12 Mayıs 2009 Salı

Neden “İslamcılar” Emperyalizme Karşı Silahlı Direnişin Egemen Gücüdürler

Bilinenleri bir kez daha yineleyelim: Bugün başını Amerikan emperyalizminin çektiği emperyalist saldırganlığa ve işgallere karşı silahlı direniş, Afganistan’dan Filistin’e, Irak’tan Lübnan’a kadar Ortadoğu bölgesinde yoğunlaşmıştır. Tüm bu silahlı direniş hareketlerinin merkezinde “islamcılar” yer almaktadır. “İslamcılar”, silahlı direniş hareketinin merkezinde yer almaktan öte, aynı zamanda bu hareketin neredeyse tek gücü durumundadır.
Yine herkesin bildiği diğer bir gerçek, AKP’nin “ılımlı islamcı” görünümüne rağmen, özünde “islamcı” bir siyasal bir hareket olduğu, kökeninin 1960 sonlarında Erbakan’ın başını çektiği şeriatçılıkta bulunduğudur. Erbakan çizgisi, “ağır sanayi hamlesi”nden “hak geldi, batıl zail oldu” sloganlarına kadar tüm yönelimleriyle yeni-sömürgeciliğe (yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizme) ve bunun sahibi Amerikan emperyalizmine karşı bir duruş görünümündedir. Dolayısıyla Erbakan çizgisinin “ılımlı” versiyonu olarak piyasaya çıkan AKP de, özsel olarak yeni-sömürgecilik karşıtı ve anti-amerikancı bir tutumun günümüzdeki şekillenişi olarak tanımlanabilir.
Herkesin bildiği üçüncü gerçek ise, ister “ılımlı”, ister “radikal” görünüm altında olsun, her türden “islamcı” hareketin nihai amacı şeriat düzeni, islami bir devlet ve islami “değerler”e göre şekillendirilmiş bir toplumsal düzen kurmaktır. Bu nihai amaç açısından islamcı hareketler, aynı zamanda anti-laiktir, laik devlete karşıdırlar.
Şimdi bu çok bilinen gerçeklerin altına, sol “medya”dan rastgele bir bölüm ekleyelim:

“Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur. Mücadeleye katılacak, mücadelenin gerektirdiği dayanışma ve işbirliğinden çekinmeyecek ve uyanık olacaksınız.
Bu mücadelenin sonunda yeni bir İran örneği yaşanırmış, ülke karanlığa gömülürmüş… Bu tehlike var. Ancak bu tehlikeyi bertaraf etmek, mücadelenin içinden geçiyor, mücadeleden kaçmaktan değil.”[1*]

Böylece üç bilinenli bir eşitlik sağlamış oluyoruz.
Eşitlik, “Lübnan ya da Irak örneklerinden hareketle antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılabileceğine ilişkin bugünden belli modeller oluşturmak hiç sağlıklı değildir”in öngirişi olarak kullanılmıştır ve sonuçta “günü gelince düşünürüz” denilmektedir.
Ancak “antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılacağı”na ilişkin “bugünden belli model” oluşturulmasına karşı çıkılırken ortaya atılan ilk önerme, “… mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur” olmaktadır.
Çok basit akıl yürütme ile, çok bilinen bir gerçekten yola çıkarak (”emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye islamcı örgütlerin damga vurması”), “ahlaki ve politik” meşruiyeti olduğu iddia edilen bir tez ortaya atılmaktadır: mücadelenin içinde yer almak. Ve yine aynı mantıksallık içinde, “ama” denilerek, ülkemizde böyle bir durum olmadığına göre, “hangi güçlerle işbirliği yapılacağına” ilişkin “modeller” oluşturmak “hiç sağlıklı değildir” sonucuna ulaşılmaktadır.
Görüleceği gibi, bu “mantıklı” ve de üstelik “hem ahlaki, hem politik” değerlendirmeyle, “mücadelenin içinde yer almak” ve bu mücadele içinde bazı güçlerle “işbirliği” yapmak meşru kabul edilirken, ülkemiz somutunda böyle bir mücadelenin olmamasından hareketle “kendi işimize bakalım” denilmektedir.
Varsayım olarak Irak ve Lübnan’daki gibi bir fiili ve somut durumun ortaya çıktığını düşündüğümüzde, bu “önerme” ve saptama sahibi açısından fazla tereddüt edilecek bir durum yoktur. Fiili ve somut bir mücadele vardır, öyle ise “içinde” yer alınır! (Tıpkı bir zamanlar İ. Bilen’li TKP’nin “barikatlara” çıktığı gibi!) Buna kanıt olarak da, İsrail’in son Lübnan işgali karşısında Lübnan KP’sinin savaşın “içinde” yer alması gösterilir. (Irak KP’sinin Amerikan işbirlikçiliği ise “kınanmak”la geçiştirilir.)
Ve biz, kendi ülkemizin devrimci mücadele tarihinden biliyoruz ki, kendilerini SİP-TKP olarak ifade eden legalistler hiçbir durumda bu savaşın içinde yer almayacaklardır.
Evet, bu bizim tarihten çıkardığımız bir saptamadır. “Bizim iddiamız”dır. Her “iddia” gibi, karşıtı da ileri sürülebilir. (Büyük olasılıkla SİP-TKP saflarında yer alan pek çok genç ve samimi insan bu karşı tezi hararetle savunacaklardır.)
Şimdi “-sa”lara takılmadan, yukarda aktardığımız sözlerin ilk cümlesini bir kez daha okuyalım:

“Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa…”

Görüldüğü gibi “-sa”ların en başında “gerçek bir mücadele” tanımı yerleştirilmiştir. Böylece “gerçek mücadele nedir” sorusu yanıtlanması gereken stratejik bir soru haline dönüşür. “Hem ahlaki, hem politik” olarak zorunlu hale getirilen “mücadelenin içinde yer almak”, mücadelenin niteliğine, yani “gerçek mücadele” olup olmamasına göre belirlenmektedir.
Artık sorun, ortada fiili ve somut bir mücadelenin olup olmaması değil, onun “gerçek” bir mücadele olup olmaması haline dönüşmüştür.
Peki “gerçek mücadele” nedir?
İşte SİP-TKP’nin oportünizminin açığa çıktığı yer burasıdır.
Bu soru bir kez ortaya çıktı mıydı, artık herşey “gerçek mücadele”den kimin ne anladığına bağlı olarak değişecektir. İslamcı kesimlerin anti-emperyalizminin sınırları ve kapitalizmle olan bağlantıları öne çıkartıldığında, bu kesimlerin “mücadele”lerinin emperyalizmle uzlaşmayla sonuçlanacağını söylemek kahinlik olmayacaktır. Bunun da, kendi deyişleriyle “gerçek mücadele”, “sağlam bir marksist-leninist aşı”yla[2*] aşılanmış “yurtsever” mücadele olmayacağı açıktır.
Şöyle yazıyorlar:

“Sosyalizmi hedeflemeyen, yani ekonomik düzlemde serbest rekabetçi piyasa düzenini savunan siyasetler antiemperyalist olabilirler mi? Yukarıdaki çerçeve gereği (Lenin’i kendilerine “tanık” olarak gösteriyorlar-KC) bunun yanıtı kesin olarak hayırdır.”[3*]

Evet, “sosyalizmi hedeflemeyen” bir anti-emperyalizm, “gerçek” bir anti-emperyalist mücadele olmayacağına göre, sözü edilen Irak ve Lübnan’daki fiili ve somut mücadele de anti-emperyalist olmayacaktır. Dolayısıyla da bu mücadelenin “içinde” yer alınması “ne ahlaki, ne politik” meşruiyete de sahip değildir.
Görüldüğü gibi, bilinen gerçeklerden yola çıkılarak ortaya atılan “tez”, “ahlaki ve politik” olarak mantıksal göründüğü yerde, kendi çıkış noktasının tersine ulaşmaktadır. SİP-TKP’nin ölçütlerine göre, Irak ve Lübnan’da zaten “gerçek” bir anti-emperyalist mücadele söz konusu değildir, dolayısıyla da bu mücadelenin “içinde” yer alınması diye bir sorun da yoktur. Ama zevahiri kurtarmak, genç ve samimi insanları saflarında tutabilmek için, “eğer öyle bir silahlı direniş olursa, biz de içinde yer alırız” demekte de tereddüt etmemektedirler. Tıpkı “Denizlerin yolundayız” diyerek, Nurhak’a uğramadan İstanbul’dan İskenderun’a gidip tekrar İstanbul’a geri döndükleri gibi.
Bu, su katılmamış oportünizmdir.
Burada amacımız, SİP-TKP’si gibi oportünistlerin niteliğini sergilemek değildir. Görülmesini istediğimiz gerçek, herkesin bildiği gerçekler ortadayken, bunlara dayanılarak ileri sürülen her “tez”in kendi içinde daha farklı taktik ve stratejik sorunlar ortaya çıkardığıdır.[4*]
Sol “medya”dan “Türkiye’de laiklik ve irtica” başlıklı bir yazıdan alıntı yaparak bu durumu belirginleştirelim:

“Bu rejim, laik mi?
Hayır, Türkiye laik bir devlet değildir.
Türkiye’de devlet dinden asla ayrılmamıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri her daim dini denetimi altında tutmuş, siyasi amaçları için kullanmıştır.
Türkiye, her caminin devlet dairesi, her imamın devlet memuru olduğu bir ülkedir.
Devletin, Cuma vaazlarının içeriğine müdahale ettiği, yönlendirdiği bir ülkedir.
Camilerin devlet parasıyla işletildiği, ama cemevlerinin yasak olduğu, ibadet merkezi sayılmadığı bir ülkedir.”[5*]

Atılım’a göre, eğer rejim “laik” ise, “irtica tehlikesi”ne karşı mücadele etmek, SİP-TKP’nin söylemiyle “hem ahlaki, hem politik” olarak meşrudur. “Ama” Türkiye laik bir devlet değildir.
Böylece sorun “irtica tehlikesi”, şeriatçılık ve laik devlet sorunu olmaktan çıkmakta, doğrudan doğruya “laiklik nedir” sorusuna dönüşmektedir. Buna verdikleri yanıta eşdeğer olarak şu sonuca ulaşmaktadırlar:

“Ancak ezilen halk kitlelerinin kaderlerini ellerine alacakları bir demokratik devrim, yoksulları sarmalayan kaderciliği ve şükürcülüğü parçalayabilir. Bir din devleti tehlikesini de, halk üzerindeki devlet dini baskısını da kaldırabilir. Diyanet İşleri Başkanlığının dağıtılmasıyla Türkiye’de gerçekten laik bir devleti ancak bir demokratik devrim kurabilir. Devletin tüm mezheplere eşit mesafede durmasını, Alevi mezhebinin ezilmesine son vermeyi ancak bu devrim başarabilir. Camilerin, iktidarın politik amaçları için kullanılmasına ancak böyle bir devrim son verebilir.”[6*]

Evet, “diyanet işleri başkanlığının dağıtılmasıyla” “laik bir devlet” ortaya çıkacaktır!
Bu, bir olasılık değil, ciddi ciddi ortaya atılmış bir iddiadır.
Açıklanmayan ve anlatılmayan ise, adında “marksist leninist komünist” sıfatları taşıyan bir siyasal çizginin, devlet tarafından dini faaliyetlerin denetim altında tutulmasına neden karşı çıktıklarıdır.
Herkesin bildiği gerçekler ne kadar ortak ve açık olursa olsun, bu gerçeklerden yola çıkılarak ortaya atılan her siyasal saptama, kendi içinde yeni ve farklı tartışmalar ve alanlar açmaktadır. Şüphesiz laiklik ve Türkiye’de laiklik, eski Yargıtay başkanı Sami Selçuk’un tanımına uygun olarak ele alınırsa, ulaşılacak yer başkadır.
Kısaca anımsatalım:

“Laiklikte din ve devlet karşılıklı olarak bağımsızdırlar. Bağımsızlık esasından yola çıkan laiklikte din kuralları devleti, devlet de din kurallarını belirleyemez ve yönlendiremez. Devlet bütün inançlara, dinlere karşı ilgisiz ve eşit uzaklıktadır…
Laik devlette, devlet dinlere eşit uzaklıkta olduğundan hiçbir dini, inancı dışlayamaz ya da kayıramaz; akçalı vb. biçimlerde destekleyemez…
Tanı açıktır: Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağı açısından laik; devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir…”[7*]

Bu “tanı”nın solda itibar görmesi ise, sol açısından ideolojisizliğin ifadesidir.
Yeniden başlangıca geri dönersek, bugün Amerikan emperyalizminin açık askeri işgaline karşı Irak, Lübnan ve Afganistan’da yürütülen silahlı direniş hareketinde islamcıların egemen ve hatta tek güç olarak ortaya çıkışları açık ve tartışmasız bir gerçektir.
Sorun, bu gerçekten olmadık şeyler türetmek değil, bu gerçeğin nedenlerini doğru biçimde saptamaktır. Diğer bir ifadeyle, bu somut gerçeklik karşısında devrimcilerin görevi, emperyalizmin açık askeri işgaline karşı devrimci bir silahlı mücadelenin neden ve nasıl ortaya çıkartılamadığını saptamaktır.
Afganistan, Irak ve Lübnan’daki silahlı direniş hareketlerine bakıldığına ilk karşılaşılacak gerçek, bu silahlı direnişe egemen olan islamcıların daha önceden örgütlü olduklarıdır. Afganistan ve Lübnan’da olduğu gibi, islamcılar uzun bir silahlı mücadele sürecinden gelmektedirler. Irak’ta kendine özgü silahlı direniş hareketleri olmakla birlikte, islamcılar 1991 Körfez Savaşından bu yana Baas yönetimi altında örgütlenmişlerdir.
Dünya devrimci silahlı mücadele tarihinin gösterdiği en temel gerçek, silahlı mücadelenin birden ve kendiliğinden ortaya çıkartılamayacağı ve örgütlenemeyeceğidir.
İkinci gerçek ise, “barışçıl mücadele metotları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez”.
Silahlı bir güce sahip olmayan bir politik örgütlenme ise, sonucun silahla belirlendiği bir aşamada çaresiz ve etkisiz bir güç olmaktan öteye geçemez.
Bugün gerek Afganistan, Irak ve Lübnan’da, gerekse ülkemizde, ne emperyalist açık askeri işgale karşı, ne de şeriatçı silahlı ayaklanmaya karşı, ne de oligarşinin askeri darbesine karşı devrimci bir silahlı güç mevcut değildir. Düşmanlar silah zoruyla amaçlarını gerçekleştirmeye yöneldiklerinde, sonucu silahlar belirler. Silahsız halk güçleri ise, silaha sahip olanlar karşısında çaresizdirler.
İster askeri darbe karşısında, ister şeriatçı tehdit karşısında silahsız halk güçleri çaresiz kaldıkları ölçüde, ya silahlı güçlere boyun eğeceklerdir, ya da kendi güçleri dışındaki güçlerden (örneğin AB) medet umacaklardır. Her durumda, süreçte karar verici bir güç olmayacaklardır.
Ulusalcı olarak tanımlanan küçük-burjuva demokratlarının “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” sloganları eşliğinde “laik” bir askeri darbe beklentisi içinde bulunmaları da bu gerçeğin diğer bir yansısıdır.
Ülkemizde ve dünyada bugün tüm çelişkilerin ve çatışmaların odak noktası devrimdir. Devrim ise, belirlenmiş amaçlara yönelik silahlı halk güçlerince gerçekleştirilecektir.
Bu gerçekleri görmezlikten ve bilmezlikten gelerek, Irak, Lübnan vb. yerlerdeki silahlı direnişlerin islamcıların egemenliği altında oluşundan yola çıkarak teoriler yapmak, her teori içinde yeni ve ek konular ortaya atmak elbette olanaklıdır. Ancak bütün bunlar, laik, demokratik ve bağımsız bir ülke için devrimci mücadeleyi örgütlemeye hizmet etmeyecektir.
Bugün genel olarak sol, şeriatçı tehlike karşısında olduğu kadar, olası bir askeri darbe karşısında da çaresiz, perspektifsizdir. Herşey legalize edilmiş, herşey legalizme kurban verilmiştir. Bu duruma rağmen, yüzsüzce şunlar yazılabilmektedir:

“Türkiye solunun bu ve benzeri gelişmeler karşısında son derece uyanık, ilkeli ve yaratıcı davranması gerektiğine işaret etmiş ve ‘açığa düşme’ tehlikesinin altını çizmiştim.
Mekanik solcu ‘baş tehlike’yi aramaya çalışır. Gericilik mi, Amerikancılık mı?
Yanıta göre ya TSK’nın öncülüğünü yaptığı ‘zinde güçler’in parçası olup ‘laik cephe’nin kuyruğu haline gelir ya da İslamcıların peşine takılır.
Bir de ‘bunlar fasa fiso şeyler, emeğin gündemine dönelim’ciler vardır, onlar işçi sınıfının milliyetçi ve dinci ideolojiler tarafından ‘ele geçirildiği’ni fark ettiklerinde ‘kendi küçük dünyamız’a geri dönmektedirler.
Ne yapacağız?
İşimizi yapacağız….
Diyelim ki bunu yapamadık ve Türkiye, emekçi sınıfları büsbütün kişiliksizleştiren başka bir taraflaşmayla ‘kırılma’ anına sürüklendi, o zaman ne olacak?
O zaman…
Devrimci bir perspektifle, gereken neyse o yapılır.”[8*]

Tıpkı İ. Bilen’in 1979′da “barikatlara çıkacağız” dediği gibi.
İşte oportünizm ile devrimci çizgiyi birbirinden ayıran temel ölçülerden birisi burada bir kez daha görünür olmaktadır.
“O zaman” gelince, “gereken neyse o yapılır”mış!
Burada “baykuş bakış”lı genel sekretere gerekenin “ne” olduğu sorulamaz. Çünkü o legalist partinin başındadır ve “gerekeni” söylediği andan itibaren başı yasalarla belaya girer! Ama “inananlar” inanmalıdırlar, bu genel sekreter söylemişse söylemiştir, nasıl olsa bir bildiği vardır! Öyle ya, koskoca “parti genel sekreteri” durduk yere yalan söyleyecek değil ya!
Yine de soru soracak olan çıkacaktır.
Gerekenin “ne” olduğu sorusunun önüne şu soru da konulmalıdır: Bu sözü edilen, “emekçi sınıfları büsbütün kişiliksizleştiren başka bir taraflaşmayla ‘kırılma’ anı” nedir?
Eğer “kırılma anı” denilen şeriatçıların iktidara gelmesiyse, “gereken” kaçınılmaz olarak bu iktidara karşı savaşmaktır. Yok eğer “kırılma anı”, oligarşinin askeri darbesiyle gerçekleşirse, görev yine faşizmin bu açık uygulamasına karşı savaşmaktır. Bütün sorun, “gereken neyse o yapılır” demekte değil, gerekeni yapmaktadır. Gereken ise, savaşmaktır. Öyle sözcüğün yuvarlak ifadeleriyle değil, düpedüz askeri güç olarak savaşmaktır. Bunu gerçekleştirecek güç ise, başlangıçtan itibaren bu temelde örgütlenmiş olmak zorundadır.

Hiç yorum yok: