydı. İşkencecinin, işkence ve azapları Bolşeviklerin devrimci onuruna hiçbir leke süremedi. Tersine işkence altındayken delil vermeyi reddetmek, devrimcinin yürekliliğinin ve düşmana karşı takındığı küçümseyici tavrının bir ifadesi idi." Partinin verdiği öğütlere rağmen Bolşevik militanların kimi zaman yanlış tutumlar içine girmesine, bunun sonucunda parti örgütü ve faaliyetinin zarar görmesine tanık olunmuştur. Aslında bu yanlışların önemli bir kısmı, düşman karşısındaki zaaftan çok, partiyi ya da yoldaşları koruma kaygısından kaynaklanıyordu. Bu hataya daha çok genç ve deneyimsiz militanlar düşebiliyordu. Tutuklu Bolşevik militan genelde Okhrana ajanının şu türden söylemleriyle karşılaşırdı: "Şu tarihte, şu saatte, şu yerdeydin. Gazete kâğıdına sarılı, şöyle şöyle bir paket taşıyordun. Orada şu saatten şu saate kadar oturdun, falanca saatte oradan ayrılıp, falanca yere gittin..." Ajanın iddialarının bir kısmı, eğer izlenen bir devrimci tutukluyla ilgiliyse, genelde doğru bilgileri içerirdi. Bu ise kimi zayıf unsurların çözülmesine yol açardı. Bazı militanlar ise, ajanın delillerini çürütecek deliller öne sürmeye çalışırken çelişkilere düşer ve Okhrana'nın delillerinin doğruluğunu pekiştirirlerdi. Benzer durumlar, zayıf unsurların verdiği ifadelerin (nasıl olsa biliniyor diye) "samimi itirafı" ile bir kısmını kabul edip diğerlerini çürütme çabası sırasında da ortaya çıkabiliyordu. "Samimi beyanlar ve ajanların 'delillerini' çürütme girişimleri talihsiz sonuçlar yaratmıştır. Bunlar Okhrana'nın durumun karışıklığını çözmesine, yeni tutuklamalar için ipucu elde etmesine ve örgütün tamamen yok edilmesi amacına hizmet etmiştir... Bir devrimcinin samimi beyanatta bulunması genellikle onun politik ölümünün başlangıcıydı. Okhrana, bu samimi itirafı tutukluyu örgütü karşısında küçük düşürmek ya da Okhrana ajanı olmaya davet etmek için kullanırdı."
Yani sonuç, genelde umulanın tersi yönde oluyordu. Bolşevik militanların düştüğü bir diğer hata, ajanların topladığı bilginin, bir itirafçının ya da zayıf düşmüş bir unsurun verdiği delilleri üstlenerek yoldaşlarını koruma girişimidir. Tamamen iyi niyetli bir yaklaşım olmakla birlikte, sonucu genelde yıkım oluyordu. İthamları kabul etmeyi zaaf ve çözülme sayan Okhrana ajanları, tutukluya daha bir yüklenirlerdi. Artık amaç, tutuklunun verdiği ifadeyi dayanak yapıp, onu itirafçı olmaya zorlamaktı. Okhrana ajanları, zor duruma düşürebildikleri tutukluların karşısına genelde şuna benzer bir vaazla çıkarlardı: "İfaden samimi olsa da, hatta mahkeme hafifletici sebepler bulsa da, lehinde karar veremez. Seni çeşitli cezalar bekliyor. Öte yandan yoldaşların senin itiraf ettiğini duyduklarında devrimcilerin gözünde alçalacaksın, belki de seni öldürecekler. Evet, kötü durumdasın. Fakat seni kurtaracak bir yol var: Gel bizimle çalış. Senden çok fazla şey beklemiyoruz. Örgütte kalıp çalışmalarına devam edebilir ve bu arada bizi bilgilendirebilirsin. Eğer kabul edersen, ifadeni sır olarak saklamaya, seni özgür bırakmaya ve korkunç akıbetinden korumaya hazırız." "Daha zayıf bir yoldaşın 'samimi itiraf'ı esnasında verdiği deliller yüzünden zorlanan tutuklunun, delillerin doğruluğunu kabul etmek zorunda kaldığı veya karşı delil öne sürerek daha güç duruma düştüğü de olmuştur. Genellikle, tutuklu niyetlerin en iyisiyle bütün suçu yüklenerek yoldaşlarını bu işten uzak tutmaya çalışmıştır. Ama bundan iyi bir sonuç çıkmamıştır… Yoldaş bu tutumuyla hiç kimseyi koruyamamış, tersine kendini itirafçıların delillerini doğrulayacak çelişkiler içinde güç duruma sokmuş, kendisinin itirafçı olma riskini arttırmış, ya da en azından kendini Partinin gözünde küçük düşürmüştür." Bazı samimi Bolşevik militanlar bu türden hatalara düştükleri için, haklı olarak haklarında oluşan şaibeyi ortadan kaldırabilmek uğruna büyük emekler harcamak zorunda kalmışlardır. İşkencecilerle diyaloga girmek, tuzakların en büyüklerindendir; "Bir devrimcinin moral olarak çöküşünün ilk adımı, düşmana duyulan tiksinti ve nefret ateşinin bir an için de olsa sönmesidir." Günümüzde olduğu gibi Okhrana ajanları da sadece kaba işkence yöntemleriyle iş görmüyorlardı. Bilinen papaz/cellat ikilemini de yaygın şekilde kullanıyorlardı. Hatta Moskova Okhrana'nın şefi Zubatov, tam teşekküllü bir 'eğitilmiş Okhrana ajanları' birimi kurmakla ünlüdür.
"Eğitilmiş ajanlar" papaz kılığına girip sahte bir "içtenlik"le Bolşeviklerin karşısına çıkıyorlardı. Bu tuzağa kapılan bir çok devrimci hiç ummadığı durumlara düşebilmiştir. (Belirtmek gerekir ki, günümüzde siyasi polis kaba işkencenin yanı sıra, gitgide papazlık yöntemlerine daha çok ağırlık vermeye başlamıştır. Gözaltı yaşayan yoldaşların son yıllarda aktardıkları deneyimler, işkencecilerin bu alanda da ciddi bir uzmanlaşma içine girdiğini gösteriyor.)
"Okhrana ajanları tutuklu devrimcilerle yaptıkları bu 'tartışmalar'dan devrimci örgüt elemanları hakkında çalışabilmelerini sağlayacak değerli malzeme topladılar. Bu 'özgür ve kolay' konuşmalardan sonra, Okhrana ajanı 'asıl işe' geçer. Sorgu başlar. Eğer tutuklu sorgu başlamadan önce ajanın kendisini 'konuşmanın' içine çekmesine izin vermişse işin yarısı tamam demektir." Devrimci tutuklu deneyimsizse, işkencecinin yarattığı "yapay atmosfere" aldanabilmektedir. Sanki karşısında bir işkenceci değil de bir insan varmış yanılsamasına düşebilmektedir. Oysa bu tür hatalara düşerek onurunu kaybeden devimciler, diğer deneyimler bir yana, daha 19. yüzyılın sonlarında Aleksander Mikhailov'un "... herhangi bir beyanda bulunmayı reddetmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sizi pek çok hatadan koruyacaktır..." vasiyetine uyabilselerdi, böylesi bir akıbete uğramaktan kurtulabilirlerdi.
"Okhrana, Bolşeviğin hapisteki hayatını ve davranışlarını keşfetmeye çalışırdı. Bu amaçla ajanını, eğer ortak hücreye konmuşsa Bolşevik'le aynı hücreye ya da Bolşevik tek başına hücreye konduysa yan hücreye yerleştirirdi. Tutuklunun acemiliğine, boş boğazlık edebileceğine veya hapiste gizlilik kurallarını ihlal edeceğine güveniyorlardı." Rejimin bekçi köpeği ajanlar, işkencede direnen Bolşevik militanın peşini zindan da bırakmazlardı. "Dost" görünerek onunla arkadaş olmaya, faaliyetin detaylarını öğrenmeye çalışırlardı. Bolşevik'le aynı hücrede uzun süre kalan deneyimli bir ajan, şüphe çekici davranışlardan uzak durabilmişse, bazen bu girişimden sonuç alabiliyordu. Örneğin kimi zaman Bolşeviği "dışarı" mektup yollamaya ikna edip sonra da bu mektupları alıkoyarak duruşmalarda delil olarak kullandılar.
Özellikle deneyimsiz genç devrimciler cezaevinde gizlilik kurallarının gerekli olmadığı yanılgısına düşebiliyordu ki, Okhrana ajanları da bu zaaf üzerine oynayabiliyorlardı. "Daha çok Bolşevik tek başına hücre hapsindeyken ajan yandaki hücreye yerleşirdi. Bolşevik hücreye konur konmaz, yan hücreden siyasi tutukluların tarzında parmak uçlarıyla sinyal göndermeye başlardı: 'Adın ne, hangi davadansın, nasıl tutuklandın, seninle başka kimler tutuklandı'. Gizli örgüt çalışmasında yeterince deneyimi olmayan acemi, kendisiyle 'muharebe' içinde bulunan kişinin bir yoldaş olduğunu düşünüp, zokayı yutardı."
Bolşevikleri izleyenler sadece tutuklularla aynı hücrelere yerleştirilen ajanlardan ibaret değildi. Bunlarla birlikte gardiyanlar, hapishane müdürü ve yardımcıları da Bolşevikleri yakından izler, ulaşabildikleri bilgileri Okhrana'ya rapor ederlerdi. " 'Bir Bolşevik, gizlilik kurallarına içerde de 'dışarıda' olduğu kadar sıkı sıkıya bağlı kalmalıdır' genel kuralı işte bu nedenler yüzünden oluşturulmuştur."
Siyasi savunma ve Lenin'in öğütleri
Maksim Gorki'nin "Ana" romanının sonuna yakın etkili sahnelerinden biri hep hatırlanır. Bolşevik partinin ileri kadrolarından işçi Pavel'in annesi, oğlunun mahkemede yaptığı konuşmanın illegal basılan metinini bir bölgeye götürürken trende tutuklanır. Saldırıyı yiğitçe karşılayan ana, jandarmaya rağmen olayı merakla izleyen yolculara hitap ederek çarlık zulmünü teşhir eder. Bu sahne, Bolşevik militanların siyasi savunmalarını nasıl etkili bir şekilde kullandıklarını gösterir. Bolşeviklerin Narodniklerden devraldığı bir diğer miras ise mahkemelerde yapılan siyasi savunmaları broşür/bildiri şeklinde basıp yaygın bir şekilde dağıtmaktır. "Konuşmalar illegal basında çıkıyor ve dolayısıyla geniş kitleler arasında elden ele dolaşıyordu. Bu konuşmalar mükemmel ajitasyon malzemesi olarak kullanılıyordu. Ve tüm bir devrimci kuşak onlarla eğitilmişti." Bolşevik militanların çoğu siyasi savunma yapıyordu. Dolayısıyla mahkeme konuşma metinleri, bir dönem için partinin en etkili propaganda materyalleri olmuştur. "Tutuklu bulunan Bolşeviğin tüm davranışlarını devrimin, işçi sınıfının ve sınıfın partisinin çıkarları belirliyordu. Bolşevik sorgu sırasında Partinin çıkarı için delil vermeyi reddediyordu. Duruşmada tutukluluk kürsüsünü sınıfın düşmanlarını ele vereceği ve geniş kitlelere Partisinin program ve taktiklerini ilan edeceği kürsü olarak kullanıyordu."
O dönemin Rusya'sına özgü bir durumdan kaynaklı olarak tutuklular, duruşmalarda Bolşeviklerin program ve taktiklerini açmak ve bunu diğer illegal devrimci partilerin program ve taktiklerinden özenle ayırma gereği duyuyorlardı. Bu ihtiyaç, özellikle 1905 devrimi öncesinde Çarlık mahkemelerinin devrimci partileri aynı kefeye koyma eğiliminde olmalarından da kaynaklanıyordu.
Siyasi savunmalarda Narodnikler parti üyesi olduklarını kabul ediyorlardı. Bu eğilim Bolşeviklerde de bir dönem devam etti. Ancak bazı kadrolar bu tutumun her zaman uygun olmadığını düşünmektedirler. Bu sorunu gündeme getiren Moskova Bolşevikleri, Lenin'e mektup yazarak fikrini sorarlar. Lenin 19 Haziran 1905'te, Y. D. Stasova'ya ve Moskova hapishanesindeki diğer yoldaşlara başlıklı bir mektupla karşılık verir. Moskova Bolşeviklerinin, siyasi savunma yaparken sadece marksist sosyalist inanca sahip biri olduğumuzu mu söyleyelim, yoksa RSDİP üyesi olduğumuzu kabul mü edelim? sorularını Lenin şöyle yanıtlar: "Kişisel olarak henüz bir fikir oluşturmuş değilim ve kendimi geri dönülmez bir noktaya getirmeden önce konuyu hapiste olan veya duruşmaya çıkmış yoldaşlarla detaylı bir şekilde konuşmayı tercih etmek durumundayım..." Ayrıca Lenin, "Her halükarda sosyal demokrat partinin taktik, program ve ilkeleri, işçi sınıfı hareketi, sosyalist amaçlar ve ihtilal üzerine yapılacak olan konuşma en önemli şeydir. Bunun çok faydalı ve çoğu yerde ajitasyonel bir etkiye sahip olacağını düşünüyorum..." diye de ekler.
Parti üyeliğinin kabulü ile ilgili kesin ifadelerden kaçınmakla birlikte Lenin, bununla ilgili görüşünü şöyle ortaya koyar: "... Bazıları kendini parti üyesi, bilhassa belirli herhangi bir örgütün üyesi olarak açıklamanın, kendini sosyal-demokrat inanca sahip olarak açıklamanın ve açıklamayı bununla sınırlamanın daha doğru olduğuna inanıyor. Ben, bağların tümüyle konuşma dışı bırakılması gerektiğini düşünüyorum." Partimizin kuruluş kongresinde de bu konu tartışılmış, özel durumlar dışında parti üyeliğinin kabul edilmesinin gerekli olmadığı sonucuna varılmıştır.
27 Aralık 2009 Pazar
22 Aralık 2009 Salı
ATATÜRK VE TAM BAĞIMSIZLIK
Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün önemini kavrayabilmek ve samimi bir Atatürkçü olabilmek için herşeyden önce O'nun hayatını incelemek, neler yaptığını, neyi hangi düşünce ve ruh hali içerisinde gerçekleştirdiğini iyi analiz etmek gerekir.
O'nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.
Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Askerlik yıllarında Suriye'de görevli iken gizlice geldiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)'ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."
Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal'in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.
Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.
Atatürk'ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir: "İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."
Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.
Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.
Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:
"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)
O'nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.
Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.
Askerlik yıllarında Suriye'de görevli iken gizlice geldiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)'ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."
Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal'in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.
Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.
Atatürk'ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir: "İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."
Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.
Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.
Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.
Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:
"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)
20 Aralık 2009 Pazar
Mezar arasında Harman olmaz;
Devrim ve sosyalizm mücadelesi şehitleri onurumuzdur. Onları anmak rutin bir iş değil bütün devrimcilerin bu coğrafyada sosyalizm mücadelesine omuz vermiş bedel ödemiş sağ kalanlarında boynunda bir borçtur, görevdir. Sadece onların anılarına, geçmişlerine onurların...a sahip çıkmaz yetmez geride kalanlarına da ailelerine de sahip çıkmak mezarlarına geride bıraktıklarına sahip çıkmak da boynumuzun borcu ve görevimizdir. Devrim ve sosyalizm şehitlerine sahip çıkılması konusunda benim düşüncemin esası budur. Bu yüzden mezarlıklar arasında fazlası ile dolaşırım. Ali çakmaklı gibi Nebil rahuma gibi yoldaşlarımız bugün yaşasa idi tıpkı benim yaptığmı yapacak kalitede olduklarını onların anılarını anlatan arkadaşlarından öğrendim. Devrimci kişiliklerini ve dayanışma anlayışlarını, tarihe el birliği ile satır satır yazdık. Genç bir militan iken Behice Boran yoldaş ile çağlayan genç öncü örgütünde karşılaşmıştık. 1979 da kaybettiğim babamın da arkadaşı idi. Tarih önünde saygı duyduğum önemli devrimcilerdendir. Geçen senelerde onca sene aradan tabiat koşullarına direnemeyen mezarlığını kendi ellerim ile kimseye haber vermeden kendi imkanlarımla tamir etmiştim. Mezarın içinde kemik parçalarından başka bir şey yoktur ama mezarın ve içine koyduğumuz kişinin önemi vardır değeri vardır. Devrimciler açısından da mezar ve mezarlıklar önemlidir. Mezarlıklarda yatan yoldaşlarımız, birlikte mücadele yürüttüğümüz, birlikte birçok zorluğa katlandığımız, umutlarımızı yarınlara taşıdığımız yoldaşlarımızdır. Şehitlerimiz de bu halkın evlatlarıdır. Halk şehitlerini ve onların mezarlarını kendi değer ve gelenekleri çerçevesinde sahiplenirken, biz de sahiplenmemizi bu gelenekleri gözederek fakat daha farklı bir muhtevada gerçekleştiririz. Çünkü biz de bu halkın bir parçasıyız. Bizim halk gelenekleri karşısındaki misyonumuz, halkın olumlu tüm değerlerini, devrimci kültürümüzle harmanlamaktır. Ölülerimize sahip çıkmak da bu değerlerden biridir. Elbette ki bu toplumda yaşıyoruz. Ailemiz, yakınlarımız bu düzende yaşıyor. Devrimci saflarda yeralmamız ailemizden ölenlerin mezarlarına, değerlerine sırt çevirmemiz anlamına gelmez. Aksine, onlara bu konulardaki duyarlılığımızı, göstermeliyiz. Olanak ve ortam olduğu sürece, şehitlerimizin olduğu gibi ailelerimizin, akrabalarımızın mezar ziyaretlerine gitmek bu duyarlılığı ifade etme biçimidir. Elbetteki devrim ve sosyalizm savaşımızda toprağa düşen şehitlerimizi sahiplenme, mezarlarını ziyaret etme, halkın mezar ziyaretlerinden farklılıklar gösterir. Halkımızın ölülerini sahiplenmesi, mezarlık ziyaretleri “yas” havasındadır. Hüzün ve matem egemendir. Dinsel tören ziyaretin temelini oluşturur. Bizim mezar anmalarımızın temelini ile yas değil, coşku ve kararlılık oluşturur. Saygı duruşumuzla, şehitlerimize karşı vefa borcumuzu yerine getiririz. Onların bıraktığı devrimci mirası kararlılıkla sahiplendiğimiz, bayrağın elde taşındığı mesajı verilir. Kimi dönemler vardır ki, şehit mezarlarının ziyareti başlı başına bir eylem olur. Mezar başlarında şehitlerle coşku paylaşılır; türkülerle ve marşlarla sloganlarla düşmana duyulan kin, öfke ve devrim inancı gösterilir. Şehitlerimizin mezar anmalarını yıldönümleriyle sınırlı düşünmemek gerekir. Örneğin; bayramlarda şehitlerimizi kitlesel olarak ziyaret etmek, halka şehitlerimizi ve mücadelemizi tanıtan, kendi ölülerinin yanıbaşındaki şehitlerden haberdar olmasını sağlayann bir işlev yüklenebilir. Devrimcilerin şehitlerine, ölülerine verdiği değeri gözleriyle görmeleri, onarın bize yönelik ön yargılarını aşmada, devletin karşı propagandasını boşa çıkarmada da etkili olur. Ayrıca, kültürel olarak ortak yanlarımızın varlığını görmeleri de güzeldir. Halkla bütünleşme yaşamın her alanında olacaktır. Mezarlıklar da bunun bir parçasıdır. Bunun yanısıra mahallelerde de cenaze törenlerinden halkın mezar ziyaretlerinden uzak durmamak gerekir. Halk cenazesinde acısını paylaşan, zor gününde derdine ortak olanları unutmaz. Bu ilişkiler içinde halkta şehitlerimizin mezarlarına sahip çıkma, bakma, onarımına, yapımına katkıda bulunma anlayışını da geliştirebiliriz. Özellikle kontrgerilla çetelerinin, sivil faşistlerin şehitlerimizin mezarlarına saldırıları karşısında halkta sahiplenme bilinci yaratıp, geleneklerimize hayasızca saldıran bu halk düşmanlarına tavır almalarını sağlamak mümkündür. Devletin ne kadar çirkefleştiğini, mezardaki ölüye, mezar taşına tahammül göstermediğini gördüğünde, hiç kuşkusuz bunu yapanlara lanet yağdıracaktır. Kontrgerillanın kaçırıp, katlettiği devrimcilerin cesetlerini saklaması, ailelerine vermemesi de bilinçli bir politikadır. Bunun bir yanı halkta, devrimcilerde kaygı yaratmaya yönelikse, diğer yanı da mezarının bile olmasını istememektedir. Bilirler ki, katlettikleri her devrimcinin cenaze töreni faşizme karşı bir kitle gösterisi, mezarı da bir direniş ve savaş simgesidir. Devrimcilerin mezarlarının dahi olmasına tahammül edemezler bundan dolayı. Che’yi katlettiklerinde, cesedini bilinmeyen bir yere gömüp, O’nun mezarının bilinmemesini istemeleri çarpıcı bir örnektir. Bir mezar yerinin ne büyük bir önem kazanabileceğinin göstergesidir. Che’nin gömüldüğü yer, yıllar sonra bulunmuştur. CHE’nin anıt mezarı bugün Küba’da, halkın moral kaynağı, emperyalizme karşı direnişinde manevi gücü olmaktadır. Şehitlerimizin mezarlarına gözümüz gibi bakıp, koruyacağız, sahip çıkacağız. Şehitlerimiz geçmişle bugün, bugünle yarın arasında bir köprüdür. Devrimci savaşta ödenen bedeller, fedakarlıklar, kahramanlıklar, onlarda cisimleşiyor. Onlar bizim tarihimizdir. Mezarları, anıt mezarları sahip çıkacağımız değerlerimizdir. Düşmana inat, onları daha fazla bağrımıza basacağız. Düşman onların başucuna dikilen taşlardaki direniş yazılarına kuduruyor, çılgına dönüyor ve bu taşlara saldırıyor. Neden? Çünkü, şehitlerimizin mezarlarındaki her söz, işaret, mezarın kendisi, düşmanın korkularını büyütmeye yetiyor Kişisel olarak önce nebil rahuma sonrasında ali çakmaklıya karşın bir devrimci olarak üzerime düşen görevi yaptığımı düşünüyorum ve rahatım. Nebilin ve ali çakmaklının katilleri bellidir ve bunlar iradi bir surecin sonucudur. Ortaya atılan isimlerin hepsi teferruattır. Nebil rahuma ile ilgili yapacağım şeyleri de siz dostlarımla düşmanlarımla paylaştım. Düşmanlarımla diyorum çünkü bu çalışma esnasında düşmanlar edindim. Adana asri mezarlığında yatan 1982 de öldürülen Ahmet çolak yoldaşın mezarı da ortaklaştırılıp onarılmalı ve başına bir taş dikilmelidir. Ahmet in mezarında bir taş bulunmakta ve annesi ile Ahmet in isimi bir taşta yazılı durmaktadır. İş buyurmak gibi değil yoldaşça bir öneri olarak Ahmet yoldaşın da mezarı yapılmalı tadil edilmelidir. Gerek nebil rahuma gerekse ali çakmaklı yoldaşlarımızın akibetleri ve mezarları ile ilgilenen emek gösteren dostları yoldaşları selamlıyorum. hasan balci
Yitirdiklerimize bağlılık, hayattakilerle birleşmekten geçer
/
Halk için, bir bütün olarak insanlık ve doğa için emek vermiş, önemli katkıları olmuş ve bedel ödemiş insanları kategorize etmek; bazılarını “komünist”, “devrimci”, “yurtsever” veya başka şekilde nitelendirip diğerlerinden ayırırken; bazılarını “burjuva aydını”, “tasfiyeci”, “revizyonist”, “troçkist”, “anarşist”, “reformist” vb ithamlarla ötekileştirmek, halkı bölmenin, birliği, kaynaşmayı ve daha ileri bir sentezi önlemenin bir başka çeşididir. Bütün abartılı sosyalist söylemlerine rağmen bu anlayış, gerçekte dar grupçu, özel mülkiyetçi ve birinci sınıf kapitalist bir anlayıştır.
Halk için hizmet etmiş herkes, saygıya değerdir. Tümünün katkıları bizim için öğreticidir. Yoksul bir işçiden bilim insanına, özgürlük savaşçısından öğretmenine kadar, halk için emek vermiş bütün insanlar bizim nazarımızda eşittir. Kendini doğruların merkezi olarak görme anlayışı yanıltıcıdır; işte koca tarih! Belli ki olumsuzluklar “ötekilerine”, olumluluklar “bize” özgü değildir. Herkesin kusurları olur, çiçeklerin dikenleri gibi. Dikenleri, çiçeğin güzelliğini yadsımamıza gerekçe olamaz.
Bal, pek çok çiçeğin özünden gelir. Doğru fikirlerin, binlerce, milyonlarca deneyimin ortak sonuçlarından gelmesi gibi. Arı gibi, “her çiçekten bal eyleyen” bir yaklaşım gerekiyor. Arının çiçeğe, çiçeğin toprağa, yağmura, güneşe ve rüzgara ihtiyacı kadar ihtiyacımız var buna. Varsın bin bir çeşit çiçekle güzelleşsin halk bahçemiz; bal tadında mayalansın ortak kültürümüz.
Bunun için ayrımsız, bütün köklerimizle toprağı sıkı sıkıya kavrayarak güneşe uzanırsak, birleşip kardeşleşmemiz ve başarmamız daha kolay, gerici fırtınalar karşısında sarsılmamız daha zor olur.
***
Aziz Nesin’in dediği gibi, ölenlere yağcılıkta üstümüze yoktur. Hayattayken arkadaşlarımıza çektiririz veya onlara ilgi göstermeyiz. Fakat kaybettikten sonra, ilahlaştırıp göklere çıkarır, toz kondurmayız. Sonra aynı kötülüğü onların hayatta kalmış arkadaşlarına yaparız.
Hayatta olanların önemli katkılarını hasıraltı eder veya görmezden geliriz. Ama kaybettiklerimizin fikirlerini Kuran’ın ayetleri gibi dokunulmaz kılarız.
Keza, hayatta olanları, kusurlarını abartarak yerin dibine batırırız; ölenlerin kusurlarını küçümser, onları pürupak gösteririz.
Her iki yaklaşım da abartılıdır, gerçekçi ve arkadaşça değildir.
Oysa, insanlarımız hayattayken kıymetini bilmezsek, onları kaybettikten sonra ne kadar övgü düzersek düzelim boştur. Ve kaybettiklerimiz bizim için ne kadar değerliyse, gerçekte, hayattakiler de en az onlar kadar değerlidir.
İnsanlarımıza öldükten sonra değil, hayattayken değer vermeli ve onları, bütün günahlarıyla, sevaplarıyla hemen şimdi sahiplenmeliyiz.
kemal kutan yeni sentez alintidir
Halk için, bir bütün olarak insanlık ve doğa için emek vermiş, önemli katkıları olmuş ve bedel ödemiş insanları kategorize etmek; bazılarını “komünist”, “devrimci”, “yurtsever” veya başka şekilde nitelendirip diğerlerinden ayırırken; bazılarını “burjuva aydını”, “tasfiyeci”, “revizyonist”, “troçkist”, “anarşist”, “reformist” vb ithamlarla ötekileştirmek, halkı bölmenin, birliği, kaynaşmayı ve daha ileri bir sentezi önlemenin bir başka çeşididir. Bütün abartılı sosyalist söylemlerine rağmen bu anlayış, gerçekte dar grupçu, özel mülkiyetçi ve birinci sınıf kapitalist bir anlayıştır.
Halk için hizmet etmiş herkes, saygıya değerdir. Tümünün katkıları bizim için öğreticidir. Yoksul bir işçiden bilim insanına, özgürlük savaşçısından öğretmenine kadar, halk için emek vermiş bütün insanlar bizim nazarımızda eşittir. Kendini doğruların merkezi olarak görme anlayışı yanıltıcıdır; işte koca tarih! Belli ki olumsuzluklar “ötekilerine”, olumluluklar “bize” özgü değildir. Herkesin kusurları olur, çiçeklerin dikenleri gibi. Dikenleri, çiçeğin güzelliğini yadsımamıza gerekçe olamaz.
Bal, pek çok çiçeğin özünden gelir. Doğru fikirlerin, binlerce, milyonlarca deneyimin ortak sonuçlarından gelmesi gibi. Arı gibi, “her çiçekten bal eyleyen” bir yaklaşım gerekiyor. Arının çiçeğe, çiçeğin toprağa, yağmura, güneşe ve rüzgara ihtiyacı kadar ihtiyacımız var buna. Varsın bin bir çeşit çiçekle güzelleşsin halk bahçemiz; bal tadında mayalansın ortak kültürümüz.
Bunun için ayrımsız, bütün köklerimizle toprağı sıkı sıkıya kavrayarak güneşe uzanırsak, birleşip kardeşleşmemiz ve başarmamız daha kolay, gerici fırtınalar karşısında sarsılmamız daha zor olur.
***
Aziz Nesin’in dediği gibi, ölenlere yağcılıkta üstümüze yoktur. Hayattayken arkadaşlarımıza çektiririz veya onlara ilgi göstermeyiz. Fakat kaybettikten sonra, ilahlaştırıp göklere çıkarır, toz kondurmayız. Sonra aynı kötülüğü onların hayatta kalmış arkadaşlarına yaparız.
Hayatta olanların önemli katkılarını hasıraltı eder veya görmezden geliriz. Ama kaybettiklerimizin fikirlerini Kuran’ın ayetleri gibi dokunulmaz kılarız.
Keza, hayatta olanları, kusurlarını abartarak yerin dibine batırırız; ölenlerin kusurlarını küçümser, onları pürupak gösteririz.
Her iki yaklaşım da abartılıdır, gerçekçi ve arkadaşça değildir.
Oysa, insanlarımız hayattayken kıymetini bilmezsek, onları kaybettikten sonra ne kadar övgü düzersek düzelim boştur. Ve kaybettiklerimiz bizim için ne kadar değerliyse, gerçekte, hayattakiler de en az onlar kadar değerlidir.
İnsanlarımıza öldükten sonra değil, hayattayken değer vermeli ve onları, bütün günahlarıyla, sevaplarıyla hemen şimdi sahiplenmeliyiz.
kemal kutan yeni sentez alintidir
10 Kasım 2009 Salı
YİNE ON KASIM
Sana ne yazsam ki ben
Toprağın kadar yazılanın var...
Şu küçücük kuş,
Şu dağ,şu taş,
Şu Türk,şu beşer,
Kemâl'im,Ata'm,Mustafa'm diye ağlar.
10 Kasım ah 10 Kasım...
İnan Ata'm bu ağaç
Yazın yeşil yapraklıydı.
10 Kasımı duydu da bir kez
Yapraklarını döktü senin için.
Sakarya böyle bulanık akmazdı
O şerefli 22 gününden
Bugüne gelinceyedek.
İnan Ata'm duydu bir kere
Bir kere daha duydu 10 Kasımı
Eğilmez başlılar düşük başla ağlarken.
Uykusuzluk değil gözümüzü yaşartan
Tek göz olmuş Millet,tek göz olmuş ağlıyor Vatan.
Hıçkırıklar sarmış koca dünyayı
Bir Koca Türk ki âlemi içten içten ağlatan
Sensin,sensin,sensin yine Ata'm.
Ah yine o 10 Kasım
Biz bir kere daha öldük
Sen bir kere daha dirildin tüm heybetinle,
Ruh ruh parçalandın
Ve girdin benliğimize bu ölüm günümüzde
İki ruhlu oluverdik hepimiz
Ruhumuzun biri:TÜRK
Biri:KEMAL ATATÜRK.
Ata'm ya rüyalarımda gördüm seni
Ya Koca Tepedeki resminde seyrettim seni.
Koca Tepedeki o resminde
Anlıyorum,seni göremiyeceklerin kaderini düşündüğünü...
Onlar da seni düşünürler Ata'm
Yalnız 10 Kasımda değil
Her akıla gelişte....
Seni koynunda ısıtan toprak
Allah'ına ne şükürler ederdir toprak olduğuna
Ve üstünde yürüyen Türk'ün
Allah'a şükrederiz yüzü ak
Ölümsüzlerin uykusu gibi...
10 Kasım ah 10 Kasım
Neden dolandın dilime
Tutuştu dilim,ağzım.
Hıçkırıksız çıksa avazım
Bağır bağır bağırırım,
Kemâl'im,Mustafa'm,Ata'm...
Sen yat uykularımın tümü senin
Yalnız,toprağından toprağıma
Bir zerrecik maya katam...
Alper Kürük
Toprağın kadar yazılanın var...
Şu küçücük kuş,
Şu dağ,şu taş,
Şu Türk,şu beşer,
Kemâl'im,Ata'm,Mustafa'm diye ağlar.
10 Kasım ah 10 Kasım...
İnan Ata'm bu ağaç
Yazın yeşil yapraklıydı.
10 Kasımı duydu da bir kez
Yapraklarını döktü senin için.
Sakarya böyle bulanık akmazdı
O şerefli 22 gününden
Bugüne gelinceyedek.
İnan Ata'm duydu bir kere
Bir kere daha duydu 10 Kasımı
Eğilmez başlılar düşük başla ağlarken.
Uykusuzluk değil gözümüzü yaşartan
Tek göz olmuş Millet,tek göz olmuş ağlıyor Vatan.
Hıçkırıklar sarmış koca dünyayı
Bir Koca Türk ki âlemi içten içten ağlatan
Sensin,sensin,sensin yine Ata'm.
Ah yine o 10 Kasım
Biz bir kere daha öldük
Sen bir kere daha dirildin tüm heybetinle,
Ruh ruh parçalandın
Ve girdin benliğimize bu ölüm günümüzde
İki ruhlu oluverdik hepimiz
Ruhumuzun biri:TÜRK
Biri:KEMAL ATATÜRK.
Ata'm ya rüyalarımda gördüm seni
Ya Koca Tepedeki resminde seyrettim seni.
Koca Tepedeki o resminde
Anlıyorum,seni göremiyeceklerin kaderini düşündüğünü...
Onlar da seni düşünürler Ata'm
Yalnız 10 Kasımda değil
Her akıla gelişte....
Seni koynunda ısıtan toprak
Allah'ına ne şükürler ederdir toprak olduğuna
Ve üstünde yürüyen Türk'ün
Allah'a şükrederiz yüzü ak
Ölümsüzlerin uykusu gibi...
10 Kasım ah 10 Kasım
Neden dolandın dilime
Tutuştu dilim,ağzım.
Hıçkırıksız çıksa avazım
Bağır bağır bağırırım,
Kemâl'im,Mustafa'm,Ata'm...
Sen yat uykularımın tümü senin
Yalnız,toprağından toprağıma
Bir zerrecik maya katam...
Alper Kürük
5 Ekim 2009 Pazartesi
Liberal teori eylemde
Ali Özsoy
Gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkelerin hepsinde sosyal devlet uygulaması vardır. Bir tek ülke buna istisnadır. Liberalizmin kalesi olan ABD’de evrensel sağlık uygulaması yoktur. Ancak artık bu sistem ABD’de bile tartışılıyor. Diğer gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında ABD’de kişi başına sağlık harcaması iki kat fazla olmakla birlikte sağlık hizmeti tüm göstergelerde sonuncudur.
Dünyadaki en pahalı sağlık hizmetini yaratan ilaç tekelleri, özel hastaneler ve özel sigortaların egemenliğidir. ABD’de ilaçlar tamamen piyasa fiyatlarıyla satın alınır. Devletin toplu ve ucuza satın alma politikası yoktur. Özel hastane ve sigorta sistemi ise yüksek kârlılık için hasta başına masrafı en yüksek düzeye çeker.
Liberalizmi tam kitabına uygun uygulayan bu sistemin dünyada başka bir örneği yok. Eğer liberal teorinin ütopyası doğru olsaydı, her şey piyasadaki fiyat mekanizmasına bırakıldığı için en mükemmel ve verimli sağlık hizmeti ABD’de olmak zorundaydı. Ancak durum bunun tam tersi. ABD nüfusunun %16’sı yani tam 49 milyon kişi her türlü sosyal güvenlikten yoksun durumda. Yani kısacası hasta oldukları zaman işleri Allahlık…
Evrensel ve Birgün’ün solcusu: Obama
Şimdi olan ise şu: Obama gibi bazı ABD’li emperyalistler bile “acaba ABD’ye has bu saf liberal sağlık sistemini değiştirelim mi” diyor. Tıpkı Batı Avrupa’daki gibi evrensel sağlık hizmetine geçiş için ilk adımları atacak bir reform paketi sunuyorlar.
Geçtiğimiz gün Beyaz Saray önünde toplanan yüz binlerce eylemci ise buna karşı çıkıyor. Bu muazzam bir rakam çünkü bilindiği gibi dünyanın her yerinde bu miktarda insan genellikle sağlıkta ve ekonomide liberalizmi protesto etmek için toplanır. Ancak ABD’de yüz binler “biz liberalizm istiyoruz” diye yürüyor!
Sadece bu olay bile ABD toplumunun nasıl bir toplum olduğunu gösteriyor. Yüz binlerce küçük, orta ve büyük burjuva örgütlenmiş, pankartlar hazırlamış ve kapitalizm için yürüyor. Böylesine saf bir burjuva toplum ve liberal ütopyaya bu kadar yatkın bir kültürel yapı tarihte hiçbir zaman ve mekânda bu derecede var olmadı.
Şüphesiz ki, eylem bir halk eylemi değil. Zenginler eylemi… Ama ABD’de zenginler o kadar örgütlü, bilinçli ve kalabalık ki, yüz binlerce kişiyle eylem yapabiliyorlar.
Bu denli sağcı bir ülkeden bile sosyalist bir esin almak mümkün mü? Eğer Türkiye’deki Batıcı solun temsilcisiyseniz evet! ABD’deki eylemde Obama’yı protesto eden göstericiler Obama’yı Che’ye ve Marks’a benzetmişler. Peki Evrensel ve Birgün bu eylemi nasıl değerlendiriyor: “Gerici eylem”, “sağcı eylem”, “halk düşmanı”…
İnanılmaz bir şey! Yani bu “solculara” göre Obama ilerici ve solcu mu? Bu eylemden çıkarmaları gereken en net sonuç ABD toplumunun ne denli liberal, burjuva ve gerici olduğu iken; EMEP ve ÖDP zihniyeti ABD’de sol (sanki ABD’nin solu varmış gibi)-sağ kutuplaşması yaratıyor ve Obama iktidarına da sol payeyi yakıştırıveriyor. Demek ki Obama’yı Marks’a benzeten ABD liberallerini bir tek bizim Türkiye’deki Marksistler ciddiye almış.
Oysa bir ezilen dünya mensubu ve devrimcisi olarak bizim duruşumuz çok net. Eğer Obama gerçekten başarılı olur, tüm vatandaşlarına eşit, parasız ve verimli bir sağlık sistemi sağlarsa, bu ABD’nin emperyalist karakterini hiç değiştirmeyeceği gibi bizim için çok kötü bir gelişme olacaktır.
Daha sağlıklı ve müreffeh ABD demek, ABD Ordusundaki askerlerin (ki çoğu o 49 milyonluk daha “fakir” Amerikalı ailelerden gelmektedir) çocukken daha iyi beslenmesi, bakım görmesi ve semirip büyüdüklerinde daha sağlıklı birer katile dönüşmesi demektir. EMEP ve ÖDP gibi garip “solcular” burada bir sosyal adalet ve ABD işçi sınıfı adına ilerleme belirtisi görebilirler. Ama biz o kadar saf ve şaşkın değiliz. Umarız Obama başarılı olamaz.
Liberal varsayım
ABD’de eylem yapanlar aslında tamı tamına liberal varsayımı yansıtmaktadır. O da şudur: Bir ürün, hizmet ya da metanın en iyi miktarda ve kaliteli şekilde sunulmasını sağlayacak yegâne mekanizma piyasadaki arz talep mekanizmasıdır.
Ekonomi kitaplarında iktisadın tanımı diye sık sık yinelenen bir cümle vardır: “Kıt kaynakların sınırsız ihtiyaçlara dağılımı”. Oysa bu tanım iktisadın değil apaçık bir şekilde liberal iktisadın temel varsayımıdır.
Birinci varsayımları şu: Piyasalar doğal olarak vardır. İnsanlık ve mübadeleyle yaşıttır. Çünkü insanların kıt kaynakları optimum yani en verimli bir şekilde kendi kendilerine dağıtma imkanı yoktur. Bunu piyasa yapar. Nasıl mı? Fiyat mekanizmasıyla. Diyelim ki piyasada bin tane insan var. Bunların hepsinin elinde bir miktar mal var. Bunların hepsi birbiriyle değiş tokuş yapacak.
Hikayeye göre ikinci en önemli varsayım şu: Özel mülkiyet var. Ve herkes ilk anda bir şeylerin mülkiyetini şahsına geçirmiş. Yani özel mülkiyet olmasa aslında piyasa olmaz. Temel varsayım başka bir varsayıma ihtiyaç duyuyor.
Liberal hikaye diyor ki; eğer insanlar ihtiyaç duydukları bir ürünü kendi mülkiyetlerinde bulundurmuyorlarsa mecbur onu başka bir mülk sahibiyle değiş tokuş edecekler. Burada arz ve talep dengesinin belirlediği fiyat mekanizması devreye girer. Bir kişi elindeki sandalyeyi araba fiyatına satmaya kalkarsa bu elinde kalacaktır. Çünkü kimse bu denli pahalı bir sandalye satın almaz. Sandalye sahibi mecbur fiyat kıracaktır. Ya da hiç sandalye üretmeyip, sandalye kıtlığı yaratmaya çalışabilir. Ancak bu da mümkün değildir çünkü başka sandalye üreticileri ucuza sandalye üretecektir. Dolayısıyla sonuçta tüm sandalye üreticileri piyasada istenen miktarda ve fiyatta sandalye üretmeyi piyasanın görünmez sopasıyla öğrenecektir.
Liberalizmin iddiası şu: Eğer serbest piyasa olmazsa çok fazla, ihtiyacın gerektirmediği kadar sandalye üretilme tehlikesi var. Veya çok az üretip çok pahalıya satılma ihtimali de var. Ama piyasada serbest rekabet toplum için en yararlı dengeyi bulacaktır. Kendi faydasını (yani toplam kârını) artırmak isteyen sandalyeci tam da insanların ihtiyacı olduğu kadar (ne eksik ne fazla) sandalye üretmek ve en uygun fiyattan (ne pahalı ne ucuz) satmak zorunda kalacaktır. Bu ise kişisel faydayı (kârı) maksimize ettiği gibi toplumsal faydayı da (toplam üretim-tüketim) en yüksek düzeye çıkaracaktır. Yani kaynakların dağılımında optimum dengeye ulaşılacaktır.
Liberalizm: en büyük ırkçılık
Bu açıdan baktığımızda ABD’deki liberallerin itirazını hemen anlıyoruz. Eğer Obama’nın istediği gibi evrensel sağlık hizmeti her ABD vatandaşına sağlanırsa, hiçbir sigorta primi ödemeyen ve büyük ihtimalle işsiz ve az gelirli olduğu için hemen hemen hiç vergi vermeyen tam 49 milyon insana nasıl hizmet verilecek? Yanıt çok basit devlet bütçesi bu masrafı karşılayacak. Dolayısıyla zenginlerden alınan vergiler artacak.
Beyaz Saray’ın önüne toplanan bir milyona yakın ABD zengini diyor ki:
“Biz özel sigortalara binlerce dolar prim ödüyoruz, üstüne üstlük zengin olduğumuz için gelir vergisi de ödüyoruz. Ancak şimdi hiç prim ödemeyen insanlara devlet bedavaya sağlık hizmeti verecek. Bunun için benden daha fazla vergi alınacak. Bir de üstüne üstlük alacağım sağlık hizmeti de bozulacak. Parasız bedava hizmet olmaz. Yok öyle yağma! Parayı veren düdüğü çalar. Bizim bireysel özgürlüğümüzü ve alın terimizle kazandığımız servetimizi baskı altına alamazsınız. Yaşasın birey, yaşasın demokrasi, yaşasın liberalizm!”
İşte bu gösteri ABD toplumunun en saf liberal ideolojiye sahip ülke olduğunu göstermektedir. Argümanları liberalizm açısından çok haklıdır. Bu yüzden ekonomi ders kitaplarına girebilir. Eğer arz talep dengesi kanser ilacı için bir fiyat belirliyorsa ve bir hastanın bu fiyatı karşılama imkanı yoksa o zaman o hasta yaşam hakkını yitirecektir. Çünkü anlaşılan liberalizme göre yaşam hakkının da bir fiyatı vardır ve ilacın maliyet eğrisi ile yoksul bir hastanın “fayda” eğrisi yani parası kesişmiyorsa piyasaya göre hastamızın yaşama hakkı yoktur.
Kısacası tüm Batı medeniyetinin temelinde yer alan ve iddialara göre insan hakları dahil tüm hakların esin kaynağı olan liberalizm aslında piyasa gerek görürse insan yaşamasa da olur demektedir. Herşeyi metalaştırdığı gibi insan hayatını da metalaştıran liberalizme göre eğer fayda maliyet hesabına göre eksiye geçiyorsa bir insan yaşamak hakkını da yitirmektedir. Yeteri kadar parası olmayanın yaşamaya hakkı yoktur çünkü yaşaması verimli ve kârlı değildir. Piyasa optimum dengeyi sağlarken yoksul ferdimizi eleyiverir.
İyi de liberalizm ferdi kollamaz mıydı? Kollar ama eğer zengin, sağlıklı ve beyaz ise. ABD’deki sağlık reformu tartışması aslında liberalizmin saf ırkçı bir ideoloji olduğunu göstermektedir. Zenciler ölsün demekle yoksullar ölsün demek arasında nasıl bir fark olabilir ki?
Yaşam hakkı beleşçilik midir?
Zengin için fakirin yaşama hakkı en basit ifadeyle beleşçiliktir. Bu yüzden liberalizm zengin ırkçılığıdır. ABD’deki zengin liberaller “parasız sağlık hizmeti nasıl olur, biz para ödüyorken onlar sırf fakir oldukları için nasıl ödemez, bu haksızlık, beleşçilik” diyor. Şöyle söyleyelim: Eğer sen o fakirler senin evine girip mallarını yağmalamasın, servetine el koymasın diye polis (yani kamu) tarafından nasıl bedavaya korunuyorsan ve bu nasıl beleşçilik olmuyorsa, fakirin yaşam hakkı da beleşçilik değildir.
Yoksulları beleşçilik ile suçlayan ABD’deki son liberal kitle eylemi aslında eyleme geçen liberalizmin ırkçı bir soykırım makinesinden başka bir şey olmadığını göstermektedir. Düşünün bir kere! Hitler insanlık tarihinin gördüğü en büyük soykırımcılardan biri olarak suçlanmaktadır. Oysa her yıl liberal düzenden dolayı en basit sağlık hizmetlerine ulaşamadığı için en insanlık dışı yolla öldürülen yoksulların ve ezilenlerin sayısı Hitler’in altı yılda öldürdüğünden çok daha fazladır.
Aslında liberalizmin ilk kurucuları, ilk liberaller Adam Smith ve David Ricardo ABD’deki liberallerin bu eylemini görseler ve liberalizmin geldiği noktayı kestirebilselerdi çok şaşırırlardı. Çünkü bugünkü liberallere çok şaşırtıcı gelebilir ama aslında ilk liberaller serbest piyasa kuramını oluştururken piyasanın kusursuzluğunu pek de küçük olmayan bazı istisnalarla sınırlamışlardı. Adam Smith bazı ihtiyaçların özel bireyler tarafından sağlanmasının imkânsız olduğunun farkındaydı. Çünkü piyasaya bırakıldığında hiç kârlı olmayacak dolayısıyla kimsenin ilgilenmeyeceği işler vardır. Ne mi?
Örneğin güvenlik, polis ve askerlik hizmeti fiyatlandırılamaz. Devam edelim; yargı, ulaşım, yol, altyapı, eğitim. Okullar açmak, insanları eğitmek nasıl kârlı bir iş olabilir ki?
Peki ama liberalizmin o pek iddialı varsayımlarına ne oldu? Hani piyasalar doğal, ezeli ve ebedi kurumlardı. İyi de eğer polisler ve yargıçlar mülkiyet hakkını korumasa, ortada fiyatlandıracak ürün bile kalmaz. Oysa bu kurumları teorik düzlemde piyasanın dışına iten yine liberallerdir. Çünkü kâr için polislik veya yargıçlık yapmak “optimum” bir çözüm olmayacağı gibi özel mülkiyetin tarafsızlık ilkesine de ters düşecektir.
O zaman liberalizmin tüm varsayımları çöküyor. Hem her şeyin en optimum çözümü piyasadadır deniyor, hem de piyasanın işlemesi için ilk şart olan ulusal pazarın güvenliği, mülkiyet hakkı ve burjuva adaletinin uygulanması tamamen piyasa dışındaki kurumlara ordu, polis ve mahkemelere terk ediliyor. İyi de piyasa bazı ihtiyaçların (ki en önemli ihtiyaçlar) optimum karşılanmasına olanak tanımıyorsa, hatta bizzat piyasanın varlığı bile piyasa dışı kurumlara (yani kamu kurumlarına) bağlıysa o zaman nerede kaldı piyasanın ve özel mülkiyetin ezeli ve edebi doğallığı, optimumluğu…
Neo-liberal kaçamak
Kapitalizmin fikirsel ve ideolojik olarak en büyük zaafı burada yatmaktadır. Piyasalar işlesin diye devletin müdahalesi şarttır. Demek ki her şeyi piyasalara bıraktığınızda bile piyasaya bırakmış olmuyorsunuz. O zaman birileri piyasalar “optimum” işlesin diye zırt pırt devleti devreye sokacağına pekala şöyle diyebilir; devlet optimum işlesin ve piyasaları düzeltip duracağına piyasa dışı bir sistem kursun. Ki buna da sosyalizm denir.
Elbette emperyalist ülkeler çok zengin olduğu için sosyalizmi uygulamak zorunda kalmadılar. İdeolojik olarak liberal toplumlar olarak kalmakla beraber, uygulamada tekelci devlet kapitalizmine döndüler. Bu yüzden Obama’nın yaptığı da tabii ki sosyalizm değil. Sadece kendi kapitalizmine çıkış yolu arıyor. Bu bazılarına liberal teorinin dışına çıkmak gibi gelebilir ancak pragmatizm burjuvaların esas ideolojisidir ve dogmatik olmak gibi bir saplantıları yoktur.
Ancak piyasa-devlet ilişkisinde liberalizm aleyhine var olan bu düşünsel çelişkiye yönelik neo-liberal bir kaçamak vardır ki; Obama’nın tercihi bunun da iflas etmeye başladığını gösteriyor.
Neo-liberalizmin eğilimi Adam Smith ve çağdaşlarının tersine, kamu hizmetlerini de fiyatlandırmak ve piyasaya terk etmektir. Bu açıdan liberalizm son bir fikirsel deneme yapmıştır. Nasıl mı?
Neo-liberaller, klasik liberallerin tersine güvenlik, ordu, yargı ve eğitim gibi kamu hizmetlerini de piyasaya dâhil etmek gibi cüretkâr bir işe atıldılar. Bu iş için yeni bir kavram uydurdular: Dışsallık.
Dışsallık için en klasik örnek olan deniz feneri örneğini verelim. Eğer özel bir girişimci bir denize fener yapsa bu işten zarar eder. Çünkü o fenerden binlerce gemi bedavaya yararlanacak ancak hiçbiri bu iş için para ödemeyecektir. Bu yüzden fener yapma işini devlet üstlenir. Çünkü piyasa bu iş için uygun fiyatı saptayıp özel girişimciye sağlayamaz. Buna neo-liberaller pozitif dışsallık diyorlar. Yani ürünün gerçek toplumsal değeri piyasa değerinden pahalı... Çünkü ürüne fiyat ödemeyenler de bedavaya üründen fayda sağlıyor.
Neo-liberal uyanık burada cinlik yapıyor. “Biz” diyor “pozitif dışsallığı olan ve genelde devletin üstlendiği bu tür işleri de piyasaya bırakalım.” “Eee, nasıl olacak bu?” diye sorduğumuzda da diyorlar ki: “Örneğin özel bir üniversiteyi ele alalım. Üniversitenin sahibi kişi başına 10 bin dolar para istesin. Daha fazla isteyemez çünkü burjuva öğrenci bile bunu ödeyemez. Ancak buradan mezun olan öğrenci zengin bir avukat olunca belki de yüz binlerce dolar para kazanacak. Fakat bunun hiçbiri özel üniversite sahibinin cebine girmeyecek. Dolayısıyla tıpkı deniz feneri sahibi gibi üniversite sahibi de zarar edecek. Devlet bu işe el koysun. Yapılan işin topluma toplam faydasını yani pozitif dışsallığını hesaplasın. Ortaya çıkan meblağ vergi muafiyeti hatta doğrudan para yardımı olarak üniversite sahibine ödensin. Toplum da bu iş için vergilendirilsin.”
Liberal ırkçılığa karşı aklın yolu: Sosyalizm
Ölme eşeğim ölme! Hani her şeyin fiyatını en iyi piyasa belirlerdi. Başın sıkışınca neden devlete ödetiyorsun. Nerede kaldı senin liberalizmin?
Bu liberal manyaklığın son noktasıdır. Son elli yılda eğitim, sağlık, silah üretimi, altyapı yatırımları ve hatta güvenlik gibi her türlü kamu hizmeti yavaş yavaş özel ellere teslim edildi. Neo-liberalizm bunu gerektiriyordu. Ancak bu işlerin hepsi “pozitif dışsallık” içerdiği için devlet bizzat özel sektörü kendi bütçesinden desteklemek zorunda kaldı. Böylelikle ABD gibi tüm kamu hizmetlerinin piyasalaştırıldığı en neo-liberal ülkelerde bile, devletin ekonomideki payının yüzde 40’ın üstüne çıktığı absürt durumlar ortaya çıktı. Bunu adına devletin “pozitif dışsallığı” finanse etmesi deniyor.
Türkiye’de bunun en basit göstergesi sağlık sisteminin çökertilip, devlet bütçesinden AKP’li özel hastane sahiplerinin zengin edilmesidir. Böyle verimsiz ve “liberal” bir hırsızlığa, tüm vergi mükellefleri mahkûm edilmiştir.
Yani liberal hırsızlık devam etsin diye tüm dünyada devlet daha çok seferber olmaktadır. Oysa neo-liberalizmin “pozitif-negatif dışsallık” teorisinin kendisi liberalizmde bir ilerlemeden çok fikirsel çöküşü temsil etmektedir. Demek ki ürünlere piyasa optimum bir fiyat belirleyememektedir. Artık kapitalist fiyat mekanizması ancak tekelci devlet müdahalesiyle işleyebilmektedir. Özel mülkiyet ve piyasa düzeni sürsün diye tüm dünyada kamu bütçeleri trilyonlarca doları piyasalara pompalamaktadır.
Bu Batının dünyaya giydirdiği deli gömleğidir. Emperyalizm var olduğu sürece kendileri bu gömleği çıkarmayacaktır. Ancak biz emperyalizmden sömürülenler şu çok basit soruyu doğal olarak soruyoruz. Madem serbest piyasa bu denli çarpık bir düzen, devlet müdahalesi ve bizim vergilerimiz olmadan ayakta duramıyor, neden bu çılgınlıkta ısrar edelim? Demek ki “pozitif dışsallık” teorisinin gösterdiği gibi ürünün değerini belirleyen şey arz ve talep dengesinin saptadığı fiyat değil, yalnızca ve yalnızca ürünün toplumsal değeridir. O zaman o değeri zaten devlet saptayacaksa, bunca işi zaten devlet üstlenecekse tamamen üstlensin. Piyasayı aradan çıkarsın. Olsun bitsin.
Kısaca buna sosyalizm deniyor. Elbette Obamacı olsun veya olmasın hiçbir ABD’li bunu istemez. Bizim için ise kaçınılmaz olan tek “rasyonel” çözüm budur.
Gelişmiş emperyalist-kapitalist ülkelerin hepsinde sosyal devlet uygulaması vardır. Bir tek ülke buna istisnadır. Liberalizmin kalesi olan ABD’de evrensel sağlık uygulaması yoktur. Ancak artık bu sistem ABD’de bile tartışılıyor. Diğer gelişmiş kapitalist ülkelerle karşılaştırıldığında ABD’de kişi başına sağlık harcaması iki kat fazla olmakla birlikte sağlık hizmeti tüm göstergelerde sonuncudur.
Dünyadaki en pahalı sağlık hizmetini yaratan ilaç tekelleri, özel hastaneler ve özel sigortaların egemenliğidir. ABD’de ilaçlar tamamen piyasa fiyatlarıyla satın alınır. Devletin toplu ve ucuza satın alma politikası yoktur. Özel hastane ve sigorta sistemi ise yüksek kârlılık için hasta başına masrafı en yüksek düzeye çeker.
Liberalizmi tam kitabına uygun uygulayan bu sistemin dünyada başka bir örneği yok. Eğer liberal teorinin ütopyası doğru olsaydı, her şey piyasadaki fiyat mekanizmasına bırakıldığı için en mükemmel ve verimli sağlık hizmeti ABD’de olmak zorundaydı. Ancak durum bunun tam tersi. ABD nüfusunun %16’sı yani tam 49 milyon kişi her türlü sosyal güvenlikten yoksun durumda. Yani kısacası hasta oldukları zaman işleri Allahlık…
Evrensel ve Birgün’ün solcusu: Obama
Şimdi olan ise şu: Obama gibi bazı ABD’li emperyalistler bile “acaba ABD’ye has bu saf liberal sağlık sistemini değiştirelim mi” diyor. Tıpkı Batı Avrupa’daki gibi evrensel sağlık hizmetine geçiş için ilk adımları atacak bir reform paketi sunuyorlar.
Geçtiğimiz gün Beyaz Saray önünde toplanan yüz binlerce eylemci ise buna karşı çıkıyor. Bu muazzam bir rakam çünkü bilindiği gibi dünyanın her yerinde bu miktarda insan genellikle sağlıkta ve ekonomide liberalizmi protesto etmek için toplanır. Ancak ABD’de yüz binler “biz liberalizm istiyoruz” diye yürüyor!
Sadece bu olay bile ABD toplumunun nasıl bir toplum olduğunu gösteriyor. Yüz binlerce küçük, orta ve büyük burjuva örgütlenmiş, pankartlar hazırlamış ve kapitalizm için yürüyor. Böylesine saf bir burjuva toplum ve liberal ütopyaya bu kadar yatkın bir kültürel yapı tarihte hiçbir zaman ve mekânda bu derecede var olmadı.
Şüphesiz ki, eylem bir halk eylemi değil. Zenginler eylemi… Ama ABD’de zenginler o kadar örgütlü, bilinçli ve kalabalık ki, yüz binlerce kişiyle eylem yapabiliyorlar.
Bu denli sağcı bir ülkeden bile sosyalist bir esin almak mümkün mü? Eğer Türkiye’deki Batıcı solun temsilcisiyseniz evet! ABD’deki eylemde Obama’yı protesto eden göstericiler Obama’yı Che’ye ve Marks’a benzetmişler. Peki Evrensel ve Birgün bu eylemi nasıl değerlendiriyor: “Gerici eylem”, “sağcı eylem”, “halk düşmanı”…
İnanılmaz bir şey! Yani bu “solculara” göre Obama ilerici ve solcu mu? Bu eylemden çıkarmaları gereken en net sonuç ABD toplumunun ne denli liberal, burjuva ve gerici olduğu iken; EMEP ve ÖDP zihniyeti ABD’de sol (sanki ABD’nin solu varmış gibi)-sağ kutuplaşması yaratıyor ve Obama iktidarına da sol payeyi yakıştırıveriyor. Demek ki Obama’yı Marks’a benzeten ABD liberallerini bir tek bizim Türkiye’deki Marksistler ciddiye almış.
Oysa bir ezilen dünya mensubu ve devrimcisi olarak bizim duruşumuz çok net. Eğer Obama gerçekten başarılı olur, tüm vatandaşlarına eşit, parasız ve verimli bir sağlık sistemi sağlarsa, bu ABD’nin emperyalist karakterini hiç değiştirmeyeceği gibi bizim için çok kötü bir gelişme olacaktır.
Daha sağlıklı ve müreffeh ABD demek, ABD Ordusundaki askerlerin (ki çoğu o 49 milyonluk daha “fakir” Amerikalı ailelerden gelmektedir) çocukken daha iyi beslenmesi, bakım görmesi ve semirip büyüdüklerinde daha sağlıklı birer katile dönüşmesi demektir. EMEP ve ÖDP gibi garip “solcular” burada bir sosyal adalet ve ABD işçi sınıfı adına ilerleme belirtisi görebilirler. Ama biz o kadar saf ve şaşkın değiliz. Umarız Obama başarılı olamaz.
Liberal varsayım
ABD’de eylem yapanlar aslında tamı tamına liberal varsayımı yansıtmaktadır. O da şudur: Bir ürün, hizmet ya da metanın en iyi miktarda ve kaliteli şekilde sunulmasını sağlayacak yegâne mekanizma piyasadaki arz talep mekanizmasıdır.
Ekonomi kitaplarında iktisadın tanımı diye sık sık yinelenen bir cümle vardır: “Kıt kaynakların sınırsız ihtiyaçlara dağılımı”. Oysa bu tanım iktisadın değil apaçık bir şekilde liberal iktisadın temel varsayımıdır.
Birinci varsayımları şu: Piyasalar doğal olarak vardır. İnsanlık ve mübadeleyle yaşıttır. Çünkü insanların kıt kaynakları optimum yani en verimli bir şekilde kendi kendilerine dağıtma imkanı yoktur. Bunu piyasa yapar. Nasıl mı? Fiyat mekanizmasıyla. Diyelim ki piyasada bin tane insan var. Bunların hepsinin elinde bir miktar mal var. Bunların hepsi birbiriyle değiş tokuş yapacak.
Hikayeye göre ikinci en önemli varsayım şu: Özel mülkiyet var. Ve herkes ilk anda bir şeylerin mülkiyetini şahsına geçirmiş. Yani özel mülkiyet olmasa aslında piyasa olmaz. Temel varsayım başka bir varsayıma ihtiyaç duyuyor.
Liberal hikaye diyor ki; eğer insanlar ihtiyaç duydukları bir ürünü kendi mülkiyetlerinde bulundurmuyorlarsa mecbur onu başka bir mülk sahibiyle değiş tokuş edecekler. Burada arz ve talep dengesinin belirlediği fiyat mekanizması devreye girer. Bir kişi elindeki sandalyeyi araba fiyatına satmaya kalkarsa bu elinde kalacaktır. Çünkü kimse bu denli pahalı bir sandalye satın almaz. Sandalye sahibi mecbur fiyat kıracaktır. Ya da hiç sandalye üretmeyip, sandalye kıtlığı yaratmaya çalışabilir. Ancak bu da mümkün değildir çünkü başka sandalye üreticileri ucuza sandalye üretecektir. Dolayısıyla sonuçta tüm sandalye üreticileri piyasada istenen miktarda ve fiyatta sandalye üretmeyi piyasanın görünmez sopasıyla öğrenecektir.
Liberalizmin iddiası şu: Eğer serbest piyasa olmazsa çok fazla, ihtiyacın gerektirmediği kadar sandalye üretilme tehlikesi var. Veya çok az üretip çok pahalıya satılma ihtimali de var. Ama piyasada serbest rekabet toplum için en yararlı dengeyi bulacaktır. Kendi faydasını (yani toplam kârını) artırmak isteyen sandalyeci tam da insanların ihtiyacı olduğu kadar (ne eksik ne fazla) sandalye üretmek ve en uygun fiyattan (ne pahalı ne ucuz) satmak zorunda kalacaktır. Bu ise kişisel faydayı (kârı) maksimize ettiği gibi toplumsal faydayı da (toplam üretim-tüketim) en yüksek düzeye çıkaracaktır. Yani kaynakların dağılımında optimum dengeye ulaşılacaktır.
Liberalizm: en büyük ırkçılık
Bu açıdan baktığımızda ABD’deki liberallerin itirazını hemen anlıyoruz. Eğer Obama’nın istediği gibi evrensel sağlık hizmeti her ABD vatandaşına sağlanırsa, hiçbir sigorta primi ödemeyen ve büyük ihtimalle işsiz ve az gelirli olduğu için hemen hemen hiç vergi vermeyen tam 49 milyon insana nasıl hizmet verilecek? Yanıt çok basit devlet bütçesi bu masrafı karşılayacak. Dolayısıyla zenginlerden alınan vergiler artacak.
Beyaz Saray’ın önüne toplanan bir milyona yakın ABD zengini diyor ki:
“Biz özel sigortalara binlerce dolar prim ödüyoruz, üstüne üstlük zengin olduğumuz için gelir vergisi de ödüyoruz. Ancak şimdi hiç prim ödemeyen insanlara devlet bedavaya sağlık hizmeti verecek. Bunun için benden daha fazla vergi alınacak. Bir de üstüne üstlük alacağım sağlık hizmeti de bozulacak. Parasız bedava hizmet olmaz. Yok öyle yağma! Parayı veren düdüğü çalar. Bizim bireysel özgürlüğümüzü ve alın terimizle kazandığımız servetimizi baskı altına alamazsınız. Yaşasın birey, yaşasın demokrasi, yaşasın liberalizm!”
İşte bu gösteri ABD toplumunun en saf liberal ideolojiye sahip ülke olduğunu göstermektedir. Argümanları liberalizm açısından çok haklıdır. Bu yüzden ekonomi ders kitaplarına girebilir. Eğer arz talep dengesi kanser ilacı için bir fiyat belirliyorsa ve bir hastanın bu fiyatı karşılama imkanı yoksa o zaman o hasta yaşam hakkını yitirecektir. Çünkü anlaşılan liberalizme göre yaşam hakkının da bir fiyatı vardır ve ilacın maliyet eğrisi ile yoksul bir hastanın “fayda” eğrisi yani parası kesişmiyorsa piyasaya göre hastamızın yaşama hakkı yoktur.
Kısacası tüm Batı medeniyetinin temelinde yer alan ve iddialara göre insan hakları dahil tüm hakların esin kaynağı olan liberalizm aslında piyasa gerek görürse insan yaşamasa da olur demektedir. Herşeyi metalaştırdığı gibi insan hayatını da metalaştıran liberalizme göre eğer fayda maliyet hesabına göre eksiye geçiyorsa bir insan yaşamak hakkını da yitirmektedir. Yeteri kadar parası olmayanın yaşamaya hakkı yoktur çünkü yaşaması verimli ve kârlı değildir. Piyasa optimum dengeyi sağlarken yoksul ferdimizi eleyiverir.
İyi de liberalizm ferdi kollamaz mıydı? Kollar ama eğer zengin, sağlıklı ve beyaz ise. ABD’deki sağlık reformu tartışması aslında liberalizmin saf ırkçı bir ideoloji olduğunu göstermektedir. Zenciler ölsün demekle yoksullar ölsün demek arasında nasıl bir fark olabilir ki?
Yaşam hakkı beleşçilik midir?
Zengin için fakirin yaşama hakkı en basit ifadeyle beleşçiliktir. Bu yüzden liberalizm zengin ırkçılığıdır. ABD’deki zengin liberaller “parasız sağlık hizmeti nasıl olur, biz para ödüyorken onlar sırf fakir oldukları için nasıl ödemez, bu haksızlık, beleşçilik” diyor. Şöyle söyleyelim: Eğer sen o fakirler senin evine girip mallarını yağmalamasın, servetine el koymasın diye polis (yani kamu) tarafından nasıl bedavaya korunuyorsan ve bu nasıl beleşçilik olmuyorsa, fakirin yaşam hakkı da beleşçilik değildir.
Yoksulları beleşçilik ile suçlayan ABD’deki son liberal kitle eylemi aslında eyleme geçen liberalizmin ırkçı bir soykırım makinesinden başka bir şey olmadığını göstermektedir. Düşünün bir kere! Hitler insanlık tarihinin gördüğü en büyük soykırımcılardan biri olarak suçlanmaktadır. Oysa her yıl liberal düzenden dolayı en basit sağlık hizmetlerine ulaşamadığı için en insanlık dışı yolla öldürülen yoksulların ve ezilenlerin sayısı Hitler’in altı yılda öldürdüğünden çok daha fazladır.
Aslında liberalizmin ilk kurucuları, ilk liberaller Adam Smith ve David Ricardo ABD’deki liberallerin bu eylemini görseler ve liberalizmin geldiği noktayı kestirebilselerdi çok şaşırırlardı. Çünkü bugünkü liberallere çok şaşırtıcı gelebilir ama aslında ilk liberaller serbest piyasa kuramını oluştururken piyasanın kusursuzluğunu pek de küçük olmayan bazı istisnalarla sınırlamışlardı. Adam Smith bazı ihtiyaçların özel bireyler tarafından sağlanmasının imkânsız olduğunun farkındaydı. Çünkü piyasaya bırakıldığında hiç kârlı olmayacak dolayısıyla kimsenin ilgilenmeyeceği işler vardır. Ne mi?
Örneğin güvenlik, polis ve askerlik hizmeti fiyatlandırılamaz. Devam edelim; yargı, ulaşım, yol, altyapı, eğitim. Okullar açmak, insanları eğitmek nasıl kârlı bir iş olabilir ki?
Peki ama liberalizmin o pek iddialı varsayımlarına ne oldu? Hani piyasalar doğal, ezeli ve ebedi kurumlardı. İyi de eğer polisler ve yargıçlar mülkiyet hakkını korumasa, ortada fiyatlandıracak ürün bile kalmaz. Oysa bu kurumları teorik düzlemde piyasanın dışına iten yine liberallerdir. Çünkü kâr için polislik veya yargıçlık yapmak “optimum” bir çözüm olmayacağı gibi özel mülkiyetin tarafsızlık ilkesine de ters düşecektir.
O zaman liberalizmin tüm varsayımları çöküyor. Hem her şeyin en optimum çözümü piyasadadır deniyor, hem de piyasanın işlemesi için ilk şart olan ulusal pazarın güvenliği, mülkiyet hakkı ve burjuva adaletinin uygulanması tamamen piyasa dışındaki kurumlara ordu, polis ve mahkemelere terk ediliyor. İyi de piyasa bazı ihtiyaçların (ki en önemli ihtiyaçlar) optimum karşılanmasına olanak tanımıyorsa, hatta bizzat piyasanın varlığı bile piyasa dışı kurumlara (yani kamu kurumlarına) bağlıysa o zaman nerede kaldı piyasanın ve özel mülkiyetin ezeli ve edebi doğallığı, optimumluğu…
Neo-liberal kaçamak
Kapitalizmin fikirsel ve ideolojik olarak en büyük zaafı burada yatmaktadır. Piyasalar işlesin diye devletin müdahalesi şarttır. Demek ki her şeyi piyasalara bıraktığınızda bile piyasaya bırakmış olmuyorsunuz. O zaman birileri piyasalar “optimum” işlesin diye zırt pırt devleti devreye sokacağına pekala şöyle diyebilir; devlet optimum işlesin ve piyasaları düzeltip duracağına piyasa dışı bir sistem kursun. Ki buna da sosyalizm denir.
Elbette emperyalist ülkeler çok zengin olduğu için sosyalizmi uygulamak zorunda kalmadılar. İdeolojik olarak liberal toplumlar olarak kalmakla beraber, uygulamada tekelci devlet kapitalizmine döndüler. Bu yüzden Obama’nın yaptığı da tabii ki sosyalizm değil. Sadece kendi kapitalizmine çıkış yolu arıyor. Bu bazılarına liberal teorinin dışına çıkmak gibi gelebilir ancak pragmatizm burjuvaların esas ideolojisidir ve dogmatik olmak gibi bir saplantıları yoktur.
Ancak piyasa-devlet ilişkisinde liberalizm aleyhine var olan bu düşünsel çelişkiye yönelik neo-liberal bir kaçamak vardır ki; Obama’nın tercihi bunun da iflas etmeye başladığını gösteriyor.
Neo-liberalizmin eğilimi Adam Smith ve çağdaşlarının tersine, kamu hizmetlerini de fiyatlandırmak ve piyasaya terk etmektir. Bu açıdan liberalizm son bir fikirsel deneme yapmıştır. Nasıl mı?
Neo-liberaller, klasik liberallerin tersine güvenlik, ordu, yargı ve eğitim gibi kamu hizmetlerini de piyasaya dâhil etmek gibi cüretkâr bir işe atıldılar. Bu iş için yeni bir kavram uydurdular: Dışsallık.
Dışsallık için en klasik örnek olan deniz feneri örneğini verelim. Eğer özel bir girişimci bir denize fener yapsa bu işten zarar eder. Çünkü o fenerden binlerce gemi bedavaya yararlanacak ancak hiçbiri bu iş için para ödemeyecektir. Bu yüzden fener yapma işini devlet üstlenir. Çünkü piyasa bu iş için uygun fiyatı saptayıp özel girişimciye sağlayamaz. Buna neo-liberaller pozitif dışsallık diyorlar. Yani ürünün gerçek toplumsal değeri piyasa değerinden pahalı... Çünkü ürüne fiyat ödemeyenler de bedavaya üründen fayda sağlıyor.
Neo-liberal uyanık burada cinlik yapıyor. “Biz” diyor “pozitif dışsallığı olan ve genelde devletin üstlendiği bu tür işleri de piyasaya bırakalım.” “Eee, nasıl olacak bu?” diye sorduğumuzda da diyorlar ki: “Örneğin özel bir üniversiteyi ele alalım. Üniversitenin sahibi kişi başına 10 bin dolar para istesin. Daha fazla isteyemez çünkü burjuva öğrenci bile bunu ödeyemez. Ancak buradan mezun olan öğrenci zengin bir avukat olunca belki de yüz binlerce dolar para kazanacak. Fakat bunun hiçbiri özel üniversite sahibinin cebine girmeyecek. Dolayısıyla tıpkı deniz feneri sahibi gibi üniversite sahibi de zarar edecek. Devlet bu işe el koysun. Yapılan işin topluma toplam faydasını yani pozitif dışsallığını hesaplasın. Ortaya çıkan meblağ vergi muafiyeti hatta doğrudan para yardımı olarak üniversite sahibine ödensin. Toplum da bu iş için vergilendirilsin.”
Liberal ırkçılığa karşı aklın yolu: Sosyalizm
Ölme eşeğim ölme! Hani her şeyin fiyatını en iyi piyasa belirlerdi. Başın sıkışınca neden devlete ödetiyorsun. Nerede kaldı senin liberalizmin?
Bu liberal manyaklığın son noktasıdır. Son elli yılda eğitim, sağlık, silah üretimi, altyapı yatırımları ve hatta güvenlik gibi her türlü kamu hizmeti yavaş yavaş özel ellere teslim edildi. Neo-liberalizm bunu gerektiriyordu. Ancak bu işlerin hepsi “pozitif dışsallık” içerdiği için devlet bizzat özel sektörü kendi bütçesinden desteklemek zorunda kaldı. Böylelikle ABD gibi tüm kamu hizmetlerinin piyasalaştırıldığı en neo-liberal ülkelerde bile, devletin ekonomideki payının yüzde 40’ın üstüne çıktığı absürt durumlar ortaya çıktı. Bunu adına devletin “pozitif dışsallığı” finanse etmesi deniyor.
Türkiye’de bunun en basit göstergesi sağlık sisteminin çökertilip, devlet bütçesinden AKP’li özel hastane sahiplerinin zengin edilmesidir. Böyle verimsiz ve “liberal” bir hırsızlığa, tüm vergi mükellefleri mahkûm edilmiştir.
Yani liberal hırsızlık devam etsin diye tüm dünyada devlet daha çok seferber olmaktadır. Oysa neo-liberalizmin “pozitif-negatif dışsallık” teorisinin kendisi liberalizmde bir ilerlemeden çok fikirsel çöküşü temsil etmektedir. Demek ki ürünlere piyasa optimum bir fiyat belirleyememektedir. Artık kapitalist fiyat mekanizması ancak tekelci devlet müdahalesiyle işleyebilmektedir. Özel mülkiyet ve piyasa düzeni sürsün diye tüm dünyada kamu bütçeleri trilyonlarca doları piyasalara pompalamaktadır.
Bu Batının dünyaya giydirdiği deli gömleğidir. Emperyalizm var olduğu sürece kendileri bu gömleği çıkarmayacaktır. Ancak biz emperyalizmden sömürülenler şu çok basit soruyu doğal olarak soruyoruz. Madem serbest piyasa bu denli çarpık bir düzen, devlet müdahalesi ve bizim vergilerimiz olmadan ayakta duramıyor, neden bu çılgınlıkta ısrar edelim? Demek ki “pozitif dışsallık” teorisinin gösterdiği gibi ürünün değerini belirleyen şey arz ve talep dengesinin saptadığı fiyat değil, yalnızca ve yalnızca ürünün toplumsal değeridir. O zaman o değeri zaten devlet saptayacaksa, bunca işi zaten devlet üstlenecekse tamamen üstlensin. Piyasayı aradan çıkarsın. Olsun bitsin.
Kısaca buna sosyalizm deniyor. Elbette Obamacı olsun veya olmasın hiçbir ABD’li bunu istemez. Bizim için ise kaçınılmaz olan tek “rasyonel” çözüm budur.
2 Ekim 2009 Cuma
MOLLACA!!
Küçük molla, atasının ve babasının akibetine bakmadan üniversiteler ve kışlaya karşı savaş başlattı.
Buda mollanın akılsızlığının kanıtıdır. Molla çağın medrese molla çağı olmaktan çıktığının farkında değil. Bu onlar için hayatlarının en büyük hatalarından biri olacak yine, çünkü bu ülkede mollalar , yıllardır duvara toslayıp yerine otururlar. Duvarların biri kışlalar, biri üniversiteler, diğeri de Kemalizme inanmış Türk halkı. Molla bu üç değere savaş açarak, kendi idam fermanını hazırlamış bulunmaktadır.
Ülkenin bağımsızlığı ve bölünmez bütünlüğü için Atatürk'ü iyi anlamak kemalizmin ve cumhuriyetin bekcisi olmak gerek.
Buda mollanın akılsızlığının kanıtıdır. Molla çağın medrese molla çağı olmaktan çıktığının farkında değil. Bu onlar için hayatlarının en büyük hatalarından biri olacak yine, çünkü bu ülkede mollalar , yıllardır duvara toslayıp yerine otururlar. Duvarların biri kışlalar, biri üniversiteler, diğeri de Kemalizme inanmış Türk halkı. Molla bu üç değere savaş açarak, kendi idam fermanını hazırlamış bulunmaktadır.
Ülkenin bağımsızlığı ve bölünmez bütünlüğü için Atatürk'ü iyi anlamak kemalizmin ve cumhuriyetin bekcisi olmak gerek.
24 Eylül 2009 Perşembe
Faşist rejim ve aydınları
Türkiye’nin 1980 sonrası toplumsal ve siyasal yaşantısına baktığımızda 12 Eylül’ün Türkiye açısından ciddi bir yön değişikliği tasarladığını ancak bugün görebiliyoruz.
12 Eylül 1980’de Kenan Evren liderliğindeki Amerikancı cunta iktidara el koyduğunda 12 Mart darbesinin üzerinden ancak on yıl geçmişti ve 12 Eylül yeni bir 12 Mart olarak algılanmıştı.
12 Mart darbesi çokça söylendiği şekliyle bir “balyoz harekatı”ydı ve amacı da gelişen toplumsal muhalefeti dağıtmaktı. Ancak darbe ne kadar ağır olursa olsun toparlanma yine de mümkündü ve öyle de olmuştu.
Tam da bu nedenle 12 Eylül darbesi sadece 12 Mart tipi bir darbe olarak değil yeni bir rejim olarak geldi: 12 Eylül rejimi!
12 Eylül, yeni bir rejim kurmak için geliyordu ve yeni bir rejimin kurulması için de eskisinin yıkılması gerekiyordu. 12 Eylül rejimi Cumhuriyet’i yıkmak için cumhuriyetin yarattığı toplumsal projenin yerine yeni bir toplumsal proje inşaa etmek üzere yola koyuldu. O nedenle ve çok haklı olarak bugün, ekonomiden siyasete, kültürden sanata her alanda yaşanan sıkıntılarımızın kökeni bir şekilde 12 Eylül’e bağlanıyor.
12 Eylül yeni bir toplumsal projeyi yürürlüğe koymak için bu toplumsal projenin savunusunu yapacak bir düşünsel ve siyasal mekanizmaya ihtiyaç duymaktaydı. 12 Eylül aydını bu projenin ideolojik taşıyıcısı olarak piyasaya sürüldü.
12 Eylül rejiminin kendi aydınını yaratma ihtiyacı hayatiydi. Zira toplumsal muhalefetin ezildiği, sol örgütlenmenin tümden yasaklandığı bir ortamda hâlâ ayakta duran cumhuriyet aydını, gelmekte olan faşizme karşı daha ilk anda hem bir direniş aracı hem de toplumu aydınlatan ve uyaran bir işaret fişeği olmuştu.
12 Eylül’ün en karanlık günlerinde herkesin sustuğu ve köşesine çekildiği bir dönemde Kenan Evren’in karşısına çıkıp Aydınlar Dilekçesi’ni faşizmin yüzüne çarpan Aziz Nesin örneği cumhuriyet aydınının yok edilmesinin faşizm açısından ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyordu. Aziz Nesin, 12 Eylül’deki bu direnişin bedelini ödediği yetmezmiş gibi 1993’de 12 Eylül’ün beslemesi Şeriatçı hareket tarafından Sivas’ta katledilmek istendi.
Cumhuriyet aydınına yönelik sistemli saldırıda Aziz Nesin belki o dönem sağ kalmayı başardı ancak Uğur Mumcu başta olmak üzere pek çok Atatürkçü aydın katledilmekten kurtulamadı.
İdeolojik saldırının yetersiz kaldığı noktada 12 Eylül rejiminin arkasındaki emperyalist destek devreye girdi ve Atatürkçü aydınlar birbiri ardına katledilerek cumhuriyet aydını geleneğinin ayakta kalan son temsilcileri de yok edildi.
Bugün Atatürk ve cumhuriyet düşmanı aydın şebekesi işte 12 Eylül’ün açtığı bu dikensiz
yoldan ilerleyerek aydın sıfatını kazanabildi.
Kemalizmden intikam alma operasyonu
12 Eylül Kemalizmden intikam almak için kapsamlı bir operasyon başlatırken 12 Eylül’ün faşist aydını bu saldırının tetikçisi olarak işlevselleşti.
Elbette bu tür bir politik öç alma operasyonunun salt aydınlar vasıtasıyla tamamlanması mümkün değildi. 12 Eylül Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken oluşturduğu üniter ve laik devlet yapısına karşı bir siyasal projeyi de daha ilk günden piyasaya sürdü. Üniter devleti yok etmek için Kürtçü hareket, laik devleti yok etmek için de Şeriatçı hareket 12 Eylül rejimi tarafından beslendi ve bugün Kürt-İslam Faşizmi olarak adlandırdığımız birliktelik ortaya çıkarıldı.
12 Eylül aydını ile siyaset arasındaki ilişki de bu noktada başladı. 12 Eylül aydını politik alanda bu Kürt-İslamcı yükselişin militan bir savunucusu olurken aynı zamanda üniter ve laik devlet noktasında gelişecek toplumsal direncin kırılması için de özel bir misyon yüklendi. Toplumda bağımsızlık noktasındaki her türlü tepki milliyetçilik ve faşizm olarak damgalanırken laiklik konusundaki her türlü toplumsal hassasiyet de özgürlük düşmanlığı olarak gösterilmeye çalışıldı.
12 Eylül’le iktidara gelip yerleşen Kürt-İslamcı faşizm halkın aydınlanmasını değil gericileştirilmesini amaçlıyordu. 12 Eylül aydını da toplumsal gericilikle mücadele yerine bu gericilikten beslenmeyi tercih etti. Toplum gericileşip gerici güçleri iktidara taşıdıkça 12 Eylül aydını da iktidardan sağladığı rantı korumuş olacaktı.
Bunun için, Atatürkçülük, milliyetçilik, laiklik, bağımsızlık gibi kavramlar yerden yere vuruldu. Her türden gerici talep ise özgürlük adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldı. Ortaçağ karanlığının simgesi olan türban işte böylesi bir iklim içinde meşrulaştırıldı ve AKP iktidarı bu yoldan iktidara taşındı.
Özgürlükçü değil ırkçı!
1980 sonrası dönemde yıldızı parlatılan aydın şebekesi Atatürk’e ve cumhuriyet’e sahip çıkmayı resmi ideoloji olarak gösterip bu değerlere küfrederken aslında 12 Eylül’ün gösterdiği hedef doğrultusunda faşist bir ideolojinin savunuculuğuna soyunmaktaydı. Ancak açıkça faşist bir ideolojinin savunuculuğunu üstlenen tetikçi aydın bunun ideolojik kılıfını bulmakta da gecikmedi: özgürlük ve demokrasi!
“Özgürlükçü’ ve “demokrat” sıfatlarının havada uçuştuğu bir siyasal ortamda PKK terörünün bile savunulabildiği bir ideolojik iklim yaratıldı.
Bu operasyonun önemli bir ayağı üniter yapının temel direği olan milli kimliğin ve ulusal kültürün ortadan kaldırılmasıydı. Alt-üst kimlik tartışması olarak başlayan ama bugün gelinen noktada milli kimliğe ve üniter yapıya karşı her türlü etnik kimliğin ırkçılık düzeyinde savunulmasına varan bir kimlik politikası 12 Eylül aydınının temel propagandasıdır.
12 Eylül aydını o derece ırkçıdır ki Türk’ten ölesiye nefret eder. Türk’ten başka herhangi bir mazlum millet kimliği de aynı şekilde geri ve aşağılık bir kategoridir. Batı ve Batılı medeni ve özgürlükçü iken Üçüncü dünya her türlü geriliğin simgesidir bunlar için.
Bunların yazılı tüm metinlerine bakın tek değerlendirme ölçütü “ırk”tır. Kullandıkları tek kategori ırktır. Dünya tarihini açıklarken de Türkiye’nin tarihine bakarken de gördükleri tek şey ırkların mücadelesidir.
Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Batının bir şekilde aklanması söz konusudur. Batının ırkçı, katliamcı ve barbar kimliğini unutup bunun yerine “ırkçı ve barbar Türk” tarifini koyar ve Batıya yaranmak için Türklere küfretmeyi tercih eder 12 Eylül aydını.
O nedenle bunların sanat, kültür, edebiyat diye ortaya koydukları şey de rezil bir ırkçılık olmaktadır sadece.
Aydın pazarı
12 Eylül aydının bu açık ihanetini ortaya çıkaran şeyse 12 Eylül sonrasında ortaya çıkarılan pazar mekanizmasıdır. 12 Eylül’le birlikte ilk kez olarak sistematik bir aydın pazarı oluşturulmuştur ve tüm siyaset, kültür, sanat ve edebiyat dünyası bu çerçevede şekillendirilmiştir. Bugün mevcut tekelci yapı içinde iyi bir yazar, iyi bir romancı, iyi bir şair olmanın hiç önemi yoktur. Zira sistem içinde iyilere değil itaat edenlere yer vardır sadece. Dolayısıyla bu aydın pazarı içinde varolmanın ve tutunmanın tek yolu da sisteme biat emektir.
12 Eylül sonrası dönemde gerçek anlamda tek bir aydın örneğinin bile ortaya çıkmaması tam da bu nedenledir. 12 Eylül kendi aydınını yetiştirirken gerçek aydınını ortaya çıkacağı tüm zemini de ortadan kaldırmıştır. Sistem artık aydın değil midesinden düzene bağlanmış yeteneksiz ve vasat propagandacılar yetiştirmektedir.
Tabii bunun bir adım ötesi sistemden beslenen tüm çarkların sistemin birer uzvu haline gelmesidir. Sistemden beslenen aydın bu konumun gereği olarak bilincini de değiştirir ve sistemin ateşli bir savunucusu haline gelir.
Bu andan itibaren aslında aydın olma vasfı da tümüyle ortadan kalkmıştır. Türkiye’nin aydın geleneğini azıcık takip eden herkes cumhuriyet aydınının her zaman egemen sınıfların ve iktidarların karşısında yer aldığını bilir. Türkiye tarihinin 1980 öncesi döneminde öne çıkan aydınların istisnasız tamamı mevcut iktidarların ve emperyalist merkezlerin karşısında konumlanmış ve bütün ömürlerini bu güçlerle mücadeleyle geçirmişlerdir. Nazım Hikmet’ten Aziz Nesin ve Uğur Mumcu’ya kadar cumhuriyet kuşağı aydını iç ve dış iktidar odaklarının en büyük düşmanlarından birisidir ve bundan dolayı hapishanelerde yaşamaya alışmış, bütün yaşamları baskı ve yıldırmalarla geçmiş ve kimi zaman da katledilerek ortadan kaldırılmışlardır.
Peki ya bugünün o çok özgürlükçü ve demokrat aydıncıkları? Bunların bir kez bile hakim güç odaklarını ya da emperyalist merkezleri eleştirdiği görülmüş müdür?
Bırakın eleştirmeyi bunlar emperyalizme, iktidara ve sermayeye karşı mücadele etmeyi bile gericilik olarak damgalayacak kadar işbirlikçileşmişlerdir. Bu da normaldir. Zira 12 Eylül aydını artık bu sistemin ve sistemin efendilerinin hizmetine girmiş aklını ve bilgisini bu merkezlerin kullanımına teslim etmiştir. Tam anlamıyla bir pazar mamülü haline gelmiştir.
Elbette böylesi bir pazar mantığıyla işleyen bir mekanizmadan kültür, edebiyat ya da siyaset adına işe yarar bir şey çıkmasına da imkan yoktur.
Aydının misyonu da artık halkı aydınlatmak ya da toplumu dönüştürmek değil emperyalizmin merkezlerinde üretilen komprador ideolojinin ülke içinde kök salmasını sağlamaktır.
“Batının ne kadar özgürlükçü olduğu”ndan tutun da “demokrasinin ancak Batı ile ilişkiler sayesinde gelişebileceği”ne kadar pek çok sömürgeci tez halka bunlar aracılığıyla aşılanmaktadır.
Burası 12 Eylül aydınının Tanzimat aydını ile olan göbek bağıdır. 12 Eylül aydını da tıpkı Tanzimat aydını gibi Batının devşirmesidir. Devşirme aydın kimliksiz vatansız, dilsiz bir yabancıdır. Tanzimat aydını bütün düşünsel kaynağını Batıdan aldığı için Batılı olmayan bir Batıcıya dönüşmüş ve toplumdan kopuk ve topluma yabancı bir vaka haline gelmişti.
12 Eylül aydını ise son derece bilinçli bir biçimde Batının düşünsel yönlerini almanın ötesinde Batıya fahişelik etmeyi tercih etmiştir ve bu yönüyle Tanzimat aydınını çoktan aşmıştır.
Faşizmin paralı askerleri
Bu 12 Eylül aydını tiplemesinin öne çıkan örnekleri arasında Murat Belge, Ahmet Altan, Baskın Oran ve Orhan Pamuk gibi isimleri saymak mümkün.
Belge ve Altan farklı sol kökenlerden gelmekle birlikte bugün iktidar yandaşı, Şeriatçıların finanse ettiği ve CIA’nın yönlendirdiği Taraf gazetesi çatısı altında aynı yerde buluşmuşlardır. Geçmişte ayrı yerlerde bulunmalarının da sadece oynadıkları rolün gereği olup olmadığını ancak bugün sorabiliyoruz.
Belge, geçmişten bugüne teorik/ideolojik lafazanlıklarla solu liberalizmin peşine takmaktan başka bir şey yapmamak bir yana bugün Türk solunu vareden bütün değerlere küfreden bir çizginin basındaki en militan sözcüsü durumunda. Ancak konformist çizgisi söz konusu olduğunda bugün dünden daha ileri bir konumda olduğu da görülüyor.
Ahmet Altan, porno romancılığından genel yayın yönetmenliğine terfi edilip ödüllendirilirken bunu sadece Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığındaki performansına borçlu olduğunu belirtmek gerek.
Belge ve Altan “resmi ideoloji”yle mücadele adı altında bugün açıkça AKP faşizminin paralı askerliğine soyunmuş durumdalar ama en azından sol içinde yıllardır nasıl bir misyon üstlendikleri artık anlaşılmış görünüyor.
Baskın Oran 12 Eylül’den sonra sol içinde “12 Eylül’ü eleştiren” isim olarak ün yaptı. Ancak Kenan Evren “Atatürkçüyüm” derken ne kadar numara yapıyorduysa Baskın da “12 Eylül’ü eleştiriyorum” derken aynısını yapıyordu. 12 Eylül, kendisini eleştirme hakkını da bir tek kendi aydınlarına veriyordu.
Baskın’ın 12 Eylül’ün hemen ertesinde Kürtçülük ve Ermenicilikte başa güreşirken bugün de Kürt-İslamcı AKP iktidarın en sıkı savunucusu olması ideolojik açıdan 12 Eylül’le ne kadar örtüştüğünü gösteriyor. Baskın Oran aynı zamanda bu aydın pazarı içinde işleyişi en iyi kavrayan isim oldu. AKP iktidarını ilk günden itibaren savunan Baskın hem AKP’yi destekleme konusunda diğer dostlarının yolunu açtı hem de bu desteği paraya çevirmeyi başardı. Baskın’ın muhalif pozunda ortalıkta gezip başbakanlık tarafından bir rapor hazırlatılacağında başvurulan ilk isim olması bile bunların muhalifliklerinin ne oluğunu gösteriyordu. Elbette işin ucunda önemli miktarda para vardı ve bütün o özgürlük, kimlik, demokrasi tartışması içinde gizlemek istedikleri de buydu.
Orhan Pamuk ise 12 Eylül aydını açısından bir prototiptir.
Pamuk bırakın emperyalizme karşı çıkmayı bu kavramı hafızasından bile silmiş bir örnek. AB ve ABD komiserlerinin ülke içindeki en yakın dostu. Ayrıca Kürt-İslamcı iktidarın gözbebeği ve Çankaya’daki resepsiyonların davet listesinin ilk sırasında. Büyük sermaye açısından da Pamuk Türkiye’nin iftihar kaynağı olarak görülüyor ve el üstünde tutuluyor.
Pamuk’un kitapları ise bırakın basılmayı daha proje aşamasında iken bile tekelci basının reklam kampanyalarıyla ödüllendirilmektedir. Pamuk’un piyasaya çıkan son kitabı ile ilgili tanıtım kampanyası da komprador sistemin nasıl işlediğini ele vermektedir aslında. Pek çok köşe yazarı kitabı daha okumadan övmeye başlamışlardır. Piyasaya çıktığında ise büyük reklam kampanyalarıyla karşılanmıştır.
Pamuk, pek çok 12 Eylül aydınının aksine solculuktan da istifa etmiştir. Sistemin “yaramaz” ve “dahi” çocuğu olarak o kadar şımartılmıştır ki, artık solcu maskesi takmasına da gerek yoktur.
Buna rağmen Pamuk’un son kitabıyla ilgili ilginç bir propaganda haberi kendisini sol zanneden Birgün gazetesinde çıktı: “Raflarda Orhan Pamuk bolluğu”
Demek ki Pamuk’un sanat diye ortaya koyduğu şey ancak raflarda bolca bulunan bir şey olabiliyor. “Sol” bir gazetenin bile Pamuk’un romanında öne çıkarabildiği tek şeyin bu olması ilginç. Bu bol şeyin pazar tezgahındaki karpuzdan ne farkı bulunduğu ise gerçekten merak konusu.
Ancak bu bolluk meselesi başka bir açıdan da önemli. Pamuk, sistem tarafından devşirilen bir aydın olmanın ötesinde emperyalist merkezlerin de takdirlerini kazanmak gibi bir başarıya imza atmış durumda. O nedenle Pamuk artık bu “azgelişmiş” Türklerin arasında bulunmaktan bile imtina ediyor, soluğu New York’ta alıyor. Bir Amerikan üniversitesinde hocalık görevi kaptığını da eklemek gerek. Ne de olsa Nobelli bir yazar artık.
Ülke içindeki itibarı da buna paralel olarak artıyor. Tekelleşmiş yayın piyasası içinde Pamuk’un her kitabı, üstelik okunmadığı artık herkesçe bilindiği halde tezgâhlara yığılıyor. Bir anlamda okuyucunun gözüne sokuluyor.
Peki Pamuk acaba “Türkler 1 milyon Ermeni’yi ve 30 bin Kürdü kesti” demeseydi ne olurdu? Kitapları yine raflarda bolca bulunur ve adeta okuyucunun gözüne sokulurcasına raflara yığılır mıydı? Kaç tane köşe yazarı bu sözleri sarfetmeseydi Pamuk’un kitabını daha okumadan tanıtırdı ve dahası Batı, Pamuk’un metinlerine Nobel vermeyi bırakın adını bile anmaya değer bulur muydu?
Faşist propaganda ve aydın terörü
Bugün 12 Eylül’ün beslemesi Kürt-İslamcı AKP, doludizgin bir faşist rejime doğru ilerlerken önündeki tüm muhalifleri de bir şekilde susturmanın yolunu bulmuş durumda. AKP faşizmine karşı çıkan herkes bir şekilde derdest edilip içeri alınıyor. Muhalif olabilecek herkese de gözdağı veriliyor.
Kürt-İslamcı faşizmin ideolojik tetikçiliğini üstlenen aydın çetesi ise bu faşistleşme sürecinin koltuk değneği işlevi görüyor. Hitler faşizmi Gobbels’in başında bulunduğu bir faşist propaganda bürosu aracılığıyla faşizmin yerleşmesi için çalışıyordu.
Bugün 12 Eylül aydını dediğimiz aydın çetesi de her biri birer Gobbels olma aşkıyla faşizme hizmet ediyorlar.
Öyle ki bunların karşı çıktığı her şey resmi ideoloji olarak damgalanıyor ve bu fikirleri savunan herkes de anında faşist damgası yiyor.
12 Eylül’ün faşist aydın terörünün tek bir isteği var; her dediklerinin kabul edilmesi, herkesin onların gibi düşünmesi. Bunu yapmayanların ise değil düşünmelerine imkan olsa yaşamalarına bile şans tanınmayacak.
Bu aydın terörü iktidar faşizmi ile birleştiğinde bugünün Türkiyesinde Türk olmak, Atatürkçü olmak, solcu ve sosyalist olmak bile neredeyse yasaklanmış durumda.
Ama her çıkışın mutlak bir inişi de vardır.
Hitler ve Mussolini faşizminin bile yıkıldığı
12 Eylül 1980’de Kenan Evren liderliğindeki Amerikancı cunta iktidara el koyduğunda 12 Mart darbesinin üzerinden ancak on yıl geçmişti ve 12 Eylül yeni bir 12 Mart olarak algılanmıştı.
12 Mart darbesi çokça söylendiği şekliyle bir “balyoz harekatı”ydı ve amacı da gelişen toplumsal muhalefeti dağıtmaktı. Ancak darbe ne kadar ağır olursa olsun toparlanma yine de mümkündü ve öyle de olmuştu.
Tam da bu nedenle 12 Eylül darbesi sadece 12 Mart tipi bir darbe olarak değil yeni bir rejim olarak geldi: 12 Eylül rejimi!
12 Eylül, yeni bir rejim kurmak için geliyordu ve yeni bir rejimin kurulması için de eskisinin yıkılması gerekiyordu. 12 Eylül rejimi Cumhuriyet’i yıkmak için cumhuriyetin yarattığı toplumsal projenin yerine yeni bir toplumsal proje inşaa etmek üzere yola koyuldu. O nedenle ve çok haklı olarak bugün, ekonomiden siyasete, kültürden sanata her alanda yaşanan sıkıntılarımızın kökeni bir şekilde 12 Eylül’e bağlanıyor.
12 Eylül yeni bir toplumsal projeyi yürürlüğe koymak için bu toplumsal projenin savunusunu yapacak bir düşünsel ve siyasal mekanizmaya ihtiyaç duymaktaydı. 12 Eylül aydını bu projenin ideolojik taşıyıcısı olarak piyasaya sürüldü.
12 Eylül rejiminin kendi aydınını yaratma ihtiyacı hayatiydi. Zira toplumsal muhalefetin ezildiği, sol örgütlenmenin tümden yasaklandığı bir ortamda hâlâ ayakta duran cumhuriyet aydını, gelmekte olan faşizme karşı daha ilk anda hem bir direniş aracı hem de toplumu aydınlatan ve uyaran bir işaret fişeği olmuştu.
12 Eylül’ün en karanlık günlerinde herkesin sustuğu ve köşesine çekildiği bir dönemde Kenan Evren’in karşısına çıkıp Aydınlar Dilekçesi’ni faşizmin yüzüne çarpan Aziz Nesin örneği cumhuriyet aydınının yok edilmesinin faşizm açısından ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyordu. Aziz Nesin, 12 Eylül’deki bu direnişin bedelini ödediği yetmezmiş gibi 1993’de 12 Eylül’ün beslemesi Şeriatçı hareket tarafından Sivas’ta katledilmek istendi.
Cumhuriyet aydınına yönelik sistemli saldırıda Aziz Nesin belki o dönem sağ kalmayı başardı ancak Uğur Mumcu başta olmak üzere pek çok Atatürkçü aydın katledilmekten kurtulamadı.
İdeolojik saldırının yetersiz kaldığı noktada 12 Eylül rejiminin arkasındaki emperyalist destek devreye girdi ve Atatürkçü aydınlar birbiri ardına katledilerek cumhuriyet aydını geleneğinin ayakta kalan son temsilcileri de yok edildi.
Bugün Atatürk ve cumhuriyet düşmanı aydın şebekesi işte 12 Eylül’ün açtığı bu dikensiz
yoldan ilerleyerek aydın sıfatını kazanabildi.
Kemalizmden intikam alma operasyonu
12 Eylül Kemalizmden intikam almak için kapsamlı bir operasyon başlatırken 12 Eylül’ün faşist aydını bu saldırının tetikçisi olarak işlevselleşti.
Elbette bu tür bir politik öç alma operasyonunun salt aydınlar vasıtasıyla tamamlanması mümkün değildi. 12 Eylül Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken oluşturduğu üniter ve laik devlet yapısına karşı bir siyasal projeyi de daha ilk günden piyasaya sürdü. Üniter devleti yok etmek için Kürtçü hareket, laik devleti yok etmek için de Şeriatçı hareket 12 Eylül rejimi tarafından beslendi ve bugün Kürt-İslam Faşizmi olarak adlandırdığımız birliktelik ortaya çıkarıldı.
12 Eylül aydını ile siyaset arasındaki ilişki de bu noktada başladı. 12 Eylül aydını politik alanda bu Kürt-İslamcı yükselişin militan bir savunucusu olurken aynı zamanda üniter ve laik devlet noktasında gelişecek toplumsal direncin kırılması için de özel bir misyon yüklendi. Toplumda bağımsızlık noktasındaki her türlü tepki milliyetçilik ve faşizm olarak damgalanırken laiklik konusundaki her türlü toplumsal hassasiyet de özgürlük düşmanlığı olarak gösterilmeye çalışıldı.
12 Eylül’le iktidara gelip yerleşen Kürt-İslamcı faşizm halkın aydınlanmasını değil gericileştirilmesini amaçlıyordu. 12 Eylül aydını da toplumsal gericilikle mücadele yerine bu gericilikten beslenmeyi tercih etti. Toplum gericileşip gerici güçleri iktidara taşıdıkça 12 Eylül aydını da iktidardan sağladığı rantı korumuş olacaktı.
Bunun için, Atatürkçülük, milliyetçilik, laiklik, bağımsızlık gibi kavramlar yerden yere vuruldu. Her türden gerici talep ise özgürlük adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldı. Ortaçağ karanlığının simgesi olan türban işte böylesi bir iklim içinde meşrulaştırıldı ve AKP iktidarı bu yoldan iktidara taşındı.
Özgürlükçü değil ırkçı!
1980 sonrası dönemde yıldızı parlatılan aydın şebekesi Atatürk’e ve cumhuriyet’e sahip çıkmayı resmi ideoloji olarak gösterip bu değerlere küfrederken aslında 12 Eylül’ün gösterdiği hedef doğrultusunda faşist bir ideolojinin savunuculuğuna soyunmaktaydı. Ancak açıkça faşist bir ideolojinin savunuculuğunu üstlenen tetikçi aydın bunun ideolojik kılıfını bulmakta da gecikmedi: özgürlük ve demokrasi!
“Özgürlükçü’ ve “demokrat” sıfatlarının havada uçuştuğu bir siyasal ortamda PKK terörünün bile savunulabildiği bir ideolojik iklim yaratıldı.
Bu operasyonun önemli bir ayağı üniter yapının temel direği olan milli kimliğin ve ulusal kültürün ortadan kaldırılmasıydı. Alt-üst kimlik tartışması olarak başlayan ama bugün gelinen noktada milli kimliğe ve üniter yapıya karşı her türlü etnik kimliğin ırkçılık düzeyinde savunulmasına varan bir kimlik politikası 12 Eylül aydınının temel propagandasıdır.
12 Eylül aydını o derece ırkçıdır ki Türk’ten ölesiye nefret eder. Türk’ten başka herhangi bir mazlum millet kimliği de aynı şekilde geri ve aşağılık bir kategoridir. Batı ve Batılı medeni ve özgürlükçü iken Üçüncü dünya her türlü geriliğin simgesidir bunlar için.
Bunların yazılı tüm metinlerine bakın tek değerlendirme ölçütü “ırk”tır. Kullandıkları tek kategori ırktır. Dünya tarihini açıklarken de Türkiye’nin tarihine bakarken de gördükleri tek şey ırkların mücadelesidir.
Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Batının bir şekilde aklanması söz konusudur. Batının ırkçı, katliamcı ve barbar kimliğini unutup bunun yerine “ırkçı ve barbar Türk” tarifini koyar ve Batıya yaranmak için Türklere küfretmeyi tercih eder 12 Eylül aydını.
O nedenle bunların sanat, kültür, edebiyat diye ortaya koydukları şey de rezil bir ırkçılık olmaktadır sadece.
Aydın pazarı
12 Eylül aydının bu açık ihanetini ortaya çıkaran şeyse 12 Eylül sonrasında ortaya çıkarılan pazar mekanizmasıdır. 12 Eylül’le birlikte ilk kez olarak sistematik bir aydın pazarı oluşturulmuştur ve tüm siyaset, kültür, sanat ve edebiyat dünyası bu çerçevede şekillendirilmiştir. Bugün mevcut tekelci yapı içinde iyi bir yazar, iyi bir romancı, iyi bir şair olmanın hiç önemi yoktur. Zira sistem içinde iyilere değil itaat edenlere yer vardır sadece. Dolayısıyla bu aydın pazarı içinde varolmanın ve tutunmanın tek yolu da sisteme biat emektir.
12 Eylül sonrası dönemde gerçek anlamda tek bir aydın örneğinin bile ortaya çıkmaması tam da bu nedenledir. 12 Eylül kendi aydınını yetiştirirken gerçek aydınını ortaya çıkacağı tüm zemini de ortadan kaldırmıştır. Sistem artık aydın değil midesinden düzene bağlanmış yeteneksiz ve vasat propagandacılar yetiştirmektedir.
Tabii bunun bir adım ötesi sistemden beslenen tüm çarkların sistemin birer uzvu haline gelmesidir. Sistemden beslenen aydın bu konumun gereği olarak bilincini de değiştirir ve sistemin ateşli bir savunucusu haline gelir.
Bu andan itibaren aslında aydın olma vasfı da tümüyle ortadan kalkmıştır. Türkiye’nin aydın geleneğini azıcık takip eden herkes cumhuriyet aydınının her zaman egemen sınıfların ve iktidarların karşısında yer aldığını bilir. Türkiye tarihinin 1980 öncesi döneminde öne çıkan aydınların istisnasız tamamı mevcut iktidarların ve emperyalist merkezlerin karşısında konumlanmış ve bütün ömürlerini bu güçlerle mücadeleyle geçirmişlerdir. Nazım Hikmet’ten Aziz Nesin ve Uğur Mumcu’ya kadar cumhuriyet kuşağı aydını iç ve dış iktidar odaklarının en büyük düşmanlarından birisidir ve bundan dolayı hapishanelerde yaşamaya alışmış, bütün yaşamları baskı ve yıldırmalarla geçmiş ve kimi zaman da katledilerek ortadan kaldırılmışlardır.
Peki ya bugünün o çok özgürlükçü ve demokrat aydıncıkları? Bunların bir kez bile hakim güç odaklarını ya da emperyalist merkezleri eleştirdiği görülmüş müdür?
Bırakın eleştirmeyi bunlar emperyalizme, iktidara ve sermayeye karşı mücadele etmeyi bile gericilik olarak damgalayacak kadar işbirlikçileşmişlerdir. Bu da normaldir. Zira 12 Eylül aydını artık bu sistemin ve sistemin efendilerinin hizmetine girmiş aklını ve bilgisini bu merkezlerin kullanımına teslim etmiştir. Tam anlamıyla bir pazar mamülü haline gelmiştir.
Elbette böylesi bir pazar mantığıyla işleyen bir mekanizmadan kültür, edebiyat ya da siyaset adına işe yarar bir şey çıkmasına da imkan yoktur.
Aydının misyonu da artık halkı aydınlatmak ya da toplumu dönüştürmek değil emperyalizmin merkezlerinde üretilen komprador ideolojinin ülke içinde kök salmasını sağlamaktır.
“Batının ne kadar özgürlükçü olduğu”ndan tutun da “demokrasinin ancak Batı ile ilişkiler sayesinde gelişebileceği”ne kadar pek çok sömürgeci tez halka bunlar aracılığıyla aşılanmaktadır.
Burası 12 Eylül aydınının Tanzimat aydını ile olan göbek bağıdır. 12 Eylül aydını da tıpkı Tanzimat aydını gibi Batının devşirmesidir. Devşirme aydın kimliksiz vatansız, dilsiz bir yabancıdır. Tanzimat aydını bütün düşünsel kaynağını Batıdan aldığı için Batılı olmayan bir Batıcıya dönüşmüş ve toplumdan kopuk ve topluma yabancı bir vaka haline gelmişti.
12 Eylül aydını ise son derece bilinçli bir biçimde Batının düşünsel yönlerini almanın ötesinde Batıya fahişelik etmeyi tercih etmiştir ve bu yönüyle Tanzimat aydınını çoktan aşmıştır.
Faşizmin paralı askerleri
Bu 12 Eylül aydını tiplemesinin öne çıkan örnekleri arasında Murat Belge, Ahmet Altan, Baskın Oran ve Orhan Pamuk gibi isimleri saymak mümkün.
Belge ve Altan farklı sol kökenlerden gelmekle birlikte bugün iktidar yandaşı, Şeriatçıların finanse ettiği ve CIA’nın yönlendirdiği Taraf gazetesi çatısı altında aynı yerde buluşmuşlardır. Geçmişte ayrı yerlerde bulunmalarının da sadece oynadıkları rolün gereği olup olmadığını ancak bugün sorabiliyoruz.
Belge, geçmişten bugüne teorik/ideolojik lafazanlıklarla solu liberalizmin peşine takmaktan başka bir şey yapmamak bir yana bugün Türk solunu vareden bütün değerlere küfreden bir çizginin basındaki en militan sözcüsü durumunda. Ancak konformist çizgisi söz konusu olduğunda bugün dünden daha ileri bir konumda olduğu da görülüyor.
Ahmet Altan, porno romancılığından genel yayın yönetmenliğine terfi edilip ödüllendirilirken bunu sadece Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığındaki performansına borçlu olduğunu belirtmek gerek.
Belge ve Altan “resmi ideoloji”yle mücadele adı altında bugün açıkça AKP faşizminin paralı askerliğine soyunmuş durumdalar ama en azından sol içinde yıllardır nasıl bir misyon üstlendikleri artık anlaşılmış görünüyor.
Baskın Oran 12 Eylül’den sonra sol içinde “12 Eylül’ü eleştiren” isim olarak ün yaptı. Ancak Kenan Evren “Atatürkçüyüm” derken ne kadar numara yapıyorduysa Baskın da “12 Eylül’ü eleştiriyorum” derken aynısını yapıyordu. 12 Eylül, kendisini eleştirme hakkını da bir tek kendi aydınlarına veriyordu.
Baskın’ın 12 Eylül’ün hemen ertesinde Kürtçülük ve Ermenicilikte başa güreşirken bugün de Kürt-İslamcı AKP iktidarın en sıkı savunucusu olması ideolojik açıdan 12 Eylül’le ne kadar örtüştüğünü gösteriyor. Baskın Oran aynı zamanda bu aydın pazarı içinde işleyişi en iyi kavrayan isim oldu. AKP iktidarını ilk günden itibaren savunan Baskın hem AKP’yi destekleme konusunda diğer dostlarının yolunu açtı hem de bu desteği paraya çevirmeyi başardı. Baskın’ın muhalif pozunda ortalıkta gezip başbakanlık tarafından bir rapor hazırlatılacağında başvurulan ilk isim olması bile bunların muhalifliklerinin ne oluğunu gösteriyordu. Elbette işin ucunda önemli miktarda para vardı ve bütün o özgürlük, kimlik, demokrasi tartışması içinde gizlemek istedikleri de buydu.
Orhan Pamuk ise 12 Eylül aydını açısından bir prototiptir.
Pamuk bırakın emperyalizme karşı çıkmayı bu kavramı hafızasından bile silmiş bir örnek. AB ve ABD komiserlerinin ülke içindeki en yakın dostu. Ayrıca Kürt-İslamcı iktidarın gözbebeği ve Çankaya’daki resepsiyonların davet listesinin ilk sırasında. Büyük sermaye açısından da Pamuk Türkiye’nin iftihar kaynağı olarak görülüyor ve el üstünde tutuluyor.
Pamuk’un kitapları ise bırakın basılmayı daha proje aşamasında iken bile tekelci basının reklam kampanyalarıyla ödüllendirilmektedir. Pamuk’un piyasaya çıkan son kitabı ile ilgili tanıtım kampanyası da komprador sistemin nasıl işlediğini ele vermektedir aslında. Pek çok köşe yazarı kitabı daha okumadan övmeye başlamışlardır. Piyasaya çıktığında ise büyük reklam kampanyalarıyla karşılanmıştır.
Pamuk, pek çok 12 Eylül aydınının aksine solculuktan da istifa etmiştir. Sistemin “yaramaz” ve “dahi” çocuğu olarak o kadar şımartılmıştır ki, artık solcu maskesi takmasına da gerek yoktur.
Buna rağmen Pamuk’un son kitabıyla ilgili ilginç bir propaganda haberi kendisini sol zanneden Birgün gazetesinde çıktı: “Raflarda Orhan Pamuk bolluğu”
Demek ki Pamuk’un sanat diye ortaya koyduğu şey ancak raflarda bolca bulunan bir şey olabiliyor. “Sol” bir gazetenin bile Pamuk’un romanında öne çıkarabildiği tek şeyin bu olması ilginç. Bu bol şeyin pazar tezgahındaki karpuzdan ne farkı bulunduğu ise gerçekten merak konusu.
Ancak bu bolluk meselesi başka bir açıdan da önemli. Pamuk, sistem tarafından devşirilen bir aydın olmanın ötesinde emperyalist merkezlerin de takdirlerini kazanmak gibi bir başarıya imza atmış durumda. O nedenle Pamuk artık bu “azgelişmiş” Türklerin arasında bulunmaktan bile imtina ediyor, soluğu New York’ta alıyor. Bir Amerikan üniversitesinde hocalık görevi kaptığını da eklemek gerek. Ne de olsa Nobelli bir yazar artık.
Ülke içindeki itibarı da buna paralel olarak artıyor. Tekelleşmiş yayın piyasası içinde Pamuk’un her kitabı, üstelik okunmadığı artık herkesçe bilindiği halde tezgâhlara yığılıyor. Bir anlamda okuyucunun gözüne sokuluyor.
Peki Pamuk acaba “Türkler 1 milyon Ermeni’yi ve 30 bin Kürdü kesti” demeseydi ne olurdu? Kitapları yine raflarda bolca bulunur ve adeta okuyucunun gözüne sokulurcasına raflara yığılır mıydı? Kaç tane köşe yazarı bu sözleri sarfetmeseydi Pamuk’un kitabını daha okumadan tanıtırdı ve dahası Batı, Pamuk’un metinlerine Nobel vermeyi bırakın adını bile anmaya değer bulur muydu?
Faşist propaganda ve aydın terörü
Bugün 12 Eylül’ün beslemesi Kürt-İslamcı AKP, doludizgin bir faşist rejime doğru ilerlerken önündeki tüm muhalifleri de bir şekilde susturmanın yolunu bulmuş durumda. AKP faşizmine karşı çıkan herkes bir şekilde derdest edilip içeri alınıyor. Muhalif olabilecek herkese de gözdağı veriliyor.
Kürt-İslamcı faşizmin ideolojik tetikçiliğini üstlenen aydın çetesi ise bu faşistleşme sürecinin koltuk değneği işlevi görüyor. Hitler faşizmi Gobbels’in başında bulunduğu bir faşist propaganda bürosu aracılığıyla faşizmin yerleşmesi için çalışıyordu.
Bugün 12 Eylül aydını dediğimiz aydın çetesi de her biri birer Gobbels olma aşkıyla faşizme hizmet ediyorlar.
Öyle ki bunların karşı çıktığı her şey resmi ideoloji olarak damgalanıyor ve bu fikirleri savunan herkes de anında faşist damgası yiyor.
12 Eylül’ün faşist aydın terörünün tek bir isteği var; her dediklerinin kabul edilmesi, herkesin onların gibi düşünmesi. Bunu yapmayanların ise değil düşünmelerine imkan olsa yaşamalarına bile şans tanınmayacak.
Bu aydın terörü iktidar faşizmi ile birleştiğinde bugünün Türkiyesinde Türk olmak, Atatürkçü olmak, solcu ve sosyalist olmak bile neredeyse yasaklanmış durumda.
Ama her çıkışın mutlak bir inişi de vardır.
Hitler ve Mussolini faşizminin bile yıkıldığı
4 Eylül 2009 Cuma
Vatan mı türban mı?
Şeriatçının namusu ne:
Vatan mı türban mı?
Hamas’tan türban açılımı
Gazeteler geçtiğimiz günlerde Filistin’den yeni bir haber verdi. Yıllardır İsrail askerleriyle çatışmalara, intifada haberlerine, Filistinli örgütlerin eylem haberlerine alışığız. Hatta Filistinlilerin kendi aralarındaki çatışma haberlerini almak bile artık üzülmemize karşın gene de alıştığımız şeyler. Fakat bu seferki ne bir direniş haberi ne de İsrail’in yaptığı bir katliamın acı haberi. Fakat bu haber de en az daha öncekiler kadar önemli ve geldiğimiz noktayı açıklamak açısından kritik…
Bilindiği gibi son yıllarda Gazze Şeridi, Şeriatçı Hamas’ın kontrolü altında. Hamas, Gazze’de bir mikro Şeriat rejimi kurmayı “başardı”. Fakat biliyorsunuz bu uğurda da Filistin vatanını bölmeyi ve Arafat’ın mirasını ayaklar altına almayı da “başardı”. İşte Hamas’ın kurduğu Şeriat hükümetinin Eğitim Bakanı Mahmut Ebu Hassira, Fransız AFP haber ajansına yaptıkları o çok müthiş icraatı açıklamış: “Tüm kız öğrencileri cilbab (pardösü ve türban) giymeye çağırıyoruz”.
Hamas rejimi düşünmüş taşınmış “Acaba Filistin için ne yapmalıyız” diye kendi kendine sormuş ve en sonunda kız öğrencileri türbana sokmaya karar vermiş! Okulların kapısına bildiriler asılmış ve Hıristiyan Arap öğrenciler de dahil olmak üzere tüm kızların Hamas’ın belirlediği tek tip türbanlı kıyafeti giymelerini zorunlu ilan etmiş. Bununla da hızını alamayan Hamas, kızların gittiği okullardaki erkek öğretmenleri de bayan öğretmenlerle değiştirmiş. Ebu Hassira bunu da şöyle açıklamış: “Biz Müslüman bir toplumuz, İslam dini yedi yaşından itibaren cinsiyet ayrımını öngörüyor. Bu çerçevede erkek öğretmenler yerine kadın öğretmenler yerleştirdik.”
Eminiz ki bir Hamas militanına “Bağımsız ama laik bir Filistin’de mi yoksa İsrail ablukası altındaki mikro Şeriat devleti Gazze’de mi yaşamak istersin?” diye sorsak alacağımız cevap tabii ki ikinci seçenek yönünde olur. Şeriatçı açısından vatan gibi bir tercih yoktur, Şeriat diye bir tercih vardır ancak. Aslında Şeriatçının vatan diye bir kavramı bile yoktur. Çünkü vatan milletle tanımlanır ama onlar millet kavramını kabul etmezler. Şeriat kurallarının geçerli olması onlar için yeterli olur. Onun dışında ülkenin, halkın hangi koşullar altında bulunduğunun çok önemi kalmamıştır.
Onlar için Arafat’ın yönettiği Filistin “dar-ül harp” olmuştu. Fakat İsrail’in izin verdiği kadar yaşayabilen Gazze “dar-ül İslam”dır. Bu açıdan Hamas da tüm Şeriatçılar da Filistin’in durumunu zafer olarak algılayabilirler. Bugün Gazze’de Şeriat ve onun simgesi olan türban var ama vatan yok...
Hamas’tan AKP’ye Şeriatçı vatansızlık
Hep Filistin ve Türkiye’nin ortak kaderinden bahsederiz. Ortadoğu’da emperyalist kuşatma karşısında gerçekten de iki önemli direniş odağı Türkiye ve Filistin oldu. Yine Ortadoğu uluslarının örnek devrimcileri ve Ulusal Kurtuluşçuları her zaman Atatürk ve Arafat’tı. İkisinin ortak mirası da bugün bizler için vazgeçilmez yol gösterici olma durumunu koruyor ve koruyacak…
Fakat bugün bu ortak kader kötü bir boyutta kendini ortaya koyuyor.
Filistin bir taraftan katliamda boğulup bir taraftan da Hamas Şeriatçılığının elinde Ulusal Kurtuluşçu, devrimci geçmişini kaybederken, Türkiye de AKP’nin vatansız Şeriatçılığının elinde. Aynı Hamas gibi AKP rejimi de kendi Şeriatçı ideolojisinin geçerliliğini sağlamak adına ABD emperyalizminin her dediğini yapacak, her tavizi verecek ve son noktada vatanı ortadan kaldıracak noktada. Özellikle son haftalarda Türkiye’nin tek gündemini oluşturan AKP’nin Sevr açılımı ile bu durum daha da acı bir şekilde Türk halkının önüne konulmuş oldu.
Az önce Hamaslı’ya sorduğumuz sorunun bir benzerini AKP’li Şeriatçıya sorarsak alacağımız cevap farklı olmayacaktır. “Türkiye’de türban ve Şeriat olmasın mı, yoksa Şeriat gelsin ama vatan bölünsün mü?” diye sorsak AKP’li Şeriatçı faşist de muhakkak türbanı seçer. Türban olsun da vatan kimin umurunda?
Bugün ABD güdümünde, AKP Türk vatanını parçalıyor, şehitlerin kanıyla sulanan toprağı PKK ile pazarlık meselesi haline getiriyor. Bunu ulus devletten, Ordu’dan ve milliyetçilikten nefret ettiği için yapıyor. Bunlar onun gözünde hayal ettiği Şeriatın en önemli engelleyicileri. Yolundaki bu engelleri temizlemek için Şeriatçı; bırakalım bölünmeyi onaylamayı, PKK ile aynı tavrı almayı, Şeytanla bile işbirliği yapmaktan kaçınmayacaktır. Nitekim yılların “büyük şeytan”ı ABD’nin desteği de bunların en önemli dayanağıdır.
Filistin’de de Türkiye’de de Şeriatçı aynı vatansızlık hastalığı ile tavır alıyor. Fakat bu hastalığın derdini çekenler ise sadece ezilen Türk ve Arap ulusları oluyor. Şeriat kuvvetleniyor ama vatan zayıflıyor. İşte denklemin kısa tarifi de bu…
Şeriatçının “namusu” ve bizim namusumuz
Hamas yedi yaşındaki kızları türbana sokarak bir zafer kazandığını düşünüyor. Hamas, kızları erkek öğretmenlerden ayırarak Filistin’in namusunu koruduğunu sanıyor. Evet; bunlar gerçekten de Hamas’ın en baştan beri hedefledikleri. Ve bugün Hamas bu hedeflerine ulaşmış durumda. Filistinli kız öğrencilerin türbana girdiği bir Şeriat rejimi var bugün orada ama artık Filistin diye bir vatan yok…
Türkiye’de ise günden güne Şeriatçılaşan, kadınların daha çok türbana sokulduğu, toplumsal hayattan soyutlandığı bir düzen var. Her geçen gün Türk toplumunun tüm kritik noktalarının imamların hakimiyetine girdiği bir siyasal ortam kuruldu. AKP ve onun hayata geçirmek istediği rejim kökleşiyor. Bu da AKP’nin zaferi… Ama AKP bu zaferi kazanırken Türk milletine ulusal bağımsızlığını ve vatanın bütünlüğünü kaybettiriyor. AKP’nin zaferi, Türk milletinin yenilgisini getiriyor. Bu yenilgi onun ön koşulu oluyor.
İşte Şeriatçılık batağının iki Müslüman ulusu, iki ezilen ulusu getirdiği nokta bu… Bir tarafta birilerinin delicesine peşinden koştuğu Ortaçağ özlemleri var, diğer tarafta da ulusların bağımsızlığı ve özgürlüğü. Şeriatçının karşımıza getirdiği kendi türbanlı, haremlik-selamlıklı namus anlayışı yükselirken ezilen ulusun varlığı ortadan kalkıyor, ulus parçalanıyor, esir ediliyor.
Bizim açımızdan vatansız bir namus olamayacağı açık. Onların namusu yedi yaşındaki kızları türbana sokmaktan ibaret. Bu çağdışı ve insanlığa sığmaz anlayışı topluma dayatmak onlar adına en namuslu tavır oluyor. Fakat ortada Filistin vatanını bırakmamak, Türkiye’nin Sevr’e gidişinin yollarını döşemek bu sonuca ulaşmanın tek yolu…
Vatanı savunmak dışında bir namus yok. Türbanlı ama vatansız bir ideolojiyi savunmak da olabilecek en büyük namussuzluk. Şeriatçılar biraz namuslu olsalardı kız çocuklarının peşini bırakıp, İsrail’le, PKK’yla ve ABD emperyalizmiyle uğraşırlardı.
Gerçek namus nerde mi? Tabii ki Atatürk’ün ve Arafat’ın vatan savunmasının laik cephesinde… Çünkü laikliğin olduğu yerde vatan da namus da var. Şeriatın olduğu yerde ise ikisi de yok. Kaya Ataberk
Vatan mı türban mı?
Hamas’tan türban açılımı
Gazeteler geçtiğimiz günlerde Filistin’den yeni bir haber verdi. Yıllardır İsrail askerleriyle çatışmalara, intifada haberlerine, Filistinli örgütlerin eylem haberlerine alışığız. Hatta Filistinlilerin kendi aralarındaki çatışma haberlerini almak bile artık üzülmemize karşın gene de alıştığımız şeyler. Fakat bu seferki ne bir direniş haberi ne de İsrail’in yaptığı bir katliamın acı haberi. Fakat bu haber de en az daha öncekiler kadar önemli ve geldiğimiz noktayı açıklamak açısından kritik…
Bilindiği gibi son yıllarda Gazze Şeridi, Şeriatçı Hamas’ın kontrolü altında. Hamas, Gazze’de bir mikro Şeriat rejimi kurmayı “başardı”. Fakat biliyorsunuz bu uğurda da Filistin vatanını bölmeyi ve Arafat’ın mirasını ayaklar altına almayı da “başardı”. İşte Hamas’ın kurduğu Şeriat hükümetinin Eğitim Bakanı Mahmut Ebu Hassira, Fransız AFP haber ajansına yaptıkları o çok müthiş icraatı açıklamış: “Tüm kız öğrencileri cilbab (pardösü ve türban) giymeye çağırıyoruz”.
Hamas rejimi düşünmüş taşınmış “Acaba Filistin için ne yapmalıyız” diye kendi kendine sormuş ve en sonunda kız öğrencileri türbana sokmaya karar vermiş! Okulların kapısına bildiriler asılmış ve Hıristiyan Arap öğrenciler de dahil olmak üzere tüm kızların Hamas’ın belirlediği tek tip türbanlı kıyafeti giymelerini zorunlu ilan etmiş. Bununla da hızını alamayan Hamas, kızların gittiği okullardaki erkek öğretmenleri de bayan öğretmenlerle değiştirmiş. Ebu Hassira bunu da şöyle açıklamış: “Biz Müslüman bir toplumuz, İslam dini yedi yaşından itibaren cinsiyet ayrımını öngörüyor. Bu çerçevede erkek öğretmenler yerine kadın öğretmenler yerleştirdik.”
Eminiz ki bir Hamas militanına “Bağımsız ama laik bir Filistin’de mi yoksa İsrail ablukası altındaki mikro Şeriat devleti Gazze’de mi yaşamak istersin?” diye sorsak alacağımız cevap tabii ki ikinci seçenek yönünde olur. Şeriatçı açısından vatan gibi bir tercih yoktur, Şeriat diye bir tercih vardır ancak. Aslında Şeriatçının vatan diye bir kavramı bile yoktur. Çünkü vatan milletle tanımlanır ama onlar millet kavramını kabul etmezler. Şeriat kurallarının geçerli olması onlar için yeterli olur. Onun dışında ülkenin, halkın hangi koşullar altında bulunduğunun çok önemi kalmamıştır.
Onlar için Arafat’ın yönettiği Filistin “dar-ül harp” olmuştu. Fakat İsrail’in izin verdiği kadar yaşayabilen Gazze “dar-ül İslam”dır. Bu açıdan Hamas da tüm Şeriatçılar da Filistin’in durumunu zafer olarak algılayabilirler. Bugün Gazze’de Şeriat ve onun simgesi olan türban var ama vatan yok...
Hamas’tan AKP’ye Şeriatçı vatansızlık
Hep Filistin ve Türkiye’nin ortak kaderinden bahsederiz. Ortadoğu’da emperyalist kuşatma karşısında gerçekten de iki önemli direniş odağı Türkiye ve Filistin oldu. Yine Ortadoğu uluslarının örnek devrimcileri ve Ulusal Kurtuluşçuları her zaman Atatürk ve Arafat’tı. İkisinin ortak mirası da bugün bizler için vazgeçilmez yol gösterici olma durumunu koruyor ve koruyacak…
Fakat bugün bu ortak kader kötü bir boyutta kendini ortaya koyuyor.
Filistin bir taraftan katliamda boğulup bir taraftan da Hamas Şeriatçılığının elinde Ulusal Kurtuluşçu, devrimci geçmişini kaybederken, Türkiye de AKP’nin vatansız Şeriatçılığının elinde. Aynı Hamas gibi AKP rejimi de kendi Şeriatçı ideolojisinin geçerliliğini sağlamak adına ABD emperyalizminin her dediğini yapacak, her tavizi verecek ve son noktada vatanı ortadan kaldıracak noktada. Özellikle son haftalarda Türkiye’nin tek gündemini oluşturan AKP’nin Sevr açılımı ile bu durum daha da acı bir şekilde Türk halkının önüne konulmuş oldu.
Az önce Hamaslı’ya sorduğumuz sorunun bir benzerini AKP’li Şeriatçıya sorarsak alacağımız cevap farklı olmayacaktır. “Türkiye’de türban ve Şeriat olmasın mı, yoksa Şeriat gelsin ama vatan bölünsün mü?” diye sorsak AKP’li Şeriatçı faşist de muhakkak türbanı seçer. Türban olsun da vatan kimin umurunda?
Bugün ABD güdümünde, AKP Türk vatanını parçalıyor, şehitlerin kanıyla sulanan toprağı PKK ile pazarlık meselesi haline getiriyor. Bunu ulus devletten, Ordu’dan ve milliyetçilikten nefret ettiği için yapıyor. Bunlar onun gözünde hayal ettiği Şeriatın en önemli engelleyicileri. Yolundaki bu engelleri temizlemek için Şeriatçı; bırakalım bölünmeyi onaylamayı, PKK ile aynı tavrı almayı, Şeytanla bile işbirliği yapmaktan kaçınmayacaktır. Nitekim yılların “büyük şeytan”ı ABD’nin desteği de bunların en önemli dayanağıdır.
Filistin’de de Türkiye’de de Şeriatçı aynı vatansızlık hastalığı ile tavır alıyor. Fakat bu hastalığın derdini çekenler ise sadece ezilen Türk ve Arap ulusları oluyor. Şeriat kuvvetleniyor ama vatan zayıflıyor. İşte denklemin kısa tarifi de bu…
Şeriatçının “namusu” ve bizim namusumuz
Hamas yedi yaşındaki kızları türbana sokarak bir zafer kazandığını düşünüyor. Hamas, kızları erkek öğretmenlerden ayırarak Filistin’in namusunu koruduğunu sanıyor. Evet; bunlar gerçekten de Hamas’ın en baştan beri hedefledikleri. Ve bugün Hamas bu hedeflerine ulaşmış durumda. Filistinli kız öğrencilerin türbana girdiği bir Şeriat rejimi var bugün orada ama artık Filistin diye bir vatan yok…
Türkiye’de ise günden güne Şeriatçılaşan, kadınların daha çok türbana sokulduğu, toplumsal hayattan soyutlandığı bir düzen var. Her geçen gün Türk toplumunun tüm kritik noktalarının imamların hakimiyetine girdiği bir siyasal ortam kuruldu. AKP ve onun hayata geçirmek istediği rejim kökleşiyor. Bu da AKP’nin zaferi… Ama AKP bu zaferi kazanırken Türk milletine ulusal bağımsızlığını ve vatanın bütünlüğünü kaybettiriyor. AKP’nin zaferi, Türk milletinin yenilgisini getiriyor. Bu yenilgi onun ön koşulu oluyor.
İşte Şeriatçılık batağının iki Müslüman ulusu, iki ezilen ulusu getirdiği nokta bu… Bir tarafta birilerinin delicesine peşinden koştuğu Ortaçağ özlemleri var, diğer tarafta da ulusların bağımsızlığı ve özgürlüğü. Şeriatçının karşımıza getirdiği kendi türbanlı, haremlik-selamlıklı namus anlayışı yükselirken ezilen ulusun varlığı ortadan kalkıyor, ulus parçalanıyor, esir ediliyor.
Bizim açımızdan vatansız bir namus olamayacağı açık. Onların namusu yedi yaşındaki kızları türbana sokmaktan ibaret. Bu çağdışı ve insanlığa sığmaz anlayışı topluma dayatmak onlar adına en namuslu tavır oluyor. Fakat ortada Filistin vatanını bırakmamak, Türkiye’nin Sevr’e gidişinin yollarını döşemek bu sonuca ulaşmanın tek yolu…
Vatanı savunmak dışında bir namus yok. Türbanlı ama vatansız bir ideolojiyi savunmak da olabilecek en büyük namussuzluk. Şeriatçılar biraz namuslu olsalardı kız çocuklarının peşini bırakıp, İsrail’le, PKK’yla ve ABD emperyalizmiyle uğraşırlardı.
Gerçek namus nerde mi? Tabii ki Atatürk’ün ve Arafat’ın vatan savunmasının laik cephesinde… Çünkü laikliğin olduğu yerde vatan da namus da var. Şeriatın olduğu yerde ise ikisi de yok. Kaya Ataberk
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Ulusal Güçler Birleşmelidir!
Yalova'da 12 örgüt Ulusal Güçbirliği'nde birleşti
Ülkemiz ve ulusumuz, Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısını yaşamaktadır. ABD ve AB emperyalistleri, AKP Hükümetini kullanarak, ‘Kürt açılımı’ adı altında ve ‘Ergenekon’ operasyonları ile, Orduyu etkisizleştirmeye, yurtseverleri tasfiye etmeye ve üniter devleti parçalamaya çalışmaktadırlar.
Bu girişimi püskürtmeye, ulusal Partiler, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları ve aydınların tek tek çabası yetmemiş, tersine tek tek saldırılara maruz kaldıkları için, tasfiye olma tehlikesiyle karşılaşmışlardır.
Bu saldırılar ancak, bütün yurtsever güçlerin, ülkemizin tarihsel birikimine dayanarak oluşturacakları güç birliği ile durdurulabilir.
1-ABD ve AB emperyalistleri, Kıbrıs'tan Türk Ordusu'nun çıkartarak Akdeniz’i kontrol için kullanacakları savaş üssü haline getirmeye, Türk Ordusu’nu işgal ettikleri mazlum ülkelerdeki emperyalist çıkarlarının bekçisi haline getirmek, Kuzey Irak’ta kurulan bölücü Amerikan devletini Türkiye, İran ve Suriye’ye genişleterek BOP planını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Ulusumuza, Cumhuriyetimize ve üniter bütünlüğümüze kasteden bu planlara karşı, Cumhuriyet mitingleri ve Mehmetçik yürüyüşleri ile doruğa çıkan milli şahlanışı tasfiye etmek ve Ordumuzun direncinin kırmak amacıyla, Ergenekon adıyla operasyonları başlattılar. Yurtsever aydınlarımıza ve komutanlarımıza tertipler yapılarak, yalanlarla dolu iddianamelerle zindanlara attılar.
Bütün çabalarına rağmen planlarında başarılı olamamış, Cumhuriyet ve bağımsızlık birikimini tasfiye edememiş olmaları, onları çıldırtmış ve daha fütursuz saldırılara yöneltmiştir. Ordumuzu yıpratmaya devam edecekleri ve yurtseverlere saldırılarını sürdürecekleri anlaşılmaktadır.
ABD ve AB emperyalizminin geleceği, bu amaçlarının başarısına bağlıdır.
Ergenekon davasında ve operasyonlarda bütün hukuk ayaklar altına alınmıştır. Hukuk otoritelerinin deyimiyle, ‘dava tümüyle siyasal amaçlıdır ve hukuk mücadelesiyle sonuç almak olanakları kalmamıştır’.
2-‘Kürt açılımı’ adı verilen plan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı'dır. Ülkemizin parçalanması sonrasında köle yapacakları iki parçalı devletten oluşan iki İsrail daha yaratma girişimidir.
Irak’ın işgaliyle oluşturulan Kuzey Irak’taki devletin Türkiye’nin himayesine aldırılması, merkezi devletin güç, yetki ve olanaklarının il özel idareleri ve belediyelere devredilmesi, PKK’nın yasallaştırılması çabaları, bu planın parçalarıdır.
3- Bağımsızlığımıza, üniter devletimize ve cumhuriyetimize yönelen bu saldırılara karşı vatanını ve milletini seven herkesin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu saldırılar, ancak bütün yurtsever güçlerin birlikte demokratik mücadelesi ile engellenebilir.
Bu amaçla Yalova’da bir araya gelen demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, Siyasi Partiler ve aydınlar olarak bizler, Yalova’nın bütün yurdunu ve milletini sevenlerine sesleniyoruz; Vatanımıza cumhuriyetimize ve bağımsızlığımıza sahip çıkalım. Ayağa kalkalım ve bir araya gelelim. Gün bugündür. Yarın geç olabilir.
Yalova Ulusal Güçbirliği Platformu:
-CUMOK Yalova Dönem Sözcüsü
-Cumhuriyet Halk Partisi Yalova İl Başkanı
-Demokratik Sol Parti Yalova İl Başkanı
-İşçi Partisi Yalova İl Başkanı
-Sosyal Demokrat Halkçı Parti Yalova İl Başkanı
-Atatürkçü Düşünce Derneği Yalova Şube Başkanı
-Eğitim-İş Yalova İl Temsilcisi
-Türkiye Gençlik Birliği Yalova Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi
-Yalova Ziraat Odası Başkanı
-Yalova Terziler Odası Başkanı
-Emekli-Sen Yalova Temsilcisi
-Bizkaçkişiyiz Yalova Temsilcisi
-Ulusal Kanal
Ülkemiz ve ulusumuz, Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısını yaşamaktadır. ABD ve AB emperyalistleri, AKP Hükümetini kullanarak, ‘Kürt açılımı’ adı altında ve ‘Ergenekon’ operasyonları ile, Orduyu etkisizleştirmeye, yurtseverleri tasfiye etmeye ve üniter devleti parçalamaya çalışmaktadırlar.
Bu girişimi püskürtmeye, ulusal Partiler, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları ve aydınların tek tek çabası yetmemiş, tersine tek tek saldırılara maruz kaldıkları için, tasfiye olma tehlikesiyle karşılaşmışlardır.
Bu saldırılar ancak, bütün yurtsever güçlerin, ülkemizin tarihsel birikimine dayanarak oluşturacakları güç birliği ile durdurulabilir.
1-ABD ve AB emperyalistleri, Kıbrıs'tan Türk Ordusu'nun çıkartarak Akdeniz’i kontrol için kullanacakları savaş üssü haline getirmeye, Türk Ordusu’nu işgal ettikleri mazlum ülkelerdeki emperyalist çıkarlarının bekçisi haline getirmek, Kuzey Irak’ta kurulan bölücü Amerikan devletini Türkiye, İran ve Suriye’ye genişleterek BOP planını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Ulusumuza, Cumhuriyetimize ve üniter bütünlüğümüze kasteden bu planlara karşı, Cumhuriyet mitingleri ve Mehmetçik yürüyüşleri ile doruğa çıkan milli şahlanışı tasfiye etmek ve Ordumuzun direncinin kırmak amacıyla, Ergenekon adıyla operasyonları başlattılar. Yurtsever aydınlarımıza ve komutanlarımıza tertipler yapılarak, yalanlarla dolu iddianamelerle zindanlara attılar.
Bütün çabalarına rağmen planlarında başarılı olamamış, Cumhuriyet ve bağımsızlık birikimini tasfiye edememiş olmaları, onları çıldırtmış ve daha fütursuz saldırılara yöneltmiştir. Ordumuzu yıpratmaya devam edecekleri ve yurtseverlere saldırılarını sürdürecekleri anlaşılmaktadır.
ABD ve AB emperyalizminin geleceği, bu amaçlarının başarısına bağlıdır.
Ergenekon davasında ve operasyonlarda bütün hukuk ayaklar altına alınmıştır. Hukuk otoritelerinin deyimiyle, ‘dava tümüyle siyasal amaçlıdır ve hukuk mücadelesiyle sonuç almak olanakları kalmamıştır’.
2-‘Kürt açılımı’ adı verilen plan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı'dır. Ülkemizin parçalanması sonrasında köle yapacakları iki parçalı devletten oluşan iki İsrail daha yaratma girişimidir.
Irak’ın işgaliyle oluşturulan Kuzey Irak’taki devletin Türkiye’nin himayesine aldırılması, merkezi devletin güç, yetki ve olanaklarının il özel idareleri ve belediyelere devredilmesi, PKK’nın yasallaştırılması çabaları, bu planın parçalarıdır.
3- Bağımsızlığımıza, üniter devletimize ve cumhuriyetimize yönelen bu saldırılara karşı vatanını ve milletini seven herkesin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu saldırılar, ancak bütün yurtsever güçlerin birlikte demokratik mücadelesi ile engellenebilir.
Bu amaçla Yalova’da bir araya gelen demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, Siyasi Partiler ve aydınlar olarak bizler, Yalova’nın bütün yurdunu ve milletini sevenlerine sesleniyoruz; Vatanımıza cumhuriyetimize ve bağımsızlığımıza sahip çıkalım. Ayağa kalkalım ve bir araya gelelim. Gün bugündür. Yarın geç olabilir.
Yalova Ulusal Güçbirliği Platformu:
-CUMOK Yalova Dönem Sözcüsü
-Cumhuriyet Halk Partisi Yalova İl Başkanı
-Demokratik Sol Parti Yalova İl Başkanı
-İşçi Partisi Yalova İl Başkanı
-Sosyal Demokrat Halkçı Parti Yalova İl Başkanı
-Atatürkçü Düşünce Derneği Yalova Şube Başkanı
-Eğitim-İş Yalova İl Temsilcisi
-Türkiye Gençlik Birliği Yalova Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi
-Yalova Ziraat Odası Başkanı
-Yalova Terziler Odası Başkanı
-Emekli-Sen Yalova Temsilcisi
-Bizkaçkişiyiz Yalova Temsilcisi
-Ulusal Kanal
“ÖYLEYSE, YA BAĞIMSIZLIK, YA ÖLÜM !”
90 Yıl önce, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal, o günkü ülkenin konumunu şöyle anlatıyordu.
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
“Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…” (Söylev-Nutuk, Türk Dil Kurumu, s. 10)
Mustafa Kemal’e bunları söyleten, memleketin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik olumsuz koşullardı.
Yarısömürge durumuna düşürülen, en önemli nedenlerinden biri Osmanlı’yı parçalamak, yağmalamak, yutmak olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, aldatılarak Alman Emperyalistlerinin yanında zorla sokulan, bu nedenle de bu Paylaşım Savaşı’nın bir tarafı değil, kurbanı olan Osmanlı, savaşın galibi İngiliz, İtalyan ve Fransız Emperyalistleri ile 30 Ekim 1918 yılında Mondros Ateşkeş Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalıyordu.
Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin orduları dağıtılıyor, devlet yönetimi emperyalistlere geçiyordu. Ülkenin pek çok vilayeti, bu emperyalistlerce kendi aralarında paylaşılıyordu.
Böyle bir duruma hangi yurtsever kayıtsız kalabilirdi?
Dönemin Osmanlı yöneticileri, başta halife Vahdettin ve hükümet yetkilileri, kurtuluşu İngiliz Korumacılığında, Amerikan Mandacılığında arıyorlardı. Mustafa Kemal, bu tür çözüm yollarının uşaklık olacağını belirtir ve kendi gibi düşünen asker arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve İsmet İnönü ile birlikte, Anadolu’da halka gitmekten ve silahlı direnişten başka çözüm yolu olmadığı konusunda anlaşırlar.
MUSTAFA KEMAL’İN YURTSEVERLİĞİNİN ÖZÜ NEYDİ?
Osmanlı’yı güden, yöneten dört devlet sınıfı vardı. Bunlar: İlmiye (Aydınlar), Seyfiye (Askerler), Mülkiye (İdareciler), Kalemiye (Yazıcılar).
Bunlardan Mülkiye (İdareciler) ve Kalemiye (Yazıcılar, kalemliler), Osmanlı’nın derebeyleşme süreciyle paralel biçimde Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından rüşvete, irtikâba, komisyona, zimmetçiliğe alıştırılarak bozulmuş, çürümüş, böylece de Osmanlı’nın kuruluşundan gelen Devrimci Geleneklerini tümüyle yitiren sınıflardı.
Para ilişkisi dışında kalan İlmiye ve Seyfiye sınıfı diğerleri gibi yozlaşmamıştı. Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki İlkel Komuna Gelenekleri, bu iki sınıfta daha diri olarak yaşamaktaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bunlara Jön Türkler adı verilmişti. İşte, Mustafa Kemal de bu geleneğin canlı bir biçimde yaşadığı Ordu Gençliği’ndendi… Kendi kişiliği de bu gelenekle birleşince; 18 Mart 1915’de “Çanakkale Geçilmez” oldu. Mustafa Kemal’i, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi yapan işte bu kişilikti. Çok iyi bir asker, stratejist, taktisyen ve inisiyatifli bir devrimci idi Mustafa Kemal.
19 MAYIS 1919, BİRİNCİ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’MIZIN KIVILCIMIDIR
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, 1919’un 19 Mayısı’nda Mustafa Kemal’in Samsun’a fiilen ayak basması ile şekillenmiş, Lenin’in önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteği ile de Emperyalist haydutlar, ülkeden kovulmuş, çökkün Osmanlı derebeyliği üzerine daha modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız yeryüzünde zafere ulaşan ilk başarılı Ulusal Kurtuluş savaşıdır. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı; ilk olarak 1954’de Fransız Emperyalistlerine, daha sonra da ABD Emperyalistlerine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı veren yiğit Vietnam Halkının önderi Ho Şi Minh’e, 1934’deki Uzun Yürüyüş’ün mimarı, 1949’da Kurtuluş Mücadelesinin sonucunda Devrimi gerçekleştiren Çin lideri Mao Ze Dung’a, Cezayir Bağımsızlık Savaşı önderlerine, Mısır’ın antiemperyalist önderi Nasır’a, 2 Aralık 1956’da 80 Arkadaşı ile Sierra Maestra adlı sıradağlarda verdikleri mücadele ile Küba Devrimini gerçekleştiren Che’ye, Fidel Castro’ya ilham kaynağı olmuştur. Bu önderler, Mustafa Kemal’i bilir ve saygı duyarlar.
Ulusal Kurtuluşla kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik olarak çok kötü koşullardaydı. Osmanlı’nın, bu günün Dünya Bankası olan Duyun-u Umumiye’den aldığı borçlar ödeniyor, bir taraftan da yabancılarda olan limanlar, tekel idaresi millileştiriliyor, bir yandan da, Tayyipgiller’in “babalar gibi sattıkları” Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) kuruluyordu: Kurtuluş Savaşı’nda tek müttefikimiz Sovyetler’in de maddi destekleriyle Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, tren yolları, bankalar, limanlar, Sümerbanklar gibi KİT’ler kurularak tüm ülkede kalkınma hamlesine girişiliyordu.
Cumhuriyet bugün 87 yaşında. Sayıları 70 milyon içinde 2500-3000 kişiyi geçmeyen; ABD ve AB (AB-D) uşağı satılmış, vatan ve halk düşmanı Modern (Finans-Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân) Parababaları, mazlum halkımızın kanını, iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Halklarımızın kanı canı pahasına yarattığı tüm değerler, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. emperyalist finans örgütleri ve çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmektedir Ortaçağcı Tayyipgiller tarafından. Yabancı emperyalistlerin uşağı yerli satılmışlar sayesinde, AB-D Emperyalizmi ülkemizin ekonomisinden, politikasına, tarihinden, kültürüne ve sanatına her şeyini belirlemektedir.
Sosyalist ülkelerdeki örneklerinden esinlenerek Cumhuriyetle birlikte ülkemize kazandırılan, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumları, Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsulleri Ofisi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar ortadan kaldırıldı; Sümerbank, Tekel vb. kuruluşlar özelleştirme adı altında yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekildi.
Yerli satılmışlar “Yabancı bir devletin koruyuculuğu”nda, “insanlık niteliklerinden yoksunluk”larını, “güçsüz”lüklerini ve “beceriksiz” lerini “açığa vurmaktan başka bir şey” yapmamaktadırlar.
87 yıl önce Cumhuriyet, Saltanatın tepesini yani Padişahlık ve Hilafeti kaldırmıştı. Saltanatın tabanını oluşturan, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlık ise, “İrtica” denilen gerici isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Ezildikçe kabuğuna çekildi, kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı.
ABD’nin Sovyetler’e karşı geliştirdiği “Yeşil Kuşak Projesi”nin sonucu olarak 1946’dan itibaren başlayan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla hızlanarak devam eden bir gidişle Türkiye, irticai örgütlerle kuşatıldı. Günümüze geldiğimizde ise, “İrtica” denilen gericilik, mantar misali ortamını bulunca hortladı, daha doğrusu emperyalistlerin “yürü ya kulum” demesiyle pervasızlaştı. Ülkemiz; her yıl Ortaçağcı-Siyasal İslam’la doktrine edilmiş 54.000 gencin mezun edildiği ve sayısı 600’e yaklaşan İmam Hatip Liseleri’yle, yine aynı ideolojiyle şartlandırılmış 900.000 civarında yoksul çocuğumuzun mezun edilip topluma salındığı ve sayıları on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi Kur’an Kurslarıyla ve binlerce Tarikat evleriyle donatıldı.
Cumhuriyetin bütün kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlıklar, YÖK, TRT, RTÜK vb.) Ortaçağcı güçler tarafından ele geçirildi.
Kısacası 19 Mayıs 1919 yılında başlayıp dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bağımsızlığımız, 1946 sonrasında yitirilerek, ülkemiz AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumuna düşürülmüştür. Bundan 87 yıl önce, Türk Milletinin, bağrına oturmuş olan Emperyalizme ve onun uşağı Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demek olan Cumhuriyet’in kazanımları, kerte kerte aşındırılmakta, ülkemiz Ortaçağın karanlığına geri götürülmek istenmektedir.
Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır.
O nedenle Cumhuriyet’i kuran Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekmektedir.
Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birincisinin geriye götürülmesine karşı çıkılacak, mantıki sonucuna ulaştırılıp Sosyalizme kavuşturulacaktır.
Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak biricik güçtür. Çünkü biz, Birinci Milli Kurtuluş’un ve önderi Mustafa Kemal’in Antiemperyalist-Tam Bağımsızlık prensibinin ve Laikliğin de mirasçılarıyız.
Çünkü biz, Birinci Kurtuluş’un en içten ve tek destekçisi Ekim Devrimi’nin ve O’nun Önderi Lenin’in devamcılarıyız.
Çünkü biz; Birinci Kuvayimilliye’nin Köyceğiz Cephesi Komutanı, İkinci Kurtuluşun Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıyız.
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelemizle Ulusal Kurtuluşu, Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız. 19 Mayıs 2009
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
“Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…” (Söylev-Nutuk, Türk Dil Kurumu, s. 10)
Mustafa Kemal’e bunları söyleten, memleketin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik olumsuz koşullardı.
Yarısömürge durumuna düşürülen, en önemli nedenlerinden biri Osmanlı’yı parçalamak, yağmalamak, yutmak olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, aldatılarak Alman Emperyalistlerinin yanında zorla sokulan, bu nedenle de bu Paylaşım Savaşı’nın bir tarafı değil, kurbanı olan Osmanlı, savaşın galibi İngiliz, İtalyan ve Fransız Emperyalistleri ile 30 Ekim 1918 yılında Mondros Ateşkeş Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalıyordu.
Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin orduları dağıtılıyor, devlet yönetimi emperyalistlere geçiyordu. Ülkenin pek çok vilayeti, bu emperyalistlerce kendi aralarında paylaşılıyordu.
Böyle bir duruma hangi yurtsever kayıtsız kalabilirdi?
Dönemin Osmanlı yöneticileri, başta halife Vahdettin ve hükümet yetkilileri, kurtuluşu İngiliz Korumacılığında, Amerikan Mandacılığında arıyorlardı. Mustafa Kemal, bu tür çözüm yollarının uşaklık olacağını belirtir ve kendi gibi düşünen asker arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve İsmet İnönü ile birlikte, Anadolu’da halka gitmekten ve silahlı direnişten başka çözüm yolu olmadığı konusunda anlaşırlar.
MUSTAFA KEMAL’İN YURTSEVERLİĞİNİN ÖZÜ NEYDİ?
Osmanlı’yı güden, yöneten dört devlet sınıfı vardı. Bunlar: İlmiye (Aydınlar), Seyfiye (Askerler), Mülkiye (İdareciler), Kalemiye (Yazıcılar).
Bunlardan Mülkiye (İdareciler) ve Kalemiye (Yazıcılar, kalemliler), Osmanlı’nın derebeyleşme süreciyle paralel biçimde Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından rüşvete, irtikâba, komisyona, zimmetçiliğe alıştırılarak bozulmuş, çürümüş, böylece de Osmanlı’nın kuruluşundan gelen Devrimci Geleneklerini tümüyle yitiren sınıflardı.
Para ilişkisi dışında kalan İlmiye ve Seyfiye sınıfı diğerleri gibi yozlaşmamıştı. Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki İlkel Komuna Gelenekleri, bu iki sınıfta daha diri olarak yaşamaktaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bunlara Jön Türkler adı verilmişti. İşte, Mustafa Kemal de bu geleneğin canlı bir biçimde yaşadığı Ordu Gençliği’ndendi… Kendi kişiliği de bu gelenekle birleşince; 18 Mart 1915’de “Çanakkale Geçilmez” oldu. Mustafa Kemal’i, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi yapan işte bu kişilikti. Çok iyi bir asker, stratejist, taktisyen ve inisiyatifli bir devrimci idi Mustafa Kemal.
19 MAYIS 1919, BİRİNCİ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’MIZIN KIVILCIMIDIR
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, 1919’un 19 Mayısı’nda Mustafa Kemal’in Samsun’a fiilen ayak basması ile şekillenmiş, Lenin’in önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteği ile de Emperyalist haydutlar, ülkeden kovulmuş, çökkün Osmanlı derebeyliği üzerine daha modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız yeryüzünde zafere ulaşan ilk başarılı Ulusal Kurtuluş savaşıdır. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı; ilk olarak 1954’de Fransız Emperyalistlerine, daha sonra da ABD Emperyalistlerine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı veren yiğit Vietnam Halkının önderi Ho Şi Minh’e, 1934’deki Uzun Yürüyüş’ün mimarı, 1949’da Kurtuluş Mücadelesinin sonucunda Devrimi gerçekleştiren Çin lideri Mao Ze Dung’a, Cezayir Bağımsızlık Savaşı önderlerine, Mısır’ın antiemperyalist önderi Nasır’a, 2 Aralık 1956’da 80 Arkadaşı ile Sierra Maestra adlı sıradağlarda verdikleri mücadele ile Küba Devrimini gerçekleştiren Che’ye, Fidel Castro’ya ilham kaynağı olmuştur. Bu önderler, Mustafa Kemal’i bilir ve saygı duyarlar.
Ulusal Kurtuluşla kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik olarak çok kötü koşullardaydı. Osmanlı’nın, bu günün Dünya Bankası olan Duyun-u Umumiye’den aldığı borçlar ödeniyor, bir taraftan da yabancılarda olan limanlar, tekel idaresi millileştiriliyor, bir yandan da, Tayyipgiller’in “babalar gibi sattıkları” Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) kuruluyordu: Kurtuluş Savaşı’nda tek müttefikimiz Sovyetler’in de maddi destekleriyle Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, tren yolları, bankalar, limanlar, Sümerbanklar gibi KİT’ler kurularak tüm ülkede kalkınma hamlesine girişiliyordu.
Cumhuriyet bugün 87 yaşında. Sayıları 70 milyon içinde 2500-3000 kişiyi geçmeyen; ABD ve AB (AB-D) uşağı satılmış, vatan ve halk düşmanı Modern (Finans-Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân) Parababaları, mazlum halkımızın kanını, iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Halklarımızın kanı canı pahasına yarattığı tüm değerler, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. emperyalist finans örgütleri ve çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmektedir Ortaçağcı Tayyipgiller tarafından. Yabancı emperyalistlerin uşağı yerli satılmışlar sayesinde, AB-D Emperyalizmi ülkemizin ekonomisinden, politikasına, tarihinden, kültürüne ve sanatına her şeyini belirlemektedir.
Sosyalist ülkelerdeki örneklerinden esinlenerek Cumhuriyetle birlikte ülkemize kazandırılan, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumları, Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsulleri Ofisi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar ortadan kaldırıldı; Sümerbank, Tekel vb. kuruluşlar özelleştirme adı altında yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekildi.
Yerli satılmışlar “Yabancı bir devletin koruyuculuğu”nda, “insanlık niteliklerinden yoksunluk”larını, “güçsüz”lüklerini ve “beceriksiz” lerini “açığa vurmaktan başka bir şey” yapmamaktadırlar.
87 yıl önce Cumhuriyet, Saltanatın tepesini yani Padişahlık ve Hilafeti kaldırmıştı. Saltanatın tabanını oluşturan, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlık ise, “İrtica” denilen gerici isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Ezildikçe kabuğuna çekildi, kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı.
ABD’nin Sovyetler’e karşı geliştirdiği “Yeşil Kuşak Projesi”nin sonucu olarak 1946’dan itibaren başlayan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla hızlanarak devam eden bir gidişle Türkiye, irticai örgütlerle kuşatıldı. Günümüze geldiğimizde ise, “İrtica” denilen gericilik, mantar misali ortamını bulunca hortladı, daha doğrusu emperyalistlerin “yürü ya kulum” demesiyle pervasızlaştı. Ülkemiz; her yıl Ortaçağcı-Siyasal İslam’la doktrine edilmiş 54.000 gencin mezun edildiği ve sayısı 600’e yaklaşan İmam Hatip Liseleri’yle, yine aynı ideolojiyle şartlandırılmış 900.000 civarında yoksul çocuğumuzun mezun edilip topluma salındığı ve sayıları on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi Kur’an Kurslarıyla ve binlerce Tarikat evleriyle donatıldı.
Cumhuriyetin bütün kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlıklar, YÖK, TRT, RTÜK vb.) Ortaçağcı güçler tarafından ele geçirildi.
Kısacası 19 Mayıs 1919 yılında başlayıp dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bağımsızlığımız, 1946 sonrasında yitirilerek, ülkemiz AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumuna düşürülmüştür. Bundan 87 yıl önce, Türk Milletinin, bağrına oturmuş olan Emperyalizme ve onun uşağı Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demek olan Cumhuriyet’in kazanımları, kerte kerte aşındırılmakta, ülkemiz Ortaçağın karanlığına geri götürülmek istenmektedir.
Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır.
O nedenle Cumhuriyet’i kuran Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekmektedir.
Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birincisinin geriye götürülmesine karşı çıkılacak, mantıki sonucuna ulaştırılıp Sosyalizme kavuşturulacaktır.
Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak biricik güçtür. Çünkü biz, Birinci Milli Kurtuluş’un ve önderi Mustafa Kemal’in Antiemperyalist-Tam Bağımsızlık prensibinin ve Laikliğin de mirasçılarıyız.
Çünkü biz, Birinci Kurtuluş’un en içten ve tek destekçisi Ekim Devrimi’nin ve O’nun Önderi Lenin’in devamcılarıyız.
Çünkü biz; Birinci Kuvayimilliye’nin Köyceğiz Cephesi Komutanı, İkinci Kurtuluşun Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıyız.
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelemizle Ulusal Kurtuluşu, Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız. 19 Mayıs 2009
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Ulusal Kurtuluş Savaşı
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın iki ana amacı vardır. Amaçlardan biri, Atatürk’ün ‘istiklal-i tam’ olarak tanımladığı ulusal bağımsızlığın sağlanmasıdır. İkinci amaç, bu ulusal yapı içinde ulus egemenliğinin oluşmasıdır.
Bu açıdan bakarsanız, Atatürkçülük, Kemalizm ya da Atatürk ilkeleri, kısaca, ‘ulusal devrim’ kavramına bağlanarak yorumlanabilir. Atatürkçülük ulusallık demektir. Tam bağımsızlık, öncelikle ilk Büyük Millet Meclisi’nin ‘emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmü’ olarak nitelediği saldırıları püskürtüp, bağımsız bir devlet kurması anlamına gelmektedir. Ancak bağımsızlık, bütün emperyalist devletlere karşıdır. Atatürk ilkeleri, ulusal bağımsızlığın her türlü baskıcı ve sömürücü devletlere karşı savunulmasını gerektirir. Kemalizm’in dünyaya bakış açısı budur. Ne koşul altında olursa olsun bağımsızlık, tam bağımsızlık!..
Örneğin, Mustafa Kemal’ci tam bağımsızlık görüşü, Birleşik Amerika’nın Vietnam’a yaptığı askeri müdahaleye ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline eşit ölçüde karşı olmayı gerektirir. Atatürkçü tam bağımsızlık anlayışı, İsrail’in Ortadoğu’daki yayılma siyasetine karşı tavır alırken, Asya ve Afrika’da Batı emperyalistlerine karşı savaş veren ülkelere tam destek sağlar. Sözgelişi Cezayir sorununda, kayıtsız koşulsuz, Fransa’nın karşısında, Cezayir halkının yanındadır. Atatürkçü bağımsızlık anlayışının, dünden bugüne ulaşan böyle bir içeriği vardır.
Ulusal egemenlik, iç siyasal yaşamda ayrıcalıklı aile, kurum, sınıf ve kişi kavramına karşıdır. Bu egemenlik anlayışı ayrıcalıklardan kaynaklanan türlü egemenlikler yerine, çok partili düzen kalıpları içinde, halkın istemlerini ölçü ve temel alır.
Yurt topraklarının düşman saldırılarına uğradığı o en güç günlerde, ‘milletin azim ve kararına’ güvenen Atatürk, kurduğu düzeni de bu temeller üzerinde yükseltmeye çalışıyordu. Amerikan mandacılığının kimi aydınlarımızı büyülediği günlerde, büyük bağımsızlık savaşçısı şöyle konuşmaktaydı:
‘- En aydın sayılan insanların, manda tutkusu ile adeta ulusun bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilane bir çalışma ve sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktayı açıklıkla düşünebiliyordum: Düşmanlar, bağımsızlığımızı yok etmeye karar vermişlerdir; bu gerçeği ulus henüz tam keşfedememiştir. Çünkü İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekalar, oradaki vicdanlar, bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı, bir taraftan düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaltılmış halde idi…’
O en güç günlerde, o ‘Amerikan mandası’nın en seçkin aydınlarda vazgeçilmez bir tutku gibi yerleştiği günlerde, Atatürk, tam bağımsızlıktan, ulusun istem ve direncinden söz ediyor ve Kemalist devrimin ilkelerini oluşturacak olan doğrultudan, tek bir sözcüğü bile ödün vermiyordu. Ulusallık işte bu demekti.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi diye tanımlanır. Atatürk düşman saldırıları karşısında bile bu ana ilkeyi hiç gözden uzak tutmamış, kararlarını, o günün koşulları içinde yine de bir Meclis’e dayandırmak gereğini duymuştur. Yakın arkadaşı Yunus Nadi’ye, ilk Meclis’in açılacağı günlerde şöyle seslenmez mi?
- Önce Meclis Yunus Nadi Bey, önce Meclis…
Düşmanın top sesleri Haymana sırtlarında duyulduğu günlerde bile Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nin öz istem ve kararlarına dayanan Mustafa Kemal, Türk ve dünya tarihine ders alınması gereken bir kişilik ve onur örneği armağan etmekteydi.
Evet, Atatürkçülüğün bu iki ana doğrultusu hiç gözlerden uzak tutulmamalıdır. Birinci doğrultu, dışarıya karşı tam bağımsızlık ilkesidir. İkincisi ise içerde ulusal egemenlik anlayışının vazgeçilmez bir amaç olarak benimsenmesidir.
‘Ben Atatürkçüyüm’ diyebilenlerin, bu iki ana ilkeye ne ölçüde bağlı olduklarını ara sıra sınamaları gerekir!
Başta Atatürk olmak üzere, yakın silah arkadaşları ile ilk Meclis’in o yurtsever, o çalımsız, o özverili üyelerini saygıyla, rahmetle anıyoruz…
(Cumhuriyet, 23 Nisan 1983)
Bu açıdan bakarsanız, Atatürkçülük, Kemalizm ya da Atatürk ilkeleri, kısaca, ‘ulusal devrim’ kavramına bağlanarak yorumlanabilir. Atatürkçülük ulusallık demektir. Tam bağımsızlık, öncelikle ilk Büyük Millet Meclisi’nin ‘emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmü’ olarak nitelediği saldırıları püskürtüp, bağımsız bir devlet kurması anlamına gelmektedir. Ancak bağımsızlık, bütün emperyalist devletlere karşıdır. Atatürk ilkeleri, ulusal bağımsızlığın her türlü baskıcı ve sömürücü devletlere karşı savunulmasını gerektirir. Kemalizm’in dünyaya bakış açısı budur. Ne koşul altında olursa olsun bağımsızlık, tam bağımsızlık!..
Örneğin, Mustafa Kemal’ci tam bağımsızlık görüşü, Birleşik Amerika’nın Vietnam’a yaptığı askeri müdahaleye ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline eşit ölçüde karşı olmayı gerektirir. Atatürkçü tam bağımsızlık anlayışı, İsrail’in Ortadoğu’daki yayılma siyasetine karşı tavır alırken, Asya ve Afrika’da Batı emperyalistlerine karşı savaş veren ülkelere tam destek sağlar. Sözgelişi Cezayir sorununda, kayıtsız koşulsuz, Fransa’nın karşısında, Cezayir halkının yanındadır. Atatürkçü bağımsızlık anlayışının, dünden bugüne ulaşan böyle bir içeriği vardır.
Ulusal egemenlik, iç siyasal yaşamda ayrıcalıklı aile, kurum, sınıf ve kişi kavramına karşıdır. Bu egemenlik anlayışı ayrıcalıklardan kaynaklanan türlü egemenlikler yerine, çok partili düzen kalıpları içinde, halkın istemlerini ölçü ve temel alır.
Yurt topraklarının düşman saldırılarına uğradığı o en güç günlerde, ‘milletin azim ve kararına’ güvenen Atatürk, kurduğu düzeni de bu temeller üzerinde yükseltmeye çalışıyordu. Amerikan mandacılığının kimi aydınlarımızı büyülediği günlerde, büyük bağımsızlık savaşçısı şöyle konuşmaktaydı:
‘- En aydın sayılan insanların, manda tutkusu ile adeta ulusun bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilane bir çalışma ve sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktayı açıklıkla düşünebiliyordum: Düşmanlar, bağımsızlığımızı yok etmeye karar vermişlerdir; bu gerçeği ulus henüz tam keşfedememiştir. Çünkü İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekalar, oradaki vicdanlar, bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı, bir taraftan düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaltılmış halde idi…’
O en güç günlerde, o ‘Amerikan mandası’nın en seçkin aydınlarda vazgeçilmez bir tutku gibi yerleştiği günlerde, Atatürk, tam bağımsızlıktan, ulusun istem ve direncinden söz ediyor ve Kemalist devrimin ilkelerini oluşturacak olan doğrultudan, tek bir sözcüğü bile ödün vermiyordu. Ulusallık işte bu demekti.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi diye tanımlanır. Atatürk düşman saldırıları karşısında bile bu ana ilkeyi hiç gözden uzak tutmamış, kararlarını, o günün koşulları içinde yine de bir Meclis’e dayandırmak gereğini duymuştur. Yakın arkadaşı Yunus Nadi’ye, ilk Meclis’in açılacağı günlerde şöyle seslenmez mi?
- Önce Meclis Yunus Nadi Bey, önce Meclis…
Düşmanın top sesleri Haymana sırtlarında duyulduğu günlerde bile Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nin öz istem ve kararlarına dayanan Mustafa Kemal, Türk ve dünya tarihine ders alınması gereken bir kişilik ve onur örneği armağan etmekteydi.
Evet, Atatürkçülüğün bu iki ana doğrultusu hiç gözlerden uzak tutulmamalıdır. Birinci doğrultu, dışarıya karşı tam bağımsızlık ilkesidir. İkincisi ise içerde ulusal egemenlik anlayışının vazgeçilmez bir amaç olarak benimsenmesidir.
‘Ben Atatürkçüyüm’ diyebilenlerin, bu iki ana ilkeye ne ölçüde bağlı olduklarını ara sıra sınamaları gerekir!
Başta Atatürk olmak üzere, yakın silah arkadaşları ile ilk Meclis’in o yurtsever, o çalımsız, o özverili üyelerini saygıyla, rahmetle anıyoruz…
(Cumhuriyet, 23 Nisan 1983)
23 Ağustos 2009 Pazar
ABD ACILIMI
AKP’nin Kurt acilimi ile ABD’nin Ortadogu’ya yonelik planlari uyum icinde midir?
Evet, oyledir!
ABD ve genel olarak NATO, Afganistan’daki savasi kaybetmek uzere… Bu nedenle ABD, Obama’nin secilmeden once de soyledigi gibi, Irak’tan cekilecek ve Afganistan’a ek asker gonderecek.
Barzani ve Talabani, ABD’nin cekilme planinin ertelenmesini istediler. ABD askerlerinin buyuk oranda cekilmesinin ardindan Araplarla Kurtler arasinda savas kacinilmaz gorunuyor. ABD, Turkiye’nin Kuzey Irak’taki Kurtlerin “hamisi” olmasini istiyor. Turkiye, boylece, etkinligini Ortadogu’da daha da yayacaktir.
Turkiye, bu nedenle, “icerdeki” Kurtlerle iliskisini yumusatmak zorundadir.
MGK de bu plana dogal olarak sempatiyle yaklasiyor.
Bu plan hem ABD’nin hem de Turkiye burjuvazisinin cikarinadir.
Turkiye, Kuzey Irak’ta cikan petrolun kendi topraklari uzerinden ihracatina onay vererek, Bagdat Hukumeti’ne gereken mesaji zaten vermis durumdadir.
Bu durumda sosyalistlerin ne yapmasi gerekir?
Baslica uc yaklasimdan soz edilebilir:
Birincisi: Kendisine ulusalcilar diyen nasyonal sosyalistlerin yaklasimidir. Bu yaklasima gore, bu plan reddedilmelidir. Hukumetin “Kurt acilimi” bir “ABD acilimi”dir ve bu nedenle de reddedilmelidir.
Bu belirlemenin ardindan, Kurt sorununun nasil cozulmesi gerektigi uzerine degisIk saptamalar siralanmaktadir.
Ikincisi: Acilimi kayitsiz sartsiz destekleyen kesimdir.
Ucuncusu: Acilimin Turkiye’nin alt emperyalizm ve bolgesel guc olmak konumunu pekistirmekle olan iliskisini bilen ve bu acilimin icerigini kendisine uygun sekilde doldurmak isteyen kesimdir. Acilima karsi degiliz, destekliyoruz. Bu acilimin gercek nedenlerini biliyoruz ve acilimin icerigini bu nedenlerin gerektirdiklerinin otesine goturmeye calisiyoruz.
Politika, yapmaktir. Politika, “biz soyle istiyoruz” diye istekler belirtmekten ibaret degildir. Bunlari nasil yapacaksin? Bu konuda en azindan uygulanabilir gibi gorunen bir plana sahip degilseniz, bagirip cagirmaktan oteye gidemezsiniz.
Dunyada ve bulundugunuz bolgede yalniz degilsiniz. Bu nedenle, isteklerinizi diger guclerin hareket tarzlarini dikkate alarak, onlarin arasindan gecerek hayata gecirmek zorundasiniz.
Bu ulkede akan kanin durmasini, Kurt halkinin en azindan kulturel haklarini serbestce kullanabilmesini herkes istiyor. Tipki genel olarak ozgurluk, esitlik ve sosyal adaleti herkesin istedigi gibi…
Istiyor da nasil istiyor? Hangi icerikte istiyor? Farklilik da burada ortaya cikiyor.
Emperyalist bir guc, kendi anlayisina gore ozgurluk istediginde, yapilacak olan ozgurluge karsi cikmak degil, icerigini farkli tarzda doldurmaya calismaktir.
Tarihten iki ornek verelim:
Yunanistan 1830 yilinda Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizligin saglanmasinda zamanin en buyuk somurgeci devleti Ingiltere’nin onemli payi vardir. Iki somurgeci devlet, Ingiltere ve Osmanli arasindaki celiskiler, o donemde Yunanistan’in bagimsizligini kazanmasi icin uygun kosullar ortaya cikarmisti.
Yunanistan’daki herhangi bir gucun, ne o donemde ne de daha sonra, “somurgecilerin sayesinde en azindan politik olarak bagimsiz bir devlet olmayi istemiyoruz” dediklerini hic duymadim.
Ikinci ornek, Bulgaristan’la ilgilidir. Bu ulke, 1878’de yine Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizlikta “Plevne savasi”ni da iceren bir dizi muharebede Osmanli ordusunu yenen Carlik Rusyasi’nin buyuk rolu vardir.
Bulgaristan, bu nedenle, hem burjuva iktidarlari doneminde hem de sosyalist donemde Carlik Rusyasi’nin, sonra SSCB’nin daha sonra da Rusya Federasyonu’nun dostu olarak kalmis, aralarindaki iliskiler her zaman iyi olmustur.
Hicbir Bulgar sosyalistinin “somurgeci Carlik Rusyasi sayesinde bagimsizlik kazanmamaliydik” dedigini duymadim.
Zamanin somurgeci devletleri sayesinde olsa da, ortaya cikan, daha ileri bir asamadir. Sosyaliste dusen, bunu daha ileri goturmek icin calismaktir, yoksa bu asamayi reddetmek degil.
Turkiye sosyalistlerinin ilk kesiminin tutumuna baktiginizda, bu kesimle Ataturkculuk, Cumhuriyetcilik ve irkcilik arasindaki baglantiyi acik olarak gorebiliyorsunuz.
Bu kesimin onemli isimlerinden Mumtaz Soysal, “Turkiye’deki Kurtlerin Irak’a surulmelerini, oradaki Turkmenlerin de Turkiye’ye getirilmesini ve boylece de sorunun cozulmesini” savunabiliyor.
Bunun adina, “21. yuzyil kosullarindaki etnik temizlik” de denilebilir.
O Mumtaz Soysal ki, 12 Mart 1971’de SBF dekaniydi ve okulu basmaya gelen polislerin onune cikip, “buraya fasistler giremez” diyerek kapiyi tutmaya calismisti.
40 yil oncesindeki Ilhan Selcuk icin de –politik bazi elestirilerin otesinde- olumsuz bir belirleme yapamazsiniz.
Baska isimler de sayilabilir…
Bu ulkede insanlarin 40 yil once ne olduklari degil, son donemde ne olduklari onemlidir. 40 yil oncesinin onemli isimleri bugun MHP ile ayni agizdan konusabiliyorlar. Solculuklari, sosyalistlikleri 40 yil oncesine aittir, bugune ait degildir.Engin Erkiner
__._,_.___
Evet, oyledir!
ABD ve genel olarak NATO, Afganistan’daki savasi kaybetmek uzere… Bu nedenle ABD, Obama’nin secilmeden once de soyledigi gibi, Irak’tan cekilecek ve Afganistan’a ek asker gonderecek.
Barzani ve Talabani, ABD’nin cekilme planinin ertelenmesini istediler. ABD askerlerinin buyuk oranda cekilmesinin ardindan Araplarla Kurtler arasinda savas kacinilmaz gorunuyor. ABD, Turkiye’nin Kuzey Irak’taki Kurtlerin “hamisi” olmasini istiyor. Turkiye, boylece, etkinligini Ortadogu’da daha da yayacaktir.
Turkiye, bu nedenle, “icerdeki” Kurtlerle iliskisini yumusatmak zorundadir.
MGK de bu plana dogal olarak sempatiyle yaklasiyor.
Bu plan hem ABD’nin hem de Turkiye burjuvazisinin cikarinadir.
Turkiye, Kuzey Irak’ta cikan petrolun kendi topraklari uzerinden ihracatina onay vererek, Bagdat Hukumeti’ne gereken mesaji zaten vermis durumdadir.
Bu durumda sosyalistlerin ne yapmasi gerekir?
Baslica uc yaklasimdan soz edilebilir:
Birincisi: Kendisine ulusalcilar diyen nasyonal sosyalistlerin yaklasimidir. Bu yaklasima gore, bu plan reddedilmelidir. Hukumetin “Kurt acilimi” bir “ABD acilimi”dir ve bu nedenle de reddedilmelidir.
Bu belirlemenin ardindan, Kurt sorununun nasil cozulmesi gerektigi uzerine degisIk saptamalar siralanmaktadir.
Ikincisi: Acilimi kayitsiz sartsiz destekleyen kesimdir.
Ucuncusu: Acilimin Turkiye’nin alt emperyalizm ve bolgesel guc olmak konumunu pekistirmekle olan iliskisini bilen ve bu acilimin icerigini kendisine uygun sekilde doldurmak isteyen kesimdir. Acilima karsi degiliz, destekliyoruz. Bu acilimin gercek nedenlerini biliyoruz ve acilimin icerigini bu nedenlerin gerektirdiklerinin otesine goturmeye calisiyoruz.
Politika, yapmaktir. Politika, “biz soyle istiyoruz” diye istekler belirtmekten ibaret degildir. Bunlari nasil yapacaksin? Bu konuda en azindan uygulanabilir gibi gorunen bir plana sahip degilseniz, bagirip cagirmaktan oteye gidemezsiniz.
Dunyada ve bulundugunuz bolgede yalniz degilsiniz. Bu nedenle, isteklerinizi diger guclerin hareket tarzlarini dikkate alarak, onlarin arasindan gecerek hayata gecirmek zorundasiniz.
Bu ulkede akan kanin durmasini, Kurt halkinin en azindan kulturel haklarini serbestce kullanabilmesini herkes istiyor. Tipki genel olarak ozgurluk, esitlik ve sosyal adaleti herkesin istedigi gibi…
Istiyor da nasil istiyor? Hangi icerikte istiyor? Farklilik da burada ortaya cikiyor.
Emperyalist bir guc, kendi anlayisina gore ozgurluk istediginde, yapilacak olan ozgurluge karsi cikmak degil, icerigini farkli tarzda doldurmaya calismaktir.
Tarihten iki ornek verelim:
Yunanistan 1830 yilinda Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizligin saglanmasinda zamanin en buyuk somurgeci devleti Ingiltere’nin onemli payi vardir. Iki somurgeci devlet, Ingiltere ve Osmanli arasindaki celiskiler, o donemde Yunanistan’in bagimsizligini kazanmasi icin uygun kosullar ortaya cikarmisti.
Yunanistan’daki herhangi bir gucun, ne o donemde ne de daha sonra, “somurgecilerin sayesinde en azindan politik olarak bagimsiz bir devlet olmayi istemiyoruz” dediklerini hic duymadim.
Ikinci ornek, Bulgaristan’la ilgilidir. Bu ulke, 1878’de yine Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizlikta “Plevne savasi”ni da iceren bir dizi muharebede Osmanli ordusunu yenen Carlik Rusyasi’nin buyuk rolu vardir.
Bulgaristan, bu nedenle, hem burjuva iktidarlari doneminde hem de sosyalist donemde Carlik Rusyasi’nin, sonra SSCB’nin daha sonra da Rusya Federasyonu’nun dostu olarak kalmis, aralarindaki iliskiler her zaman iyi olmustur.
Hicbir Bulgar sosyalistinin “somurgeci Carlik Rusyasi sayesinde bagimsizlik kazanmamaliydik” dedigini duymadim.
Zamanin somurgeci devletleri sayesinde olsa da, ortaya cikan, daha ileri bir asamadir. Sosyaliste dusen, bunu daha ileri goturmek icin calismaktir, yoksa bu asamayi reddetmek degil.
Turkiye sosyalistlerinin ilk kesiminin tutumuna baktiginizda, bu kesimle Ataturkculuk, Cumhuriyetcilik ve irkcilik arasindaki baglantiyi acik olarak gorebiliyorsunuz.
Bu kesimin onemli isimlerinden Mumtaz Soysal, “Turkiye’deki Kurtlerin Irak’a surulmelerini, oradaki Turkmenlerin de Turkiye’ye getirilmesini ve boylece de sorunun cozulmesini” savunabiliyor.
Bunun adina, “21. yuzyil kosullarindaki etnik temizlik” de denilebilir.
O Mumtaz Soysal ki, 12 Mart 1971’de SBF dekaniydi ve okulu basmaya gelen polislerin onune cikip, “buraya fasistler giremez” diyerek kapiyi tutmaya calismisti.
40 yil oncesindeki Ilhan Selcuk icin de –politik bazi elestirilerin otesinde- olumsuz bir belirleme yapamazsiniz.
Baska isimler de sayilabilir…
Bu ulkede insanlarin 40 yil once ne olduklari degil, son donemde ne olduklari onemlidir. 40 yil oncesinin onemli isimleri bugun MHP ile ayni agizdan konusabiliyorlar. Solculuklari, sosyalistlikleri 40 yil oncesine aittir, bugune ait degildir.Engin Erkiner
__._,_.___
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)