Türkiye'nin bağımsızlığının ve Türk halkının kültürünün ve tarihsel mirasının her türden liberal saldırının hedefi olduğu şu günlerde Türk Solu’nun da bu saldırılardan nasibini alması kadar doğal bir şey yok. Türk Solu geleneğini ve liberallerde bir kâbus halini almış değerlerini yaratan devrimci önderlerin hiçbiri bugün yaşamıyor. Daha da kötüsü onların yarattıkları veya yaratmaya çalıştıkları mücadele araçları da ortada yok. Ama açıkça görüyoruz ki, emperyalizme direnişin adı hala “çağa ayak uyduramayan Türk solculuğu”. Halkçılığın, emekçi mücadelesinin adı hâlâ Türk Solu. Bunun sebebi Türkiye coğrafyasına yönelik her sömürgecilik saldırısına karşı direnmiş bir Türk Solu geleneği yaratılmış olması. Bu gelenek, halkla birlikte hareket edebilmenin yollarını bulduğu ve belirleyici zaferler kazandığı içindir ki halk bugün yeniden devrimci Türk Solu’nu arıyor.
Gemileri Yakmak Putları Kırmak
Türkiye, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin tahakkümünde yokoluşa doğru gidiyordu. Emperyalist saldırganlığa karşı yerel direnişin ötesinde kimse Batıya direnilebileceğini, Batının yenilebileceğini, Batının sömürgecilik değerlerinin karşısında halkçı değerlerin yaratılabileceğini düşünmüyordu. Bu düşüncesizliğin kaynağında ise Osmanlı “ilericiliğinin”, aydınlarının Batıyla sınırlı paradigmaları vardı. Ve bunun yanında bir kardeş gibi onları besleyen gericiliğin ve hayalperestliğin ölü toprağı. Bu koşullarda emperyalist saldırganla başa çıkmak yalnız ona karşı silah kuşanacak cesarete sahip olmakla sınırlı olamazdı. Aynı zamanda Batı sömürgeciliğinin yarattığı tüm tabuları da yıkacak, putları kıracak, zavallılığın karşısında “ulusu hakim kılacak” bir devrimci bilinç gerekiyordu.
Biz bunu Mustafa Kemal Atatürk’te bulduk. Atatürk’ün bütün eyleminin, her türden geriye dönüş, davadan kaçış ihtimalini ortadan kaldıran gözü kara bir tutarlılıkta olduğunu görürüz. Atatürk yaşamı boyunca hapse atılmış bir öğrenci, sürgüne gönderilmiş asker, tüm rütbelerini söküp atacak idealist ve gerektiğinde tüm bir hareketin iradesini üzerinde toplayabilecek bir savaşçı olarak bilindi. Batı uyduculuğunun merkezi olmuş İstanbul’dan, artık oradan başlatılabilecek bir hareket olmadığı ve zafer olmaksızın geri dönüşün de olamayacağı gerçeğiyle ayrıldı. Böylece geldiği gemiyi de yakmış oldu.
Tek yürek Kuvayı MilliyeMustafa Kemal’in yarattığı Kuvayı Milliye Osmanlı’nın mevcut idare ve siyaset mekanizmasının dışında, ona tabi ve borçlu olmayan bir kuvvettir. Askeri ayrı, meclisi ayrı, mahkemesi ayrı değil. Tek yürek Kuvayı Milliye! Her şey birleşik ve her şey vatan için, halk için. Böyle bir anlayış yaratıldı. Halkın dışında bir siyaset mekanizması aramadan, onun dışında yasalara sarmalanmış bir demokrasi hayal etmeden zafere yürümüş bir harekettir Kuvayı Milliye. Kuvayı Milliye sadece akılların algılayabileceği, gözle görülür, elle duyulur bir olgu değildir halk için. O aynı zamanda bir inanç meselesidir. Vicdan işidir. Bu yüzden bugün Kuvayı Milliye’yi göremezsiniz ama sömürücüler için o hâlâ bir “kabus”tur. Yeniden dirileceği umulan ve beklenen ve tedbir alınan bir davadır.
Milli bir kuvvet oluşturmak ne zafer öncesi ne de zaferden sonra hayallerle veya zorlamalarla olacak bir iş değildir. Bu tarihi özümsemiş ve maddi gerçeğin bilincine varmış devrimci aydının temel sorunudur. Başta gelen ödev, kendine yabancılaşmış bir toplumun özüne döndürülmesi işidir. Bu da zorun her çeşidini görmüş halka karşı bazen bir öğretmen, bazen bir öğrenci gibi yaklaşmadan başarılabilecek bir iş değildir. Kendisini aşağı gören, yüzyıllarca aşağılanmış, en ilericisinin bile kendini Batının kuklası veya maşası olmaktan öte görevlendiremedği bir topluma halk veya millet adını vermek mümkün değilidir. Halk, devrimci aydının gözünde daima güçlü olması gereken, güçlü tutulması gereken bir kavramdır. Bu yüzden halka Batının gözlüğüyle yaklaşan, onu aşağılayan her türlü “ilericiliğin” tabularını yıkmak gerekiyordu. Ve onu karanlık bir zindanda kötürüm bırakan gericiliğin de. Bu yüzden Mustafa Kemal halifeliği ve sultanlığı kaldırırken de, 19. yüzyıl “ilericileri”nin taptığı anayasaya “paçavradır” derken de aynı cesaretle hareket ediyordu.
Atatürk, Batıcılığın her türlüsünü şiddetle reddetti. İlericilikle Batıcılığın bağdaşamayacağını ortaya koydu. Bu putları kırarken, belki de bilmeden, yüzyıllar öncesinde Şeyh Bedreddin’in de takip etiği bir Doğu geleneğini sürdürüyordu. O, kendi eğitim gördüğü kurumlar da dahil o güne kadar tartışılmazlığı kabul edilen bütün kitapları nehre atmaktan ve kendini ve kültürünü yeniden öğrenmeye başlamaktan çekinmedi. Bugün putlarına hararetle sarılmış aydın taslaklarını gördükçe Atatürk’ün aydınlığını daha fazla anlıyoruz.
Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler bugün de sol için temel mücadele konularıdır. Sömürgecilik saldırısıyla aşağılanan onun milliyetçiliğidir. Özelleştirme saldırısıyla yıkılan onun devletçiliğidir. IMF politikalarıyla üzerine çullanılan onun halkçılığıdır. Gericilik saldırısıyla yok edilmek istenen onun laikliğidir. Sahte bir Atatürkçülükle halktan saklanan onun devrimciliğidir. Sonuçta ortadan kaldırılmış olan onun kurduğu cumhuriyettir.
Atatürk, mücadeleci, devrimci ve gerçekten aydın bilinciyle ileride ülkesine yönelik yeni saldırılar ve tehditler olduğunda da direnecek ve savaşacak Türk Solu’nun benliğine kazınmış oldu. Türkiye'de ondan öğrenmeden hareket edebileceğini düşünen sol, halktan değil de “kitaptan” öğrenen soldur.
Hapislikte Kuvayı Milliye
Mustafa Kemal’in ve Kuvayı Milliye’nin neden yalnız ve yalnız solun mücadele geleneği içinde canlanabildiğini en iyi Nazım Hikmet açıklar. Bugün Türk Solu’nun halkla paylaşabildiği en güzel değerleri yaratan bir ozan. Ve yalnız onun dilinde bulabiliyoruz Kuvayı Milliye’nin destanlaşabilmesini. Emperyalizme karşı ezilenlerin mücadelesinin içinde olmak dışında başka bir şekilde de mümkün değil böyle bir şey.
Hapislikte Kuvayı MilliyeO yüzden Nazım Hikmet hapiste olduğu koşullarda dahi, hem de Mustafa Kemal’in cumhuriyetinde esaretinin ve halkının esaretinin gerçek sorumlularını gözden kaçıracak bir sol anlayışa sahip değildi. İlerleyen yıllarda sistemin efendileri devrimlerin bittiğini, Kuvayı Milliye’nin yalnız tarih kitaplarına özgü olduğunu -hatta oraya bile ait olmadığını- iddia ederken ve burjuva çıkarları uğruna Batının kucağına koşarken ve açıkça Atatürk’e saldırırken Nazım Hikmet hala ya sürgünde ya hapis. Ve hâlâ Kuvayı Milliyeci ve hâlâ sosyalist. Yani Batılı vatanseverlerin gözünde “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala”.
Onu halkı için ve Türk Solu için bu kadar vazgeçilmez hale getiren şey ise onun sosyalistliği Kuvayı Milliyecilikle birleştiren, yani gerçek temellerine oturtan tarihsel bir adım atmış olmasıdır. Kendisinin en büyük eserim dediği Memleketimden İnsan Manzaraları, solun mücadeleci karakteri ile hapislikte yazılmış ve çağına ait, halkın ihtiyaç duyduğu tüm bilgi birikimini büyük bir sorumlulukla aktaran gerçekten büyük bir eser. İşte orada emperyalizm, işbirlikçileri ve bunun karşısında “ellerini toprağa basıp ağır ağır” doğrulacak halk ve destanlaşan Kuvayı Milliye tüm değerleriyle apaçık ortada. Ve Nazım’ın yapıtlarında “vıcık vıcık yağlı elleriyle” ülkeyi Batıya peşkeş çeken burjuvalar, Menderesler ve yine onun yapıtlarında hürriyet kavgası için safları sıklaştıracak gençler bulunabilir.
Nazım Hikmet’in diliyle yazılmış herşey Türk dilinin en güzel örnekleridir. Nazım Hikmet artık halkla aynı dili paylaşabilecek bir ilericiliğin, solculuğun militanıdır. Onu yine Türk devriminin özleşme, Batıcı yabancılaşmadan kurtulma çabasında en önlere taşıyan bu özelliğidir. Yasak olsa da kulaktan kulağa, elden ele, halkın dilinde aktarılabilir, anlaşılabilir, anlatılabilir. Nazım Hikmet kendisi bir mücadeleci olduğu gibi, halka ulaşmada Türk devrimcisinin bir mücadele silahıdır da.
“Türk Milleti Dikatörlüğe Paydos Dedi”
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin, ülke sorunlarına duyarlı olmaya zorladığı üniversitenin, bağımsızlığın korunmasıyla görevlendirdiği Ordu’nun Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı harekete geçmiş olması Türk Solu için en önemli tarihsel anların başında gelir. 27 Mayıs işte tam da Nazım Hikmet’in dizelerinde vatansızlığı tescillenmiş Batıcılığa karşı “hürriyet kavgasıdır”.
27 Mayıs, halkın mücadele geleneğinin bu kez iş işten geçmeden, meydanlara taşınmasıdır. Cumhuriyet’in yarattığı temel kuvvetler bağımsızlığın elden gitmesine, halkçılığın yerini tümden diktatörlüğe bırakmasına direnmişler, gençlik, aydınlar ve ordu diktatörlüğe paydos demiştir.
Ancak 27 Mayıs, hareketinde ne kadar haklı, Batı işbirlikçisi iktidarı alaşağı etmesinde ne kadar güçlü, Cumhuriyet’in yarattığı kuvvet birikimine ve Cumhuriyet geleneğine dayandığı için ne kadar devrimci olursa olsun halkın problemlerini çözmekte yetersiz kalmıştır. Bunun temelinde yatan neden Batı uşaklığına ve işbirlikçilerine karşı halkla beraber hareket ediyor oluşuna karşın, Atatürk’ün ölümü sonrası cumhuriyetçiliğe hakim olan Batılılaşma anlayışından kopamamasıdır. Bu yüzden çözümler anayasacılıkta, reformculukta aranırken, NATO’dan kopulamamış, ve DP’nin haleflerine ve gericilere kozlar verilmiştir. Sanılır ki özgürlüğü sağlayan anayasadır. Oysa 27 Mayıs sonrası özgürlüğün kaynağını, Batıcı diktatörlüğe direnen halk ittifakında aramak gerekir. Yoksa anayasaların ne kadar kolay değişebildiği ve görmezden gelinebildiği Türk Solu için bilinen bir derstir. Bu anayasacılık ve reformculuk 27 Mayıs’a Cumhuriyet’ten değil daha çok Tanzimatçılığın aydın hastalıklarından, Batıcılığından kalmıştır. Tüm bunlara karşın 27 Mayıs’ı bu temel eleştirilerle de olsa Türk Solu’nun tarihsel mirası içine katan şey, onun dayanağı olan temel referansların Türk devrimciliği ve Atatürkçülükten kaynaklanmasıdır.
Türk Solu’nun 27 Mayıs’ın bu hatalarını görerek ve eleştirerek gerçek Atatürkçülük, yeniden Kuvayı Milliye davası içinde, Batıdan topyekün kopuş görevine işaret ederek güçlü bir antiemperyalist mücadeleye önderlik etmesinde Doğan Avcıoğlu eşsiz bir öğretmen olmuştur.
Türkiye’nin yaşadığı büyük sorunların, toplumsal ve tarihsel temeline inerek ve kökten, devrimci dönüşümlerle, anti-emperyalist mücadele içinde halledilebileceğini ısrarla ortaya koymuştur. 27 Mayıs’ın anayasacılığını bu açıdan eleştirmiş, 27 Mayıs öncesi çok partili parlamentarizme dikkat çekerek bunun çok partili Batıcı bir faşizmden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Parlamentarizm yerine kuvvetler birliğine dayalı Kuvayı Milliyeciliği öne çıkartır. Onun parlamentarizm uyarıları büyük ses getirmiştir. Bu uyarılar bugün de Türk Solu için halkı oyalamaya ve sindirmeye yönelik Batıcı parlamenter oyunların teşhirinde önemli bir mirastır.
YönDoğan Avcıoğlu, Atatürkçülüğün sahte biçimlerinden ayrılıp, halk içinde ifade etttiği Kuvayı Milliyeci özün dikkate alınmasına işaret etmiş, Batıcılığın ölü toprağını atarak onun ezilen ulus milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte sosyalizmi de ithal ve taklit hastalığından arındırarak Türkiye’de ulusal mücadele açısından yorumlar. Böylece Doğan Avcıoğlu ve onun Türkiye'nin en nitelikli aydın birikimiyle beraber çıkardığı Yön dergisi geniş halk kesimlerinin sosyalizmle tanışmasına, daha doğru ve gerçekçi bir kavrayışa ulaşmasına imkan vermiştir.
Doğan Avcıoğlu, tüm bunları örgütlü bir hale getirip, devrimci fikirlerin ülke siyasetine doğrudan müdahele edebilecek bir kuvvete ulaşmasına olanak sağlamıştır.
Yorulmak bilmez bir çalışma içerisinde Atatürk’ün özleşme davasına büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu eserlerle bugün Türkiye’nin toplumsal yapısı, düzeni ve siyaseti üzerine söylenecek her sözde mutlaka bir payı olmuştur. Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel yapısı üzerine Avcıoğlu’nun söylediklerinin üzerine tek bir katkı yapmadan ukalalık yapanların ise giderek solu bir hayaller ve fanteziler dünyasına hapsettiklerini görüyoruz. Oysa sol herşeyden önce tarihsel materyalizmdir ve gölgelerle savaşmaz. Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin ve emperyalizmin gerçeğinin kavranması için önemli bir teorik miras bırakmıştır. Avcıoğlu gerçeklerle mücadele etmenin bedelini ödeyenlerdendir.
Emekçilerin Birliği
Mehmet Ali Aybar60'lı yıllarla beraber, Doğan Avcıoğlu’nun da gösterdiği gibi Türkiye’nin toplumsal yapısında ciddi çelişkilerin de olduğu ortaya çıkıyordu. Bir yandan daha Atatürk yaşarken ona karşı liberal ideolojiyle muhalefete ve imtiyaz isteklerine başlayan, Atatürk öldükten sonra ise tümden bir Cumhuriyet yıkıcılığına varacak biçimde Batılılaşmış bir sermaye sınıfı. Diğer yandan ise Cumhuriyet’in yarattığı kamusal birikimle gelişmekle beraber, 50’ler sonrası iktisat politikalarının sonucu olarak da kitleseeşmiş bir işçi sınıfı ve emekçi kesimler. 1963’te kurulan Türkiye İşçi Partisi ve onun mücadelesi, ulusal bağımsızlığın sermayeden kopmadan ve emekçi mücadelesi olmadan gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını hem Türk Solu’na hem de halkın geniş kesimlerine öğretmiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin ilk Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, TİP’i kurmaya karar veren işçi sınıfı temsilcilerinin güvenerek görev teklif ettiği bir aydın olması açısından önemlidir. Onun fikirlerini değerli kılan ve TİP’in hızla örgütlenmesine imkan veren şey yine onun sosyalizm fikriyle beraber ısrarla ulusal bağımsızlık, ulusa özgü mücadele, ve Kuvayı Milliye fikirlerini işlemiş TİPolmasıdır. Bu sayede TİP kentlerde ve köylerde hızla taraftar topladı, emekçi kesimlerin yanı sıra aydınları ve öğrencileri de kendine çekti. TİP’le beraber emekçiler parlamentoya girebildiler. Elbette sermayenin Batıya endeksli çıkarlarını parlamentodan bastırabilmenin imkanı yoktu ama, emekçilerin mücadelesi bu sayede halka yansıyabildi. Bu sayede başta ABD işbirlikçiliği olmak üzere Türk halkının üzerinde oynanan parlamenter oyunlar gözler önüne serilebildi. 60’ların parlamentosunda Türkiye’nin çıkarları yalnızca 27 Mayıs’çı Milli Birlik senatörleri ve TİP tarafından dile getirilebildi.
Daha sonra TİP ortadan kaldırılsa da onu yaratan emekçi mücadelesi artık Türkiye’de belirleyici bir güç olarak ele alınmak durumundaydı.
“Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”
Tüm bir döneme damgasına vuran ise 27 Mayıs’ın yaratılmasında da temel güç olan gençliğin antiemperyalist mücadelesidir. Türkiye'nin bağımsızlığına yönelik saldırılar arttıkça giderek yığınsallaşan gençlik eylemleri Türk Solu’nun tarihsel mirasının en önemli köşe taşlarındandır.
Türk gençliği, köklü bir devrimin, ulusal mücadeleler sonucu kazanılmış bir devrimin ve bağımsızlığın yarattığı inatçı köklerin, emperyalistler tarafından kolay bir şekilde sökülüp atılamayacağını göstermiştir. Gençlik her meydana çıkışında emperyalist düşman, onun işbirlikçileri ve toplumsal kökenleri hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyor, yığınsal eylemler ardında bilinçli, örgütçü ve lider gençler bırakıyordu.
DenizDeniz Gezmiş, şüphesiz, bütün varlığıyla kendini ülkesinin bağımsızlık mücadelesine vermiş bu gençlerin başındadır. Daha sonra idamında da görüleceği gibi Deniz Gezmiş emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından yalnızca asi bir genç olarak kabul edilmiyordu. Deniz Gezmiş aynı zamanda emperyalist çıkarların saldırdığı vatandaki mücadele geleneğinin bir mirasçısıdır. Bu yüzden ondan tüm bir Cumhuriyet tarihinin hesabı soruldu. Ondan ve o dönem ikinci kurtuluş savaşı için mücadele etmiş tüm diğer gençlerden. Her bir gencin canı cumhuriyetin devrimci mirasının hesap sorduğu gericilerin hesabına sayıldı. Bu yüzden şiddet tırmandırıldı. Gençlere tuzaklar kuruldu ve bağımsızlıktan bahseden herkesin öldürülmesi hesaplandı.
İdam sehpasına yürüyen Deniz Gezmiş için kendini bile bile ölüme götüren Mahir Çayan ve arkadaşları da bu hesapların sonucu yaşamlarını yitirdiler. Onların fikirlerine, yaptıklarına bakıldığında açıkça ortaya çıkan şey onların uluslarının bağımsızlığı ve halkının refahı dışında bir hesaplarının olmadığıdır. Bu yüzden en adi hesaplar ve tuzaklar onlar için yapılmıştır.
Bu tuzaklar sonucu 60’ların başındaki ordu, gençlik ve Atatürkçü aydınların birlikteliği bozulmuş, ardından Türkiye tarihinin en gerici koalisyonlarıyla, açıkça Atatürk düşmanlığını dile getiren parlamenterleriyle Türkiye adım adım Batının sömürgesi pozisyonuna getirilmeye çalışılmıştır. Bu hesaplar arasında binlerce Türk vatandaşı yaşamına kaybetmiştir.
Cesaretle Yürüyenler
Bağımsız TürkiyeTüm olarak bakıldığında Türkiye’nin çok partili Batıcı diktatörlükler döneminde geriliğe hapsedilme hesaplarının Türk Solu’nun devrimci kayalarına çarptığı görülmelidir. Zafer görünüşte emperyalistlerindir. Ancak Türk solu bu dönemde asla susmayarak ve direnerek altından değerli bir tarihsel birikim yaratmıştır. Doğal olarak vatan emperyalistlerin değildir ve bu tarihsel birikimden filizlenecekse yeniden devrimcilik filizlenecektir.
Gerek Yön’cüler, gerek Deniz’ler ve gerekse Türkiye İşçi Partisi bu dönemde önemli hatalar yaptılar. Öyle ki bu hatalar çoğunlukla onların hayatlarına mal olmuştur, uğrunda ölebildikleri devrimin gerilemesine yol açmıştır ve nefret ettikleri emperyalistlerin geçici de olsa kazanmasına imkan vermiştir. Bu hataların en önemlisi onların belli bir noktada halktan uzaklaşarak kendi cesaretlerine veya bilinçlerine güvenerek adımlar atmaları; TİP için de onun parlamenter mücadeleyi halkçı mücadelenin önüne çıkarması olarak kısaca değerlendirilebilir. Türk Solu, cesaretle yürüdüğü gibi cesaretle eleştirilmelidir. Çünkü edinilen her deneyim nice acılar ile edinilmiştir. Ancak eleştiri ne olursa olsun emperyalistlere karşı verilen kavga haklıdır ve aynı cesaretle sahiplenilmelidir.
Atatürkçülük: İşkence Tezgahından Bombalı Saldırıya
60’lardan 80’lere doğru gidildiğinde, Türkiye önemli bir dönüşüm sürecinin acılarını çekmekteydi. Türkiye, tarihinin en gerici ve Atatürk düşmanı koalisyonlarının idaresindeyken ülke içinde halk birbirine kırdırılmaktaydı. Önemli bir noktanın altını çizmeli: Bu döneme girilirken ülkenin en değerli Atatürkçü aydınları ve solcu gençler işkence tezgahlarından geçirilmektedirler.
Aziz NesinElbetteki saldırganlığa direniş o boyutta güçlüydü. Gerek emekçi mücadelesi gerekse gençlik bu yılların siyasetine damgalarını vurdular. Ancak ortaya konulan tuzaklar 60'lardaki gibi ideolojik ve tarihsel temelleri sağlam bir toplumsal hareket ve ittifak yaratılmasına el vermedi. Bu dönemi niteleyen şey daha çok bir ideolojisizlik ve kargaşa, Türkiye dışındaki modellerin taklidinin getirdiği çiğliktir. Bunda elbette ki en büyük etken devrimci gençlik önderlerinin daha 60’ların sonunda ortadan kaldırılması, aydınların büyük baskılar altına alınmasıdır. Dönemin sonunda bilindiği gibi Cumhuriyet’in kurduğu üniversiteler bile anarşist ilan edilerek kapatılmaktadır.
1980 bir dönüm noktasıdır. Bu andan sonra artık Türkiye tümden Batının ve piyasacılığın uydusu haline getirilirken, gericilik hiç olmadığı kadar güçlendirilirken, 12 Mart’ta işkence tezgahlarıyla tanışmış Atatürkçü aydınlar da bu sefer bombalı saldırılarla tanışacaklardır.
Uğur Mumcu ve Aziz Nesin mücadeleleriyle bu dönemi karakterize eden Türk Solu’nun yorulmak bilmez temsilcileridir.
Aziz Nesin halkın diliyle siyaset yapan Cumhuriyet geleneğinin en büyük aydınlarından biriydi kuşkusuz. Daha 40’lardan itibaren Batıcı işbirlikçiliği, gericiliği, halk düşmanlığını ve halkın sırtındaki sermayeyi “makaraya saran” Aziz Nesin tamamına şahit olduğu mücadele geleneği içinde hem sosyalizmi hem de gerçek Cumhuriyet aydınlığını halka sevdiren, sol açısından eşsiz bir kaynaktı. O, ülkesinin mazlumlar tarihinin büyük bir şahidiydi ve ona karşı Türkiye tarihinin en büyük gerici kışkırtmalarından biri yapıldı. Aziz Nesin öldürülemedi belki ama, ona yönelik Sivas katliamı 33 aydınımızın canını alarak Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı büyük bir provokasyona dönüştü. Ve tarih şahittir ki dönemin parlamenter koalisyonu bunu yalnızca izledi. Belli ki zevkle izledi. Ardından sermaye medyasıyla beraber gericilerin ne kadar saldırısı olursa olsun Aziz Nesin aydınlığı sönmedi.
Uğur MumcuUğur Mumcu da Türkiye halkının mücadele tarihinin şahitlerinden biriydi. Uğur Mumcu’da 60’ların gençliğinden geliyordu. Bir yandan gerçek Atatürkçülüğü sahtelerinden ayırmakta temel bir görev edindi ve 12 Eylül karanlığına karşı, onun öncesinde ve sonrasındaki hain oyunlara karşı herkesin kafasını açtı, diğer yandan ülkeyi gericiliğin ve bölünmenin eşiğine getiren ilişkileri sorguladı. Uğur Mumcu tarihinin gerçek bir şahididir. Türk Solu’nun, Atatürkçülüğü ve sosyalizmin Türkiye'ye özgü mücadelesini bu şahitlik içinde halkına aktarma görevini edindi. Uğur Mumcu da gerçek bir Kuvayı Milliyeciye yakışır şekilde düşmanının bombalı saldırısıyla öldürüldü.
Türk Gençliğinin Sabrı Taştı
Gelinen noktada artık Türk halkının kaybedecek hiçbir şeyi yok. 1920’lerde “hakimiyeti yalnızca halka vermek” parolasıyla yola çıkan Atatürk’ün halkın direnişinden yarattığı Kuvayı Milliye yerini Batı uyduculuğuna bıraktı. Halkçılık ve devletçilik perspektifi yerine sermayenin ve IMF’nin piyasacı hegemonyası kondu. Cumhuriyet ilericiliğinin yerine her türden gericilik peydah oldu.
Diğer yandan halkın mücadele ve hakkını arama kültürü olan Türk Solu’nun bütün devrimcileri ortadan kaldırıldı, baskı altına alındı.
Uğur Mumcuların ve diğer Atatürkçü aydınlarımızın katledilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Onlar için yürüyen milyonlarca insanla beraber Türk gençliğinin de yeniden mücadele bayrağını yükseltmesine yol açtı.
Bu yüzden gençliğin bir manifesto ortaya koyarak “Cumhuriyet Bize Emanet” demesi, arkasından yurt çapında binlerce genci örgütleyecek bir hareketi ortaya koyması şaşırtıcı olmamalı. Yalnızca Türk gençliği için değil tüm Türk halkı için Türk Solu’nun devrimci mirası ışığında mücadele etmek mümkün.
İleri dergisi böyle bir mücadele örgütlenmesi yaratılması için bir ilk adım olmuştu. İleri’de bağımsızlık, demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel ve toplumsal temellerinin ortaya konması, mevcut Batıcı siyasal rejimin tüm güncel siyasetiyle devrimci eleştirisi, bunun yerine konacak gerçek Atatürkçülük ve Kuvayı Milliye iktidarının ortaya konması bir ihtiyaçtı. Atatürkçü, ilerici ve devrimci gençlerle, Türkiye’nin aydın birikimini bu amaçlarla buluşturan derginin önemli bir tarihsel görevi yerine getirdiğine inanıyoruz. Öyle ki bu sayede Türk Solu’nun devrimci tarihinden çıkan sonuçları bir program haline getirebiliyoruz. Türkiye’nin aydınlarının ve gençliğinin bir araya gelmesini gerçek bir Kuvayı Milliye için temel önemde görüyoruz. Ancak elbette bu daha yolun başı.
Böyle bir tarihsel geçmiş neden Batıcı liberallerin bugün Türk halkına, Türk milliyetçiliğine ve Türk Solu’na saldırma gereği duyduğunu açıklıyor. Bu bize zevk ve ümit vermeli. Yoksulluğumuz bu kadar korkutuyorsa, zenginliğimiz bunları ne hale getirecektir!
Türk Solu devrimci bir gelenektir. Bugün Türk halkının Batıyla uzlaşmaz çıkarlarını temsil eden, işbirlikçi sermayenin değil emekçi halkın bilincini yansıtan tek gelenek.
13 Mayıs 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder