Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın iki ana amacı vardır. Amaçlardan biri, Atatürk’ün ‘istiklal-i tam’ olarak tanımladığı ulusal bağımsızlığın sağlanmasıdır. İkinci amaç, bu ulusal yapı içinde ulus egemenliğinin oluşmasıdır.
Bu açıdan bakarsanız, Atatürkçülük, Kemalizm ya da Atatürk ilkeleri, kısaca, ‘ulusal devrim’ kavramına bağlanarak yorumlanabilir. Atatürkçülük ulusallık demektir. Tam bağımsızlık, öncelikle ilk Büyük Millet Meclisi’nin ‘emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmü’ olarak nitelediği saldırıları püskürtüp, bağımsız bir devlet kurması anlamına gelmektedir. Ancak bağımsızlık, bütün emperyalist devletlere karşıdır. Atatürk ilkeleri, ulusal bağımsızlığın her türlü baskıcı ve sömürücü devletlere karşı savunulmasını gerektirir. Kemalizm’in dünyaya bakış açısı budur. Ne koşul altında olursa olsun bağımsızlık, tam bağımsızlık!..
Örneğin, Mustafa Kemal’ci tam bağımsızlık görüşü, Birleşik Amerika’nın Vietnam’a yaptığı askeri müdahaleye ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline eşit ölçüde karşı olmayı gerektirir. Atatürkçü tam bağımsızlık anlayışı, İsrail’in Ortadoğu’daki yayılma siyasetine karşı tavır alırken, Asya ve Afrika’da Batı emperyalistlerine karşı savaş veren ülkelere tam destek sağlar. Sözgelişi Cezayir sorununda, kayıtsız koşulsuz, Fransa’nın karşısında, Cezayir halkının yanındadır. Atatürkçü bağımsızlık anlayışının, dünden bugüne ulaşan böyle bir içeriği vardır.
Ulusal egemenlik, iç siyasal yaşamda ayrıcalıklı aile, kurum, sınıf ve kişi kavramına karşıdır. Bu egemenlik anlayışı ayrıcalıklardan kaynaklanan türlü egemenlikler yerine, çok partili düzen kalıpları içinde, halkın istemlerini ölçü ve temel alır.
Yurt topraklarının düşman saldırılarına uğradığı o en güç günlerde, ‘milletin azim ve kararına’ güvenen Atatürk, kurduğu düzeni de bu temeller üzerinde yükseltmeye çalışıyordu. Amerikan mandacılığının kimi aydınlarımızı büyülediği günlerde, büyük bağımsızlık savaşçısı şöyle konuşmaktaydı:
‘- En aydın sayılan insanların, manda tutkusu ile adeta ulusun bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilane bir çalışma ve sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktayı açıklıkla düşünebiliyordum: Düşmanlar, bağımsızlığımızı yok etmeye karar vermişlerdir; bu gerçeği ulus henüz tam keşfedememiştir. Çünkü İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekalar, oradaki vicdanlar, bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı, bir taraftan düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaltılmış halde idi…’
O en güç günlerde, o ‘Amerikan mandası’nın en seçkin aydınlarda vazgeçilmez bir tutku gibi yerleştiği günlerde, Atatürk, tam bağımsızlıktan, ulusun istem ve direncinden söz ediyor ve Kemalist devrimin ilkelerini oluşturacak olan doğrultudan, tek bir sözcüğü bile ödün vermiyordu. Ulusallık işte bu demekti.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi diye tanımlanır. Atatürk düşman saldırıları karşısında bile bu ana ilkeyi hiç gözden uzak tutmamış, kararlarını, o günün koşulları içinde yine de bir Meclis’e dayandırmak gereğini duymuştur. Yakın arkadaşı Yunus Nadi’ye, ilk Meclis’in açılacağı günlerde şöyle seslenmez mi?
- Önce Meclis Yunus Nadi Bey, önce Meclis…
Düşmanın top sesleri Haymana sırtlarında duyulduğu günlerde bile Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nin öz istem ve kararlarına dayanan Mustafa Kemal, Türk ve dünya tarihine ders alınması gereken bir kişilik ve onur örneği armağan etmekteydi.
Evet, Atatürkçülüğün bu iki ana doğrultusu hiç gözlerden uzak tutulmamalıdır. Birinci doğrultu, dışarıya karşı tam bağımsızlık ilkesidir. İkincisi ise içerde ulusal egemenlik anlayışının vazgeçilmez bir amaç olarak benimsenmesidir.
‘Ben Atatürkçüyüm’ diyebilenlerin, bu iki ana ilkeye ne ölçüde bağlı olduklarını ara sıra sınamaları gerekir!
Başta Atatürk olmak üzere, yakın silah arkadaşları ile ilk Meclis’in o yurtsever, o çalımsız, o özverili üyelerini saygıyla, rahmetle anıyoruz…
(Cumhuriyet, 23 Nisan 1983)
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder