"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyen Atatürk, yeni devletin kurulmasında bu düşüncesinden güç almıştır.
Özgürlük, hem devlet hem de vatandaşlar için söz konusudur. Devletin özgürlüğü, bağımsızlığı demektir. Bağımsız olmak, başka bir devletin güdümüne girmemek, diğer devletlerle birlikte oluşan topluluklarda, milli çakarların gerektirdiği biçimde davranabilmektir.
Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin yok olan özgürlük ve bağımsızlığını yeniden kazanabilmesi için yapılan bir savaştır. Osmanlı Devleti son zamanlarında serbestçe hareket etme özgürlüğünü yitirmişti. Nihayet devlet parçalandı ve sona erdi. Kurtuluş Savaşı'nın sonunda da Türk milleti yeniden özgürlüğüne ve bağımsızlığına kavuştu.
Özgür ve bağımsız olmayan bir devlet dilediği biçimde hareket edemez. Atatürk bağımsızlığımıza sürdürmekte çok dikkatli ve ciddi davranmıştır. Türkiye Cumhuriyeti O'nun zamanında en saygın devletlerden biri oldu. Büyük devletler bile gerekirse, Ankara'daki Mustafa Kemal'e danışmanın zorunlu olduğunu kabul etmişlerdir. Bu özgürlük ve bağımsızlıktır ki, Türk Devleti'nin rahatça gelişmesini, serpilmesini ve inkılâpların yapılmasını sağlamıştır.
Gerek cumhuriyet gerek milliyetçilik ancak özgür ve bağımsız bir devlette anlam kazanır. Bu sebeple, Türk Devleti'nin özgürlük ve bağımsızlığı her türlü düşünce akımlarının üstünde olmalıdır.
Özgürlüğün ikinci çeşidi vatandaşlar için söz konusudur. Cumhuriyet rejimleri aynı zamanda demokratik iseler, bu, vatandaşın rahat ve Özgür yaşamasını sağlar. Demokrasinin temeli budur. Cumhuriyet Türkiye'sinde vatandaşlar özgürlüğe sahiptirler. Ancak şunu da unutmamalıdır ki, her bireyin özgürlüğü diğer bireyin özgürlüğü ile sınırlıdır. Sonsuz özgürlük yoktur. Vatandaşlar birbirlerinin özgürlüklerine saygılı oldukları sürece demokratik hayat sürer, aksi kargaşa yaratır.
Atatürkçü özgürlük, herkesin hakkına saygı gösteren bir anlayışı kendine temel bir kural olarak alır.
30 Mayıs 2009 Cumartesi
27 Mayıs 2009 Çarşamba
O mayınları döşeyen isim konuştu
"Bana 5 - 6 tabur verin temizleyeyim..."
Türkiye, Suriye sınırına döşenen mayınların nasıl temizleneceğini tartışırken, 1956 yılında bu bölgeye ilk mayınları yerleştiren Diyarbakır'daki 7. Kolordu İstihkâm Tabur Komutanı Kemal Güner, Zaman'a çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Döşenen her bir mayının krokisini muntazam şekilde tuttuklarını belirten Güner, krokilerin 7. Kolordu'nun arşivinde bulunduğunu söylüyor. Krokilerle mayınların rahatlıkla temizlenebileceğini vurgulayan emekli komutan, "Ordumuz buna muktedirdir. Görevden kaçmasınlar, sırtlarındaki görevi yıkmasınlar." diyor. Güner, topuzlu bir tankla bile bölgenin mayınlardan arındırılabileceğini savunuyor.
Söz konusu toprakların çok verimli olduğunun altını çizen Güner, arazinin yabancılara temizlettirilmesine de 44 yıllığına işletime verilmesine de karşı. "Vazifesi mayın döşemek ve mayın bulmak olan istihkâm taburlarımız varken, bunları başkasına temizletmek ayıptır, yazıktır." eleştirisinde bulunan Güner, Genelkurmay başkanına konunun doğru anlatılmadığını düşünüyor ve ilginç bir teklif ortaya atıyor: "80 yaşındayım. Bana beş-altı tabur verseler bir mevsimde temizler, teslim ederim."
İstihkam Albay Kemal Güner, mayınların ilk döşenme hikâyesini şöyle anlattı: "Erzurum'dan Bingöl'den gelen sürüler Suriye'ye geçiyordu. Onların yolları üzerine döşenmek üzere her bir karakola 25, 30 ve 40'ar tane mayın verilmişti. Onlar döşenememişti. O zaman kolordu komutanı Ragıp Gümüşpala vardı. Beni çağırdı ve 'git o mayınları döşe' dedi. Gittik onları döşedik. Daha sonra Demokrat Parti bir karar aldı ve bütün sınıra 7. Kolordu 1. ve 2. istihkam taburu mayın döşedi. Bir askerim, mayının pimini yanlışlıkla çekince patladı ve parmağı koptu. Mayınlar eskiydi. Risk döşerken de vardı, her zaman olur."
Mayınları sınıra paralel olarak 3'er sıra halinde usulüne uygun olarak döşediklerini ifade eden Albay Güner, basıldığında patlamaya yol açan pimlerini de toprağın 3 santimetre üzerinde bıraktıklarını kaydetti. Güner, "Genelkurmay başkanımıza tahmin ediyorum doğru dürüst anlatılmamış bu. Benim yüreğim yanıyor. Yazık. Şimdi mümkün olsa 80 yaşındayım; ama bana beş altı tabur verseler bunu bir mevsimde temizler, teslim ederim. Bu kadar basit. Bunu gözde büyütecek bir şey yok." dedi. Kendi elleriyle döşediği mayınların, bugün Türk askeri yerine yabancı şirketlere temizletilmek istenmesine üzülen Güner şöyle dedi: "Mayınları asker yerine yabancı şirkete temizletmek yazıktır, günahtır. Niye fakir köylümüze verilmesin de Yahudi'ye verilsin ya da başkasına verilsin? Hem de 44 seneliğine." (Zaman)
Türkiye, Suriye sınırına döşenen mayınların nasıl temizleneceğini tartışırken, 1956 yılında bu bölgeye ilk mayınları yerleştiren Diyarbakır'daki 7. Kolordu İstihkâm Tabur Komutanı Kemal Güner, Zaman'a çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Döşenen her bir mayının krokisini muntazam şekilde tuttuklarını belirten Güner, krokilerin 7. Kolordu'nun arşivinde bulunduğunu söylüyor. Krokilerle mayınların rahatlıkla temizlenebileceğini vurgulayan emekli komutan, "Ordumuz buna muktedirdir. Görevden kaçmasınlar, sırtlarındaki görevi yıkmasınlar." diyor. Güner, topuzlu bir tankla bile bölgenin mayınlardan arındırılabileceğini savunuyor.
Söz konusu toprakların çok verimli olduğunun altını çizen Güner, arazinin yabancılara temizlettirilmesine de 44 yıllığına işletime verilmesine de karşı. "Vazifesi mayın döşemek ve mayın bulmak olan istihkâm taburlarımız varken, bunları başkasına temizletmek ayıptır, yazıktır." eleştirisinde bulunan Güner, Genelkurmay başkanına konunun doğru anlatılmadığını düşünüyor ve ilginç bir teklif ortaya atıyor: "80 yaşındayım. Bana beş-altı tabur verseler bir mevsimde temizler, teslim ederim."
İstihkam Albay Kemal Güner, mayınların ilk döşenme hikâyesini şöyle anlattı: "Erzurum'dan Bingöl'den gelen sürüler Suriye'ye geçiyordu. Onların yolları üzerine döşenmek üzere her bir karakola 25, 30 ve 40'ar tane mayın verilmişti. Onlar döşenememişti. O zaman kolordu komutanı Ragıp Gümüşpala vardı. Beni çağırdı ve 'git o mayınları döşe' dedi. Gittik onları döşedik. Daha sonra Demokrat Parti bir karar aldı ve bütün sınıra 7. Kolordu 1. ve 2. istihkam taburu mayın döşedi. Bir askerim, mayının pimini yanlışlıkla çekince patladı ve parmağı koptu. Mayınlar eskiydi. Risk döşerken de vardı, her zaman olur."
Mayınları sınıra paralel olarak 3'er sıra halinde usulüne uygun olarak döşediklerini ifade eden Albay Güner, basıldığında patlamaya yol açan pimlerini de toprağın 3 santimetre üzerinde bıraktıklarını kaydetti. Güner, "Genelkurmay başkanımıza tahmin ediyorum doğru dürüst anlatılmamış bu. Benim yüreğim yanıyor. Yazık. Şimdi mümkün olsa 80 yaşındayım; ama bana beş altı tabur verseler bunu bir mevsimde temizler, teslim ederim. Bu kadar basit. Bunu gözde büyütecek bir şey yok." dedi. Kendi elleriyle döşediği mayınların, bugün Türk askeri yerine yabancı şirketlere temizletilmek istenmesine üzülen Güner şöyle dedi: "Mayınları asker yerine yabancı şirkete temizletmek yazıktır, günahtır. Niye fakir köylümüze verilmesin de Yahudi'ye verilsin ya da başkasına verilsin? Hem de 44 seneliğine." (Zaman)
23 Mayıs 2009 Cumartesi
AMASYA GENELGESİ
(21-22 Haziran 1919)
M. Kemal Paşa çalışmaların bir program şekline getirilmesi gereğini görerek Rauf Bey ile Ali Fuat Paşa'yı Amasya'ya davet etti. Refet Bey ise daha önce geldi. Rauf Bey ile Ali Fuat Paşa 19 Haziran'da Amasya'ya geldiler. Amasya'da buluşan dört subay, M. Kemal Paşa tarafından 18 Haziran'da hazırlanmış, hatta Trakya'ya bildirilmiş bulunan metin üzerinde çalıştılar. Refet Bey imzalamakta biraz duraksama gösterdiyse de Ali Fuat Paşa'nın kendisini ikna etmesi üzerine imzaladı. Böylece dört bu subayın imzası ve Konya'da bulunan Ordu Müfettişi Cemal Paşa ile Erzurum'da Kazım Karabekir Paşa'nın da onaylamasından sonra bu genelge 21-22 Haziran 1919 tarihinde ilgililere duyuruldu. Yeni Türk Devleti'nin kuruluşu yolunda ilk önemli adım olan ve Ali Fuat Paşa'nın "Kutsal İttifak" dediği bu genelgenin başlıca noktaları şöyleydi:
1- Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul'daki hükümet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.
4- Ulusun durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir.
5- Anadolu'nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin tezelden toplanması kararlaştırılmıştır.
6- Bunun için bütün illerin her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin olabildiğince çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Herhangi bir kötü durumla karşılaşılabileceği düşünülerek bu iş, ulusal bir sır gibi tutulmalı ve delegeler gereken yerlere kimliklerini gizleyerek gelmelidirler.
8- Doğu illeri adına 10 Temmuz'da bir kurultay toplanacaktır. O güne kadar öteki il delegeleri de Sivas'a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas'ta yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.
Amasya Genelgesi Türk Ulusu'nu, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşına çağıran bir ulusal uyanış alarmı idi. Türk Ulusu'nun bu çağrıya uymasının gerekçesi ve kurtuluş için uygulanacak programı ve amacı belirleyen bir bildiriydi. İlk bakışta dört subayın başkaldırması şeklinde görülen bu genelge, içerdiği hükümler yönünden gerçek bir savaşın, yani "Ulusal Mücadele" nin fikrini ortaya koyuyordu. Vatanın bütünlüğünün tehlikede olduğu ve ulusun yok kabul edildiği belirtiliyor, bu durum karşısında ise ulusun bağımsızlığının yine ulusun azim ve kararı ile kurtulacağı açıklanıyordu. Ancak ulusun iradesinin ortaya çıkarılabilmesi için bir "Ulusal" kurulun varlığının gerektiği, bunun için de Anadolu'nun en güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin en kısa zamanda toplanması ve bunun ulusal bir sır gibi saklanması isteniyordu. Ulusun azim ve kararı ile Anadolu'da Padişah iradesinin yerine yeni bir iradenin geçmesini hazırlayacak olan bu bildiri, M. Kemal Paşa'nın "Ulusu ve orduyu durumdan haberdar etmek ve Osmanlı Padişahı ve Müslümanların Halifesi'ne karşı isyan ettirmek" düşüncesinin uygulamaya konması idi. Bu bakımdan Amasya Genelgesi bir devrim bildirgesi idi.Her ne kadar Padişah doğrudan hedef alınmamış ise de, Anadolu'da M. Kemal Paşa'nın liderliğinde oluşan ve örgütlenen ulusal irade, yüz yılların dini ve geleneksel Osmanlı iradesini yıkıyordu. Bir yandan düşman işgaline karşı başlayan bu örgütleniş, diğer yönden ulusal egemenliği sağlamak için Padişah ve onun temsil ettiği değerlere karşı da yapılıyordu. Bu nedenle "Ulusal Bağımsızlık" ve "Ulusal Egemenlik" iç içe birbiriyle bütünleşmiş bir şekilde başlıyordu.
Amasya Genelgesi Anadolu'daki bütün sivil ve askeri makamlara bildirildi. Bundan ayrı olarak M. Kemal Paşa İstanbul'da bulunan bazı önemli kişilere bu bildiri ile birlikte birer mektup yollayarak, yalnız mitingler ve gösterilerle büyük amaçların gerçekleştirilemeyeceğini, ancak ulusun bağrından doğan güce dayanılırsa kurtuluşun sağlanabileceğini, zararlı propagandaların durdurulması gerektiğini ve artık "İstanbul Anadolu'ya egemen değil, bağlı olmak zorunda" olduğunu belirtti.
Amasya Genelgesi'nin gizli tutulması istenmekle beraber, bunun gizli kalması mümkün değildi. Ülkenin her yerinde Sivas'da yapılacak kongreye gönderilecek üyeler seçilmeye başlandı. Anadolu'daki bu gelişmeler işgal kuvvetlerini endişeye düşürdü. İstanbul Hükümeti'ne baskı yaparak M. Kemal Paşa'nın İstanbul'a getirilmesini istediler. Zaten Padişah ve Hükümet de bu gelişmelerden hoşnut değildi. 22 Haziran 1919'da Hükümet M. Kemal'in görevinden azli için karar çıkarttı ve 23 Haziran'da bu kararı bütün vilayetlere bildirdi. İstanbul Hükümeti M.Kemal Paşa'nın görevinden alındığını bildirip, emirlerinin dinlenmemesini isterken Harbiye Nezareti de O'nun yerine Üçüncü Ordu Müfettişliği'ne Kazım Karabekir Paşa'yı atamaya çalıştı, fakat Karabekir bunu kabul etmedi. M. Kemal Paşa bu sırada Amasya'dan ayrılmış bulunuyordu. İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey'in bu girişimleri başarısızla sonuçlandı. M. Kemal Paşa'nın emirleri uygulanıyor, İstanbul ise çaresiz kalıyordu.
*Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, 1986, ss. 163-165
M. Kemal Paşa çalışmaların bir program şekline getirilmesi gereğini görerek Rauf Bey ile Ali Fuat Paşa'yı Amasya'ya davet etti. Refet Bey ise daha önce geldi. Rauf Bey ile Ali Fuat Paşa 19 Haziran'da Amasya'ya geldiler. Amasya'da buluşan dört subay, M. Kemal Paşa tarafından 18 Haziran'da hazırlanmış, hatta Trakya'ya bildirilmiş bulunan metin üzerinde çalıştılar. Refet Bey imzalamakta biraz duraksama gösterdiyse de Ali Fuat Paşa'nın kendisini ikna etmesi üzerine imzaladı. Böylece dört bu subayın imzası ve Konya'da bulunan Ordu Müfettişi Cemal Paşa ile Erzurum'da Kazım Karabekir Paşa'nın da onaylamasından sonra bu genelge 21-22 Haziran 1919 tarihinde ilgililere duyuruldu. Yeni Türk Devleti'nin kuruluşu yolunda ilk önemli adım olan ve Ali Fuat Paşa'nın "Kutsal İttifak" dediği bu genelgenin başlıca noktaları şöyleydi:
1- Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul'daki hükümet, üzerine aldığı sorumluluğun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun azim ve kararı kurtaracaktır.
4- Ulusun durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir.
5- Anadolu'nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin tezelden toplanması kararlaştırılmıştır.
6- Bunun için bütün illerin her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç delegenin olabildiğince çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Herhangi bir kötü durumla karşılaşılabileceği düşünülerek bu iş, ulusal bir sır gibi tutulmalı ve delegeler gereken yerlere kimliklerini gizleyerek gelmelidirler.
8- Doğu illeri adına 10 Temmuz'da bir kurultay toplanacaktır. O güne kadar öteki il delegeleri de Sivas'a ulaşabilirlerse Erzurum Kongresi'nin üyeleri de Sivas'ta yapılacak genel toplantıya katılmak üzere yola çıkarlar.
Amasya Genelgesi Türk Ulusu'nu, ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik savaşına çağıran bir ulusal uyanış alarmı idi. Türk Ulusu'nun bu çağrıya uymasının gerekçesi ve kurtuluş için uygulanacak programı ve amacı belirleyen bir bildiriydi. İlk bakışta dört subayın başkaldırması şeklinde görülen bu genelge, içerdiği hükümler yönünden gerçek bir savaşın, yani "Ulusal Mücadele" nin fikrini ortaya koyuyordu. Vatanın bütünlüğünün tehlikede olduğu ve ulusun yok kabul edildiği belirtiliyor, bu durum karşısında ise ulusun bağımsızlığının yine ulusun azim ve kararı ile kurtulacağı açıklanıyordu. Ancak ulusun iradesinin ortaya çıkarılabilmesi için bir "Ulusal" kurulun varlığının gerektiği, bunun için de Anadolu'nun en güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin en kısa zamanda toplanması ve bunun ulusal bir sır gibi saklanması isteniyordu. Ulusun azim ve kararı ile Anadolu'da Padişah iradesinin yerine yeni bir iradenin geçmesini hazırlayacak olan bu bildiri, M. Kemal Paşa'nın "Ulusu ve orduyu durumdan haberdar etmek ve Osmanlı Padişahı ve Müslümanların Halifesi'ne karşı isyan ettirmek" düşüncesinin uygulamaya konması idi. Bu bakımdan Amasya Genelgesi bir devrim bildirgesi idi.Her ne kadar Padişah doğrudan hedef alınmamış ise de, Anadolu'da M. Kemal Paşa'nın liderliğinde oluşan ve örgütlenen ulusal irade, yüz yılların dini ve geleneksel Osmanlı iradesini yıkıyordu. Bir yandan düşman işgaline karşı başlayan bu örgütleniş, diğer yönden ulusal egemenliği sağlamak için Padişah ve onun temsil ettiği değerlere karşı da yapılıyordu. Bu nedenle "Ulusal Bağımsızlık" ve "Ulusal Egemenlik" iç içe birbiriyle bütünleşmiş bir şekilde başlıyordu.
Amasya Genelgesi Anadolu'daki bütün sivil ve askeri makamlara bildirildi. Bundan ayrı olarak M. Kemal Paşa İstanbul'da bulunan bazı önemli kişilere bu bildiri ile birlikte birer mektup yollayarak, yalnız mitingler ve gösterilerle büyük amaçların gerçekleştirilemeyeceğini, ancak ulusun bağrından doğan güce dayanılırsa kurtuluşun sağlanabileceğini, zararlı propagandaların durdurulması gerektiğini ve artık "İstanbul Anadolu'ya egemen değil, bağlı olmak zorunda" olduğunu belirtti.
Amasya Genelgesi'nin gizli tutulması istenmekle beraber, bunun gizli kalması mümkün değildi. Ülkenin her yerinde Sivas'da yapılacak kongreye gönderilecek üyeler seçilmeye başlandı. Anadolu'daki bu gelişmeler işgal kuvvetlerini endişeye düşürdü. İstanbul Hükümeti'ne baskı yaparak M. Kemal Paşa'nın İstanbul'a getirilmesini istediler. Zaten Padişah ve Hükümet de bu gelişmelerden hoşnut değildi. 22 Haziran 1919'da Hükümet M. Kemal'in görevinden azli için karar çıkarttı ve 23 Haziran'da bu kararı bütün vilayetlere bildirdi. İstanbul Hükümeti M.Kemal Paşa'nın görevinden alındığını bildirip, emirlerinin dinlenmemesini isterken Harbiye Nezareti de O'nun yerine Üçüncü Ordu Müfettişliği'ne Kazım Karabekir Paşa'yı atamaya çalıştı, fakat Karabekir bunu kabul etmedi. M. Kemal Paşa bu sırada Amasya'dan ayrılmış bulunuyordu. İçişleri Bakanı Ali Kemal Bey'in bu girişimleri başarısızla sonuçlandı. M. Kemal Paşa'nın emirleri uygulanıyor, İstanbul ise çaresiz kalıyordu.
*Ergün AYBARS, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Ün. Basımevi, 1986, ss. 163-165
20 Mayıs 2009 Çarşamba
Ne mutlu Türküm diyene' yazıları silinecek!
Cumhurbaşkanı'nın, 'Güzel gelişmeler olacak' açıklamasının detayları ortaya çıktı...
Bugün gazetesinden Bilal Çetin'in haberine göre;
Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümüne yönelik yaptıkları açıklamalarının çerçevesi netleşmeye başladı.
İşte barış için atılacak adımlar...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Kürt sorununun çözümüne yönelik olarak "Güzel gelişmeler olacak" açıklamasının detayları günden güne netleşmeye başladı. Devlet kurumlarının üzerinde çalıştığı "Kürt açılımı" ile yıllardır yaşanan Güneydoğu sorununun kökünden çözülmesi planlıyor. "Kürt açılımı" konusunda Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere hükümet, Genelkurmay ve MİT ile devlet kurumları arasında uyum olduğu belirtiliyor.
ORKESTRA ŞEFi CUMHURBAŞKANI GÜL
Kürt açılımı konusundaki çalışmaların Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında yürütüldüğü belirtiliyor. "Kürt açılımı" konusunda Abdullah Gül'ün konumu "orkestra şefi" olarak nitelendiriliyor.
1-Temel şart silah bırakma
Kürt açılımı yapılmasında öncelik PKK'nın silah bırakmasına veriliyor. PKK Kongre-Gel 1 Haziran'a kadar silah bırakma kararı alırken, 1 Haziran'dan sonra bu tutumunu devam ettirip ettirmeyeceği açılımın geleceğini etkileyecek. PKK'nın tümüyle silah bırakması halinde Kürt açılımının adım adım hayata geçirileceği belirtiliyor. Açılımın hayata geçirilmesi konusunda zaman kaybedilmeyeceği de ifade ediliyor.
2-220'ye işlerlik kazandırılacak
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, TCK'nın 220. maddesine işlerlik kazandırılmasını gündeme getirmişti. Dağdakilerin indirilmesi için aileleri ile görüşmeler yapılarak TCK'nın 220. maddesinden yararlanmaları sağlanacak.
3-Öcalan'a tecrit bitecek
Kürt açılımında birçok madde bulunuyor. PKK elebaşısı Abdullah Öcalan'a İmralı'da uygulanan tecrit kaldırılacak. Öcalan'ın yanına 5-6 mahkum gönderilerek tecrit sona erdirilecek. Avrupa Birliği tarafından hazırlanana raporlarda da Öcalan'ın tecrit edilmesi eleştiriliyordu. Adalet Bakanlığı tarafından İmralı'da yeni cezaevi inşaatına başlanmıştı.
4-Yurtdışındaki Kürtler'e vatandaşlık
Avrupa'da yaşayan ve Türk vatandaşlığından çıkartılan binlerce Kürt kökenliye yeniden Türk vatandaşlığı verilecek. Teröre bulaşmadığı ve silaha sarılmadığı tespit edilen Kürt vatandaşlara Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden vatandaşlık verilecek.
5-Bölge vatandaşına şefkat
"Kürt Açılımı'nda Güneydoğu'daki vatandaşlara şefkatle yaklaşılması da yer alıyor. Hakkari'deki gösteriler sırasında Seyfi Turan isimli çocuğun polis tarafından dövülmesi nedeniyle Hakkari Valisi Muammer Türker'in emriyle polis anında açığa alındı. Olayın ardından 100. Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi'nde tedavi altına alınan Seyfi Turan'ı Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Yurdaer Olcan ziyaret etmişti. Polisin ve askerin bu tavırlarının bölge vatandaşlarına şefkatle yaklaşılmasının ilk adımları olduğuna dikkat çekiliyor.
6- Kürtçe engeli kalkacak
Kürtçe kullanımının önündeki engeller kaldırılacak. Kürtçe köy isimlerinin yeniden verilmesinin ardından çocuklara Kürtçe isim konulması sürprizi de gelecek. Televizyonlarda Kürtçe yayın yapılması tamamen serbest bırakılacak. Cezaevlerindeki vatandaşların telefonda Kürtçe konuşmalarının önündeki yasak da yapılacak tüzük değişikliği ile kaldırılacak. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan tüzük değişikliği Başbakanlıkíta bekletiliyor. Özellikle Güneydoğu'daki bazı dağlara "Ne Mutlu Türküm Diyene" yazıları yazılırken, bu yazıların silinmesi sağlanacak. Bu yazıların büyük çoğunluğunun askeri bölgelerde yazılı olduğuna dikkat çekiliyor.
Bugün gazetesinden Bilal Çetin'in haberine göre;
Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümüne yönelik yaptıkları açıklamalarının çerçevesi netleşmeye başladı.
İşte barış için atılacak adımlar...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Kürt sorununun çözümüne yönelik olarak "Güzel gelişmeler olacak" açıklamasının detayları günden güne netleşmeye başladı. Devlet kurumlarının üzerinde çalıştığı "Kürt açılımı" ile yıllardır yaşanan Güneydoğu sorununun kökünden çözülmesi planlıyor. "Kürt açılımı" konusunda Cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere hükümet, Genelkurmay ve MİT ile devlet kurumları arasında uyum olduğu belirtiliyor.
ORKESTRA ŞEFi CUMHURBAŞKANI GÜL
Kürt açılımı konusundaki çalışmaların Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün başkanlığında yürütüldüğü belirtiliyor. "Kürt açılımı" konusunda Abdullah Gül'ün konumu "orkestra şefi" olarak nitelendiriliyor.
1-Temel şart silah bırakma
Kürt açılımı yapılmasında öncelik PKK'nın silah bırakmasına veriliyor. PKK Kongre-Gel 1 Haziran'a kadar silah bırakma kararı alırken, 1 Haziran'dan sonra bu tutumunu devam ettirip ettirmeyeceği açılımın geleceğini etkileyecek. PKK'nın tümüyle silah bırakması halinde Kürt açılımının adım adım hayata geçirileceği belirtiliyor. Açılımın hayata geçirilmesi konusunda zaman kaybedilmeyeceği de ifade ediliyor.
2-220'ye işlerlik kazandırılacak
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, TCK'nın 220. maddesine işlerlik kazandırılmasını gündeme getirmişti. Dağdakilerin indirilmesi için aileleri ile görüşmeler yapılarak TCK'nın 220. maddesinden yararlanmaları sağlanacak.
3-Öcalan'a tecrit bitecek
Kürt açılımında birçok madde bulunuyor. PKK elebaşısı Abdullah Öcalan'a İmralı'da uygulanan tecrit kaldırılacak. Öcalan'ın yanına 5-6 mahkum gönderilerek tecrit sona erdirilecek. Avrupa Birliği tarafından hazırlanana raporlarda da Öcalan'ın tecrit edilmesi eleştiriliyordu. Adalet Bakanlığı tarafından İmralı'da yeni cezaevi inşaatına başlanmıştı.
4-Yurtdışındaki Kürtler'e vatandaşlık
Avrupa'da yaşayan ve Türk vatandaşlığından çıkartılan binlerce Kürt kökenliye yeniden Türk vatandaşlığı verilecek. Teröre bulaşmadığı ve silaha sarılmadığı tespit edilen Kürt vatandaşlara Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden vatandaşlık verilecek.
5-Bölge vatandaşına şefkat
"Kürt Açılımı'nda Güneydoğu'daki vatandaşlara şefkatle yaklaşılması da yer alıyor. Hakkari'deki gösteriler sırasında Seyfi Turan isimli çocuğun polis tarafından dövülmesi nedeniyle Hakkari Valisi Muammer Türker'in emriyle polis anında açığa alındı. Olayın ardından 100. Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi'nde tedavi altına alınan Seyfi Turan'ı Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Yurdaer Olcan ziyaret etmişti. Polisin ve askerin bu tavırlarının bölge vatandaşlarına şefkatle yaklaşılmasının ilk adımları olduğuna dikkat çekiliyor.
6- Kürtçe engeli kalkacak
Kürtçe kullanımının önündeki engeller kaldırılacak. Kürtçe köy isimlerinin yeniden verilmesinin ardından çocuklara Kürtçe isim konulması sürprizi de gelecek. Televizyonlarda Kürtçe yayın yapılması tamamen serbest bırakılacak. Cezaevlerindeki vatandaşların telefonda Kürtçe konuşmalarının önündeki yasak da yapılacak tüzük değişikliği ile kaldırılacak. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan tüzük değişikliği Başbakanlıkíta bekletiliyor. Özellikle Güneydoğu'daki bazı dağlara "Ne Mutlu Türküm Diyene" yazıları yazılırken, bu yazıların silinmesi sağlanacak. Bu yazıların büyük çoğunluğunun askeri bölgelerde yazılı olduğuna dikkat çekiliyor.
19 Mayıs 2009 Salı
ATATÜRK'ÜN TÜRK GENÇLİĞİNE SESLENİŞİ
EY TÜRK GENCLİĞİ
Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağıdır. Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyen kötücüller bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir utku kazanmış olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler. Üstelik, hainlik de yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin gençliği!
İşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!
Söylev' den 20 Ekim 1927
Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağıdır. Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek isteyen kötücüller bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir utku kazanmış olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler. Üstelik, hainlik de yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin gençliği!
İşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır!
Söylev' den 20 Ekim 1927
13 Mayıs 2009 Çarşamba
TÜRKSOLU Geleneği
Türkiye'nin bağımsızlığının ve Türk halkının kültürünün ve tarihsel mirasının her türden liberal saldırının hedefi olduğu şu günlerde Türk Solu’nun da bu saldırılardan nasibini alması kadar doğal bir şey yok. Türk Solu geleneğini ve liberallerde bir kâbus halini almış değerlerini yaratan devrimci önderlerin hiçbiri bugün yaşamıyor. Daha da kötüsü onların yarattıkları veya yaratmaya çalıştıkları mücadele araçları da ortada yok. Ama açıkça görüyoruz ki, emperyalizme direnişin adı hala “çağa ayak uyduramayan Türk solculuğu”. Halkçılığın, emekçi mücadelesinin adı hâlâ Türk Solu. Bunun sebebi Türkiye coğrafyasına yönelik her sömürgecilik saldırısına karşı direnmiş bir Türk Solu geleneği yaratılmış olması. Bu gelenek, halkla birlikte hareket edebilmenin yollarını bulduğu ve belirleyici zaferler kazandığı içindir ki halk bugün yeniden devrimci Türk Solu’nu arıyor.
Gemileri Yakmak Putları Kırmak
Türkiye, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin tahakkümünde yokoluşa doğru gidiyordu. Emperyalist saldırganlığa karşı yerel direnişin ötesinde kimse Batıya direnilebileceğini, Batının yenilebileceğini, Batının sömürgecilik değerlerinin karşısında halkçı değerlerin yaratılabileceğini düşünmüyordu. Bu düşüncesizliğin kaynağında ise Osmanlı “ilericiliğinin”, aydınlarının Batıyla sınırlı paradigmaları vardı. Ve bunun yanında bir kardeş gibi onları besleyen gericiliğin ve hayalperestliğin ölü toprağı. Bu koşullarda emperyalist saldırganla başa çıkmak yalnız ona karşı silah kuşanacak cesarete sahip olmakla sınırlı olamazdı. Aynı zamanda Batı sömürgeciliğinin yarattığı tüm tabuları da yıkacak, putları kıracak, zavallılığın karşısında “ulusu hakim kılacak” bir devrimci bilinç gerekiyordu.
Biz bunu Mustafa Kemal Atatürk’te bulduk. Atatürk’ün bütün eyleminin, her türden geriye dönüş, davadan kaçış ihtimalini ortadan kaldıran gözü kara bir tutarlılıkta olduğunu görürüz. Atatürk yaşamı boyunca hapse atılmış bir öğrenci, sürgüne gönderilmiş asker, tüm rütbelerini söküp atacak idealist ve gerektiğinde tüm bir hareketin iradesini üzerinde toplayabilecek bir savaşçı olarak bilindi. Batı uyduculuğunun merkezi olmuş İstanbul’dan, artık oradan başlatılabilecek bir hareket olmadığı ve zafer olmaksızın geri dönüşün de olamayacağı gerçeğiyle ayrıldı. Böylece geldiği gemiyi de yakmış oldu.
Tek yürek Kuvayı MilliyeMustafa Kemal’in yarattığı Kuvayı Milliye Osmanlı’nın mevcut idare ve siyaset mekanizmasının dışında, ona tabi ve borçlu olmayan bir kuvvettir. Askeri ayrı, meclisi ayrı, mahkemesi ayrı değil. Tek yürek Kuvayı Milliye! Her şey birleşik ve her şey vatan için, halk için. Böyle bir anlayış yaratıldı. Halkın dışında bir siyaset mekanizması aramadan, onun dışında yasalara sarmalanmış bir demokrasi hayal etmeden zafere yürümüş bir harekettir Kuvayı Milliye. Kuvayı Milliye sadece akılların algılayabileceği, gözle görülür, elle duyulur bir olgu değildir halk için. O aynı zamanda bir inanç meselesidir. Vicdan işidir. Bu yüzden bugün Kuvayı Milliye’yi göremezsiniz ama sömürücüler için o hâlâ bir “kabus”tur. Yeniden dirileceği umulan ve beklenen ve tedbir alınan bir davadır.
Milli bir kuvvet oluşturmak ne zafer öncesi ne de zaferden sonra hayallerle veya zorlamalarla olacak bir iş değildir. Bu tarihi özümsemiş ve maddi gerçeğin bilincine varmış devrimci aydının temel sorunudur. Başta gelen ödev, kendine yabancılaşmış bir toplumun özüne döndürülmesi işidir. Bu da zorun her çeşidini görmüş halka karşı bazen bir öğretmen, bazen bir öğrenci gibi yaklaşmadan başarılabilecek bir iş değildir. Kendisini aşağı gören, yüzyıllarca aşağılanmış, en ilericisinin bile kendini Batının kuklası veya maşası olmaktan öte görevlendiremedği bir topluma halk veya millet adını vermek mümkün değilidir. Halk, devrimci aydının gözünde daima güçlü olması gereken, güçlü tutulması gereken bir kavramdır. Bu yüzden halka Batının gözlüğüyle yaklaşan, onu aşağılayan her türlü “ilericiliğin” tabularını yıkmak gerekiyordu. Ve onu karanlık bir zindanda kötürüm bırakan gericiliğin de. Bu yüzden Mustafa Kemal halifeliği ve sultanlığı kaldırırken de, 19. yüzyıl “ilericileri”nin taptığı anayasaya “paçavradır” derken de aynı cesaretle hareket ediyordu.
Atatürk, Batıcılığın her türlüsünü şiddetle reddetti. İlericilikle Batıcılığın bağdaşamayacağını ortaya koydu. Bu putları kırarken, belki de bilmeden, yüzyıllar öncesinde Şeyh Bedreddin’in de takip etiği bir Doğu geleneğini sürdürüyordu. O, kendi eğitim gördüğü kurumlar da dahil o güne kadar tartışılmazlığı kabul edilen bütün kitapları nehre atmaktan ve kendini ve kültürünü yeniden öğrenmeye başlamaktan çekinmedi. Bugün putlarına hararetle sarılmış aydın taslaklarını gördükçe Atatürk’ün aydınlığını daha fazla anlıyoruz.
Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler bugün de sol için temel mücadele konularıdır. Sömürgecilik saldırısıyla aşağılanan onun milliyetçiliğidir. Özelleştirme saldırısıyla yıkılan onun devletçiliğidir. IMF politikalarıyla üzerine çullanılan onun halkçılığıdır. Gericilik saldırısıyla yok edilmek istenen onun laikliğidir. Sahte bir Atatürkçülükle halktan saklanan onun devrimciliğidir. Sonuçta ortadan kaldırılmış olan onun kurduğu cumhuriyettir.
Atatürk, mücadeleci, devrimci ve gerçekten aydın bilinciyle ileride ülkesine yönelik yeni saldırılar ve tehditler olduğunda da direnecek ve savaşacak Türk Solu’nun benliğine kazınmış oldu. Türkiye'de ondan öğrenmeden hareket edebileceğini düşünen sol, halktan değil de “kitaptan” öğrenen soldur.
Hapislikte Kuvayı Milliye
Mustafa Kemal’in ve Kuvayı Milliye’nin neden yalnız ve yalnız solun mücadele geleneği içinde canlanabildiğini en iyi Nazım Hikmet açıklar. Bugün Türk Solu’nun halkla paylaşabildiği en güzel değerleri yaratan bir ozan. Ve yalnız onun dilinde bulabiliyoruz Kuvayı Milliye’nin destanlaşabilmesini. Emperyalizme karşı ezilenlerin mücadelesinin içinde olmak dışında başka bir şekilde de mümkün değil böyle bir şey.
Hapislikte Kuvayı MilliyeO yüzden Nazım Hikmet hapiste olduğu koşullarda dahi, hem de Mustafa Kemal’in cumhuriyetinde esaretinin ve halkının esaretinin gerçek sorumlularını gözden kaçıracak bir sol anlayışa sahip değildi. İlerleyen yıllarda sistemin efendileri devrimlerin bittiğini, Kuvayı Milliye’nin yalnız tarih kitaplarına özgü olduğunu -hatta oraya bile ait olmadığını- iddia ederken ve burjuva çıkarları uğruna Batının kucağına koşarken ve açıkça Atatürk’e saldırırken Nazım Hikmet hala ya sürgünde ya hapis. Ve hâlâ Kuvayı Milliyeci ve hâlâ sosyalist. Yani Batılı vatanseverlerin gözünde “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala”.
Onu halkı için ve Türk Solu için bu kadar vazgeçilmez hale getiren şey ise onun sosyalistliği Kuvayı Milliyecilikle birleştiren, yani gerçek temellerine oturtan tarihsel bir adım atmış olmasıdır. Kendisinin en büyük eserim dediği Memleketimden İnsan Manzaraları, solun mücadeleci karakteri ile hapislikte yazılmış ve çağına ait, halkın ihtiyaç duyduğu tüm bilgi birikimini büyük bir sorumlulukla aktaran gerçekten büyük bir eser. İşte orada emperyalizm, işbirlikçileri ve bunun karşısında “ellerini toprağa basıp ağır ağır” doğrulacak halk ve destanlaşan Kuvayı Milliye tüm değerleriyle apaçık ortada. Ve Nazım’ın yapıtlarında “vıcık vıcık yağlı elleriyle” ülkeyi Batıya peşkeş çeken burjuvalar, Menderesler ve yine onun yapıtlarında hürriyet kavgası için safları sıklaştıracak gençler bulunabilir.
Nazım Hikmet’in diliyle yazılmış herşey Türk dilinin en güzel örnekleridir. Nazım Hikmet artık halkla aynı dili paylaşabilecek bir ilericiliğin, solculuğun militanıdır. Onu yine Türk devriminin özleşme, Batıcı yabancılaşmadan kurtulma çabasında en önlere taşıyan bu özelliğidir. Yasak olsa da kulaktan kulağa, elden ele, halkın dilinde aktarılabilir, anlaşılabilir, anlatılabilir. Nazım Hikmet kendisi bir mücadeleci olduğu gibi, halka ulaşmada Türk devrimcisinin bir mücadele silahıdır da.
“Türk Milleti Dikatörlüğe Paydos Dedi”
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin, ülke sorunlarına duyarlı olmaya zorladığı üniversitenin, bağımsızlığın korunmasıyla görevlendirdiği Ordu’nun Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı harekete geçmiş olması Türk Solu için en önemli tarihsel anların başında gelir. 27 Mayıs işte tam da Nazım Hikmet’in dizelerinde vatansızlığı tescillenmiş Batıcılığa karşı “hürriyet kavgasıdır”.
27 Mayıs, halkın mücadele geleneğinin bu kez iş işten geçmeden, meydanlara taşınmasıdır. Cumhuriyet’in yarattığı temel kuvvetler bağımsızlığın elden gitmesine, halkçılığın yerini tümden diktatörlüğe bırakmasına direnmişler, gençlik, aydınlar ve ordu diktatörlüğe paydos demiştir.
Ancak 27 Mayıs, hareketinde ne kadar haklı, Batı işbirlikçisi iktidarı alaşağı etmesinde ne kadar güçlü, Cumhuriyet’in yarattığı kuvvet birikimine ve Cumhuriyet geleneğine dayandığı için ne kadar devrimci olursa olsun halkın problemlerini çözmekte yetersiz kalmıştır. Bunun temelinde yatan neden Batı uşaklığına ve işbirlikçilerine karşı halkla beraber hareket ediyor oluşuna karşın, Atatürk’ün ölümü sonrası cumhuriyetçiliğe hakim olan Batılılaşma anlayışından kopamamasıdır. Bu yüzden çözümler anayasacılıkta, reformculukta aranırken, NATO’dan kopulamamış, ve DP’nin haleflerine ve gericilere kozlar verilmiştir. Sanılır ki özgürlüğü sağlayan anayasadır. Oysa 27 Mayıs sonrası özgürlüğün kaynağını, Batıcı diktatörlüğe direnen halk ittifakında aramak gerekir. Yoksa anayasaların ne kadar kolay değişebildiği ve görmezden gelinebildiği Türk Solu için bilinen bir derstir. Bu anayasacılık ve reformculuk 27 Mayıs’a Cumhuriyet’ten değil daha çok Tanzimatçılığın aydın hastalıklarından, Batıcılığından kalmıştır. Tüm bunlara karşın 27 Mayıs’ı bu temel eleştirilerle de olsa Türk Solu’nun tarihsel mirası içine katan şey, onun dayanağı olan temel referansların Türk devrimciliği ve Atatürkçülükten kaynaklanmasıdır.
Türk Solu’nun 27 Mayıs’ın bu hatalarını görerek ve eleştirerek gerçek Atatürkçülük, yeniden Kuvayı Milliye davası içinde, Batıdan topyekün kopuş görevine işaret ederek güçlü bir antiemperyalist mücadeleye önderlik etmesinde Doğan Avcıoğlu eşsiz bir öğretmen olmuştur.
Türkiye’nin yaşadığı büyük sorunların, toplumsal ve tarihsel temeline inerek ve kökten, devrimci dönüşümlerle, anti-emperyalist mücadele içinde halledilebileceğini ısrarla ortaya koymuştur. 27 Mayıs’ın anayasacılığını bu açıdan eleştirmiş, 27 Mayıs öncesi çok partili parlamentarizme dikkat çekerek bunun çok partili Batıcı bir faşizmden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Parlamentarizm yerine kuvvetler birliğine dayalı Kuvayı Milliyeciliği öne çıkartır. Onun parlamentarizm uyarıları büyük ses getirmiştir. Bu uyarılar bugün de Türk Solu için halkı oyalamaya ve sindirmeye yönelik Batıcı parlamenter oyunların teşhirinde önemli bir mirastır.
YönDoğan Avcıoğlu, Atatürkçülüğün sahte biçimlerinden ayrılıp, halk içinde ifade etttiği Kuvayı Milliyeci özün dikkate alınmasına işaret etmiş, Batıcılığın ölü toprağını atarak onun ezilen ulus milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte sosyalizmi de ithal ve taklit hastalığından arındırarak Türkiye’de ulusal mücadele açısından yorumlar. Böylece Doğan Avcıoğlu ve onun Türkiye'nin en nitelikli aydın birikimiyle beraber çıkardığı Yön dergisi geniş halk kesimlerinin sosyalizmle tanışmasına, daha doğru ve gerçekçi bir kavrayışa ulaşmasına imkan vermiştir.
Doğan Avcıoğlu, tüm bunları örgütlü bir hale getirip, devrimci fikirlerin ülke siyasetine doğrudan müdahele edebilecek bir kuvvete ulaşmasına olanak sağlamıştır.
Yorulmak bilmez bir çalışma içerisinde Atatürk’ün özleşme davasına büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu eserlerle bugün Türkiye’nin toplumsal yapısı, düzeni ve siyaseti üzerine söylenecek her sözde mutlaka bir payı olmuştur. Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel yapısı üzerine Avcıoğlu’nun söylediklerinin üzerine tek bir katkı yapmadan ukalalık yapanların ise giderek solu bir hayaller ve fanteziler dünyasına hapsettiklerini görüyoruz. Oysa sol herşeyden önce tarihsel materyalizmdir ve gölgelerle savaşmaz. Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin ve emperyalizmin gerçeğinin kavranması için önemli bir teorik miras bırakmıştır. Avcıoğlu gerçeklerle mücadele etmenin bedelini ödeyenlerdendir.
Emekçilerin Birliği
Mehmet Ali Aybar60'lı yıllarla beraber, Doğan Avcıoğlu’nun da gösterdiği gibi Türkiye’nin toplumsal yapısında ciddi çelişkilerin de olduğu ortaya çıkıyordu. Bir yandan daha Atatürk yaşarken ona karşı liberal ideolojiyle muhalefete ve imtiyaz isteklerine başlayan, Atatürk öldükten sonra ise tümden bir Cumhuriyet yıkıcılığına varacak biçimde Batılılaşmış bir sermaye sınıfı. Diğer yandan ise Cumhuriyet’in yarattığı kamusal birikimle gelişmekle beraber, 50’ler sonrası iktisat politikalarının sonucu olarak da kitleseeşmiş bir işçi sınıfı ve emekçi kesimler. 1963’te kurulan Türkiye İşçi Partisi ve onun mücadelesi, ulusal bağımsızlığın sermayeden kopmadan ve emekçi mücadelesi olmadan gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını hem Türk Solu’na hem de halkın geniş kesimlerine öğretmiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin ilk Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, TİP’i kurmaya karar veren işçi sınıfı temsilcilerinin güvenerek görev teklif ettiği bir aydın olması açısından önemlidir. Onun fikirlerini değerli kılan ve TİP’in hızla örgütlenmesine imkan veren şey yine onun sosyalizm fikriyle beraber ısrarla ulusal bağımsızlık, ulusa özgü mücadele, ve Kuvayı Milliye fikirlerini işlemiş TİPolmasıdır. Bu sayede TİP kentlerde ve köylerde hızla taraftar topladı, emekçi kesimlerin yanı sıra aydınları ve öğrencileri de kendine çekti. TİP’le beraber emekçiler parlamentoya girebildiler. Elbette sermayenin Batıya endeksli çıkarlarını parlamentodan bastırabilmenin imkanı yoktu ama, emekçilerin mücadelesi bu sayede halka yansıyabildi. Bu sayede başta ABD işbirlikçiliği olmak üzere Türk halkının üzerinde oynanan parlamenter oyunlar gözler önüne serilebildi. 60’ların parlamentosunda Türkiye’nin çıkarları yalnızca 27 Mayıs’çı Milli Birlik senatörleri ve TİP tarafından dile getirilebildi.
Daha sonra TİP ortadan kaldırılsa da onu yaratan emekçi mücadelesi artık Türkiye’de belirleyici bir güç olarak ele alınmak durumundaydı.
“Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”
Tüm bir döneme damgasına vuran ise 27 Mayıs’ın yaratılmasında da temel güç olan gençliğin antiemperyalist mücadelesidir. Türkiye'nin bağımsızlığına yönelik saldırılar arttıkça giderek yığınsallaşan gençlik eylemleri Türk Solu’nun tarihsel mirasının en önemli köşe taşlarındandır.
Türk gençliği, köklü bir devrimin, ulusal mücadeleler sonucu kazanılmış bir devrimin ve bağımsızlığın yarattığı inatçı köklerin, emperyalistler tarafından kolay bir şekilde sökülüp atılamayacağını göstermiştir. Gençlik her meydana çıkışında emperyalist düşman, onun işbirlikçileri ve toplumsal kökenleri hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyor, yığınsal eylemler ardında bilinçli, örgütçü ve lider gençler bırakıyordu.
DenizDeniz Gezmiş, şüphesiz, bütün varlığıyla kendini ülkesinin bağımsızlık mücadelesine vermiş bu gençlerin başındadır. Daha sonra idamında da görüleceği gibi Deniz Gezmiş emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından yalnızca asi bir genç olarak kabul edilmiyordu. Deniz Gezmiş aynı zamanda emperyalist çıkarların saldırdığı vatandaki mücadele geleneğinin bir mirasçısıdır. Bu yüzden ondan tüm bir Cumhuriyet tarihinin hesabı soruldu. Ondan ve o dönem ikinci kurtuluş savaşı için mücadele etmiş tüm diğer gençlerden. Her bir gencin canı cumhuriyetin devrimci mirasının hesap sorduğu gericilerin hesabına sayıldı. Bu yüzden şiddet tırmandırıldı. Gençlere tuzaklar kuruldu ve bağımsızlıktan bahseden herkesin öldürülmesi hesaplandı.
İdam sehpasına yürüyen Deniz Gezmiş için kendini bile bile ölüme götüren Mahir Çayan ve arkadaşları da bu hesapların sonucu yaşamlarını yitirdiler. Onların fikirlerine, yaptıklarına bakıldığında açıkça ortaya çıkan şey onların uluslarının bağımsızlığı ve halkının refahı dışında bir hesaplarının olmadığıdır. Bu yüzden en adi hesaplar ve tuzaklar onlar için yapılmıştır.
Bu tuzaklar sonucu 60’ların başındaki ordu, gençlik ve Atatürkçü aydınların birlikteliği bozulmuş, ardından Türkiye tarihinin en gerici koalisyonlarıyla, açıkça Atatürk düşmanlığını dile getiren parlamenterleriyle Türkiye adım adım Batının sömürgesi pozisyonuna getirilmeye çalışılmıştır. Bu hesaplar arasında binlerce Türk vatandaşı yaşamına kaybetmiştir.
Cesaretle Yürüyenler
Bağımsız TürkiyeTüm olarak bakıldığında Türkiye’nin çok partili Batıcı diktatörlükler döneminde geriliğe hapsedilme hesaplarının Türk Solu’nun devrimci kayalarına çarptığı görülmelidir. Zafer görünüşte emperyalistlerindir. Ancak Türk solu bu dönemde asla susmayarak ve direnerek altından değerli bir tarihsel birikim yaratmıştır. Doğal olarak vatan emperyalistlerin değildir ve bu tarihsel birikimden filizlenecekse yeniden devrimcilik filizlenecektir.
Gerek Yön’cüler, gerek Deniz’ler ve gerekse Türkiye İşçi Partisi bu dönemde önemli hatalar yaptılar. Öyle ki bu hatalar çoğunlukla onların hayatlarına mal olmuştur, uğrunda ölebildikleri devrimin gerilemesine yol açmıştır ve nefret ettikleri emperyalistlerin geçici de olsa kazanmasına imkan vermiştir. Bu hataların en önemlisi onların belli bir noktada halktan uzaklaşarak kendi cesaretlerine veya bilinçlerine güvenerek adımlar atmaları; TİP için de onun parlamenter mücadeleyi halkçı mücadelenin önüne çıkarması olarak kısaca değerlendirilebilir. Türk Solu, cesaretle yürüdüğü gibi cesaretle eleştirilmelidir. Çünkü edinilen her deneyim nice acılar ile edinilmiştir. Ancak eleştiri ne olursa olsun emperyalistlere karşı verilen kavga haklıdır ve aynı cesaretle sahiplenilmelidir.
Atatürkçülük: İşkence Tezgahından Bombalı Saldırıya
60’lardan 80’lere doğru gidildiğinde, Türkiye önemli bir dönüşüm sürecinin acılarını çekmekteydi. Türkiye, tarihinin en gerici ve Atatürk düşmanı koalisyonlarının idaresindeyken ülke içinde halk birbirine kırdırılmaktaydı. Önemli bir noktanın altını çizmeli: Bu döneme girilirken ülkenin en değerli Atatürkçü aydınları ve solcu gençler işkence tezgahlarından geçirilmektedirler.
Aziz NesinElbetteki saldırganlığa direniş o boyutta güçlüydü. Gerek emekçi mücadelesi gerekse gençlik bu yılların siyasetine damgalarını vurdular. Ancak ortaya konulan tuzaklar 60'lardaki gibi ideolojik ve tarihsel temelleri sağlam bir toplumsal hareket ve ittifak yaratılmasına el vermedi. Bu dönemi niteleyen şey daha çok bir ideolojisizlik ve kargaşa, Türkiye dışındaki modellerin taklidinin getirdiği çiğliktir. Bunda elbette ki en büyük etken devrimci gençlik önderlerinin daha 60’ların sonunda ortadan kaldırılması, aydınların büyük baskılar altına alınmasıdır. Dönemin sonunda bilindiği gibi Cumhuriyet’in kurduğu üniversiteler bile anarşist ilan edilerek kapatılmaktadır.
1980 bir dönüm noktasıdır. Bu andan sonra artık Türkiye tümden Batının ve piyasacılığın uydusu haline getirilirken, gericilik hiç olmadığı kadar güçlendirilirken, 12 Mart’ta işkence tezgahlarıyla tanışmış Atatürkçü aydınlar da bu sefer bombalı saldırılarla tanışacaklardır.
Uğur Mumcu ve Aziz Nesin mücadeleleriyle bu dönemi karakterize eden Türk Solu’nun yorulmak bilmez temsilcileridir.
Aziz Nesin halkın diliyle siyaset yapan Cumhuriyet geleneğinin en büyük aydınlarından biriydi kuşkusuz. Daha 40’lardan itibaren Batıcı işbirlikçiliği, gericiliği, halk düşmanlığını ve halkın sırtındaki sermayeyi “makaraya saran” Aziz Nesin tamamına şahit olduğu mücadele geleneği içinde hem sosyalizmi hem de gerçek Cumhuriyet aydınlığını halka sevdiren, sol açısından eşsiz bir kaynaktı. O, ülkesinin mazlumlar tarihinin büyük bir şahidiydi ve ona karşı Türkiye tarihinin en büyük gerici kışkırtmalarından biri yapıldı. Aziz Nesin öldürülemedi belki ama, ona yönelik Sivas katliamı 33 aydınımızın canını alarak Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı büyük bir provokasyona dönüştü. Ve tarih şahittir ki dönemin parlamenter koalisyonu bunu yalnızca izledi. Belli ki zevkle izledi. Ardından sermaye medyasıyla beraber gericilerin ne kadar saldırısı olursa olsun Aziz Nesin aydınlığı sönmedi.
Uğur MumcuUğur Mumcu da Türkiye halkının mücadele tarihinin şahitlerinden biriydi. Uğur Mumcu’da 60’ların gençliğinden geliyordu. Bir yandan gerçek Atatürkçülüğü sahtelerinden ayırmakta temel bir görev edindi ve 12 Eylül karanlığına karşı, onun öncesinde ve sonrasındaki hain oyunlara karşı herkesin kafasını açtı, diğer yandan ülkeyi gericiliğin ve bölünmenin eşiğine getiren ilişkileri sorguladı. Uğur Mumcu tarihinin gerçek bir şahididir. Türk Solu’nun, Atatürkçülüğü ve sosyalizmin Türkiye'ye özgü mücadelesini bu şahitlik içinde halkına aktarma görevini edindi. Uğur Mumcu da gerçek bir Kuvayı Milliyeciye yakışır şekilde düşmanının bombalı saldırısıyla öldürüldü.
Türk Gençliğinin Sabrı Taştı
Gelinen noktada artık Türk halkının kaybedecek hiçbir şeyi yok. 1920’lerde “hakimiyeti yalnızca halka vermek” parolasıyla yola çıkan Atatürk’ün halkın direnişinden yarattığı Kuvayı Milliye yerini Batı uyduculuğuna bıraktı. Halkçılık ve devletçilik perspektifi yerine sermayenin ve IMF’nin piyasacı hegemonyası kondu. Cumhuriyet ilericiliğinin yerine her türden gericilik peydah oldu.
Diğer yandan halkın mücadele ve hakkını arama kültürü olan Türk Solu’nun bütün devrimcileri ortadan kaldırıldı, baskı altına alındı.
Uğur Mumcuların ve diğer Atatürkçü aydınlarımızın katledilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Onlar için yürüyen milyonlarca insanla beraber Türk gençliğinin de yeniden mücadele bayrağını yükseltmesine yol açtı.
Bu yüzden gençliğin bir manifesto ortaya koyarak “Cumhuriyet Bize Emanet” demesi, arkasından yurt çapında binlerce genci örgütleyecek bir hareketi ortaya koyması şaşırtıcı olmamalı. Yalnızca Türk gençliği için değil tüm Türk halkı için Türk Solu’nun devrimci mirası ışığında mücadele etmek mümkün.
İleri dergisi böyle bir mücadele örgütlenmesi yaratılması için bir ilk adım olmuştu. İleri’de bağımsızlık, demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel ve toplumsal temellerinin ortaya konması, mevcut Batıcı siyasal rejimin tüm güncel siyasetiyle devrimci eleştirisi, bunun yerine konacak gerçek Atatürkçülük ve Kuvayı Milliye iktidarının ortaya konması bir ihtiyaçtı. Atatürkçü, ilerici ve devrimci gençlerle, Türkiye’nin aydın birikimini bu amaçlarla buluşturan derginin önemli bir tarihsel görevi yerine getirdiğine inanıyoruz. Öyle ki bu sayede Türk Solu’nun devrimci tarihinden çıkan sonuçları bir program haline getirebiliyoruz. Türkiye’nin aydınlarının ve gençliğinin bir araya gelmesini gerçek bir Kuvayı Milliye için temel önemde görüyoruz. Ancak elbette bu daha yolun başı.
Böyle bir tarihsel geçmiş neden Batıcı liberallerin bugün Türk halkına, Türk milliyetçiliğine ve Türk Solu’na saldırma gereği duyduğunu açıklıyor. Bu bize zevk ve ümit vermeli. Yoksulluğumuz bu kadar korkutuyorsa, zenginliğimiz bunları ne hale getirecektir!
Türk Solu devrimci bir gelenektir. Bugün Türk halkının Batıyla uzlaşmaz çıkarlarını temsil eden, işbirlikçi sermayenin değil emekçi halkın bilincini yansıtan tek gelenek.
Gemileri Yakmak Putları Kırmak
Türkiye, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin tahakkümünde yokoluşa doğru gidiyordu. Emperyalist saldırganlığa karşı yerel direnişin ötesinde kimse Batıya direnilebileceğini, Batının yenilebileceğini, Batının sömürgecilik değerlerinin karşısında halkçı değerlerin yaratılabileceğini düşünmüyordu. Bu düşüncesizliğin kaynağında ise Osmanlı “ilericiliğinin”, aydınlarının Batıyla sınırlı paradigmaları vardı. Ve bunun yanında bir kardeş gibi onları besleyen gericiliğin ve hayalperestliğin ölü toprağı. Bu koşullarda emperyalist saldırganla başa çıkmak yalnız ona karşı silah kuşanacak cesarete sahip olmakla sınırlı olamazdı. Aynı zamanda Batı sömürgeciliğinin yarattığı tüm tabuları da yıkacak, putları kıracak, zavallılığın karşısında “ulusu hakim kılacak” bir devrimci bilinç gerekiyordu.
Biz bunu Mustafa Kemal Atatürk’te bulduk. Atatürk’ün bütün eyleminin, her türden geriye dönüş, davadan kaçış ihtimalini ortadan kaldıran gözü kara bir tutarlılıkta olduğunu görürüz. Atatürk yaşamı boyunca hapse atılmış bir öğrenci, sürgüne gönderilmiş asker, tüm rütbelerini söküp atacak idealist ve gerektiğinde tüm bir hareketin iradesini üzerinde toplayabilecek bir savaşçı olarak bilindi. Batı uyduculuğunun merkezi olmuş İstanbul’dan, artık oradan başlatılabilecek bir hareket olmadığı ve zafer olmaksızın geri dönüşün de olamayacağı gerçeğiyle ayrıldı. Böylece geldiği gemiyi de yakmış oldu.
Tek yürek Kuvayı MilliyeMustafa Kemal’in yarattığı Kuvayı Milliye Osmanlı’nın mevcut idare ve siyaset mekanizmasının dışında, ona tabi ve borçlu olmayan bir kuvvettir. Askeri ayrı, meclisi ayrı, mahkemesi ayrı değil. Tek yürek Kuvayı Milliye! Her şey birleşik ve her şey vatan için, halk için. Böyle bir anlayış yaratıldı. Halkın dışında bir siyaset mekanizması aramadan, onun dışında yasalara sarmalanmış bir demokrasi hayal etmeden zafere yürümüş bir harekettir Kuvayı Milliye. Kuvayı Milliye sadece akılların algılayabileceği, gözle görülür, elle duyulur bir olgu değildir halk için. O aynı zamanda bir inanç meselesidir. Vicdan işidir. Bu yüzden bugün Kuvayı Milliye’yi göremezsiniz ama sömürücüler için o hâlâ bir “kabus”tur. Yeniden dirileceği umulan ve beklenen ve tedbir alınan bir davadır.
Milli bir kuvvet oluşturmak ne zafer öncesi ne de zaferden sonra hayallerle veya zorlamalarla olacak bir iş değildir. Bu tarihi özümsemiş ve maddi gerçeğin bilincine varmış devrimci aydının temel sorunudur. Başta gelen ödev, kendine yabancılaşmış bir toplumun özüne döndürülmesi işidir. Bu da zorun her çeşidini görmüş halka karşı bazen bir öğretmen, bazen bir öğrenci gibi yaklaşmadan başarılabilecek bir iş değildir. Kendisini aşağı gören, yüzyıllarca aşağılanmış, en ilericisinin bile kendini Batının kuklası veya maşası olmaktan öte görevlendiremedği bir topluma halk veya millet adını vermek mümkün değilidir. Halk, devrimci aydının gözünde daima güçlü olması gereken, güçlü tutulması gereken bir kavramdır. Bu yüzden halka Batının gözlüğüyle yaklaşan, onu aşağılayan her türlü “ilericiliğin” tabularını yıkmak gerekiyordu. Ve onu karanlık bir zindanda kötürüm bırakan gericiliğin de. Bu yüzden Mustafa Kemal halifeliği ve sultanlığı kaldırırken de, 19. yüzyıl “ilericileri”nin taptığı anayasaya “paçavradır” derken de aynı cesaretle hareket ediyordu.
Atatürk, Batıcılığın her türlüsünü şiddetle reddetti. İlericilikle Batıcılığın bağdaşamayacağını ortaya koydu. Bu putları kırarken, belki de bilmeden, yüzyıllar öncesinde Şeyh Bedreddin’in de takip etiği bir Doğu geleneğini sürdürüyordu. O, kendi eğitim gördüğü kurumlar da dahil o güne kadar tartışılmazlığı kabul edilen bütün kitapları nehre atmaktan ve kendini ve kültürünü yeniden öğrenmeye başlamaktan çekinmedi. Bugün putlarına hararetle sarılmış aydın taslaklarını gördükçe Atatürk’ün aydınlığını daha fazla anlıyoruz.
Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler bugün de sol için temel mücadele konularıdır. Sömürgecilik saldırısıyla aşağılanan onun milliyetçiliğidir. Özelleştirme saldırısıyla yıkılan onun devletçiliğidir. IMF politikalarıyla üzerine çullanılan onun halkçılığıdır. Gericilik saldırısıyla yok edilmek istenen onun laikliğidir. Sahte bir Atatürkçülükle halktan saklanan onun devrimciliğidir. Sonuçta ortadan kaldırılmış olan onun kurduğu cumhuriyettir.
Atatürk, mücadeleci, devrimci ve gerçekten aydın bilinciyle ileride ülkesine yönelik yeni saldırılar ve tehditler olduğunda da direnecek ve savaşacak Türk Solu’nun benliğine kazınmış oldu. Türkiye'de ondan öğrenmeden hareket edebileceğini düşünen sol, halktan değil de “kitaptan” öğrenen soldur.
Hapislikte Kuvayı Milliye
Mustafa Kemal’in ve Kuvayı Milliye’nin neden yalnız ve yalnız solun mücadele geleneği içinde canlanabildiğini en iyi Nazım Hikmet açıklar. Bugün Türk Solu’nun halkla paylaşabildiği en güzel değerleri yaratan bir ozan. Ve yalnız onun dilinde bulabiliyoruz Kuvayı Milliye’nin destanlaşabilmesini. Emperyalizme karşı ezilenlerin mücadelesinin içinde olmak dışında başka bir şekilde de mümkün değil böyle bir şey.
Hapislikte Kuvayı MilliyeO yüzden Nazım Hikmet hapiste olduğu koşullarda dahi, hem de Mustafa Kemal’in cumhuriyetinde esaretinin ve halkının esaretinin gerçek sorumlularını gözden kaçıracak bir sol anlayışa sahip değildi. İlerleyen yıllarda sistemin efendileri devrimlerin bittiğini, Kuvayı Milliye’nin yalnız tarih kitaplarına özgü olduğunu -hatta oraya bile ait olmadığını- iddia ederken ve burjuva çıkarları uğruna Batının kucağına koşarken ve açıkça Atatürk’e saldırırken Nazım Hikmet hala ya sürgünde ya hapis. Ve hâlâ Kuvayı Milliyeci ve hâlâ sosyalist. Yani Batılı vatanseverlerin gözünde “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala”.
Onu halkı için ve Türk Solu için bu kadar vazgeçilmez hale getiren şey ise onun sosyalistliği Kuvayı Milliyecilikle birleştiren, yani gerçek temellerine oturtan tarihsel bir adım atmış olmasıdır. Kendisinin en büyük eserim dediği Memleketimden İnsan Manzaraları, solun mücadeleci karakteri ile hapislikte yazılmış ve çağına ait, halkın ihtiyaç duyduğu tüm bilgi birikimini büyük bir sorumlulukla aktaran gerçekten büyük bir eser. İşte orada emperyalizm, işbirlikçileri ve bunun karşısında “ellerini toprağa basıp ağır ağır” doğrulacak halk ve destanlaşan Kuvayı Milliye tüm değerleriyle apaçık ortada. Ve Nazım’ın yapıtlarında “vıcık vıcık yağlı elleriyle” ülkeyi Batıya peşkeş çeken burjuvalar, Menderesler ve yine onun yapıtlarında hürriyet kavgası için safları sıklaştıracak gençler bulunabilir.
Nazım Hikmet’in diliyle yazılmış herşey Türk dilinin en güzel örnekleridir. Nazım Hikmet artık halkla aynı dili paylaşabilecek bir ilericiliğin, solculuğun militanıdır. Onu yine Türk devriminin özleşme, Batıcı yabancılaşmadan kurtulma çabasında en önlere taşıyan bu özelliğidir. Yasak olsa da kulaktan kulağa, elden ele, halkın dilinde aktarılabilir, anlaşılabilir, anlatılabilir. Nazım Hikmet kendisi bir mücadeleci olduğu gibi, halka ulaşmada Türk devrimcisinin bir mücadele silahıdır da.
“Türk Milleti Dikatörlüğe Paydos Dedi”
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin, ülke sorunlarına duyarlı olmaya zorladığı üniversitenin, bağımsızlığın korunmasıyla görevlendirdiği Ordu’nun Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı harekete geçmiş olması Türk Solu için en önemli tarihsel anların başında gelir. 27 Mayıs işte tam da Nazım Hikmet’in dizelerinde vatansızlığı tescillenmiş Batıcılığa karşı “hürriyet kavgasıdır”.
27 Mayıs, halkın mücadele geleneğinin bu kez iş işten geçmeden, meydanlara taşınmasıdır. Cumhuriyet’in yarattığı temel kuvvetler bağımsızlığın elden gitmesine, halkçılığın yerini tümden diktatörlüğe bırakmasına direnmişler, gençlik, aydınlar ve ordu diktatörlüğe paydos demiştir.
Ancak 27 Mayıs, hareketinde ne kadar haklı, Batı işbirlikçisi iktidarı alaşağı etmesinde ne kadar güçlü, Cumhuriyet’in yarattığı kuvvet birikimine ve Cumhuriyet geleneğine dayandığı için ne kadar devrimci olursa olsun halkın problemlerini çözmekte yetersiz kalmıştır. Bunun temelinde yatan neden Batı uşaklığına ve işbirlikçilerine karşı halkla beraber hareket ediyor oluşuna karşın, Atatürk’ün ölümü sonrası cumhuriyetçiliğe hakim olan Batılılaşma anlayışından kopamamasıdır. Bu yüzden çözümler anayasacılıkta, reformculukta aranırken, NATO’dan kopulamamış, ve DP’nin haleflerine ve gericilere kozlar verilmiştir. Sanılır ki özgürlüğü sağlayan anayasadır. Oysa 27 Mayıs sonrası özgürlüğün kaynağını, Batıcı diktatörlüğe direnen halk ittifakında aramak gerekir. Yoksa anayasaların ne kadar kolay değişebildiği ve görmezden gelinebildiği Türk Solu için bilinen bir derstir. Bu anayasacılık ve reformculuk 27 Mayıs’a Cumhuriyet’ten değil daha çok Tanzimatçılığın aydın hastalıklarından, Batıcılığından kalmıştır. Tüm bunlara karşın 27 Mayıs’ı bu temel eleştirilerle de olsa Türk Solu’nun tarihsel mirası içine katan şey, onun dayanağı olan temel referansların Türk devrimciliği ve Atatürkçülükten kaynaklanmasıdır.
Türk Solu’nun 27 Mayıs’ın bu hatalarını görerek ve eleştirerek gerçek Atatürkçülük, yeniden Kuvayı Milliye davası içinde, Batıdan topyekün kopuş görevine işaret ederek güçlü bir antiemperyalist mücadeleye önderlik etmesinde Doğan Avcıoğlu eşsiz bir öğretmen olmuştur.
Türkiye’nin yaşadığı büyük sorunların, toplumsal ve tarihsel temeline inerek ve kökten, devrimci dönüşümlerle, anti-emperyalist mücadele içinde halledilebileceğini ısrarla ortaya koymuştur. 27 Mayıs’ın anayasacılığını bu açıdan eleştirmiş, 27 Mayıs öncesi çok partili parlamentarizme dikkat çekerek bunun çok partili Batıcı bir faşizmden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Parlamentarizm yerine kuvvetler birliğine dayalı Kuvayı Milliyeciliği öne çıkartır. Onun parlamentarizm uyarıları büyük ses getirmiştir. Bu uyarılar bugün de Türk Solu için halkı oyalamaya ve sindirmeye yönelik Batıcı parlamenter oyunların teşhirinde önemli bir mirastır.
YönDoğan Avcıoğlu, Atatürkçülüğün sahte biçimlerinden ayrılıp, halk içinde ifade etttiği Kuvayı Milliyeci özün dikkate alınmasına işaret etmiş, Batıcılığın ölü toprağını atarak onun ezilen ulus milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte sosyalizmi de ithal ve taklit hastalığından arındırarak Türkiye’de ulusal mücadele açısından yorumlar. Böylece Doğan Avcıoğlu ve onun Türkiye'nin en nitelikli aydın birikimiyle beraber çıkardığı Yön dergisi geniş halk kesimlerinin sosyalizmle tanışmasına, daha doğru ve gerçekçi bir kavrayışa ulaşmasına imkan vermiştir.
Doğan Avcıoğlu, tüm bunları örgütlü bir hale getirip, devrimci fikirlerin ülke siyasetine doğrudan müdahele edebilecek bir kuvvete ulaşmasına olanak sağlamıştır.
Yorulmak bilmez bir çalışma içerisinde Atatürk’ün özleşme davasına büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu eserlerle bugün Türkiye’nin toplumsal yapısı, düzeni ve siyaseti üzerine söylenecek her sözde mutlaka bir payı olmuştur. Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel yapısı üzerine Avcıoğlu’nun söylediklerinin üzerine tek bir katkı yapmadan ukalalık yapanların ise giderek solu bir hayaller ve fanteziler dünyasına hapsettiklerini görüyoruz. Oysa sol herşeyden önce tarihsel materyalizmdir ve gölgelerle savaşmaz. Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin ve emperyalizmin gerçeğinin kavranması için önemli bir teorik miras bırakmıştır. Avcıoğlu gerçeklerle mücadele etmenin bedelini ödeyenlerdendir.
Emekçilerin Birliği
Mehmet Ali Aybar60'lı yıllarla beraber, Doğan Avcıoğlu’nun da gösterdiği gibi Türkiye’nin toplumsal yapısında ciddi çelişkilerin de olduğu ortaya çıkıyordu. Bir yandan daha Atatürk yaşarken ona karşı liberal ideolojiyle muhalefete ve imtiyaz isteklerine başlayan, Atatürk öldükten sonra ise tümden bir Cumhuriyet yıkıcılığına varacak biçimde Batılılaşmış bir sermaye sınıfı. Diğer yandan ise Cumhuriyet’in yarattığı kamusal birikimle gelişmekle beraber, 50’ler sonrası iktisat politikalarının sonucu olarak da kitleseeşmiş bir işçi sınıfı ve emekçi kesimler. 1963’te kurulan Türkiye İşçi Partisi ve onun mücadelesi, ulusal bağımsızlığın sermayeden kopmadan ve emekçi mücadelesi olmadan gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını hem Türk Solu’na hem de halkın geniş kesimlerine öğretmiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin ilk Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, TİP’i kurmaya karar veren işçi sınıfı temsilcilerinin güvenerek görev teklif ettiği bir aydın olması açısından önemlidir. Onun fikirlerini değerli kılan ve TİP’in hızla örgütlenmesine imkan veren şey yine onun sosyalizm fikriyle beraber ısrarla ulusal bağımsızlık, ulusa özgü mücadele, ve Kuvayı Milliye fikirlerini işlemiş TİPolmasıdır. Bu sayede TİP kentlerde ve köylerde hızla taraftar topladı, emekçi kesimlerin yanı sıra aydınları ve öğrencileri de kendine çekti. TİP’le beraber emekçiler parlamentoya girebildiler. Elbette sermayenin Batıya endeksli çıkarlarını parlamentodan bastırabilmenin imkanı yoktu ama, emekçilerin mücadelesi bu sayede halka yansıyabildi. Bu sayede başta ABD işbirlikçiliği olmak üzere Türk halkının üzerinde oynanan parlamenter oyunlar gözler önüne serilebildi. 60’ların parlamentosunda Türkiye’nin çıkarları yalnızca 27 Mayıs’çı Milli Birlik senatörleri ve TİP tarafından dile getirilebildi.
Daha sonra TİP ortadan kaldırılsa da onu yaratan emekçi mücadelesi artık Türkiye’de belirleyici bir güç olarak ele alınmak durumundaydı.
“Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”
Tüm bir döneme damgasına vuran ise 27 Mayıs’ın yaratılmasında da temel güç olan gençliğin antiemperyalist mücadelesidir. Türkiye'nin bağımsızlığına yönelik saldırılar arttıkça giderek yığınsallaşan gençlik eylemleri Türk Solu’nun tarihsel mirasının en önemli köşe taşlarındandır.
Türk gençliği, köklü bir devrimin, ulusal mücadeleler sonucu kazanılmış bir devrimin ve bağımsızlığın yarattığı inatçı köklerin, emperyalistler tarafından kolay bir şekilde sökülüp atılamayacağını göstermiştir. Gençlik her meydana çıkışında emperyalist düşman, onun işbirlikçileri ve toplumsal kökenleri hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyor, yığınsal eylemler ardında bilinçli, örgütçü ve lider gençler bırakıyordu.
DenizDeniz Gezmiş, şüphesiz, bütün varlığıyla kendini ülkesinin bağımsızlık mücadelesine vermiş bu gençlerin başındadır. Daha sonra idamında da görüleceği gibi Deniz Gezmiş emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından yalnızca asi bir genç olarak kabul edilmiyordu. Deniz Gezmiş aynı zamanda emperyalist çıkarların saldırdığı vatandaki mücadele geleneğinin bir mirasçısıdır. Bu yüzden ondan tüm bir Cumhuriyet tarihinin hesabı soruldu. Ondan ve o dönem ikinci kurtuluş savaşı için mücadele etmiş tüm diğer gençlerden. Her bir gencin canı cumhuriyetin devrimci mirasının hesap sorduğu gericilerin hesabına sayıldı. Bu yüzden şiddet tırmandırıldı. Gençlere tuzaklar kuruldu ve bağımsızlıktan bahseden herkesin öldürülmesi hesaplandı.
İdam sehpasına yürüyen Deniz Gezmiş için kendini bile bile ölüme götüren Mahir Çayan ve arkadaşları da bu hesapların sonucu yaşamlarını yitirdiler. Onların fikirlerine, yaptıklarına bakıldığında açıkça ortaya çıkan şey onların uluslarının bağımsızlığı ve halkının refahı dışında bir hesaplarının olmadığıdır. Bu yüzden en adi hesaplar ve tuzaklar onlar için yapılmıştır.
Bu tuzaklar sonucu 60’ların başındaki ordu, gençlik ve Atatürkçü aydınların birlikteliği bozulmuş, ardından Türkiye tarihinin en gerici koalisyonlarıyla, açıkça Atatürk düşmanlığını dile getiren parlamenterleriyle Türkiye adım adım Batının sömürgesi pozisyonuna getirilmeye çalışılmıştır. Bu hesaplar arasında binlerce Türk vatandaşı yaşamına kaybetmiştir.
Cesaretle Yürüyenler
Bağımsız TürkiyeTüm olarak bakıldığında Türkiye’nin çok partili Batıcı diktatörlükler döneminde geriliğe hapsedilme hesaplarının Türk Solu’nun devrimci kayalarına çarptığı görülmelidir. Zafer görünüşte emperyalistlerindir. Ancak Türk solu bu dönemde asla susmayarak ve direnerek altından değerli bir tarihsel birikim yaratmıştır. Doğal olarak vatan emperyalistlerin değildir ve bu tarihsel birikimden filizlenecekse yeniden devrimcilik filizlenecektir.
Gerek Yön’cüler, gerek Deniz’ler ve gerekse Türkiye İşçi Partisi bu dönemde önemli hatalar yaptılar. Öyle ki bu hatalar çoğunlukla onların hayatlarına mal olmuştur, uğrunda ölebildikleri devrimin gerilemesine yol açmıştır ve nefret ettikleri emperyalistlerin geçici de olsa kazanmasına imkan vermiştir. Bu hataların en önemlisi onların belli bir noktada halktan uzaklaşarak kendi cesaretlerine veya bilinçlerine güvenerek adımlar atmaları; TİP için de onun parlamenter mücadeleyi halkçı mücadelenin önüne çıkarması olarak kısaca değerlendirilebilir. Türk Solu, cesaretle yürüdüğü gibi cesaretle eleştirilmelidir. Çünkü edinilen her deneyim nice acılar ile edinilmiştir. Ancak eleştiri ne olursa olsun emperyalistlere karşı verilen kavga haklıdır ve aynı cesaretle sahiplenilmelidir.
Atatürkçülük: İşkence Tezgahından Bombalı Saldırıya
60’lardan 80’lere doğru gidildiğinde, Türkiye önemli bir dönüşüm sürecinin acılarını çekmekteydi. Türkiye, tarihinin en gerici ve Atatürk düşmanı koalisyonlarının idaresindeyken ülke içinde halk birbirine kırdırılmaktaydı. Önemli bir noktanın altını çizmeli: Bu döneme girilirken ülkenin en değerli Atatürkçü aydınları ve solcu gençler işkence tezgahlarından geçirilmektedirler.
Aziz NesinElbetteki saldırganlığa direniş o boyutta güçlüydü. Gerek emekçi mücadelesi gerekse gençlik bu yılların siyasetine damgalarını vurdular. Ancak ortaya konulan tuzaklar 60'lardaki gibi ideolojik ve tarihsel temelleri sağlam bir toplumsal hareket ve ittifak yaratılmasına el vermedi. Bu dönemi niteleyen şey daha çok bir ideolojisizlik ve kargaşa, Türkiye dışındaki modellerin taklidinin getirdiği çiğliktir. Bunda elbette ki en büyük etken devrimci gençlik önderlerinin daha 60’ların sonunda ortadan kaldırılması, aydınların büyük baskılar altına alınmasıdır. Dönemin sonunda bilindiği gibi Cumhuriyet’in kurduğu üniversiteler bile anarşist ilan edilerek kapatılmaktadır.
1980 bir dönüm noktasıdır. Bu andan sonra artık Türkiye tümden Batının ve piyasacılığın uydusu haline getirilirken, gericilik hiç olmadığı kadar güçlendirilirken, 12 Mart’ta işkence tezgahlarıyla tanışmış Atatürkçü aydınlar da bu sefer bombalı saldırılarla tanışacaklardır.
Uğur Mumcu ve Aziz Nesin mücadeleleriyle bu dönemi karakterize eden Türk Solu’nun yorulmak bilmez temsilcileridir.
Aziz Nesin halkın diliyle siyaset yapan Cumhuriyet geleneğinin en büyük aydınlarından biriydi kuşkusuz. Daha 40’lardan itibaren Batıcı işbirlikçiliği, gericiliği, halk düşmanlığını ve halkın sırtındaki sermayeyi “makaraya saran” Aziz Nesin tamamına şahit olduğu mücadele geleneği içinde hem sosyalizmi hem de gerçek Cumhuriyet aydınlığını halka sevdiren, sol açısından eşsiz bir kaynaktı. O, ülkesinin mazlumlar tarihinin büyük bir şahidiydi ve ona karşı Türkiye tarihinin en büyük gerici kışkırtmalarından biri yapıldı. Aziz Nesin öldürülemedi belki ama, ona yönelik Sivas katliamı 33 aydınımızın canını alarak Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı büyük bir provokasyona dönüştü. Ve tarih şahittir ki dönemin parlamenter koalisyonu bunu yalnızca izledi. Belli ki zevkle izledi. Ardından sermaye medyasıyla beraber gericilerin ne kadar saldırısı olursa olsun Aziz Nesin aydınlığı sönmedi.
Uğur MumcuUğur Mumcu da Türkiye halkının mücadele tarihinin şahitlerinden biriydi. Uğur Mumcu’da 60’ların gençliğinden geliyordu. Bir yandan gerçek Atatürkçülüğü sahtelerinden ayırmakta temel bir görev edindi ve 12 Eylül karanlığına karşı, onun öncesinde ve sonrasındaki hain oyunlara karşı herkesin kafasını açtı, diğer yandan ülkeyi gericiliğin ve bölünmenin eşiğine getiren ilişkileri sorguladı. Uğur Mumcu tarihinin gerçek bir şahididir. Türk Solu’nun, Atatürkçülüğü ve sosyalizmin Türkiye'ye özgü mücadelesini bu şahitlik içinde halkına aktarma görevini edindi. Uğur Mumcu da gerçek bir Kuvayı Milliyeciye yakışır şekilde düşmanının bombalı saldırısıyla öldürüldü.
Türk Gençliğinin Sabrı Taştı
Gelinen noktada artık Türk halkının kaybedecek hiçbir şeyi yok. 1920’lerde “hakimiyeti yalnızca halka vermek” parolasıyla yola çıkan Atatürk’ün halkın direnişinden yarattığı Kuvayı Milliye yerini Batı uyduculuğuna bıraktı. Halkçılık ve devletçilik perspektifi yerine sermayenin ve IMF’nin piyasacı hegemonyası kondu. Cumhuriyet ilericiliğinin yerine her türden gericilik peydah oldu.
Diğer yandan halkın mücadele ve hakkını arama kültürü olan Türk Solu’nun bütün devrimcileri ortadan kaldırıldı, baskı altına alındı.
Uğur Mumcuların ve diğer Atatürkçü aydınlarımızın katledilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Onlar için yürüyen milyonlarca insanla beraber Türk gençliğinin de yeniden mücadele bayrağını yükseltmesine yol açtı.
Bu yüzden gençliğin bir manifesto ortaya koyarak “Cumhuriyet Bize Emanet” demesi, arkasından yurt çapında binlerce genci örgütleyecek bir hareketi ortaya koyması şaşırtıcı olmamalı. Yalnızca Türk gençliği için değil tüm Türk halkı için Türk Solu’nun devrimci mirası ışığında mücadele etmek mümkün.
İleri dergisi böyle bir mücadele örgütlenmesi yaratılması için bir ilk adım olmuştu. İleri’de bağımsızlık, demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel ve toplumsal temellerinin ortaya konması, mevcut Batıcı siyasal rejimin tüm güncel siyasetiyle devrimci eleştirisi, bunun yerine konacak gerçek Atatürkçülük ve Kuvayı Milliye iktidarının ortaya konması bir ihtiyaçtı. Atatürkçü, ilerici ve devrimci gençlerle, Türkiye’nin aydın birikimini bu amaçlarla buluşturan derginin önemli bir tarihsel görevi yerine getirdiğine inanıyoruz. Öyle ki bu sayede Türk Solu’nun devrimci tarihinden çıkan sonuçları bir program haline getirebiliyoruz. Türkiye’nin aydınlarının ve gençliğinin bir araya gelmesini gerçek bir Kuvayı Milliye için temel önemde görüyoruz. Ancak elbette bu daha yolun başı.
Böyle bir tarihsel geçmiş neden Batıcı liberallerin bugün Türk halkına, Türk milliyetçiliğine ve Türk Solu’na saldırma gereği duyduğunu açıklıyor. Bu bize zevk ve ümit vermeli. Yoksulluğumuz bu kadar korkutuyorsa, zenginliğimiz bunları ne hale getirecektir!
Türk Solu devrimci bir gelenektir. Bugün Türk halkının Batıyla uzlaşmaz çıkarlarını temsil eden, işbirlikçi sermayenin değil emekçi halkın bilincini yansıtan tek gelenek.
12 Mayıs 2009 Salı
Mustafa Kemal’in Sovyet yöneticilerine mektubu (22 ekim 1920)
‘Kendi zincirlerini kırmakla yetinmeyip, iki seneden fazla zamandır bütün dün dünyanın kurtuluşu için emsalsiz bir mücadele veren ,sonsuza dek ezenleri yeryüzünden silmek için duyulmamış acılara şevkle mukavemet eden Rus Halkına Türk Halkının duyduğu hayranlık hislerini bildirmek bana büyük bir mutluluk veriyor. Kesin olarak inanmaktayım ve bu inancımı yurttaşlarım da paylaşmaktadır ki , bir taraftan batılı emekçiler diğer taraftan köleleştirilen Asya ve Afrika halkları , bugün milletler arası sermayenin, onları birbirine kırdırmak , köleleştirmek ve efendilerinin azami karı için onları kullandıklarını anladıklarını ve sömürge politikalarının bilinci dünya emek.i kitlelerinin kalbine yerleştiği gün burjuvazinin iktidarı son bulacaktır’
Neden “İslamcılar” Emperyalizme Karşı Silahlı Direnişin Egemen Gücüdürler
Bilinenleri bir kez daha yineleyelim: Bugün başını Amerikan emperyalizminin çektiği emperyalist saldırganlığa ve işgallere karşı silahlı direniş, Afganistan’dan Filistin’e, Irak’tan Lübnan’a kadar Ortadoğu bölgesinde yoğunlaşmıştır. Tüm bu silahlı direniş hareketlerinin merkezinde “islamcılar” yer almaktadır. “İslamcılar”, silahlı direniş hareketinin merkezinde yer almaktan öte, aynı zamanda bu hareketin neredeyse tek gücü durumundadır.
Yine herkesin bildiği diğer bir gerçek, AKP’nin “ılımlı islamcı” görünümüne rağmen, özünde “islamcı” bir siyasal bir hareket olduğu, kökeninin 1960 sonlarında Erbakan’ın başını çektiği şeriatçılıkta bulunduğudur. Erbakan çizgisi, “ağır sanayi hamlesi”nden “hak geldi, batıl zail oldu” sloganlarına kadar tüm yönelimleriyle yeni-sömürgeciliğe (yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizme) ve bunun sahibi Amerikan emperyalizmine karşı bir duruş görünümündedir. Dolayısıyla Erbakan çizgisinin “ılımlı” versiyonu olarak piyasaya çıkan AKP de, özsel olarak yeni-sömürgecilik karşıtı ve anti-amerikancı bir tutumun günümüzdeki şekillenişi olarak tanımlanabilir.
Herkesin bildiği üçüncü gerçek ise, ister “ılımlı”, ister “radikal” görünüm altında olsun, her türden “islamcı” hareketin nihai amacı şeriat düzeni, islami bir devlet ve islami “değerler”e göre şekillendirilmiş bir toplumsal düzen kurmaktır. Bu nihai amaç açısından islamcı hareketler, aynı zamanda anti-laiktir, laik devlete karşıdırlar.
Şimdi bu çok bilinen gerçeklerin altına, sol “medya”dan rastgele bir bölüm ekleyelim:
“Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur. Mücadeleye katılacak, mücadelenin gerektirdiği dayanışma ve işbirliğinden çekinmeyecek ve uyanık olacaksınız.
Bu mücadelenin sonunda yeni bir İran örneği yaşanırmış, ülke karanlığa gömülürmüş… Bu tehlike var. Ancak bu tehlikeyi bertaraf etmek, mücadelenin içinden geçiyor, mücadeleden kaçmaktan değil.”[1*]
Böylece üç bilinenli bir eşitlik sağlamış oluyoruz.
Eşitlik, “Lübnan ya da Irak örneklerinden hareketle antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılabileceğine ilişkin bugünden belli modeller oluşturmak hiç sağlıklı değildir”in öngirişi olarak kullanılmıştır ve sonuçta “günü gelince düşünürüz” denilmektedir.
Ancak “antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılacağı”na ilişkin “bugünden belli model” oluşturulmasına karşı çıkılırken ortaya atılan ilk önerme, “… mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur” olmaktadır.
Çok basit akıl yürütme ile, çok bilinen bir gerçekten yola çıkarak (”emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye islamcı örgütlerin damga vurması”), “ahlaki ve politik” meşruiyeti olduğu iddia edilen bir tez ortaya atılmaktadır: mücadelenin içinde yer almak. Ve yine aynı mantıksallık içinde, “ama” denilerek, ülkemizde böyle bir durum olmadığına göre, “hangi güçlerle işbirliği yapılacağına” ilişkin “modeller” oluşturmak “hiç sağlıklı değildir” sonucuna ulaşılmaktadır.
Görüleceği gibi, bu “mantıklı” ve de üstelik “hem ahlaki, hem politik” değerlendirmeyle, “mücadelenin içinde yer almak” ve bu mücadele içinde bazı güçlerle “işbirliği” yapmak meşru kabul edilirken, ülkemiz somutunda böyle bir mücadelenin olmamasından hareketle “kendi işimize bakalım” denilmektedir.
Varsayım olarak Irak ve Lübnan’daki gibi bir fiili ve somut durumun ortaya çıktığını düşündüğümüzde, bu “önerme” ve saptama sahibi açısından fazla tereddüt edilecek bir durum yoktur. Fiili ve somut bir mücadele vardır, öyle ise “içinde” yer alınır! (Tıpkı bir zamanlar İ. Bilen’li TKP’nin “barikatlara” çıktığı gibi!) Buna kanıt olarak da, İsrail’in son Lübnan işgali karşısında Lübnan KP’sinin savaşın “içinde” yer alması gösterilir. (Irak KP’sinin Amerikan işbirlikçiliği ise “kınanmak”la geçiştirilir.)
Ve biz, kendi ülkemizin devrimci mücadele tarihinden biliyoruz ki, kendilerini SİP-TKP olarak ifade eden legalistler hiçbir durumda bu savaşın içinde yer almayacaklardır.
Evet, bu bizim tarihten çıkardığımız bir saptamadır. “Bizim iddiamız”dır. Her “iddia” gibi, karşıtı da ileri sürülebilir. (Büyük olasılıkla SİP-TKP saflarında yer alan pek çok genç ve samimi insan bu karşı tezi hararetle savunacaklardır.)
Şimdi “-sa”lara takılmadan, yukarda aktardığımız sözlerin ilk cümlesini bir kez daha okuyalım:
“Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa…”
Görüldüğü gibi “-sa”ların en başında “gerçek bir mücadele” tanımı yerleştirilmiştir. Böylece “gerçek mücadele nedir” sorusu yanıtlanması gereken stratejik bir soru haline dönüşür. “Hem ahlaki, hem politik” olarak zorunlu hale getirilen “mücadelenin içinde yer almak”, mücadelenin niteliğine, yani “gerçek mücadele” olup olmamasına göre belirlenmektedir.
Artık sorun, ortada fiili ve somut bir mücadelenin olup olmaması değil, onun “gerçek” bir mücadele olup olmaması haline dönüşmüştür.
Peki “gerçek mücadele” nedir?
İşte SİP-TKP’nin oportünizminin açığa çıktığı yer burasıdır.
Bu soru bir kez ortaya çıktı mıydı, artık herşey “gerçek mücadele”den kimin ne anladığına bağlı olarak değişecektir. İslamcı kesimlerin anti-emperyalizminin sınırları ve kapitalizmle olan bağlantıları öne çıkartıldığında, bu kesimlerin “mücadele”lerinin emperyalizmle uzlaşmayla sonuçlanacağını söylemek kahinlik olmayacaktır. Bunun da, kendi deyişleriyle “gerçek mücadele”, “sağlam bir marksist-leninist aşı”yla[2*] aşılanmış “yurtsever” mücadele olmayacağı açıktır.
Şöyle yazıyorlar:
“Sosyalizmi hedeflemeyen, yani ekonomik düzlemde serbest rekabetçi piyasa düzenini savunan siyasetler antiemperyalist olabilirler mi? Yukarıdaki çerçeve gereği (Lenin’i kendilerine “tanık” olarak gösteriyorlar-KC) bunun yanıtı kesin olarak hayırdır.”[3*]
Evet, “sosyalizmi hedeflemeyen” bir anti-emperyalizm, “gerçek” bir anti-emperyalist mücadele olmayacağına göre, sözü edilen Irak ve Lübnan’daki fiili ve somut mücadele de anti-emperyalist olmayacaktır. Dolayısıyla da bu mücadelenin “içinde” yer alınması “ne ahlaki, ne politik” meşruiyete de sahip değildir.
Görüldüğü gibi, bilinen gerçeklerden yola çıkılarak ortaya atılan “tez”, “ahlaki ve politik” olarak mantıksal göründüğü yerde, kendi çıkış noktasının tersine ulaşmaktadır. SİP-TKP’nin ölçütlerine göre, Irak ve Lübnan’da zaten “gerçek” bir anti-emperyalist mücadele söz konusu değildir, dolayısıyla da bu mücadelenin “içinde” yer alınması diye bir sorun da yoktur. Ama zevahiri kurtarmak, genç ve samimi insanları saflarında tutabilmek için, “eğer öyle bir silahlı direniş olursa, biz de içinde yer alırız” demekte de tereddüt etmemektedirler. Tıpkı “Denizlerin yolundayız” diyerek, Nurhak’a uğramadan İstanbul’dan İskenderun’a gidip tekrar İstanbul’a geri döndükleri gibi.
Bu, su katılmamış oportünizmdir.
Burada amacımız, SİP-TKP’si gibi oportünistlerin niteliğini sergilemek değildir. Görülmesini istediğimiz gerçek, herkesin bildiği gerçekler ortadayken, bunlara dayanılarak ileri sürülen her “tez”in kendi içinde daha farklı taktik ve stratejik sorunlar ortaya çıkardığıdır.[4*]
Sol “medya”dan “Türkiye’de laiklik ve irtica” başlıklı bir yazıdan alıntı yaparak bu durumu belirginleştirelim:
“Bu rejim, laik mi?
Hayır, Türkiye laik bir devlet değildir.
Türkiye’de devlet dinden asla ayrılmamıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri her daim dini denetimi altında tutmuş, siyasi amaçları için kullanmıştır.
Türkiye, her caminin devlet dairesi, her imamın devlet memuru olduğu bir ülkedir.
Devletin, Cuma vaazlarının içeriğine müdahale ettiği, yönlendirdiği bir ülkedir.
Camilerin devlet parasıyla işletildiği, ama cemevlerinin yasak olduğu, ibadet merkezi sayılmadığı bir ülkedir.”[5*]
Atılım’a göre, eğer rejim “laik” ise, “irtica tehlikesi”ne karşı mücadele etmek, SİP-TKP’nin söylemiyle “hem ahlaki, hem politik” olarak meşrudur. “Ama” Türkiye laik bir devlet değildir.
Böylece sorun “irtica tehlikesi”, şeriatçılık ve laik devlet sorunu olmaktan çıkmakta, doğrudan doğruya “laiklik nedir” sorusuna dönüşmektedir. Buna verdikleri yanıta eşdeğer olarak şu sonuca ulaşmaktadırlar:
“Ancak ezilen halk kitlelerinin kaderlerini ellerine alacakları bir demokratik devrim, yoksulları sarmalayan kaderciliği ve şükürcülüğü parçalayabilir. Bir din devleti tehlikesini de, halk üzerindeki devlet dini baskısını da kaldırabilir. Diyanet İşleri Başkanlığının dağıtılmasıyla Türkiye’de gerçekten laik bir devleti ancak bir demokratik devrim kurabilir. Devletin tüm mezheplere eşit mesafede durmasını, Alevi mezhebinin ezilmesine son vermeyi ancak bu devrim başarabilir. Camilerin, iktidarın politik amaçları için kullanılmasına ancak böyle bir devrim son verebilir.”[6*]
Evet, “diyanet işleri başkanlığının dağıtılmasıyla” “laik bir devlet” ortaya çıkacaktır!
Bu, bir olasılık değil, ciddi ciddi ortaya atılmış bir iddiadır.
Açıklanmayan ve anlatılmayan ise, adında “marksist leninist komünist” sıfatları taşıyan bir siyasal çizginin, devlet tarafından dini faaliyetlerin denetim altında tutulmasına neden karşı çıktıklarıdır.
Herkesin bildiği gerçekler ne kadar ortak ve açık olursa olsun, bu gerçeklerden yola çıkılarak ortaya atılan her siyasal saptama, kendi içinde yeni ve farklı tartışmalar ve alanlar açmaktadır. Şüphesiz laiklik ve Türkiye’de laiklik, eski Yargıtay başkanı Sami Selçuk’un tanımına uygun olarak ele alınırsa, ulaşılacak yer başkadır.
Kısaca anımsatalım:
“Laiklikte din ve devlet karşılıklı olarak bağımsızdırlar. Bağımsızlık esasından yola çıkan laiklikte din kuralları devleti, devlet de din kurallarını belirleyemez ve yönlendiremez. Devlet bütün inançlara, dinlere karşı ilgisiz ve eşit uzaklıktadır…
Laik devlette, devlet dinlere eşit uzaklıkta olduğundan hiçbir dini, inancı dışlayamaz ya da kayıramaz; akçalı vb. biçimlerde destekleyemez…
Tanı açıktır: Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağı açısından laik; devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir…”[7*]
Bu “tanı”nın solda itibar görmesi ise, sol açısından ideolojisizliğin ifadesidir.
Yeniden başlangıca geri dönersek, bugün Amerikan emperyalizminin açık askeri işgaline karşı Irak, Lübnan ve Afganistan’da yürütülen silahlı direniş hareketinde islamcıların egemen ve hatta tek güç olarak ortaya çıkışları açık ve tartışmasız bir gerçektir.
Sorun, bu gerçekten olmadık şeyler türetmek değil, bu gerçeğin nedenlerini doğru biçimde saptamaktır. Diğer bir ifadeyle, bu somut gerçeklik karşısında devrimcilerin görevi, emperyalizmin açık askeri işgaline karşı devrimci bir silahlı mücadelenin neden ve nasıl ortaya çıkartılamadığını saptamaktır.
Afganistan, Irak ve Lübnan’daki silahlı direniş hareketlerine bakıldığına ilk karşılaşılacak gerçek, bu silahlı direnişe egemen olan islamcıların daha önceden örgütlü olduklarıdır. Afganistan ve Lübnan’da olduğu gibi, islamcılar uzun bir silahlı mücadele sürecinden gelmektedirler. Irak’ta kendine özgü silahlı direniş hareketleri olmakla birlikte, islamcılar 1991 Körfez Savaşından bu yana Baas yönetimi altında örgütlenmişlerdir.
Dünya devrimci silahlı mücadele tarihinin gösterdiği en temel gerçek, silahlı mücadelenin birden ve kendiliğinden ortaya çıkartılamayacağı ve örgütlenemeyeceğidir.
İkinci gerçek ise, “barışçıl mücadele metotları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez”.
Silahlı bir güce sahip olmayan bir politik örgütlenme ise, sonucun silahla belirlendiği bir aşamada çaresiz ve etkisiz bir güç olmaktan öteye geçemez.
Bugün gerek Afganistan, Irak ve Lübnan’da, gerekse ülkemizde, ne emperyalist açık askeri işgale karşı, ne de şeriatçı silahlı ayaklanmaya karşı, ne de oligarşinin askeri darbesine karşı devrimci bir silahlı güç mevcut değildir. Düşmanlar silah zoruyla amaçlarını gerçekleştirmeye yöneldiklerinde, sonucu silahlar belirler. Silahsız halk güçleri ise, silaha sahip olanlar karşısında çaresizdirler.
İster askeri darbe karşısında, ister şeriatçı tehdit karşısında silahsız halk güçleri çaresiz kaldıkları ölçüde, ya silahlı güçlere boyun eğeceklerdir, ya da kendi güçleri dışındaki güçlerden (örneğin AB) medet umacaklardır. Her durumda, süreçte karar verici bir güç olmayacaklardır.
Ulusalcı olarak tanımlanan küçük-burjuva demokratlarının “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” sloganları eşliğinde “laik” bir askeri darbe beklentisi içinde bulunmaları da bu gerçeğin diğer bir yansısıdır.
Ülkemizde ve dünyada bugün tüm çelişkilerin ve çatışmaların odak noktası devrimdir. Devrim ise, belirlenmiş amaçlara yönelik silahlı halk güçlerince gerçekleştirilecektir.
Bu gerçekleri görmezlikten ve bilmezlikten gelerek, Irak, Lübnan vb. yerlerdeki silahlı direnişlerin islamcıların egemenliği altında oluşundan yola çıkarak teoriler yapmak, her teori içinde yeni ve ek konular ortaya atmak elbette olanaklıdır. Ancak bütün bunlar, laik, demokratik ve bağımsız bir ülke için devrimci mücadeleyi örgütlemeye hizmet etmeyecektir.
Bugün genel olarak sol, şeriatçı tehlike karşısında olduğu kadar, olası bir askeri darbe karşısında da çaresiz, perspektifsizdir. Herşey legalize edilmiş, herşey legalizme kurban verilmiştir. Bu duruma rağmen, yüzsüzce şunlar yazılabilmektedir:
“Türkiye solunun bu ve benzeri gelişmeler karşısında son derece uyanık, ilkeli ve yaratıcı davranması gerektiğine işaret etmiş ve ‘açığa düşme’ tehlikesinin altını çizmiştim.
Mekanik solcu ‘baş tehlike’yi aramaya çalışır. Gericilik mi, Amerikancılık mı?
Yanıta göre ya TSK’nın öncülüğünü yaptığı ‘zinde güçler’in parçası olup ‘laik cephe’nin kuyruğu haline gelir ya da İslamcıların peşine takılır.
Bir de ‘bunlar fasa fiso şeyler, emeğin gündemine dönelim’ciler vardır, onlar işçi sınıfının milliyetçi ve dinci ideolojiler tarafından ‘ele geçirildiği’ni fark ettiklerinde ‘kendi küçük dünyamız’a geri dönmektedirler.
Ne yapacağız?
İşimizi yapacağız….
Diyelim ki bunu yapamadık ve Türkiye, emekçi sınıfları büsbütün kişiliksizleştiren başka bir taraflaşmayla ‘kırılma’ anına sürüklendi, o zaman ne olacak?
O zaman…
Devrimci bir perspektifle, gereken neyse o yapılır.”[8*]
Tıpkı İ. Bilen’in 1979′da “barikatlara çıkacağız” dediği gibi.
İşte oportünizm ile devrimci çizgiyi birbirinden ayıran temel ölçülerden birisi burada bir kez daha görünür olmaktadır.
“O zaman” gelince, “gereken neyse o yapılır”mış!
Burada “baykuş bakış”lı genel sekretere gerekenin “ne” olduğu sorulamaz. Çünkü o legalist partinin başındadır ve “gerekeni” söylediği andan itibaren başı yasalarla belaya girer! Ama “inananlar” inanmalıdırlar, bu genel sekreter söylemişse söylemiştir, nasıl olsa bir bildiği vardır! Öyle ya, koskoca “parti genel sekreteri” durduk yere yalan söyleyecek değil ya!
Yine de soru soracak olan çıkacaktır.
Gerekenin “ne” olduğu sorusunun önüne şu soru da konulmalıdır: Bu sözü edilen, “emekçi sınıfları büsbütün kişiliksizleştiren başka bir taraflaşmayla ‘kırılma’ anı” nedir?
Eğer “kırılma anı” denilen şeriatçıların iktidara gelmesiyse, “gereken” kaçınılmaz olarak bu iktidara karşı savaşmaktır. Yok eğer “kırılma anı”, oligarşinin askeri darbesiyle gerçekleşirse, görev yine faşizmin bu açık uygulamasına karşı savaşmaktır. Bütün sorun, “gereken neyse o yapılır” demekte değil, gerekeni yapmaktadır. Gereken ise, savaşmaktır. Öyle sözcüğün yuvarlak ifadeleriyle değil, düpedüz askeri güç olarak savaşmaktır. Bunu gerçekleştirecek güç ise, başlangıçtan itibaren bu temelde örgütlenmiş olmak zorundadır.
Yine herkesin bildiği diğer bir gerçek, AKP’nin “ılımlı islamcı” görünümüne rağmen, özünde “islamcı” bir siyasal bir hareket olduğu, kökeninin 1960 sonlarında Erbakan’ın başını çektiği şeriatçılıkta bulunduğudur. Erbakan çizgisi, “ağır sanayi hamlesi”nden “hak geldi, batıl zail oldu” sloganlarına kadar tüm yönelimleriyle yeni-sömürgeciliğe (yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizme) ve bunun sahibi Amerikan emperyalizmine karşı bir duruş görünümündedir. Dolayısıyla Erbakan çizgisinin “ılımlı” versiyonu olarak piyasaya çıkan AKP de, özsel olarak yeni-sömürgecilik karşıtı ve anti-amerikancı bir tutumun günümüzdeki şekillenişi olarak tanımlanabilir.
Herkesin bildiği üçüncü gerçek ise, ister “ılımlı”, ister “radikal” görünüm altında olsun, her türden “islamcı” hareketin nihai amacı şeriat düzeni, islami bir devlet ve islami “değerler”e göre şekillendirilmiş bir toplumsal düzen kurmaktır. Bu nihai amaç açısından islamcı hareketler, aynı zamanda anti-laiktir, laik devlete karşıdırlar.
Şimdi bu çok bilinen gerçeklerin altına, sol “medya”dan rastgele bir bölüm ekleyelim:
“Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur. Mücadeleye katılacak, mücadelenin gerektirdiği dayanışma ve işbirliğinden çekinmeyecek ve uyanık olacaksınız.
Bu mücadelenin sonunda yeni bir İran örneği yaşanırmış, ülke karanlığa gömülürmüş… Bu tehlike var. Ancak bu tehlikeyi bertaraf etmek, mücadelenin içinden geçiyor, mücadeleden kaçmaktan değil.”[1*]
Böylece üç bilinenli bir eşitlik sağlamış oluyoruz.
Eşitlik, “Lübnan ya da Irak örneklerinden hareketle antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılabileceğine ilişkin bugünden belli modeller oluşturmak hiç sağlıklı değildir”in öngirişi olarak kullanılmıştır ve sonuçta “günü gelince düşünürüz” denilmektedir.
Ancak “antiemperyalist mücadelede hangi güçlerle işbirliği yapılacağı”na ilişkin “bugünden belli model” oluşturulmasına karşı çıkılırken ortaya atılan ilk önerme, “… mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa, bu mücadeleden uzak durmak ne ahlaki ne de politik olarak meşrudur” olmaktadır.
Çok basit akıl yürütme ile, çok bilinen bir gerçekten yola çıkarak (”emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye islamcı örgütlerin damga vurması”), “ahlaki ve politik” meşruiyeti olduğu iddia edilen bir tez ortaya atılmaktadır: mücadelenin içinde yer almak. Ve yine aynı mantıksallık içinde, “ama” denilerek, ülkemizde böyle bir durum olmadığına göre, “hangi güçlerle işbirliği yapılacağına” ilişkin “modeller” oluşturmak “hiç sağlıklı değildir” sonucuna ulaşılmaktadır.
Görüleceği gibi, bu “mantıklı” ve de üstelik “hem ahlaki, hem politik” değerlendirmeyle, “mücadelenin içinde yer almak” ve bu mücadele içinde bazı güçlerle “işbirliği” yapmak meşru kabul edilirken, ülkemiz somutunda böyle bir mücadelenin olmamasından hareketle “kendi işimize bakalım” denilmektedir.
Varsayım olarak Irak ve Lübnan’daki gibi bir fiili ve somut durumun ortaya çıktığını düşündüğümüzde, bu “önerme” ve saptama sahibi açısından fazla tereddüt edilecek bir durum yoktur. Fiili ve somut bir mücadele vardır, öyle ise “içinde” yer alınır! (Tıpkı bir zamanlar İ. Bilen’li TKP’nin “barikatlara” çıktığı gibi!) Buna kanıt olarak da, İsrail’in son Lübnan işgali karşısında Lübnan KP’sinin savaşın “içinde” yer alması gösterilir. (Irak KP’sinin Amerikan işbirlikçiliği ise “kınanmak”la geçiştirilir.)
Ve biz, kendi ülkemizin devrimci mücadele tarihinden biliyoruz ki, kendilerini SİP-TKP olarak ifade eden legalistler hiçbir durumda bu savaşın içinde yer almayacaklardır.
Evet, bu bizim tarihten çıkardığımız bir saptamadır. “Bizim iddiamız”dır. Her “iddia” gibi, karşıtı da ileri sürülebilir. (Büyük olasılıkla SİP-TKP saflarında yer alan pek çok genç ve samimi insan bu karşı tezi hararetle savunacaklardır.)
Şimdi “-sa”lara takılmadan, yukarda aktardığımız sözlerin ilk cümlesini bir kez daha okuyalım:
“Eğer gerçek bir mücadele sürüyorsa, emperyalist işgal ya da müdahalelere karşı mücadeleye İslamcı örgütler damga vuruyorsa…”
Görüldüğü gibi “-sa”ların en başında “gerçek bir mücadele” tanımı yerleştirilmiştir. Böylece “gerçek mücadele nedir” sorusu yanıtlanması gereken stratejik bir soru haline dönüşür. “Hem ahlaki, hem politik” olarak zorunlu hale getirilen “mücadelenin içinde yer almak”, mücadelenin niteliğine, yani “gerçek mücadele” olup olmamasına göre belirlenmektedir.
Artık sorun, ortada fiili ve somut bir mücadelenin olup olmaması değil, onun “gerçek” bir mücadele olup olmaması haline dönüşmüştür.
Peki “gerçek mücadele” nedir?
İşte SİP-TKP’nin oportünizminin açığa çıktığı yer burasıdır.
Bu soru bir kez ortaya çıktı mıydı, artık herşey “gerçek mücadele”den kimin ne anladığına bağlı olarak değişecektir. İslamcı kesimlerin anti-emperyalizminin sınırları ve kapitalizmle olan bağlantıları öne çıkartıldığında, bu kesimlerin “mücadele”lerinin emperyalizmle uzlaşmayla sonuçlanacağını söylemek kahinlik olmayacaktır. Bunun da, kendi deyişleriyle “gerçek mücadele”, “sağlam bir marksist-leninist aşı”yla[2*] aşılanmış “yurtsever” mücadele olmayacağı açıktır.
Şöyle yazıyorlar:
“Sosyalizmi hedeflemeyen, yani ekonomik düzlemde serbest rekabetçi piyasa düzenini savunan siyasetler antiemperyalist olabilirler mi? Yukarıdaki çerçeve gereği (Lenin’i kendilerine “tanık” olarak gösteriyorlar-KC) bunun yanıtı kesin olarak hayırdır.”[3*]
Evet, “sosyalizmi hedeflemeyen” bir anti-emperyalizm, “gerçek” bir anti-emperyalist mücadele olmayacağına göre, sözü edilen Irak ve Lübnan’daki fiili ve somut mücadele de anti-emperyalist olmayacaktır. Dolayısıyla da bu mücadelenin “içinde” yer alınması “ne ahlaki, ne politik” meşruiyete de sahip değildir.
Görüldüğü gibi, bilinen gerçeklerden yola çıkılarak ortaya atılan “tez”, “ahlaki ve politik” olarak mantıksal göründüğü yerde, kendi çıkış noktasının tersine ulaşmaktadır. SİP-TKP’nin ölçütlerine göre, Irak ve Lübnan’da zaten “gerçek” bir anti-emperyalist mücadele söz konusu değildir, dolayısıyla da bu mücadelenin “içinde” yer alınması diye bir sorun da yoktur. Ama zevahiri kurtarmak, genç ve samimi insanları saflarında tutabilmek için, “eğer öyle bir silahlı direniş olursa, biz de içinde yer alırız” demekte de tereddüt etmemektedirler. Tıpkı “Denizlerin yolundayız” diyerek, Nurhak’a uğramadan İstanbul’dan İskenderun’a gidip tekrar İstanbul’a geri döndükleri gibi.
Bu, su katılmamış oportünizmdir.
Burada amacımız, SİP-TKP’si gibi oportünistlerin niteliğini sergilemek değildir. Görülmesini istediğimiz gerçek, herkesin bildiği gerçekler ortadayken, bunlara dayanılarak ileri sürülen her “tez”in kendi içinde daha farklı taktik ve stratejik sorunlar ortaya çıkardığıdır.[4*]
Sol “medya”dan “Türkiye’de laiklik ve irtica” başlıklı bir yazıdan alıntı yaparak bu durumu belirginleştirelim:
“Bu rejim, laik mi?
Hayır, Türkiye laik bir devlet değildir.
Türkiye’de devlet dinden asla ayrılmamıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri her daim dini denetimi altında tutmuş, siyasi amaçları için kullanmıştır.
Türkiye, her caminin devlet dairesi, her imamın devlet memuru olduğu bir ülkedir.
Devletin, Cuma vaazlarının içeriğine müdahale ettiği, yönlendirdiği bir ülkedir.
Camilerin devlet parasıyla işletildiği, ama cemevlerinin yasak olduğu, ibadet merkezi sayılmadığı bir ülkedir.”[5*]
Atılım’a göre, eğer rejim “laik” ise, “irtica tehlikesi”ne karşı mücadele etmek, SİP-TKP’nin söylemiyle “hem ahlaki, hem politik” olarak meşrudur. “Ama” Türkiye laik bir devlet değildir.
Böylece sorun “irtica tehlikesi”, şeriatçılık ve laik devlet sorunu olmaktan çıkmakta, doğrudan doğruya “laiklik nedir” sorusuna dönüşmektedir. Buna verdikleri yanıta eşdeğer olarak şu sonuca ulaşmaktadırlar:
“Ancak ezilen halk kitlelerinin kaderlerini ellerine alacakları bir demokratik devrim, yoksulları sarmalayan kaderciliği ve şükürcülüğü parçalayabilir. Bir din devleti tehlikesini de, halk üzerindeki devlet dini baskısını da kaldırabilir. Diyanet İşleri Başkanlığının dağıtılmasıyla Türkiye’de gerçekten laik bir devleti ancak bir demokratik devrim kurabilir. Devletin tüm mezheplere eşit mesafede durmasını, Alevi mezhebinin ezilmesine son vermeyi ancak bu devrim başarabilir. Camilerin, iktidarın politik amaçları için kullanılmasına ancak böyle bir devrim son verebilir.”[6*]
Evet, “diyanet işleri başkanlığının dağıtılmasıyla” “laik bir devlet” ortaya çıkacaktır!
Bu, bir olasılık değil, ciddi ciddi ortaya atılmış bir iddiadır.
Açıklanmayan ve anlatılmayan ise, adında “marksist leninist komünist” sıfatları taşıyan bir siyasal çizginin, devlet tarafından dini faaliyetlerin denetim altında tutulmasına neden karşı çıktıklarıdır.
Herkesin bildiği gerçekler ne kadar ortak ve açık olursa olsun, bu gerçeklerden yola çıkılarak ortaya atılan her siyasal saptama, kendi içinde yeni ve farklı tartışmalar ve alanlar açmaktadır. Şüphesiz laiklik ve Türkiye’de laiklik, eski Yargıtay başkanı Sami Selçuk’un tanımına uygun olarak ele alınırsa, ulaşılacak yer başkadır.
Kısaca anımsatalım:
“Laiklikte din ve devlet karşılıklı olarak bağımsızdırlar. Bağımsızlık esasından yola çıkan laiklikte din kuralları devleti, devlet de din kurallarını belirleyemez ve yönlendiremez. Devlet bütün inançlara, dinlere karşı ilgisiz ve eşit uzaklıktadır…
Laik devlette, devlet dinlere eşit uzaklıkta olduğundan hiçbir dini, inancı dışlayamaz ya da kayıramaz; akçalı vb. biçimlerde destekleyemez…
Tanı açıktır: Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağı açısından laik; devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir…”[7*]
Bu “tanı”nın solda itibar görmesi ise, sol açısından ideolojisizliğin ifadesidir.
Yeniden başlangıca geri dönersek, bugün Amerikan emperyalizminin açık askeri işgaline karşı Irak, Lübnan ve Afganistan’da yürütülen silahlı direniş hareketinde islamcıların egemen ve hatta tek güç olarak ortaya çıkışları açık ve tartışmasız bir gerçektir.
Sorun, bu gerçekten olmadık şeyler türetmek değil, bu gerçeğin nedenlerini doğru biçimde saptamaktır. Diğer bir ifadeyle, bu somut gerçeklik karşısında devrimcilerin görevi, emperyalizmin açık askeri işgaline karşı devrimci bir silahlı mücadelenin neden ve nasıl ortaya çıkartılamadığını saptamaktır.
Afganistan, Irak ve Lübnan’daki silahlı direniş hareketlerine bakıldığına ilk karşılaşılacak gerçek, bu silahlı direnişe egemen olan islamcıların daha önceden örgütlü olduklarıdır. Afganistan ve Lübnan’da olduğu gibi, islamcılar uzun bir silahlı mücadele sürecinden gelmektedirler. Irak’ta kendine özgü silahlı direniş hareketleri olmakla birlikte, islamcılar 1991 Körfez Savaşından bu yana Baas yönetimi altında örgütlenmişlerdir.
Dünya devrimci silahlı mücadele tarihinin gösterdiği en temel gerçek, silahlı mücadelenin birden ve kendiliğinden ortaya çıkartılamayacağı ve örgütlenemeyeceğidir.
İkinci gerçek ise, “barışçıl mücadele metotları temel alınarak yapılan örgütlenme asla savaşma aşamasına geçemez”.
Silahlı bir güce sahip olmayan bir politik örgütlenme ise, sonucun silahla belirlendiği bir aşamada çaresiz ve etkisiz bir güç olmaktan öteye geçemez.
Bugün gerek Afganistan, Irak ve Lübnan’da, gerekse ülkemizde, ne emperyalist açık askeri işgale karşı, ne de şeriatçı silahlı ayaklanmaya karşı, ne de oligarşinin askeri darbesine karşı devrimci bir silahlı güç mevcut değildir. Düşmanlar silah zoruyla amaçlarını gerçekleştirmeye yöneldiklerinde, sonucu silahlar belirler. Silahsız halk güçleri ise, silaha sahip olanlar karşısında çaresizdirler.
İster askeri darbe karşısında, ister şeriatçı tehdit karşısında silahsız halk güçleri çaresiz kaldıkları ölçüde, ya silahlı güçlere boyun eğeceklerdir, ya da kendi güçleri dışındaki güçlerden (örneğin AB) medet umacaklardır. Her durumda, süreçte karar verici bir güç olmayacaklardır.
Ulusalcı olarak tanımlanan küçük-burjuva demokratlarının “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” sloganları eşliğinde “laik” bir askeri darbe beklentisi içinde bulunmaları da bu gerçeğin diğer bir yansısıdır.
Ülkemizde ve dünyada bugün tüm çelişkilerin ve çatışmaların odak noktası devrimdir. Devrim ise, belirlenmiş amaçlara yönelik silahlı halk güçlerince gerçekleştirilecektir.
Bu gerçekleri görmezlikten ve bilmezlikten gelerek, Irak, Lübnan vb. yerlerdeki silahlı direnişlerin islamcıların egemenliği altında oluşundan yola çıkarak teoriler yapmak, her teori içinde yeni ve ek konular ortaya atmak elbette olanaklıdır. Ancak bütün bunlar, laik, demokratik ve bağımsız bir ülke için devrimci mücadeleyi örgütlemeye hizmet etmeyecektir.
Bugün genel olarak sol, şeriatçı tehlike karşısında olduğu kadar, olası bir askeri darbe karşısında da çaresiz, perspektifsizdir. Herşey legalize edilmiş, herşey legalizme kurban verilmiştir. Bu duruma rağmen, yüzsüzce şunlar yazılabilmektedir:
“Türkiye solunun bu ve benzeri gelişmeler karşısında son derece uyanık, ilkeli ve yaratıcı davranması gerektiğine işaret etmiş ve ‘açığa düşme’ tehlikesinin altını çizmiştim.
Mekanik solcu ‘baş tehlike’yi aramaya çalışır. Gericilik mi, Amerikancılık mı?
Yanıta göre ya TSK’nın öncülüğünü yaptığı ‘zinde güçler’in parçası olup ‘laik cephe’nin kuyruğu haline gelir ya da İslamcıların peşine takılır.
Bir de ‘bunlar fasa fiso şeyler, emeğin gündemine dönelim’ciler vardır, onlar işçi sınıfının milliyetçi ve dinci ideolojiler tarafından ‘ele geçirildiği’ni fark ettiklerinde ‘kendi küçük dünyamız’a geri dönmektedirler.
Ne yapacağız?
İşimizi yapacağız….
Diyelim ki bunu yapamadık ve Türkiye, emekçi sınıfları büsbütün kişiliksizleştiren başka bir taraflaşmayla ‘kırılma’ anına sürüklendi, o zaman ne olacak?
O zaman…
Devrimci bir perspektifle, gereken neyse o yapılır.”[8*]
Tıpkı İ. Bilen’in 1979′da “barikatlara çıkacağız” dediği gibi.
İşte oportünizm ile devrimci çizgiyi birbirinden ayıran temel ölçülerden birisi burada bir kez daha görünür olmaktadır.
“O zaman” gelince, “gereken neyse o yapılır”mış!
Burada “baykuş bakış”lı genel sekretere gerekenin “ne” olduğu sorulamaz. Çünkü o legalist partinin başındadır ve “gerekeni” söylediği andan itibaren başı yasalarla belaya girer! Ama “inananlar” inanmalıdırlar, bu genel sekreter söylemişse söylemiştir, nasıl olsa bir bildiği vardır! Öyle ya, koskoca “parti genel sekreteri” durduk yere yalan söyleyecek değil ya!
Yine de soru soracak olan çıkacaktır.
Gerekenin “ne” olduğu sorusunun önüne şu soru da konulmalıdır: Bu sözü edilen, “emekçi sınıfları büsbütün kişiliksizleştiren başka bir taraflaşmayla ‘kırılma’ anı” nedir?
Eğer “kırılma anı” denilen şeriatçıların iktidara gelmesiyse, “gereken” kaçınılmaz olarak bu iktidara karşı savaşmaktır. Yok eğer “kırılma anı”, oligarşinin askeri darbesiyle gerçekleşirse, görev yine faşizmin bu açık uygulamasına karşı savaşmaktır. Bütün sorun, “gereken neyse o yapılır” demekte değil, gerekeni yapmaktadır. Gereken ise, savaşmaktır. Öyle sözcüğün yuvarlak ifadeleriyle değil, düpedüz askeri güç olarak savaşmaktır. Bunu gerçekleştirecek güç ise, başlangıçtan itibaren bu temelde örgütlenmiş olmak zorundadır.
11 Mayıs 2009 Pazartesi
Mustafa Kemal ATATÜRK'ten..
*** Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz.
*** Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.
*** Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.
*** Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiç bir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiç bir zaman, siyaset aracı olarak kullanılamaz.
*** Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz.
*** Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
*** Hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapılmıştır.
*** Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir.
*** Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir.
*** Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse, hiç bir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiç bir zaman, siyaset aracı olarak kullanılamaz.
*** Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz.
*** Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, sâf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.
*** Hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapılmıştır.
ATATÜRK DİYORKİ
*Yetisecek çocuklarimiza ve gençlerimize tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel, her seyden evvel Türkiye'nin istiklâline, kendi benligine, milli geleneklerine düsman olan unsurlarla mücadele etmek lüzumu ögretilmelidir.
*Sizler, yani yeni nesil Türkiye'nin genç evlâtlari, yorulsaniz dahi beni takip edecekseniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençligi gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
*Gençler, siz almakta oldugunuz terbiye ve irfan ile, insanlik meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kiymetli sembolü olacaksiniz.
*Biz Türkler bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmus bir milletiz.
*San'atsiz kalan bir ulusun hayat damarlarindan biri kopmus demektir.
*Egemenlik kayitsiz sartsiz milletindir.
*Türk vatani bir bütündür, parçalanamaz.
*Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun idare, Cumhuriyet idaresidir.
*Ordumuz, Türk birliginin, Türk kudret ve kaabiliyetinin, Türk vatanseverliginin çeliklesmis bir ifadesidir.
*Türk milleti ve Cumhuriyeti ayrilmaz bir bütündür
*Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktir.
*Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmistir.
*Cumhuriyeti yasatmak en kutsal görevimizdir.
*Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur.
*Hayatta en hakiki mürsit ilimdir.
*Türk ordulari, tarihte benzeri görülmemis kahramanliklar, fedakârliklar göstermistir.
*Bu memleket tarihte Türk'tü, halde Türk'tür ve ebediyen Türk olarak yasayacaktir.
*Türk milleti istklâlsiz yasamamistir, yasayamaz ve yasamayacaktir.
*Türk, ögün, çalis, güven.
*Yurtta sulh, cihanda sulh.
*Türk ordusu; dünyanin hiç bir ordusunda seninkinden daha temiz, daha saglam bir askere rastgelinmemistir.
*Bütün cihan bilsin ki; benim için bir taraflik vardir, Cumhuriyet tarafligi.
*Ordu, Türk Ordusu... Bütün milletin gögsünü itimat, gurur duygulariyla kabartan sanli ad...
*Yurt topragi, sana hersey feda olsun. Kutlu olan sensin.
*Yurt sevgisi ona hizmetle ölçülür.
*Sizler, yani yeni nesil Türkiye'nin genç evlâtlari, yorulsaniz dahi beni takip edecekseniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençligi gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
*Gençler, siz almakta oldugunuz terbiye ve irfan ile, insanlik meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kiymetli sembolü olacaksiniz.
*Biz Türkler bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle timsal olmus bir milletiz.
*San'atsiz kalan bir ulusun hayat damarlarindan biri kopmus demektir.
*Egemenlik kayitsiz sartsiz milletindir.
*Türk vatani bir bütündür, parçalanamaz.
*Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun idare, Cumhuriyet idaresidir.
*Ordumuz, Türk birliginin, Türk kudret ve kaabiliyetinin, Türk vatanseverliginin çeliklesmis bir ifadesidir.
*Türk milleti ve Cumhuriyeti ayrilmaz bir bütündür
*Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktir.
*Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmistir.
*Cumhuriyeti yasatmak en kutsal görevimizdir.
*Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur.
*Hayatta en hakiki mürsit ilimdir.
*Türk ordulari, tarihte benzeri görülmemis kahramanliklar, fedakârliklar göstermistir.
*Bu memleket tarihte Türk'tü, halde Türk'tür ve ebediyen Türk olarak yasayacaktir.
*Türk milleti istklâlsiz yasamamistir, yasayamaz ve yasamayacaktir.
*Türk, ögün, çalis, güven.
*Yurtta sulh, cihanda sulh.
*Türk ordusu; dünyanin hiç bir ordusunda seninkinden daha temiz, daha saglam bir askere rastgelinmemistir.
*Bütün cihan bilsin ki; benim için bir taraflik vardir, Cumhuriyet tarafligi.
*Ordu, Türk Ordusu... Bütün milletin gögsünü itimat, gurur duygulariyla kabartan sanli ad...
*Yurt topragi, sana hersey feda olsun. Kutlu olan sensin.
*Yurt sevgisi ona hizmetle ölçülür.
10 Mayıs 2009 Pazar
TÖRE BAHANE KOKUŞAN SİSTEME BAK
Ülkemizde sorunlar karmakarışık haliyle katlanarak geleceğimizi etkilemeye devam etmektedir. Geçim derdi bir yandan, işsizlik, yoksulluk, kültürsüzlük, sağlıksızlık, eğitimsizlik ve sayamadığımız diğer önemli konu başlıkları diğer yandan, her yanımızı bir ahtobotun kolları gibi sarmış ve inat edercesine bizleri karanlıklar içinde diri diri gömmeye çalışmaktadır.
Bu bir oyunun parçalarıdır. Parçalar dağıtılmış, fügranlar oyunlarını oynamaktadır. Ülkemizde geri kalmışlık, bıraktırılmışlık, emperyalizme bağımlılık ve yılların birikimi, serseri mayın gibi aramızda ne zaman nasıl davranacağı belli olmayan eylemle karşımıza çıkmaktadır.
İnsanlardan söz ediyorum. Bizim insanlardan farklı düşünen, yorumlayan pratikte ise kendilerini derebeyleri gibi görenlerden bahsediyorum.
Ülkemizde her nedense güneşin doğmasını istemeyenler var. Ellerinden gelen her türlü yoz düşüncelerini pratiğe dökenler var. Sonuç olarak gözyaşı ve kan var. Arada kalan yine insanlar var. Bilinçsizce kukla gibi kullanılanlar var.
Ülkemizin Mardin Mazıdağı’na bağlı Bilge köyünde yapılan katliamın adını Cumhurbaşkanı Abdullah gül ile Başbakan Tayip Erdoğan tarafından “töre cinayeti” olarak açıklandı. Baktığımızda töre değil koruculuk sisteminin vermiş olduğu güç bende mantığıyla devletin kendi silahıyla korucular katliam yaptı. Hem de yakın akrabalar birbirlerinin canına kıydı. Ülkemizin ve dünya ülkelerinin gündemine 6’sı çocuk, 44 kişinin öldürülmesiyle bomba gibi düştü.
Söylenenlere göre iki aile arasında geçmişte yaşanmış olan olaylar zincirinin patlama halkası olarak; kız ve rant meselesi olarak yansıtıldı. Bu kız meselesi denilen olayda bölge farklılığı olsa bile kızların evlenmelerinde ağırlıklı erkeklerin sözü geçmektedir. Ben bu olayın gelişmesini değil koruculuk sistemi “suç örgütünün” hakkında bazı konulara değineceğim!
Geçmiş yıllara baktığımızda PKK ‘nin Kürt yerleşim birimlerinde bir etkinliği görülmekteydi. Devletin uzanamadığı bölgelere ve bu etkinliği kırmak için Turgut Özal iktidarında İçişleri Bakanlığı tarafından Koruculuk sistemi 27 Eylül 1986 yılında resmileşti. Kürt aşiretlerinden bazıları Koruculuk sisteminde yer aldı.
Devletin umut bağladığı Korucular1985 yılında 22 ilde uygulamaya koyuldu. 1993 yılında 13 ilde uygulama başlatılarak toplam sayı 35’ e çıktı.
Umut bağlanan Koruculuk sisteminin baş aktörleri 1985–2009 yılları arasında çarpık olaylarıyla gündemimizde yerini aldı. Bu gündemdeki yaptıkları olaylara başlık altında bir göz atalım; İnsan öldürmeden işkenceye, insanları kaçırmadan gasp’a, silah kaçakçılığından dolandırıcılığa, ırza geçmeden köy yakmaya, köy boşaltmadan uyuşturucu trafiğine ve 2009’un manşetlerinde Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde bu köy korucu köyü olarak basında yer aldı ve devletin silahlarıyla akrabalar akrabalara katliam yapması ile koruculuk sisteminin doğru bir uygulama olmadığını hep birlikte görmekteyiz.
İnsanları birbirine kırdırma politikası değil sorunları çözücü politikaları üretmek zorundayız. Bu yaşanılanlar da ülkeyi yönetenlerin dünden bugüne gelen politikacıların bilinçlice yapmış oldukları yanlış kararların uygulamalarının sonuçları ortalığa kara bir leke olarak sıçradığını, yayıldığını görmekteyiz.
İçişleri Bakanlığı’nın “Hizmet Özel” diye hazırladığı raporda, her üç köy korucusundan birinin suç işlediği ortaya çıktığına işaret ediyordu. 1886- 1996 arasında ki 10 yıllık bir süreçte 23 bin 222 geçici köy korucusu görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verildi. 1996 yılında Başbakanlık döneminde Necmettin Erbakan Mit raporuna dayanarak şunları söylemişti:”Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor.”
2000 yılında ise devlet, 92 bini bulan korucu sayısını azaltmak için yaşı 45’i aşanları emekli etti.
Köy korucuları bulundukları yerlerde İçişleri Bakanlığı’nın, 2006 yılıyla ilgili hazırlamış olduğu raporda 5000’nin suç işlediğini ortaya koyarken suç dökümü ise şöyledir; “Terör suçlarıyla ilgili 2384, mala karşı işlenen suçlarda 934, şahsa karşı suçlarda 1234, kaçakçılık suçlarında 420dir. 5000 kişi arasında 853 köy korucusu tutuklandı.”
Sorunlar karşısında çözüm üretmeyen iktidar partileri denize düşen yılana sarılır gibi köy korucularından umut bekleyenler onlara sarılmaktadır. 2008 yılında İçişleri Bakanlığı 10bin kişilik bir korucu kadrosu açtı. Tunceli’yi de iller arasına kattı. İçişleri bakanlığı’nın oluru ile 15 Eylül 2008 yılında 758 köy korucusunun alımı ile Hakkari’de bu sayı 6849’a ulaştı. AB verilerine göre Türkiye’de 57 bin korucu var. Diğer kaynakların verilerinde ise 70-85bin arasında olduğunun altı çizilirken korucuların yıllık maliyeti 227 milyon YTL.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 14 Nisan 2009’da yaptığı basın toplantısında koruculuk sistemini başarılı bulmuştu.
Korucubaşı olan Kamil Atak’ın ismi Cizre’deki kazılarda yeniden gündeme geldi. Adı faili meçhul cinayetlerle anılırken şu anda tutuklu olarak cezaevinde bulunmaktadır.
18 Kasım 2008’de Midyat’ın Derinkaya köyünde Mehmet (9) ve İzzettin Ersoy (13) çocuklar korucular tarafından kaçırıldı ve cesetleri bir kuyuda bulundu.
28 / Kasım / 2008’ de Rahip Daniel Savcı kaçırıldı ve kaçıranların daha sonra korucu olduğu ortaya çıktı.
Köy korucu sistemiyle Kürt sorunu çözülemez. Yıllardır bizi yöneten politikacılarımızın yanlışları üst üste gelerek sorunlar çıkmaz sokaklar gibi tıkandı. Girdaplar içinde bireyler sağa sola çarparken ülkemizin acı tablosunu görmemezlikten, duymamazlıktan gelenler var. Ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda çöküntüler var. AB’nin ve ABD’nin önermeleriyle de Kürt sorunu çözülemez. Sorunu çözecek olanlar bizleriz.
Hüseyin Habip Taşkın
08 / 05 / 2009
Bu bir oyunun parçalarıdır. Parçalar dağıtılmış, fügranlar oyunlarını oynamaktadır. Ülkemizde geri kalmışlık, bıraktırılmışlık, emperyalizme bağımlılık ve yılların birikimi, serseri mayın gibi aramızda ne zaman nasıl davranacağı belli olmayan eylemle karşımıza çıkmaktadır.
İnsanlardan söz ediyorum. Bizim insanlardan farklı düşünen, yorumlayan pratikte ise kendilerini derebeyleri gibi görenlerden bahsediyorum.
Ülkemizde her nedense güneşin doğmasını istemeyenler var. Ellerinden gelen her türlü yoz düşüncelerini pratiğe dökenler var. Sonuç olarak gözyaşı ve kan var. Arada kalan yine insanlar var. Bilinçsizce kukla gibi kullanılanlar var.
Ülkemizin Mardin Mazıdağı’na bağlı Bilge köyünde yapılan katliamın adını Cumhurbaşkanı Abdullah gül ile Başbakan Tayip Erdoğan tarafından “töre cinayeti” olarak açıklandı. Baktığımızda töre değil koruculuk sisteminin vermiş olduğu güç bende mantığıyla devletin kendi silahıyla korucular katliam yaptı. Hem de yakın akrabalar birbirlerinin canına kıydı. Ülkemizin ve dünya ülkelerinin gündemine 6’sı çocuk, 44 kişinin öldürülmesiyle bomba gibi düştü.
Söylenenlere göre iki aile arasında geçmişte yaşanmış olan olaylar zincirinin patlama halkası olarak; kız ve rant meselesi olarak yansıtıldı. Bu kız meselesi denilen olayda bölge farklılığı olsa bile kızların evlenmelerinde ağırlıklı erkeklerin sözü geçmektedir. Ben bu olayın gelişmesini değil koruculuk sistemi “suç örgütünün” hakkında bazı konulara değineceğim!
Geçmiş yıllara baktığımızda PKK ‘nin Kürt yerleşim birimlerinde bir etkinliği görülmekteydi. Devletin uzanamadığı bölgelere ve bu etkinliği kırmak için Turgut Özal iktidarında İçişleri Bakanlığı tarafından Koruculuk sistemi 27 Eylül 1986 yılında resmileşti. Kürt aşiretlerinden bazıları Koruculuk sisteminde yer aldı.
Devletin umut bağladığı Korucular1985 yılında 22 ilde uygulamaya koyuldu. 1993 yılında 13 ilde uygulama başlatılarak toplam sayı 35’ e çıktı.
Umut bağlanan Koruculuk sisteminin baş aktörleri 1985–2009 yılları arasında çarpık olaylarıyla gündemimizde yerini aldı. Bu gündemdeki yaptıkları olaylara başlık altında bir göz atalım; İnsan öldürmeden işkenceye, insanları kaçırmadan gasp’a, silah kaçakçılığından dolandırıcılığa, ırza geçmeden köy yakmaya, köy boşaltmadan uyuşturucu trafiğine ve 2009’un manşetlerinde Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge köyünde bu köy korucu köyü olarak basında yer aldı ve devletin silahlarıyla akrabalar akrabalara katliam yapması ile koruculuk sisteminin doğru bir uygulama olmadığını hep birlikte görmekteyiz.
İnsanları birbirine kırdırma politikası değil sorunları çözücü politikaları üretmek zorundayız. Bu yaşanılanlar da ülkeyi yönetenlerin dünden bugüne gelen politikacıların bilinçlice yapmış oldukları yanlış kararların uygulamalarının sonuçları ortalığa kara bir leke olarak sıçradığını, yayıldığını görmekteyiz.
İçişleri Bakanlığı’nın “Hizmet Özel” diye hazırladığı raporda, her üç köy korucusundan birinin suç işlediği ortaya çıktığına işaret ediyordu. 1886- 1996 arasında ki 10 yıllık bir süreçte 23 bin 222 geçici köy korucusu görevine işledikleri çeşitli suçlar nedeniyle son verildi. 1996 yılında Başbakanlık döneminde Necmettin Erbakan Mit raporuna dayanarak şunları söylemişti:”Güneydoğu’da koruculuk sistemi adeta eroin şebekeleri gibi çalışıyor.”
2000 yılında ise devlet, 92 bini bulan korucu sayısını azaltmak için yaşı 45’i aşanları emekli etti.
Köy korucuları bulundukları yerlerde İçişleri Bakanlığı’nın, 2006 yılıyla ilgili hazırlamış olduğu raporda 5000’nin suç işlediğini ortaya koyarken suç dökümü ise şöyledir; “Terör suçlarıyla ilgili 2384, mala karşı işlenen suçlarda 934, şahsa karşı suçlarda 1234, kaçakçılık suçlarında 420dir. 5000 kişi arasında 853 köy korucusu tutuklandı.”
Sorunlar karşısında çözüm üretmeyen iktidar partileri denize düşen yılana sarılır gibi köy korucularından umut bekleyenler onlara sarılmaktadır. 2008 yılında İçişleri Bakanlığı 10bin kişilik bir korucu kadrosu açtı. Tunceli’yi de iller arasına kattı. İçişleri bakanlığı’nın oluru ile 15 Eylül 2008 yılında 758 köy korucusunun alımı ile Hakkari’de bu sayı 6849’a ulaştı. AB verilerine göre Türkiye’de 57 bin korucu var. Diğer kaynakların verilerinde ise 70-85bin arasında olduğunun altı çizilirken korucuların yıllık maliyeti 227 milyon YTL.
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 14 Nisan 2009’da yaptığı basın toplantısında koruculuk sistemini başarılı bulmuştu.
Korucubaşı olan Kamil Atak’ın ismi Cizre’deki kazılarda yeniden gündeme geldi. Adı faili meçhul cinayetlerle anılırken şu anda tutuklu olarak cezaevinde bulunmaktadır.
18 Kasım 2008’de Midyat’ın Derinkaya köyünde Mehmet (9) ve İzzettin Ersoy (13) çocuklar korucular tarafından kaçırıldı ve cesetleri bir kuyuda bulundu.
28 / Kasım / 2008’ de Rahip Daniel Savcı kaçırıldı ve kaçıranların daha sonra korucu olduğu ortaya çıktı.
Köy korucu sistemiyle Kürt sorunu çözülemez. Yıllardır bizi yöneten politikacılarımızın yanlışları üst üste gelerek sorunlar çıkmaz sokaklar gibi tıkandı. Girdaplar içinde bireyler sağa sola çarparken ülkemizin acı tablosunu görmemezlikten, duymamazlıktan gelenler var. Ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda çöküntüler var. AB’nin ve ABD’nin önermeleriyle de Kürt sorunu çözülemez. Sorunu çözecek olanlar bizleriz.
Hüseyin Habip Taşkın
08 / 05 / 2009
Atatürk'ün Devrimci Türk Gençlerine Nutku: BURSA NUTKU
Temel Bilgiler
Açıklama: ŞUBAT 1933'TE BURSA ULUCAMİDE TOPLANAN 100 KADAR İRTİCACI CAMİLERDE TÜRKÇE EZAN OKUNMASINA KARŞI AYAKLANMA GİRİŞİMİNDE BULUNMUŞ VE AYAKLANMA HEMEN BASTIRILMIŞTI ARKASINDAN MUSTAFA KEMAL BURSA'YA GİDER TAM BU ESNADA BİR VATANDAŞ GELİR VE DERKİ : "BURSA GENCİ AYAKLANMAYI BASTIRACAKTI AMA ZABITA VE ADLİYEYE OLAN GÜVENİNDEN DOLAYI..."ATATÜRK SÖZE GİRER VE....
Türk genci, inkilapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir.
Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkîlapları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, "bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır" demeyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silâhla, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.
Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır.
Genç, "polis henüz inkilap ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır.
Mahkeme onu mahkum edecektir.
Yine düşünecek: "Demek, adliyeyi de islah etmek, rejime göre düzenlemek lâzım!"
Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber; bana; İsmet Paşa''ya, Meclis''e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.
Diyecek ki; "Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir!"
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!
'Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu'nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği'nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk'ün Bursa Nutku ile ilgili sözlerin üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonunda bu sözlerin Atatürk'ün 1933 Şubat'ında Bursa'da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.'(-Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı-)
Açıklama: ŞUBAT 1933'TE BURSA ULUCAMİDE TOPLANAN 100 KADAR İRTİCACI CAMİLERDE TÜRKÇE EZAN OKUNMASINA KARŞI AYAKLANMA GİRİŞİMİNDE BULUNMUŞ VE AYAKLANMA HEMEN BASTIRILMIŞTI ARKASINDAN MUSTAFA KEMAL BURSA'YA GİDER TAM BU ESNADA BİR VATANDAŞ GELİR VE DERKİ : "BURSA GENCİ AYAKLANMAYI BASTIRACAKTI AMA ZABITA VE ADLİYEYE OLAN GÜVENİNDEN DOLAYI..."ATATÜRK SÖZE GİRER VE....
Türk genci, inkilapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir.
Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkîlapları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, "bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır" demeyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silâhla, nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.
Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır.
Genç, "polis henüz inkilap ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır.
Mahkeme onu mahkum edecektir.
Yine düşünecek: "Demek, adliyeyi de islah etmek, rejime göre düzenlemek lâzım!"
Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber; bana; İsmet Paşa''ya, Meclis''e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.
Diyecek ki; "Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir!"
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!
'Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu'nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği'nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk'ün Bursa Nutku ile ilgili sözlerin üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonunda bu sözlerin Atatürk'ün 1933 Şubat'ında Bursa'da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.'(-Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı-)
9 Mayıs 2009 Cumartesi
ANALARI AĞLATMAYALIM KUTLAYALIM
Dünya da kaç kişi elleri olan fakat onu kullanamayan, ayakları olan ama yürüyemeyen, isteklerini ağlamasıyla bildiren, konuşamayan, altına yapan, geceleri tatlı uykulardan uyandıran birine bakmak ister? Kim bu kadar aciz biriyle hiç usanmadan ilgilenmek ister ya da bunu kim yapabilir? Ne kadar zor iş dediğimiz tüm bu işleri karşılık beklemeden, severek yapan tek canlı annelerdir.
Dünyanın en kutsal varlıklarıdır anneler. En duygusal, en vefalı, en çok değeri bilinen ve haklarının ödenmesi imkansız olan meleklerimizdir. Gözlerimizi açtığımız ilk günde başlar onlara bağlılığımız. Daha hiçbir şeyin farkında değilken onların kucağında ağlamamız kesilir ve her ağlamamızda bilir ne derdimiz olduğunu. Bizim ağlamamız başkalarına kötü gelebilir ama onlara değildir; onlar bıkmadan usanmadan yetişir imdadımıza. En güzel elbiseleri giyindirir, en güzel yiyecekleri yedirir bizlere. Hep sevgiyle büyütür bizleri.
Bizlerde mutluluk duyarız bunlarda ve hep hediye vermek isteriz onlara. Hatta bizim onlara ilk hediyemiz konuşmaya başladığımız gündür ve ilk öğrendiğimiz kelimenin “anne” olmasıdır. O an onun en mutlu anlarından biridir. Hediyemizi çok duygusal bulur ve sevinçlerinden ağlarlar.
Annelerin Değeri
Aradan yıllar geçer ve ilkokul çağına geliriz okulun ilk günü her zaman ki gibi yanımızdadırlar. Ve yine bizi büyümüş olarak görmeleri ağlamalarına neden olur. Okula alışana kadar da onlar götürür bizi okula ama tabi bu süre kimimizde uzun sürer. Okuldan geldiğimizde ilk iş okulda neler yaptık onları anlatırız. Neler öğrendiğimizi anlatırız onlara. Bizi sıkılmadan ve ciddiyetle dinlerler sanki çok önemli bir şey anlatıyormuşuz gibi… Okul hayatımız bu şekilde sürer. Sınavlarımız iyi olursa sevinir kötü olursa üzülürler. Ama bunu belli etmezler kimi zaman. Teselli ederler bizleri üzülmememiz için.
Onlar hayatımız boyunca sevincimizde de üzüntümüzde de ağlarlar. Ama bazıları vardır ki annelerini sokağa atarlar, onlar annelerine kötü sözler söylerler, onlar annelerinin değerini bilmezler. Buna rağmen yine bir şey demez, diyemez anneleri. Ne de olsa çocuğumdur diye düşünürler, kıyamazlar. Onlar bu durumlarına da yine ağlarlar ama sevinçlerinden değil vefasızlıktan… O yaşa getirdikleri çocuklarının bunları yapması üzer onları, bebeklik günlerini hatırlarlar onların ve ne kadar çok duygulanırlar.
İşte bu duyguyu hiç yaşatmayalım onlara. Hakkını zaten ödeyemeyeceğimiz annelerimize değer verelim, üzmeyelim, ağladıkları zamanlar üzüldükleri değil sevindikleri zamanlar olsun ve onlara saygılı olalım. Çocukluk günlerimizi hatırlayalım ve Peygamberimizin sözünü de hiçbir zaman unutmayalım ki “Cennet annelerin ayakları altındadır”…
Dünyanın en kutsal varlıklarıdır anneler. En duygusal, en vefalı, en çok değeri bilinen ve haklarının ödenmesi imkansız olan meleklerimizdir. Gözlerimizi açtığımız ilk günde başlar onlara bağlılığımız. Daha hiçbir şeyin farkında değilken onların kucağında ağlamamız kesilir ve her ağlamamızda bilir ne derdimiz olduğunu. Bizim ağlamamız başkalarına kötü gelebilir ama onlara değildir; onlar bıkmadan usanmadan yetişir imdadımıza. En güzel elbiseleri giyindirir, en güzel yiyecekleri yedirir bizlere. Hep sevgiyle büyütür bizleri.
Bizlerde mutluluk duyarız bunlarda ve hep hediye vermek isteriz onlara. Hatta bizim onlara ilk hediyemiz konuşmaya başladığımız gündür ve ilk öğrendiğimiz kelimenin “anne” olmasıdır. O an onun en mutlu anlarından biridir. Hediyemizi çok duygusal bulur ve sevinçlerinden ağlarlar.
Annelerin Değeri
Aradan yıllar geçer ve ilkokul çağına geliriz okulun ilk günü her zaman ki gibi yanımızdadırlar. Ve yine bizi büyümüş olarak görmeleri ağlamalarına neden olur. Okula alışana kadar da onlar götürür bizi okula ama tabi bu süre kimimizde uzun sürer. Okuldan geldiğimizde ilk iş okulda neler yaptık onları anlatırız. Neler öğrendiğimizi anlatırız onlara. Bizi sıkılmadan ve ciddiyetle dinlerler sanki çok önemli bir şey anlatıyormuşuz gibi… Okul hayatımız bu şekilde sürer. Sınavlarımız iyi olursa sevinir kötü olursa üzülürler. Ama bunu belli etmezler kimi zaman. Teselli ederler bizleri üzülmememiz için.
Onlar hayatımız boyunca sevincimizde de üzüntümüzde de ağlarlar. Ama bazıları vardır ki annelerini sokağa atarlar, onlar annelerine kötü sözler söylerler, onlar annelerinin değerini bilmezler. Buna rağmen yine bir şey demez, diyemez anneleri. Ne de olsa çocuğumdur diye düşünürler, kıyamazlar. Onlar bu durumlarına da yine ağlarlar ama sevinçlerinden değil vefasızlıktan… O yaşa getirdikleri çocuklarının bunları yapması üzer onları, bebeklik günlerini hatırlarlar onların ve ne kadar çok duygulanırlar.
İşte bu duyguyu hiç yaşatmayalım onlara. Hakkını zaten ödeyemeyeceğimiz annelerimize değer verelim, üzmeyelim, ağladıkları zamanlar üzüldükleri değil sevindikleri zamanlar olsun ve onlara saygılı olalım. Çocukluk günlerimizi hatırlayalım ve Peygamberimizin sözünü de hiçbir zaman unutmayalım ki “Cennet annelerin ayakları altındadır”…
1977 AGUSTOS DARBESI,YALANLAR VE GERCEKLER...!
1977 AGUSTOS DARBESI,YALANLAR VE GERCEKLER...! Bilindigi gibi,1977 Agustos ay’ında; Turkiye’de ilk kez uygulanan bır yöntemle örgütümüze yonelik yogun bir polis operasyonu yapıldı. İstanbul bölgesi militan ve yöneticileri başta olmak üzere pek cok taraftarımız bu operasyonla yakalanarak ,birçogu tutuklanmıştı.77 Agustos operasyonunun nasıl geliştiginı, o dönem yakalanarak gözaltına alınan tüm yoldaşlar iyi bilirler.Aynı dönem tutuklanan yoldaşlar ıle cezaevınde yaptıgımız durum degerlendirmelerinde, konuyu enıne boyuna tartışarak yolumuza, kaldıgımız yerden devam etme kararı aldıgımızı da hatırladıklarından hiç şuphem yok. Bugün,bu operasyonun üzerinden 33 sene geçti. Suriyeli soytarı “mihrac Ural” tarafından,hergeçen gün yeni yalanlar katılarak anlatılmaya çalışılan 77 darbesinin iç yüzünü,ne zaman başladıgını ve nasıl geliştigini kısaca aktardıktan sonra,darbenin sonuçlarının, hangi amaçlar için, nasıl kullanıldıgını anlatmaya çalışacagım.Örgütümüzün ankara İl komitesi üyesi ÖMÜR KARAMOLLAOGLU ve militanlarımızdan ARZU ZEYNEP SAYMAN yoldaşların,Ankara’daki hücre evınde,bir eylem öncesı hazırlanan saatli bombanın zamanından önce patlaması sonucu,ÖMÜR KARAMOLLAOGLU yoldaş ölmüş, ARZU ZEYNEP SAYMAN yakalanarak, yaralı olarak hastahaneye kaldırılmıştı,tarih 24 mart 1977. Arzu Zeynep Sayman’ın,Ankara’da tedavı edıldıkten sonra serbest bırakıldıgının bilinmesine ragmen, takıpe alındıgını cok sonra ogrenebidik.Uzun süre takip edilen Arzu yoldas’ın, 77 hazıran ayında ıstanbul’a gelerek ENGİN ERKİNER’le görüsmesi üzerine, takip olayı İstanbul bolgesine de sıçramıştır.Arzu Zeynep Sayman yoldaş’ın Ankara’dan Istanbul’a gelisi ve İstanbul’da HAREM otobus terminalinden iner inmez taksı kılıgına girmiş bır polis arabasına binerek ( normal bir taksı sanarak binmiştir)ENGİN ERKİNER’ın evıne kadar bu arabayla gelmesı üzerine ENGİN ERKİNER üzerinden Istanbul’daki takipler başlatılmıştır. Engın Erkiner’in takıpe alınması üzerine,basta Istanbul askerı eylem kadrosu olmak uzere pek çok ev kısa zamanda deşıfre olmuş,operasyon ıçın uygun zaman beklenmeye baslanmıştır.1977 Agustos ayı Harbıye AK BANK subesı’nin kamulastırılması eylemınden bır gün önceine kadar,gittigimiz her yerde resimlerimiz çekilmiştir.toplu halde yolda yürürken ve tek tek olmak şartıyla çekilen tüm fotograflar yakalandıgımız 2. Sube müdürlügünde, brbirimizi tanımadıgımızı söylememiz üzerine hepimize gösterilmiştir. Nebi Rahuma yoldaş’ın bir eylem yerinde, eylem başlamadan az önce, ceketının altında gızledigı fransız yapısı MAT marka otomatik silahının kaldırıma düşen Şarjör’ünü almak için egildigi esnada çekilen fotografı,son derece sıkı bir takip altında oldugumuzu anlatmak için yeterlidir sanıyorum.77 operasyonunun başlamasına neden olan HARBİYE AK BANK ŞUBESİ KAMULAŞTIRIMA eylemi böylesi bir takip esnasında yapılmıştır. Bir gün sonra eylemin gerçekleşecegini tahmin ederek, tüm eylem kadrosunu olay esnasında öldürme kararı almasına ragmen, eylemin baslayacagı saatı yanlış tahmin ettigi için ‘muradına erememiş’ geç kalmıştır. En erken saat 9 da baslar diye düşündügü eylemin, saat 8.30 da bittigini pusu kurmak için geldigı yolda ögrenebilmiştir.Istanbul eylem kadrosunu öldürerek operasyonu baslatma kararı alan ıstanbul polisinin, bu ‘fırsat’ı kaçırması üzerine, önceden tespit ettigi evlere yönelik operasyonu, aynı günün gece yarısına dogru başlamıştır. Agustos operasyonunda Istanbul bölgesınde yakalanan 24 kisi’nin hemen hemen tamamı,ya önceden tespit edilen evlerin o akşam basılması esnasında , yada önceden tespit edilerek pusu kurulan evlere gelerek yakalandıklarını bilmeyen yoktur. Örnegin; HİLAL ORKUNOGLU, Engın’in evine kurulan pusuya düserek yakalanmıştır.Bu biçimde yakalananların sayısı 7-8 kisidir.Agustos operasyonun özü budur.Yakalanmalarla birlikte basın-yayın organlarında çıkan haber yorumlar’da, özellikle ENGİN ERKİNER’in hedef alınması bilinçi yapılan bir yönlendirmeden ibarettir.ENGİN ERKİNER’in, ACİLCİLER örgütü kurucularından hayatta kalan tek kişi olması bunun önemli nedenlerindendir.Bu operasyonda dikkat çeken bir başka ayrıntı daha var. Turkiye’de ilk defa örgütümüze uygulanan,fotograf çekmek suretiyle yapılan takip,İstanbul INTERKONTİNANTEL otelinin kurşunlanmasından sonra hız kazanmıştır.Kursunlama eyleminden sonra,GENEL KURMAY BAŞKANLIGI’nın Istanbul emniyet müdürlügünü; ‘’ ya bu eylemcileri en kısa zamanda yakalarsınız yada, hepiniz istıfa edersiniz’’ diye tehdit etmesi üzerine yogunluk kazanmıştır. GENEL KURMAY’ın bu tepkisinin altında yatan neden ise;Kursunlama eylemi sırasında ciıvardaki otellerden birinde, o an yapılmakta olan bır birifing’in olması ve silah sesleri üzerine, eylemin, bu birifing’e yonelik oldugu sanılarak birifinge katılan Genel kurmay paşaları’nın toplantı masalarının altına gizlenerek kendilerini korumaya almalarının yarattıgı sıkıntının bir tepkisi oldugunu, 2. Şube müdürlügünde bizleri Sorgulayan polis şeflerinden ögrendik. ZEKİ EL KASIM(URAL) OGLU MİHRAÇ URAL NEDEN YALAN YAZICILIGI YAPIYOR...?Yakın zamana kadar,babasının ismini ZEKİ dıye bilmeme ragmen, ZEKİ EL KASIM oldugunu kendı yazdıgı son yazılarından ogrendigim MİHRAÇ URAL adlı soytarının, bire bin katarak hergün yeni yalanlar uydurmasının anlamı nedir? Aslınada çok basit; örgütsel tarihimizi bilmeyenler ve o dönemi birebir yaşamayan birkısım insanlarda kafa karışıklıgı yaratarak,yalanlarına ortak aramak istemesidır.Olaylara kabaca yaklaşanlar için amaç budur,asıl amaç ise çok daha başka. Asıl amaç, hain yüzünün gizlenmeye çalışılmasıdır.77 agustos operasyonu ile tutuklanmamız üzerıne,sagmalcılar ceza evinde; ben,Ali Sönmez,Muharrem Kaya,Engin Erkiner ve bİzden önce, başka bır eylemdem dolayı tutklu bulunan Haydar Yılmaz olarak bu darbenin neden ve sonuçları üzerine defalarca tartıştık. Yakalanmaların özellikle yukarda anlatmaya çalıstıgım şekilde, fotograflarla günlerce takip edilmemizden dolayı kaldıgımız evlerin önceden bilindigı,takip olayının Arzu Zeynep Sayman’ın hastahane’den taburcu edildikten sonra, Ankara merkez cezaevinde yatmakta olan RIZA SALMAN’ı ziyaret ederek ondan aldıgı bır mektupla birlikte Istanbul’a Engin Erkiner’e geldiginı ve bu sürecin tamamının polis denetiminde oldugunu biliyorduk. Buna ragmen,bu tartışmalar sürecinde, Engin Erkiner’ın ‘’sürecin tüm yöneriyle aydınlıga kavuşturulacagı zamana kadar tüm sorumluluklarımı bırakıyorum’’ önerisı, Muharrem Kaya’nın bazı çekınceleri dışında hıçbırımiz tarafından kabul edilmedi. KALDIGIMIZ YERDEN YOLUMUZA DEVAM kararı aldık. Bir an önce ceza evınden firar etmek için gereki hazırlıklara başladık. Engın Erkiner’in ‘’ ceza evinden nasıl firar edilebilecegine’’ ilişkin dışarıya yolladıgı bir pusulanın, CEMİL ORKUNOGLU’ndan yakalanması ve Sagmalcılar ceza evinde o an çıkan bir isyan üzerine topluca İSPARTA ceza evine sürgüne yollandık. Haydar Yılmaz ve Muharrem Kaya baska ceza evine gonderilıirken, Ben, Engın ve Alı Sönmez İsparta kapalı ceza evine sürgün edildik. Cemil Orkunoglun’dan yakalanan pusula nedeniyle Sagmalcılar Ceza evinin güvenlikli olmadıgı gerekçesıyle davamız Istanbul’dan Isparta agır ceza’ya kaldırıldı. MİHRC URAL bizden 6 ay gibı bir süre sonra yakalanarak aynı şeklde Isparta ceza evine getrilerek davası bizimle birleştirıldi. Engin Erkiner’in, Sagmalcılar ceza evinde bizlere yaptıgı ‘’ soruşturma açılsın, soruşturma sonuna kadar gorev ve sorumluluklarımdan ayrılıyorum’’ önerisini Mihrc Ural’a da yaptıgını kendi yazısından ögrendim. Mıhrac’ın bu öneriye karşılık,’’ hersey gerıde kaldı biz ileriye bakalıım,yolumuza devam...’’ dedigini, daha sonraki gelişmeleri dikkate aldıgımda tüm yoldaşlar gibi bende çok iyi bilmekteyim.Bütün bu gerçekler ortadayken Surıyelı, ZEKİ EL KASIM(URAL) oglu Mihrac’ın yalanlarına ne demeli?77 Agustos operasyonu’nu kendisi için inanılmaz bir ‘’ fırsat’’ olarak degerlendiren ve bu operasyonla zaafa ugrayan örgütsel yapının sorumluluk kademelerine, Hatay’dan yolladıgı yakın çevresini yerleştırerek ( TACETTİN SARI adlı Surıye Ajanı da bu surecte orgutumüzün Turkiye sorumlusu olarak atanmıştır) örgutsel yapıyı SURIYE istıhbaratına teslim eden MİHRAÇ URAL’ın gerçek yüzünü o dönem hiç birimiz goremedik. ENGİN ERKİNER’in talep ettıgı ‘’ operasyon sürecinin soruşturulması’’ teklıfınin neden kabul edilmedigini ve olayın bir an önce kapatılmak istenmesinin altında yatan asıl nedenlerini göremedik. Örgüt ici bir soruşturma sürecinde, NEBİL RAHUMA yoldaş’ın kendi yakalanmasının, MİHRC URAL’dan gelen ve kimin getırdigı belli olmayan ( getiren kişiyi tanımadıgı)bir pusula sonucu pusuya düsuruldügünü elbette anlatacaktı. MİHRC URAL’ın ışbirlikçi yüzü de taa o zaman açıga cıkacak ’’ Nebil’in Yıllar sonra ERKAN ULAŞAN’a anlattıgı,her iki yakalanma olayının da MİHRAC URAL kaynaklı oldugunu kurulacak olan komisyona anlatarak, bu soytarının’’ ser verdim sır vermedim’’ palavralarının gerçek olmadıgı ve yakalandıgı an polisle işbirligi yaparak örgütümüzü tasfiye etmeye yemin etmiş bir hain oldugu anlaşılacaktı. Ne yazık, bu ıhanet 30 seneden fazla gızli kaldıMIHRC URAL,orgütümüzün Turkiye kanadını tasfiye edebilmek içın MİT’le anlaşmıştır. 77 Agustos operasyonu öncesinde yogun olarak takip edildigimiz bilinmektedir, bu çok açık ve nettir. O zaman çekilen fotograflardan anlaşılıyorki, takip edilmemiz öyle sıradan ve bölgesel bir takip falan degil, ülke çapında yapılan bir takip edilme olayı sözkonusudur. Ornegin, Istanbul’dan takıpe takılan MUHARREM KAYA,yakalanmamızdan birkaç gün önce KARS’ a memleketine gidiyor. Muharrem Kaya’nın Kars’a giderken, Engin tarafından kendisine verılen paket’le fotograflanmıştır. Otobuse bınerken fotofrafları çekilmiştiır. Kars’da fotografları çekilmiştır. İstanbul’da operasyonun basladıgı aynı saatlerde Mharrem Kaya’da Kars’da gozaltına alınarak Istanbul’a getirılmiştir. Buradan da anlaşılıyorki, 77 agustos operasyonu sadece ıstanbul bölgesinın takip edilmesi ile sonuçlanmamış, takip; Örgütlü bulundugumuz bütün bölgelerde yapılmıştır. Her nedense, agustos operasyonu öncesinde, HATAY bölgesı bu takip’e takılmamıştır. Oysa, ERKAN ULASAN’ın bır yazısından biliyoruz. Istanbul operasyonu oncesı ERKAN,ALI SONMEZ ve ENGIN ERKINER’ın ANTAKYA’dan aldıkları sılah ve patlayıcıları ıstanbul’a getırıp bıraktıktan sonra gerı donen ERKAN ULASAN donuş yolunda yakalanarak aranıyor ve çantasının boş oldugu gorülüyor. Bu sırada arama yapan polislerin ERKAN’a söyedikleri ‘’... DOLU GELDİN BOS GİDİYORSUN’’. Oyle anlaşılıyor ki, aynı takip ANTAKYA’da da devam edıyordu ve bu bölge operasyona ugramadı. NEDEN ? MİHRAÇ URAL tarafından zaten kontrol edildigi için mi ? Agustos operasyonu fırsat bilinerek Nebıl Rahuma yoldaş yakalattırıldı( Nebıl o donem Mhrac icın Antakya’da kontrol edemeyecegı bir militandı) ADANA bölgesi, bütün abartılı propagandalara karşın ANTAKYA’dan cok daha geniş bir militan örgütlenmeye sahipti. Engellenmesi gerekiyordu. ALİ ÇAKMAKLI bu nedenle alelacele katledildi. Dıkkat edınız, ALİ ÇAKMAKLI öldüruldügu an bir eylemden dolayı yaralıydı. Polıs peşindeydi ve tum yoldaşları aranıyordu. ALI CAKMAKLI boyle bir donemde öldürüldü. Bütün bunlar tesadüfi olabilirmi? Kesinlıkle olamaz.Örgütümüzün Türkiye kanadı bu ve benzeri hain yöntemlerle çökertilirken, SURIYE kanadının tasfıyesi çok daha acımasız ve pervasız bir şekilde yapılmıştır.Müntesep Kesıcı,Hanna Maptunoglu,Zihni Alan( yusuf) Gokhan Sac( Sami) başta olmak üzere, trablus’ta Filıistinliler tarafından Öldurulen/Öldürtülen yoldaşlar, Öldürülmesi için karar verilen ama öldürtemedikleri GÜNAY KARACA yoldaş...Bunlar tesadufen biraraya gelmis rastgele olaylar olarak degerlendirılebilir mi? Elbette Hayır. Surıye’de, örgütten ayrıldıgını ilk ilan eden yoldaşlardan AHMET ÇOLAK,mücadele etmek içın Turkiye’ye döerken sınırı gecer geçmez kursuna dizilerek öldürülüyör, neden ve kimler tarafından katledildigi hala meçhul. Cephe, ekim-kasım sayı’sı 1982 tarıhinde MİHRAC URAL yazıyor. Yazının başlıgı şöyle:DEVRİCİLER ÖLÜR DEVRİMLER SÜRER, buraya kadar dogal gibi görülebilir. Yazının devamı şöyle,’’...Örgütümüzden yaşanan bunalımdan etkilenen AHMET ÇOLAK, örgütümüz yetkili organlarının tüm uyarılarına karşın,uzun,geniş ve esnek düşünmekten yoksun,birlikte hareket ettigi darkafalı zorlamaları sonucu Turkiye’ye dönme durumunda kalıyor. Dönerken jandarmaların pususuna düserek öldürülüyor.’’ Bu kadar...‘’ 1 Mayıs Antakya baskentinde kendi orjinalitesine özgürlük ‘’ istedigini söyleyen ZEKİ EL KASIM oglu MIHRC URAL’ın, sımdilerde açık açık yazmaya başladıgı yeni bir URUBA ‘’ dırenişi’’ yaratmak içın SURIYE’de militan toplama amacını sekteye ugratacak olan Turkiye’ye geri dönüşleri engellemek için yoldaslrını tehdit ettigi biliniyorken,AHMET ÇOLAK yoldasın jandarma pususuna düserek öldürüldügü savına inanmak dogrumu dersiniz? IBRAHİM YALÇIN
BATI'NIN GÜNDEMİNDE SEVR VAR!!!
Kimse kimseyi aldatmaya kalkmasın; Batı, Türkiye'nin gözüne kaşına âşık değil; tersine bir "durum vaziyeti" var...Batı, Türkiye'nin Kemalizmine düşman...Lord Curzon Lozan'da İsmet Paşa 'ya ne demişti?..Curzon'un İnönü'ye dediğini açarak yazıyorum:- Şimdi benden aldıklarının hepsini yarın sana ödeteceğim...Batı'nın bugün yaptıklarına ve söylediklerine bakarsanız, ödemenin vakti saati geldi gibi...*Sevr'de Türkiye, daha başka deyişle Anadolu, Batı'nın sultası altında paylaşılıyordu...Kimler arasında?..* Yunanlılar - Rumlar..* Ermeniler..* Kürtler..* Türklere de Anadolu'nun kıraç bölgelerinden bir pay veriliyordu..Bugün durum ne?..Sevr güncelleşti...*"Osmanlı İmparatorluğu'nun Çöküş Belgeleri" adlı kitap ( Seha L. Meray - Osman Olcay ) Sevr'in ne kapsamlı ve ayrıntılı bir antlaşma olduğunu gözler önüne sergileyen bir belgedir...Şu günlerde yeniden okunması gerekir...Sevr'in oyuncuları, bugün de, Türkiye'yi Batı'nın desteğiyle kuşatmışlardır..Yunanlılar ve Rumlar Kıbrıs ve Ege'de..Ermeniler kuzeydoğuda..Kürtler güneydoğudadır..Arkalarında, Amerika ve İngiltere vaziyet almışlardır..Sevr 10 Ağustos 1920 tarihlidir; antlaşmayı açıp okuduğunuz zaman dünkü aktörlerle bugünkülerin bir olduklarını açık seçik görürsünüz...* Yunanlı - Rum Kıbrıs'a tümüyle el koymak, Ege'yi bir Yunan gölüne çevirmek istiyorlar..* Kuzey Irak'taki Kürtler Diyarbakır'ı başkent sayan bir konuşlanmaya doğru terör aracını kullanıyorlar..* Ermeniler 1915 olayları üzerine kurdukları tezlerini tüm Batı'ya benimsetmiş gibidirler; soykırım savının ardından tazminat ve Kuzeydoğu Anadolu'da toprak talepleri gündeme girecektir..Amerika bu ortak siyasetin strateji ve taktiklerine uygun biçimde Türkiye'nin tepesine binmiştir..Sevr hortlatılıyor...*Bir başka çok çarpıcı ve önemli benzerlik daha var...Sevr, halife ve padişahlı Osmanlı'nın dinci devleti tarafından kabul görüyordu...Bugünkü dinci iktidar da, Amerika'ya bağlı olduğundan, olan bitenlere karşı yıllardır sesini soluğunu çıkaramıyordu...Sonunda olumsuz gelişmeler şehit üstüne şehit bir kanlı süreci öngörünce, asker-sivil ulusalcıların dayatmasıyla dinci iktidar kımıldamak zorunda kaldı...Ne var ki bu zoraki kımıldanış çarpıcı gerçeği değiştirecek bir içerikte değildir...*Her şeyden önce ulusça çıplak gerçeğin saptanması önemlidir...Batı'nın Türkiye için öngördüğü model Sevr'dir..'Ilımlı İslam Devleti' bu model için birebirdir...Avrupa Birliği ile yarım yamalak müzakereler, Anadolu'da Sevr tasarımını engelleyecek bir içerik taşımıyor; tersine daha ilk adımda Kıbrıs Rum Devleti'ne dönük AB talepleri yeni Sevr'in gereğini anımsatıyor...*Sovyetler yıkıldıktan sonra, Batı, Lord Curzon'un ruhuna şad edecek bir sürece girmiş bulunuyor...Güneydoğu sınırımızdaki ABD - PKK ittifakı bu gidişatın en çarpıcı göstergesi değil mi!..,İlhan SelçukCUMHURİYET PENCERE 18 Ekim 2007
7 Mayıs 2009 Perşembe
Atatürkçülük
Modern Türkiye ve Atatürkçü Düşünce'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk
Kemalizm, Atatürkçülük ya da Atatürkçü Düşünce, Mustafa Kemal Atatürk'ün düşünce ve uygulamalarıyla ortaya koyduğu amaçlar, ilkeler ve gerçekleştirdiği devrimlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de, anayasasında belirtildiği gibi, özellikleri ve uygulamalarıyla Atatürkçülük doğrultusunda hareket etmişti.[1]
Kemalizm; temel ilkelerini Atatürk’ün belirlediği, Türk ulusunun, akıl ve bilimin yol göstericiliğinde ileri bir toplum olarak çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini[2], tüm insanlığın içinde bağımsız, eşit ve şerefli bir biçimde yer almasını amaçlayan bir düşünce sistemidir. Atatürkçülük olarak da adlandırılan bu sistem, Türk toplumunun gereksinim ve isteklerinden doğmuş; devlet yaşamına, düşünce yaşamına, ekonomik yaşama, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi düşünce ve ilkeleri içeren tümden bir ulusal çağdaşlaşma, değişim ve dönüşüm modelidir.
"Kemalizm" terimi 1930'larda kullanılmaya başlanmıştır. 1934'de Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı, Türk kültürü ve Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıtmaya yönelik olarak La Turquie Kemaliste (Kemalist Türkiye) dergisini yayımlamaya başlamıştır. [3] Mustafa Kemal'in kurduğu bu düşünce sistemi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 9 Mayıs 1935’te toplanan IV. Kurultayı'nda kabul edilen 1935 Programı’nda da "Kâmalizm" olarak geçmiştir[4].
Kemalizm, Atatürkçülük ya da Atatürkçü Düşünce, Mustafa Kemal Atatürk'ün düşünce ve uygulamalarıyla ortaya koyduğu amaçlar, ilkeler ve gerçekleştirdiği devrimlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de, anayasasında belirtildiği gibi, özellikleri ve uygulamalarıyla Atatürkçülük doğrultusunda hareket etmişti.[1]
Kemalizm; temel ilkelerini Atatürk’ün belirlediği, Türk ulusunun, akıl ve bilimin yol göstericiliğinde ileri bir toplum olarak çağdaş uygarlık düzeyine erişmesini[2], tüm insanlığın içinde bağımsız, eşit ve şerefli bir biçimde yer almasını amaçlayan bir düşünce sistemidir. Atatürkçülük olarak da adlandırılan bu sistem, Türk toplumunun gereksinim ve isteklerinden doğmuş; devlet yaşamına, düşünce yaşamına, ekonomik yaşama, toplumun temel kurumlarına ilişkin gerçekçi düşünce ve ilkeleri içeren tümden bir ulusal çağdaşlaşma, değişim ve dönüşüm modelidir.
"Kemalizm" terimi 1930'larda kullanılmaya başlanmıştır. 1934'de Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı, Türk kültürü ve Türkiye Cumhuriyeti'ni tanıtmaya yönelik olarak La Turquie Kemaliste (Kemalist Türkiye) dergisini yayımlamaya başlamıştır. [3] Mustafa Kemal'in kurduğu bu düşünce sistemi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 9 Mayıs 1935’te toplanan IV. Kurultayı'nda kabul edilen 1935 Programı’nda da "Kâmalizm" olarak geçmiştir[4].
3 Mayıs 2009 Pazar
İNSANLIK TARİHİNİN EN BÜYÜK FELAKETİ
Faşist ideolojinin neden olduğu II. Dünya Savaşı, insanlık tarihinin en büyük felaketi oldu ve ardında 55 milyon ölü bıraktı.
20. yüzyıla dek savaşlar hemen her zaman bir "cephe savaşı" olmuş, sadece cephedeki ordular arasında geçmişti. Oysa II. Dünya Savaşı'nda Naziler kasıtlı olarak sivilleri bombaladılar, katlettiler, toplama kamplarında ölüme sürüklediler. Nazi toplama kamplarındaki ve gettolarındaki sivillerin korkunç görüntüleri, Nazi vahşetinin sadece bir kaç örneğiydi.
Bu vahşet, bir savaş stratejisinden öte, bir ideolojiye dayanıyordu. Yeryüzündeki ırklar arasında kanlı bir "yaşam mücadelesi" bulunduğunu ve bunun "doğanın kuralı" olduğunu iddia eden barbar bir ideolojiydi bu. Kökeninde ise, putperest bir kültür ve Darwinist bir sözde "bilim" yatıyordu.
20. yüzyıla dek savaşlar hemen her zaman bir "cephe savaşı" olmuş, sadece cephedeki ordular arasında geçmişti. Oysa II. Dünya Savaşı'nda Naziler kasıtlı olarak sivilleri bombaladılar, katlettiler, toplama kamplarında ölüme sürüklediler. Nazi toplama kamplarındaki ve gettolarındaki sivillerin korkunç görüntüleri, Nazi vahşetinin sadece bir kaç örneğiydi.
Bu vahşet, bir savaş stratejisinden öte, bir ideolojiye dayanıyordu. Yeryüzündeki ırklar arasında kanlı bir "yaşam mücadelesi" bulunduğunu ve bunun "doğanın kuralı" olduğunu iddia eden barbar bir ideolojiydi bu. Kökeninde ise, putperest bir kültür ve Darwinist bir sözde "bilim" yatıyordu.
Liberalizm
Liberalizm, özgürlüğü birincil politik değer olarak ele alan bir ideoloji, politika geleneği ve düşünce akımıdır. Genel anlamda liberalizm, bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu, din, devlet ve kimi zaman kurumların gücünün sınırlandırıldığı, düşüncenin serbest bir şekilde dolaştığı, özel teşebbüse olanak sağlayan bir serbest piyasa ekonomisinin olduğu, hukukun üstünlüğünü geçerli kılan şeffaf bir devlet modeli ve toplumsal hayat düzeni hedefler. Liberal demokrasi olarak adlandırılan bu devlet düzeni, açık ve adil bir seçim sistemi ile birlikte tüm vatandaşların kanun önünde eşit olduğu ve fırsat eşitliğine sahip olduğu bir sistem olarak modellenir.
Yapısından ötürü liberalizm tartışmaya açıktır. Liberalizm ekonomide, özel girişim demektir en başta.Yani [kapitalist] üretim ilişkilerini benimser. Bir Toplumu,Ulusu yönetim biçimidir. Dolayısıyla bireysel özgürlüklerin kısıtlanamaması liberalizme ters olması gerekir.
Kralların doğal yönetim hakkı, veraset sistemi, devlet dini gibi eski devlet teorisini oluşturan birçok temel kabule liberalizm karşı çıkar. Tüm liberaller bireyin yaşama hakkı, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı gibi temel insan haklarını kabul eder ve desteklerler. Bununla birlikte birçok ülkede modern liberalizm, toplumsal refahın sağlanması açısından, devletin birey özgürlüğü üzerinde minimal bir kısıtlayıcı gücü olmasını savunarak klasik liberalizmden ayrılır.
Liberalizmin kökleri batı aydınlanma sürecine dayansa da, bugün için terim sağdan sola siyasal yelpazenin farklı noktalarını kapsayan, özgürlük temelli bir düşünce çizgisini tanımlar
Yapısından ötürü liberalizm tartışmaya açıktır. Liberalizm ekonomide, özel girişim demektir en başta.Yani [kapitalist] üretim ilişkilerini benimser. Bir Toplumu,Ulusu yönetim biçimidir. Dolayısıyla bireysel özgürlüklerin kısıtlanamaması liberalizme ters olması gerekir.
Kralların doğal yönetim hakkı, veraset sistemi, devlet dini gibi eski devlet teorisini oluşturan birçok temel kabule liberalizm karşı çıkar. Tüm liberaller bireyin yaşama hakkı, özgürlüğü ve mülkiyet hakkı gibi temel insan haklarını kabul eder ve desteklerler. Bununla birlikte birçok ülkede modern liberalizm, toplumsal refahın sağlanması açısından, devletin birey özgürlüğü üzerinde minimal bir kısıtlayıcı gücü olmasını savunarak klasik liberalizmden ayrılır.
Liberalizmin kökleri batı aydınlanma sürecine dayansa da, bugün için terim sağdan sola siyasal yelpazenin farklı noktalarını kapsayan, özgürlük temelli bir düşünce çizgisini tanımlar
Kapitalizm--Emparyalizm
Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşaasıdır...
- İnsanlık tarihinin son 500 yılı kapitalist gelişmenin ve kapitalist egemenliğin de tarihidir. İnsanlığın 'uzun geçmişi' dikkate alındığında kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle insanlık tarihinde önemli bir "kırılma" söz konusu olmuştur. Zira, kapitalizm kendini önceleyen üretim tarzlarından, ya da 'uygarlık modellerinden' önemli farklılıklar içeriyordu.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine, rekabete, yüksek teknolojiye, ücretli emek sömürüsüne dayanıyor ve bir 'sömürü metabolizması' olarak işliyor. Farklı üretim tarzlarını dönüştürüyor, kendine benzemeyen ne varsa kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiriyor-biçimsizleştiriyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı başka üretim tarzları veya uygarlık modelleriyle 'barış içinde' bir arada yaşayamıyor. Hem yatay hem de dikey olarak gelişiyor.
Bunu şöyle de ifade etmek mümkündür: Birincisi, daha önce kapitalist ilişkilere yabancı toplumları, üretim ve yaşam biçimlerini etkisi altına alarak, coğrafi olarak genişliyor; ikincisi, daha önce (hâlen) kapitalist üretimin etkisi altına girmiş olan alanda da dikey olarak genişliyor veya yoğunlaşıyor (eskiden aile içinde gerçekleşen bir dizi faaliyetin birer meta kategorisi haline gelmesinde olduğu gibi. Artık domates salçası evde yapılmıyor, kapitalist işletme tarafından üretilen konserve satın alınıyor, köftenin harcı ve kendisi de büyük alış-veriş merkezlerinden sağlanabiliyor, vb.).
Kapitalist üretimde, prekapitalist döneme ait üretim tarzlarından farklı olarak, üretim pazar içindir, dolayısıyla amaç doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir. İnsan ihtiyaçlarıyla kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ ancak dolaylı olarak pazarda kuruluyor. Asıl amacın doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak olmadığı koşullarda, üretim ihtiyaçlardan bağımsızlaşıyor. Amacın kâr etmek ve kârı büyütmek olduğu ve toplumsal ihtiyaçlarla üretim arasındaki doğrudan bağın koptuğu koşullarda, üretim sistemi toplum karşısında özerkleşiyor. Pazar için, dolayısıyla kâr amacıyla üretim, giderek sermaye üretimi, sermayenin yeniden üretimi biçimini alıyor ki, sonuç üretim için üretimdir...
Üretimin rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta kalabilmek için daha çok artı değere el koyma zorunluluğu, bir taraftan emek sömürüsünü derinleştirmeyi, diğer taraftan da yeni teknolojilere ve daha büyük sermayeye sahip olmayı gerektiriyor. Kapitalistler arasındaki toplam artı değerden pay alma yarışı, teknolojinin sürekli yenilenmesini zorluyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı teknikçi bir tarzdır. Kapitalizmle birlikte emek üretkenliği, kapitalizm öncesi dönemin insanlarının havsalasının almayacağı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu da bu günkü teknik seviyenin insan ihtiyaçlarını 'büyük bir rahatlıkla' karşılama potansiyeline sahip olunduğu anlamına gelir. Fakat, kapitalist üretim ilişkileri altında teknolojik gelişmenin birincil veya aslî amacı sömürüyü, dolayısıyla kârı artırmaktır...
Bu niteliği itibariyle kapitalizm 'müthiş yaratıcı' bir sistemdir. Ama aynı zamanda 'müthiş yıkıcı' bir sistemdir de. Ücretli emek sömürüsü ve her seferinde üretim sürecine sokulan yeni teknolojiler zenginliği artırıyor ama üretilen bu zenginlik giderek dar bir kapitalist sınıfın ve çevresinin (burjuva sınıfının) elinde toplanıyor. Bu niteliği itibariyle de kapitalist üretim kutuplaştırıcıdır.
Bunun anlamı her ileri aşamada zengin-yoksul farkının mutlak veya göreli olarak büyümesidir. Fakat, sadece dar anlamda sermaye sahibi sınıfla üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun (kavramın gerçek anlamında proletarya) işçi sınıfı arasındaki kutuplaşma derinleşmekle kalmıyor, dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerle 'bağımlı çevre' arasında da daha kapsamlı bir kutuplaşma ortaya çıkıyor. Söz konusu kutuplaşma ancak işçi sınıfı ve 'bağımlı çevredeki' emekçilerin mücadele ve müdahaleleriyle sınırlanabilir veya ortadan kaldırılabilir ki, bu da sınıfsal güç dengelerinin kısmen veya tamamen sömürülen sınıflar ve halklar lehine döndüğü durumda mümkündür.
Kapitalist üretim tarzının bir özgünlüğü de ekonomi- toplum ilişkisinin ters-yüz olmasıdır. Bu durum, yukarda sözünü ettiğimiz, üretimle ihtiyaçlar arasındaki ilişkinin kopmasıyla, üretimin kendi başına bir amaç durumuna gelmesiyle doğrudan ilgilidir.
Kapitalizm öncesi üretim tarzlarında veya uygarlıklarda, ekonomi toplumun içine yerleşmişti ve onun hizmetindeydi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki ters-yüz oldu ve toplum bir bakıma ekonominin hizmetine sokuldu. İşte bu durum, ya da başka türlü ifade etmek istersek, üretim sisteminin toplum karşısında özerkleşmesi, sayısız kötülüklere ve olumsuzluklara kaynaklık etmektedir. Şimdilerde bir gezegen riskinin ortaya çıkarak insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşması, araçlarla amaçların yer değiştirmesinden, ters-yüz olmasındandır. Kapitalizm varolmaya devam ettikçe ne onun kutuplaştırıcı niteliğiyle başa çıkılabilir ne de üretimin insan ihtiyaçlarından bağımsızlaşmasının ortaya çıkardığı olumsuzluklar ortadan kaldırılabilir.
Fakat, kapitalizmin en belirgin niteliği, onun bir meta uygarlığı olması ve her şeyi metalaştıran niteliğidir. Sadece üretilen mal ve hizmetler değil, doğayı ve insan emeğini, toplumsal yaşama dahil olan ne varsa (insan ilişkileri, aile içi ilişkiler, bilimsel ve estetik faaliyet, eğlence alanı, insan yaşamının tüm vehçeleri.) metalaşıyor, paralılaşıyor, soysuzlaşıyor, anlamsızlaşıyor. Ve bütün bunlar da ilerleme, kalkınma, vb. olarak sunuluyor... Burada bir benzetme yapabiliriz. Nasıl kapitalizm merkezden çevreye (kapitalizmin ilk geliştiği bölgelerden henüz kapitalist olmayan coğrafi bölgelere) doğru genişleyip yayılıyor ve söz konusu bölgeleri etkisi altına alıp sömürgeleştiriyorsa, insan yaşamının veya aynı anlama gelmek üzere sosyal yaşamın tüm veçhelerini de aynı biçimde sömürgeleştiriyor.
Bir başka özellik ekonomi-politika ilişkisiyle ilgilidir. Bilindiği gibi kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda veya uygarlıklarda belirleyicilik ilişkisi siyasetten ekonomiye doğruydu. Siyasi gücü elinde bulunduran sınıf, ekonomik güce de sahip oluyordu. Başka türlü ifade edersek, servete ve zenginliğe giden yol siyasetten geçerdi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki de ters-yüz olmuştur. Artık siyaseti belirleyen ekonomidir, ekonomik gücü elinde bulunduranlardır. Bu durumun etik sorunlar yaratması kaçınılmazdı.
Üretim araçlarının kapitalist sınıfın elinde toplanması, zenginliği üreten işçi sınıfının da hem üretmek hem de yaşamak için gerekli araçlardan yoksun olması, yaşamını sürdürebilmek için, işgücünü kapitaliste satma zorunluluğu, kapitalizme özgü bir yeniliktir.
Kapitalistler arasındaki rekabet üretim tekniklerini yenilemeyi zorluyor ve bu durum gelir bölüşümünün sürekli olarak doğrudan üretici olan işçi sınıfı aleyhine bozulmasıyla ve kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin artmasıyla sonuçlanıyor. Velhasıl her ileri aşama, sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasındaki kutuplaşmanın, zenginlik-yoksulluk farkının derinleşmesi anlamına geliyor. Bu durum kapitalizmin yapısında ve mantığında içerilmiş eşitsiz gelişmenin bir tezahürüdür. Fakat, sorun sadece eşitsiz ilişkilerin yaygınlaşması değildir. Aynı zamanda melez üretim ilişkileri de ortaya çıkıyor ki, bu sadece ekonomik bir kategori değildir. Sosyal ve kültürel yaşamı da aynı biçimde angaje eden bir şeydir. Marksist literatürde eşitsiz ve bileşik gelişme denilen süreç veya eğilim.
Kapitalizmin kendini önceleyen üretim tarzlarından ayrıldığı bir husus da bireyin toplumdaki konumuyla ilgilidir. Bilindiği gibi, kapitalizm öncesi dönemde birey-toplum çelişkisi toplum lehine olarak 'çözülmüş' bulunuyordu. Kapitalizmi önceleyen uygarlık modellerinde veya sosyal formasyonlarda birey topluma tabi kılınmıştı. Tâbir maruz görülürse, birey, ait olduğu toplum veya topluluk tarafından ehlileştirilmiş durumdaydı. Dolayısıyla birey aile içindeki, klandaki veya topluluktaki statüsüne göre ve onun aracılığıyla tanınıyordu. Kapitalizmle birlikte veya burjuva toplumunda, birey-toplum ilişkisi de ters-yüz olmuştur. Modern çağların burjuva ideolojisi topluma karşı bireyin haklarını ve özgürlüğünü ön plana çıkarıyor.
Elbette bu retorik düzeyde olumludur ama kapitalist ilişkiler geçerliyken iki sorun söz konusudur: Birincisi, üretim araçları, yaşam araçları veya zenginlik dar bir ayrıcalıklı egemen sınıfın elinde toplandığı sürece, bireysel özgürlükler ve sivil haklar söylemi son tahlilde içi boş bir söylem olarak kalmaya mahkumdur, nitekim öyle oluyor; ikincisi, Samir Amin'in de belirttiği gibi, ilişkinin bu biçimde ters yüz olması, insan özgürlüğünün gerçekleşmesi için bir önkoşul olmakla birlikte, bu insan ilişkilerinde sürekli saldırganlığı da özendirebiliyor. Zira, kapitalist ideoloji rekabeti yüceltiyor ve ancak güçlünün yaşama hakkı olduğunu vazediyor. Bu da kaçınılmaz olarak etik sorunlar ortaya çıkarıyor ve etik kaygıların yokluğunda zincirlerinden boşanmış saldırganlığın ne tür vahşetlere kaynaklık ettiği biliniyor.
Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı varolabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir özelliktir. Bu niteliğinden ötürü emperyalizm kapitalizme içkindir, dolayısıyla da kapitalizm varsa emperyalizm de vardır.
Elbette kapitalist saldırının derinleştiği dönemler söz konusudur ama bu sadece ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm kapitalizmin bir aşaması değildir. Kapitalist üretim tarzı kendini sürekli olarak yeniliyor ve her aşamada sömürü ilişkileri (özü aynı kalmak koşuluyla) değişime uğruyor, kapitalist egemen sınıfla ezilen - sömürülen sınıf arasındaki ilişkiler, aynı şekilde kapitalist dünya sisteminin çevresiyle merkezi arasındaki ilişkiler biçim değiştiriyor, üretim tekniklerindeki her yenilik, işçi sınıfının yapısını ve sermaye sınıfıyla ilişkisini, mücadele yöntem ve araçlarını yeniden biçimlendiriyor.
Ama bütün bu değişiklikler sistemin özünü ve mantığını angaje etmiyor. Bu yüzden artık emperyalizm döneminin geride kaldığı, onun yerini imparatorluğun aldığı biçimindeki değerlendirmeler hem gerçek duruma denk düşmüyor hem de kapitalizmi aşma, 'başka bir şey yapma', 'sınıfsız toplumu kurma' perspektifi bakımından itibar edilmesi gerekmeyen yaklaşımlardır. Kapitalizmin her alt-evresinin özgünlüğünü kavramak son derece önemlidir ama onu yeni ve orijinal bir şeymiş gibi sunmak sınıf mücadelesinin başarısı bakımından itibar edilmesi sakıncalı bir şeydir. Tekellerin ortaya çıktığı döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerecektir, mesela yayılmacılık gibi... Oysa yayılmacılık kapitalizmde içerilmiş bir eğilimdir. Aynı şekilde kapitalizmin son dönemini tanımlamak için 'emperyalizmin en yüksek aşaması' ya da onun yerine 'küreselleşmenin' kullanılması gibi... Elbette bir kavram yaygın kullanıma ulaştığında sizin de o kavramı kullanmanız gerekebiliyor ama her seferinde kavrama yüklediğiniz anlamı gözden uzak tutmamak önemlidir.
Kapitalist üretimde içerilmiş genişleme ve yayılma eğilimi, yine kapitalist üretimde içerilmiş başka bir eğilimin doğrudan sonucudur ki, bu merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimidir. Birbirinden bağımsız binlerce, yüzbinlerce kapitalist işletme, keskin bir rekabet ortamında varolmak durumunda ama daha önce de değindiğimiz gibi, rekabete karşı koyabilmek ancak sürekli büyümekle mümkün. Zayıflar güçlüler tarafından yutuluyor. Daha güçlü olmak için firmalar birleşiyor (füzyon) veya anlaşmalar ve uzlaşmalar yoluyla rakipleri karşısında üstünlük sağlama yoluna gidiyorlar. Bu eğilim, giderek sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla sonuçlanıyor.
Dolayısıyla, kapitalist birikimin her ileri aşaması tekelleşmenin yoğunlaşmasıyla ve az sayıda tekelin dünya pazarına hakim olmasıyla sonuçlanıyor. Bu durum, başlangıçta ulusal ölçekte (ulus-devletin sınırları içinde) faaliyet gösteren kapitalist işletmelerin neden uluslararası arenada boy göstermek zorunda olduğunu, giderek küresel planda faaliyet gösterdiklerini de açıklar. Şimdilerde 200 kadar çokuluslu şirketin (bunlara transnasyonal firmalar da deniyor) dünya pazarına yön verecek güce ve etkinliğe ulaşması, sözünü ettiğimiz eğilimin bu gün ulaştığı düzeyden başkası değildir.
İçerdiği ikili eğilim: Bir taraftan merkezileşme ve yoğunlaşma, diğer taraftan genişleme ve yayılma eğilimi ve dinamiği, kapitalist sistemin daha baştan bir dünya sistemi, küresel bir sistem olarak sahneye çıktığı anlamına gelir. Bu yüzden de ne emperyalizm ne de şimdilerde küreselleşme olarak sunulan yeni ve orijinal değildir. Bu bakımdan 1519 da Meksika'yı fethe giden İspanyol konkistatörü Hernando Cortés'le şimdilerde Irak'ı fethe gideceği söylenen Amerikan generali Tomy Franks, aynı misyonun adamlarıdır ve aynı saiklerle hareket ettiklerinde şek şüphe yoktur.
Bu yüzden kapitalist gelişmenin belirli bir evresini emperyalist olarak tanımlamak, kaçınılmaz olarak bir başka evresini de başka türlü tanımlamayı gerektirir ki, bu kapitalizmin anlaşılması ve anti-kapitalist mücadele bakımından uygun değildir. Zira, amaç her koşulda ve her aşamada aynıdır: Çevre ülkelerin (sömürge ve yarı-sömürge ülkeler) doğal ve beşeri kaynaklarının sömürüsü, bu sosyal formasyonların egemen durumdaki merkez kapitalizminin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmesi, biçimsizleştirilmesi, yağması, talanı, vb... Kapitalizm hangi aşamada olursa olsun, hangi gelişmişlik düzeyinde olursa olsun çevrenin zenginliğinin merkeze taşınması süreci devamlılık arz ediyor.
Aşamalar
Şüphesiz kapitalist yayılma askeri güce dayanıyor ama askeri gücün gerisinde de mutlaka ve kaçınılmaz olarak ekonomik güç olmak durumundadır. Ekonomik güce sahip olan ülke, ileri teknolojiye de sahip oluyor. Ancak büyük bir askeri gücü finanse edip dünyanın her yerine ulaştırma yeteneğine sahip olanlar sömürgeci-emperyalist emeller besleyebilirler. Fakat, akıldan çıkarılmaması gereken önemli husus şudur: Emperyalist yayılmanın temel sâiki her zaman ekonomiktir. Bazı tarihçiler ve 'teorisyenler' emperyal yayılmayı başka saiklerle açıklamaya girişmişlerdir ama inandırıcı olmaları mümkün değildir. Doğu Hint Kumparyasının (East India Company) adamları da, ilk defa Orta Amerika ve Karaiblere ulaşan Ispanyol konkistatörleri (Conquistadores) de, köle tacirleri de, paralarını dünyanın şurasında burasındaki madenlere yatıran para babaları da, bu günün 'küresel spekülatörleri' de vb. neyin peşinde koştuklarını gayet iyi biliyorlardı: Zengin olmak, bu amaçla da dünyanın her yerindeki doğal ve beşeri zenginliğe el koymak.
Başlangıçta kimi bölgelerin sömürgeci-emperyalist Avrupalılar tarafından doğrudan sömürge statüsüne sokulmaları gerekliydi. Belirli bölgelerin sömürüye açılması için bazı ülkeler ve bölgeler doğrudan denetime tâbi tutulmak durumundaydı.
Kimi zaman böyle bir durum, sömürgeci-emperyalist Avrupalı güçler arasındaki rekabetin de bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Batılı ülkelerin doğrudan sömürgesi (askeri, ekonomik ve siyasi denetim tekeli anlamında) olan ülkelerin yanında bir de doğrudan sömürge olmamakla birlikte emperyalist sömürüye maruz kalan ülkeler vardı. (Bu tür egemenlik ilişkileri bütününe yarı-sömürge statüsü deniyor). Nitekim eşitsiz ticari ve ekonomik ilişkiler yoluyla söz konusu ülkeler emperyalizme bağımlı hale gelebiliyor. Osmanlı İmparatorluğu bu duruma tipik örnektir. Aynı şekilde Orta ve Güney Amerika'daki İspanyol sömürgelerinin bağımsızlıktan sonraki durumu da Osmanlı İmparatorluğunun durumundan farklı değildi. İspanyolların ve Portekizlilerin doğrudan sömürgesi olan bu ülkeler daha sonra İngilizlerin, daha ileriki aşamada da ABD'nin nüfuz bölgesi ve sömürü alanı haline geldiler. Her aşamada eşitsiz ekonomik-ticari ve yatırım ilişkileri sonucu beşeri ve doğal zenginlikleri emperyalist ülkelere taşındı.
Emperyalizme bağımlılık yarı-sömürge statüsü altında da mümkündür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğrudan sömürgecilik tasfiye edildiği halde bu ülkelerin emperyalizmle ilişkilerinde kayda değer bir değişikliğin olmadığını da hatırda tutmak gerekir. Bu gün de emperyalist batının 'eski sömürgeleri' olan siyaseten bağımsız bu ülkelerinin yer altı, yer üstü ve beşeri kaynakları emperyalist sömürüye tâbî olmaya devam ediyor...
Kapitalizmin sahneye çıktığı ilk fetihler dönemi olan 15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başında, Batı Avrupalılar Çin ve Hindistan'dan ne daha zengin, ne de teknolojik düzey olarak daha ileriydiler. O dönemde Arap kentleri 'uzun mesafe ticaretini' denetimleri altında tutuyordu. Sadece bazı Batı Avrupa kentleri silah üretimi ve gemi inşasında 'ileriydiler'. Zaten İspanyol ve Portekizlilerin daha sonraki 'deniz üstünlüğü' de bu iki üstünlüğün sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Ticari sermaye birikimi veya merkantilist dönem de denilen kapitalist gelişme ve yayılma döneminin (kabaca 1500-1800 arası) ilk aşamasında İspanyollar ve Portekizliler egemenliklerini pekiştirdiler. Nitekim İspanyol imparatorluğu esas itibariyle Orta ve Güney Amerika'daki kıymetli madenlerin işletilmesine dayanıyordu. Üretilen altın ve gümüş Panama Kanalı üzerinden İspanyaya ulaştırılıyordu. Elbette İspanyol sömürüsü sadece değerli madenlerle sınırlı değildi. Büyük plantasyonlar da oluşturuldu ve bu her iki alanda 'zora dayalı çalıştırma' veya köle emeği kullanılıyordu.
Portekizlilerse daha çok stratejik öneme sahip ticaret kapılarını denetim altında tutmayı yeğliyorlardı. Baharat ticaretini ellerinde bulunduruyorlardı ama daha sonra Afrika köle ticaretine giriştiler. Bu dönemde Batı Avrupa'nın zenginliği Amerika kıtasından gelen kıymetli madenler, Asya'nın baharatı ve serf emeğine dayalı Doğu Avrupa'nın (Rusya, Polonya , vb.) hububatına dayanıyordu.
17. yüzyıldan itibaren İspanyol ve Portekiz imparatorlukları üstünlüklerini önce Hollandalılar daha sonra da İngilizler lehine olmak üzere kaybettiler. Üretim de köle emeğine dayalı plantasyonlardaki şeker üretimine kaydı. Amerikan 'yerli nüfusunun' sistematik jenosit ve katliamlarla hemen hemen yok edildiği koşullarda, emek açığı ortaya çıkmıştı ve kapitalist plantasyonlarda ve madenlerde çalışacak işgücü ancak Afrika'dan getirilecek köle emeğiyle kapatılabilirdi. Avrupalılar, Hıristiyanlaştırma, İspanyollaştırma, ruhları cennete yollama retoriğiyle Kuzey, Orta ve Güney Amerika halklarına yıkımı ve yok oluşu dayattılar.
"Kuzey Amerika'da Yerliler, Sioux'lar, Iroquois'lar, Comanche'lar, Huronlar, Cherokees'ler katledildiler. Orta Amerika'daki krallıklar: Yucatán, Maya ve Aztekler, Toltéques'ler yok edildiler. Aynı şekilde Güney Amerika'daki Chumi'ler, İnka'lar, Tukuna'lar, Tupi'ler vb. kanda boğuldular." (1)
İspanyollar tarafından işletilen Bolivya'daki gümüş madenlerinde 1650 yılına kadar geçen dönemde yaklaşık 8 milyon Kızılderilinin hayatını kaybettiğini hatırlamak (rahatsız edici olsa da ) gereklidir. Fetihin başlamasını izleyen yüzyıldan az bir zamanda Meksika'da yaşayan 'yerli halkın' nüfusu yüzde 90 oranında azalarak 25 milyondan 1.5 milyona düştü, aynı şekilde Peru'daki nüfusun da yüzde 95 oranında azalarak yok olmanın sınırına yaklaştığı biliniyor. İşte bu aşamada 'Atlantik üçgeni' denilen ticari ilişki ağı oluşmuştu. Avrupa'da üretilen sanayi malları (çoğunlukla silah) gemilere yüklenip Afrika'ya, Afrikalı köleler Amerika'ya, Amerika'nın şekeri, vb. de Avrupa'ya taşınıyordu. 18. yüzyıl aynı zamanda İngiliz, Fransız ve Hollandalıların dünyanın geri kalanındaki bir çok bölgeyi denetimleri altına aldıkları bir yüzyıl olmuştu.
Sözünü ettiğimiz merkantilist dönemde kıtalar arası ticaret büyümekle birlikte, kompozisyonu fazlaca değişmiş değildi. Ticaret konusu olan mallar hâlâ lüks sayılabilecek mallardan oluşuyordu: Baharat, tütün, şeker ve tabii kıymetli madenler (altın, gümüş) bir de o dönemin bir özelliği olarak köle ticareti... Elbette merkantilist dönemde en büyük tahribat Amerika kıtasında ortaya çıktı. Amerika halkları yarattıkları uygarlıklarla birlikte neredeyse bütünüyle tarihten silindi... İkinci derece tahribat köle ticareti sonucu Afrika'da ortaya çıktı. Hindistan'ın zenginliğinin yağmalanması dışında Asya'daki tahribat sınırlı kalmıştı.
18. yüzyıl, Batı Avrupa'da özellikle de İngiltere'de pazar için üretim yapan ve ücretli işçi kullanan küçük boyutlu kapitalist işletmelerin sahneye çıktığı yüzyıldı. Emek verimliliği artmaya devam etmekle birlikte hâlâ dünyanın başka bölgelerinden (özellikle Asya'dan) fazla yüksek değildi. Devlet destekli teknik gelişme hızlanmıştı. Zaten on altıncı ve on yedinci yüzyıllar, ticari ve askeri girişimleri destekleyen ve onlarla bağlantılı olarak gelişen "bilimsel devrimler" çağıydı. Astronomideki ve zaman ölçümündeki gelişme gemiciliğin gelişmesini hızlandırırken, fizik biliminde 'Newton devrimi' doğanın ve dünyanın 'algılanışını' baştan aşağı değiştirmişti...
1800'lü yılların başında (19. yüzyıl) kapitalizm merkantilist aşamadan sanayi kapitalizmine sıçradı. Ekonomik plandaki bu 'yeniliğe' siyasal planda burjuva devrimlerinin (Amerikan ama asıl Fransız devriminin) itmesiyle yeni bir siyaset anlayışı eşlik etti. Sömürgeci-emperyalist bir güç olan İngiltere, Fransa aleyhine etkinlik alanını genişletti ve en önemlisi Hindistan'a yerleşerek büyük bir 'hazineye' kavuştu. Zengin Hindistan'nın içi boşaltıldıkça İngiliz imparatorluğu da 'şişiyordu'...
Bu aşamada sanayi devrimi denilenin neden başka yerde değil de İngiltere'de ortaya çıktığı sorusunu tartışmamız gerekmiyor. Ama 'uygun' iç ve dış faktörlerin ve belirleyiciliklerin diyalektik bütünlüğünün böylesi bir oluşumu sağladığını söyleyebiliriz. Ve bu 'uygun' dış koşulların başında hiç şüphesiz 1500-1800 yılarını kapsayan 300 yıllık dönemde başta Amerika kıtası olmak üzere Asya ve Afrika'dan taşınan servet ve zenginlikti. Velhasıl sanayi devrimini finanse eden kaynağın çoğu dünyanın geri kalanın sömürüsünden, yağma ve talanından sağlanmıştı. Bir önceki döneme göre daha büyük ölçekli ve birbirleriyle rekabet halindeki kapitalist işletmeler, pazar için üretim yapıyor ve bunun çoğunu başta İngiliz sömürgeleri olmak üzere dünyanın her yerine ihraç ediyordu. Elbette sermaye büyüdükçe onu üreten işçi sınıfı (proletarya) da büyümek durumundaydı.
İngiltere denetimi altında tuttuğu bölgelerden (sömürgelerden) ucuz hammadde (özellikle de pamuk) sağlıyor ve ürettiği pamuklu mãmulleri tüm dünyaya ihraç ediyordu. Üretim sürecine sokulan her yenilik verimliliği arttırıyor, sömürüyü derinleştiriyor, sermayeyi büyütüyor ve her seferinde yeni pazarlar elde etmek, bu amaçla daha çok alanı denetim altına almak zorunlu hale geliyordu.
Fakat söz konusu süreç sadece İngiltere ile sınırlı değildi. Yeni üretim yöntemleri ve kapitalist ilişkiler, diğer bazı Avrupa ülkelerinde (Fransa ve Almanya...) ve ABD'de hızla gelişiyordu. Nitekim daha on dokuzuncu yüzyılın sonu gelmeden Almanya ve ABD, İngiltere'nin korkutucu rakipleri haline gelmişlerdi ve pazar kavgası kızışmıştı... Onları da Japonya izliyordu. Aslında Japonya'nın durumu ilginçtir. Zira, Japonya kapitalistler arası yarışa katılan yegane Avrupa-dışı ülkeydi. Bilindiği gibi ABD, Avrupa'nın doğrudan uzantısıdır, dolayısıyla onu Avrupa'dan ayrı saymamak gerekir. Bu vesileyle bir tartışmayı hatırlatmak ilginç olabilir.
Avrupa dışı bir ülke olan Japonya'nın kapitalist gelişmeyi sağlamış ve kapitalist ülkelerarası yarışa katılabilmiş olması, bazı teorisyenler tarafından onun dünyanın başka ülkelerinden farklı olarak, Batı'nın sömürgesi veya yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş olmayışıyla, Batı etkisi dışında kalışıyla açıklamaya çalışılmıştır. Başka bazı teorisyenler de son tahlilde belirleyici olanın iç dinamikler, iç faktörler olduğunu, Japonya'da Batı Avrupa'dakine benzer sosyal ve ekonomik ilişkilerin (Japon feodalizmi) kapitalist gelişmenin yolunu açtığını ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla Japonya feodal geçmişi itibariyle Batı'ya benzediği için kapitalist gelişmenin mümkün olabildiğini ileri sürmüşlerdir.
Kutuplaşma Şekilleniyor
19. yüzyılda kapitalizmin etkisi altına girmeyen, sömürgeci emperyalist ülkelerin doğrudan veya 'yarı-sömürgesi' statüsüne indirgenmeyen bir dünya ülkesi hemen hemen kalmadı. Asya'nın tamamı, Afrika, Latin Amerika kapitalist ekonominin etkinlik ve yayılma alanı haline geldi, dünyanın görüntüsü değişti ve yeniden biçimlendi.
İngilizler Güney Asya'yı sömürgeleştirdiler, Çin'i silah zoruyla afyon ticaretine zorladılar. Fransızlar Hindi Çini'ne, Hollandalılar Doğu Hint adalarına yerleştiler ve Rusya kuzeyde Sibirya, doğuda Orta Asya'ya doğru yayılmasını sürdürdü. Afrika (Osmanlı imparatorluğunun biçimsel hakimiyeti altındaki sınırlı bölgeler dışında) Fransızlar, İngilizler ve Belçikalılar tarafından paylaşıldı. Latin Amerika İspanyollardan ve Portekizlilerden biçimsel olarak bağımsızlaştı ama bu bilinen anlamda kurtuluş savaşı sonucu kazanılmış bir 'bağımsızlık' değildi. Yegane değişiklik 'beyaz egemen sınıfın' yönetimi devralmasıydı. Zaten Orta ve Güney Amerika önce İngilizlerin, arkasından da ABD'nin nüfûz bölgesi (arka bahçesi) durumuna gelecekti...
Osmanlı İmparatorluğu da emperyalist Batı'nın bir yarı-sömürgesi haline geldi. Bu dönemde dünya ölçeğindeki kutuplaşma, çevre-merkez, gelişmiş- azgelişmiş, sanayileşmiş- sanayisizleşmiş ikilemi kesin olarak yerleşti.
Artık dünya ticareti de önceki dönemlerde olduğu gibi lüks mallar ticaretinden sanayi kapitalizminin ürünleriyle hammadde ve tarım ürünlerinin yaygın ticaretine dönüştü. Sanayileşmiş ülkeler sanayi ürünleri ihraç ediyor bunun karşılığında hammaddeler ve tarım ürünleri ithal ediyorlardı ve bu eşit olmayan bir değişimdi. Başka türlü ifade etmek istersek, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ticaret ve yatırım ilişkileri hakim durumdaki ekonomiler lehine işliyordu. Bunu kan kaybının derinleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz.
O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşecekti. Nitekim, 1800 yılında (bundan 200 yıl önce) 'zengin ülkelerle' 'yoksul ülkeler' arasındaki fark bire iki (1'e 2) iken, şimdilerde bire altmıştır (1'e 60) ve 'modernleşme', 'kalkınma' 'küreselleşme', vb. söylemine rağmen bu fark hızla büyümeye devam etmektedir. Dünyanın Batı Avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz konusu halkların kendi kendilerine yeterli olmaktan çıkarılması, toplumsal-kültürel yapılarının aşındırılması, kültürlerinin tahrip edilmesi, emperyalist güçler ve onların sözcüleri tarafından uygarlaştırma misyonu olarak sunulacaktı...
Başlangıçta Amerika halklarını Hıristiyanlaştıranlar, sanayi kapitalizminin yerleştiği dönemde de uygarlaştırıyorlardı... Yazık ki, II. Enternasyonalin sosyalistleri de söz konusu uygarlaştırma misyonu söylemine kendilerini kaptırmışlardı ve bu konuda emperyalist efendilerden pek farklı düşünmüyorlardı...
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, sözünü ettiğimiz Kapitalizme özgü merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir sonucu olarak, kapitalist işletmelerin ölçeği büyüdü, Karteller, tröstler, konzernler biçimindeki büyük tekeller dünya pazarında etkinliklerini artırdılar. İşte, tekellerin ortaya çıktığı bu döneme emperyalizm denmiştir. Bu dönemin bir özelliği de mal ihracına sermaye ihracının da eklenmesidir.
Elbette sermaye ihracı mal ihracının yerini almıyordu, tam tersine mal ihracı artmaya devam edecekti. Sermaye ihracı, hükümetlere borç verme bir yana bırakılarsa, daha çok kapitalist hakimiyeti pekiştirecek, sömürüyü derinleştirecek alt-yapı yatırımlarına ve hammadde kaynaklarına (madenler, plantasyonlar, vb.) yöneliyordu. Artık dünyanın tüm doğal ve beşeri zenginliği emperyalist sömürüye açılmıştı. Dünya emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı ama pastadan pay alamayan 'yeni yetme güçler'de (Almanya, Japonya) 'paylaşılanı yeniden paylaşmayı' dayatıyorlardı. İşte iki emperyalistler arası savaşın gerçek nedeni bu idi.
Emperyalist saldırı söz konusu olduğunda, saldırıya maruz kalanların bu saldırıyı 'hayır duasıyla' karşılamaları elbette mümkün değildir. Nitekim, ilk emperyalist yayılmanın ardından saldırının ve kutuplaşmanın yıkıcı sonuçlarına karşı sayısız isyanlar oldu. Tarih saldıranlar tarafından yazıldığı için saldırıya uğrayanların hikayesi ya gerektiği gibi anlatılmaz ya da geçiştirilir. Bu isyanların en çok bilineni, 18. yüzyıl sonunda San Domingo'daki (bu günkü Haiti) köle devrimidir. Daha sonra 1900'lerin başındaki Meksika devrimini ve 1950'lerin sonundaki Küba devrimini de aynı çizginin devamı saymak gerekir.
Rus (Bolşevik) devrimi, Çin devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal halk kuruluş hareketleri de son tahlilde kapitalizmin ortaya çıkardığı kutuplaşmaya tepkiden başka bir şey değildir. Bütün bu devrimlerin kapitalist dünya sisteminin çevresinde patlak vermesi de bir tesadüf değildir.
Sovyet sisteminin daha yüzyılın sonu gelmeden çökmesi, Çin'in 'sosyal piyasa ekonomisi' retoriği altında kapitalizme yelken açmasının nedenlerini tartışmanın yeri burası değil. Kesin olan bir şey varsa, Kristof Kolomb'un macerasıyla başlayan ve yaklaşık 450 yıl devam eden sömürgecilik dönemi sömürge halkların mücadelesiyle İkinci emperyalistler arası savaşı izleyen yaklaşık iki on yılda tarihe karıştı. Sömürgeciliğin doğrudan versiyonundan kurtulan dünya halkları dünyanın zenginliğine ortak olma iddiasıyla ortaya çıksalar da, bu gün durum özde değişmiş değil.
Sömürgecilik tasfiye edildi ama bu emperyalizmden kurtulmak anlamına gelmiyordu. Başka yerde yazdığımız gibi, hem kapitalizmin, emperyalizmin varolmaya devam etmesi hem de dünyanın geri kalanının emperyalist merkezler gibi olması mümkün değildir. Oysa, sömürgeciliğe karşı halk hareketlerine öncülük edenler, kapitalizme rağmen durumlarının iyileşeceğine, 'sofraya dahil olabileceklerine' inanmış gibiydiler...
Elbette bağımsızlığa yeni kavuşan ülkelerin yöneticilerinin yanılsamaya kapılmalarını kolaylaştıran bir şey vardı. 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaş ve tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşayan emperyalist dünya sistemi, İkinci Savaşın ardından uzun sürecek (yaklaşık otuz yıl) bir genişleme dönemine girdi.
Bu genişleme dönemi aynı zamanda ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine bir tablonun ortaya çıktığı dönemdi. Faşizmin yenilmesi, Sovyet sisteminin bir çekim merkezi ve sosyalizmin insanlığın umudu haline gelmesi, kurtuluş hareketlerinin sömürgeciliğin doğrudan (klasik) biçimini tasfiye etmesi, güç dengelerini değiştirmişti. Sonuç itibariyle sermaye mevzi kaybetti ve bir dizi ödünler vermek zorunda kaldı. Dünyanın her yerinde emekçi sınıflar lehine bir güç dengesi oluştu.
Bu durum, sömürgecilikten kurtulan ulusların yönetici azınlıklarının veya önderliklerinin "Batı'yı yakalamanın", "Batı gibi olmanın" mümkün olduğu yanılsamasına kapılmalarını kolaylaştırmıştı. Her yerde iyimser beklentiler egemendi. Emperyalist ülkelerde 'sosyal devlet', Üçüncü Dünya'da da "ulusal kalkınmacı veya ulusal-popülist" denilen model, İkinci Dünya'da da (Sovyet bloğu) merkezi planlamaya dayalı sistem geçerliydi. Elbette kapitalizmin içine girdiği genişleme döneminin bir sınırı vardı ve o sınıra ulaşıldığında geçerli güç dengelerinin devamı mümkün değildi. "Balayı döneminin" sonu mutlaka gelecekti.
Ve emperyalist dünya sistemi 1970'li yılların ilk yarısında yeniden "yapısal krize" girdi... Sermaye saldırıya geçecekti ama önce 'ideolojik alanın' hazırlanması gerekiyordu. Neoliberal ideolojik tezler mayalandırıldı ve yayıldı. Kapitalist ekonominin krizinin sorumlusu da bulunmuştu: Aşırıya vardırılan devlet müdahaleleri...
Neoliberal tezler her ne kadar 1980'li yılların başından itibaren tam bir etkinlik sağlasalar da, mayalandırılmaya başlandığı tarih 1940'lı yılların ortalarına kadar geriye gidiyordu. Velhasıl sermaye kapsamlı bir saldırıya geçti.
'Küresel Kapitalizmde Yeni ve Orijinal Olan!'
Sermaye kâr oranlarını restore etmek üzere liberalleşme, deregülasyon ve özelleştirme üçlü sloganını ön plana çıkardı. Bunların pratik politikaya tercüme edilmesi, sermayenin önündeki tüm engellerin ve kısıtlamaların ortadan kalkması, dünyanın büyük sermaye ( çokuluslu şirketler veya transnasyonal firmalar) için dikensiz gül bahçesi haline gelmesi demektir.
Bilindiği gibi bu üçlü slogandan birincisi olan liberalleşme, sermayenin uluslararası arenada rahatça hareket etmesinin koşullarının yaratılması demektir. Bu amaçla her türlü gümrük korumasına ve yabancı sermayeyi kısıtlayan önlemlere ve düzenlemelere savaş açıldı. O kadar ki, sermayenin hareketini kısıtlamak, dünya refahını kısıtlamakla özdeş sayılıyordu...
Liberalleşme sermayenin dünya ölçeğindeki hareketini kolaylaştırmayı amaçlarken, deregülasyon da her bir ulus-devlette sermayenin hareketini kısıtlayan düzenlemelerin ortadan kaldırılması demektir. Devlet tarafından sermayeye yönelik düzenlemenin kaldırılması demek, işçi sınıfı, genel olarak emekçi çoğunluk, toplumun 'korumasız' kesimlerine yönelik düzenlemelerin ve kurumsal yapının tasfiyesi anlamına geliyor. Elbette söz konusu deregülasyon kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan 'azgelişmiş' bir ülkede yapılıyorsa, bu her türlü kalkınmacı amaçtan istifa etmek anlamına gelecektir...
Özelleştirme devlet tarafından oluşturulmuş ekonomik amaçlı kamu işletmelerinin özel sektöre satılmasını (değilse tasfiyesi) öngörüyor. Buradaki gerekçe devletin kaynakları verimli kullanamadığı, israf ettiği düşüncesinden hareket ediyor. Elbette özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiçbir inandırıcılığı ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Buradaki asıl amaç dünya pazarında talebin sürekli daraldığı koşullarda hazır bir iç ve dış talebi olan işletmeleri ele geçirmekle ilgilidir.
Elbette özelleştirme sadece pazar için üretim yapan (bizde KİT denilen) kamu işletmelerini kapsamıyor. Devletin geleneksel olarak üstlenegeldiği bir dizi kamu hizmeti de ( eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.) özelleştiriliyor. Aslında devletin bir yandan kamu hizmetlerini sağlamak için vergi alırken diğer yandan da bu hizmetlerin özelleştirme kapsamına alınması arasındaki tersliğin tartışma konusu yapılmaması düşündürücüdür... Netice itibariyle neoliberal politikalar yaklaşık 150 yıllık dönemde işçi sınıfı, mütevazı toplum sınıfları ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Üçüncü Dünya ülkeleri lehine kazanılan mevzilerin düşürülmesini amaçlıyor.
Kapitalizmin küreselleşme denilen (içinde bulduğumuz ) son evresi aslında ileri sürüldüğü gibi bir dizi yeni ve orijinal 'özellik' arz etmiyor. Eğer gerçekten bir yenilikten söz edilecekse, belki bu aynı merkantilist dönemin başındaki, ya da sanayi devrimi sonrasındakine benzeyen kapsamlı bir saldırı olmasıdır. Kapitalist - emperyalist dünya sisteminin son dönem eğilimlerinin hiçbir orjinalliği yok. Yenilik kapitalizme özgü eğilimlerin ve dinamiklerin yeni veçhelerinden ve 'görüntülerinden' başka bir şey değildir.
Yeni teknolojiler ( komünikasyon ve enformasyon) sadece son döneme özgü bir yenilik değil. Teknolojik yenilenme ve gelişme kapitalizmin doğasında içerilmiş bir eğilimin sonucu olarak ortaya çıkıyor ve belirli tarihsel dönemlerde 'sıçrama' söz konusu oluyor. Her dönemde hegemonik bir güç olduğu gibi. Bu bakımdan sanayi devrimine giden yolun aralanmasında belirleyici olan buhar makinaları o dönemin en büyük yeniliğiydi. Kömürün kapitalist üretimin başat enerjisi haline gelmesi, daha sonra petrol ve elektriğin üretim sürecine sokulması söz konusu süreçte hep aynı anlama gelen şeylerdi. Elbette yeni teknolojiler hem kapitalist yayılmayı kolaylaştırıyor hem de emek-sermaye ilişkisini yeniden biçimlendiriyor. Yeni teknolojiler üretimin 'parçalanmasına' ve bir merkezden yönetilmesine olanak veriyor. Finans sermayesinin hareketini kolaylaştırıyor. Sendikaları etkisizleştiriyor.
Kapitalizmin son dönemde adından çok söz ettiren çokuluslu-uluslarüstü veya transnasyonal denilen şirketler de aslında yeni değil. Daha önce sözünü ettiğimiz, merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin ulaştığı bu günkü düzeydir. Tekeller yüzyıl önce de vardı ve bu zaman sarfında büyümeye devam ettiler...
Elbette böyle bir tespit yeni durumu hafife almak anlamına gelmiyor. Nitekim 1970'li yılların başından bu yana söz konusu şirketler çok büyük bir güce ve etkinliğe ulaştılar, o kadar ki, şimdilerde ulus- devletleri 'aşındırır' duruma geldiler. Ama söz konusu 'aşınmayı' nüanse etmek gerekir.
Kimileri bu durumu artık devletin ortadan kalkmakta olduğu biçiminde yorumlama eğilimindedir ki, bu gerçek duruma denk düşmüyor. Devleti küçültme retoriği için de aynı şey söz konusu. Bu gün dünyadaki en büyük 100 ekonomiden 50'si artık devletler değil çokuluslu şirketlerdir. Aynı şekilde en büyük 200 çokuluslu şirketin toplam yıllık iş hacmi insan havsalasını zorlayacak büyüklüğe ulaşmış durumda...
Bir başına General Motors çokuluslu şirketinin yıllık iş hacmi Yunanistan'ın milli gelirinden daha fazla...
Elbette bu kadar büyük bir güce ve etkinliğe ulaşmış söz konusu çokulusluların devlet karşısındaki konumları ve devletle olan ilişkileri yeniden biçimleniyor ama bu devletin 'sönmesi' anlamına gelmiyor. Devlet olmadan yada aynı şeyi başka türlü ifade edersek, siyasi planda bir otorite ve düzenleme olmadan kapitalizmin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Şimdilerde yaşanan 'gerilim' ulus-devletlerin aşınmasının ortaya çıkardığı boşluğu dolduracak üst-düzey bir siyasi otoritenin yokluğudur. Zira, mevcut uluslararası kurumlar ve aygıtlar ulus-devletten nöbeti devralacak durumda değil.
Ulus-devletin aşınması asıl Üçüncü Dünya Ülkeleri için büyük önem arz ediyor. Nitekim, söz konusu ülkeler emperyalist merkezlerce dayatılan neoliberal politikaları benimsediklerinde kompradorlaşma tercihi yapmış oluyorlar ki, bu bir bakıma bağımsızlık öncesi döneme geri dönmek anlamına geliyor. Ya da geleceklerini çokuluslu şirketlere 'emanet etmiş oluyorlar'.
Emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkenin kendi geleceğini 'pazar ekonomisine', dolayısıyla çokuluslu şirketlerin insafına bırakması sömürgeciliğin yeni versiyonunu kabullenmek demeye gelir.
Şimdilerde Üçüncü Dünya'daki devletler (elbette hepsi değil) emperyalist merkezlerin ve onların çokuluslu şirketlerinin ayak işlerine koşulmuş aygıtlara dönüşmüş durumdalar. Bütünüyle kompradorlaşmış bu devletler zaten hiçbir zaman gerçek anlamda ulus-devlet tanımına uygun bir yapıyı temsil etmediler. İçi boş kabuktular. Şimdilerde 'kendi ülkelerinde' emperyalizmin, çokuluslu şirketlerin 'zabıta işlerine' koşulmuş durumdalar. Bu yüzden de artık hiçbir meşruluk temeline dayanmaları mümkün değildir. Türkiye söz konusu kompradorlaşmış rejimlerin tipik bir örneğini oluşturuyor...
Son dönemin bir özelliği de finans sermayesinin etkinliğinin artması ve üretimle söz konusu sermaye arasındaki bağın büyük ölçüde kopması, değilse de ilişkinin biçim değiştirmesidir. Fakat söz konusu finanslaşma kapitalizmin krizi aşmak için yaptıklarından bağımsız değildir. Nitekim, mevcut koşullarda "verimli bir biçimde kullanılması" mümkün olmayan devasa bir para sermayesi, finans sermayesi birikmiş durumda.
Pazarın daraldığı, işsizliğin, yoksulluğun derinleştiği, dolayısıyla talebin dünya ölçeğinde yeteri kadar büyümediği koşullarda, gelir bölüşümü de ulusal ve küresel planda hızla varlıklı kesimler lehine daha çok bozulurken, söz konusu sermayeyi bilinen anlamda 'verimli yatırımlarda' kullanmak mümkün olmuyor. Dolayısıyla sermayenin potansiyel 'toplu değersizleşme' riski ortaya çıkıyor. İ
şte sermaye böyle bir riske karşı kendini koruyabilmek, 'toplu değersizleşme' riskini bertaraf etmek için kısa dönemde yüksek kâr vadeden spekülatif faaliyetlere yöneliyor, başka şirketler satın alınıyor, bizde 'şirket evlilikleri' denilen füzyonlar, Üçüncü Dünya'ya açılan kredilerle (dış borçlar) bu ülkeler yağmalanıyor, borsa oyunları, vb. gündeme geliyor, özelleştirmeleri de bu bütünlük içinde anlamak gerekir.
Böylece 'uçan sermaye' üretim dışı alanlarda bir "değerlenme" olanağına kavuşuyor. Oysa, kapitalizmin mantığı bakımından asıl çözüm bu tür spekülatif arayışlarla mümkün değildir. Bir kere gelir dağılımını sürekli bozan sürece dokunulmuyor. Bunun anlamı üretimin kaçınılmaz olarak 'lüks tüketimi' tatmine yönelmesidir ki, satın alma gücünden yoksun geniş kitleler kapitalist pazarın dışına itiliyor. Yatırım kararlarına müdahale edilmiyor. Pazar ekonomisinin ( aslında sözü edildiği gibi kendi kendini düzenleyen bir pazar ekonomisi zaten mümkün değildir) sorunları çözeceği söyleniyor. Sonuç 'yapısal krizin' müzminleşmesidir. Gerçekten her gün devasa bir finans sermayesi (uçan sermaye) bir borsadan diğerine,bir döviz piyasasından diğerine spükülatif amaçlarla hareket halinde. Döviz piyasanında dönen günlük sermayenin yaklaşık 1.5 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor...
Geçerli eğilimler ve süreçler giderek daha çok insanın dışlanması, satın alma gücünden mahrum edilmesiyle sonuçlanıyor. Bir taraftan küreselleşmenin sunuluşu, diğer yandan ortaya çıkan tablo tam bir çelişki tablosudur.
İnsanların sistem tarafından dışlandığı, marjinalleştiği, işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin büyüdüğü, doğal çevre tahribatının derinleştiği, gezegen riskinin tehlikeli bir eşiğe doğru ilerlediği, insânî değerlerin aşındığı durumun insanlığın nihai kurtuluşu olarak sunulması ibret vericidir. Dolayısıyla gerçek durum tevatür edilenden çok farklıdır. Asıl söz konusu olan kriz yönetimidir ve krizi yönetmek üzere uygulanan neoliberal politikalar işçi sınıfı ve Üçüncü Dünya halkları için bir yıkıma dönüşüyor. Elbette sınıflı toplumda kavramlar herkes için aynı anlama gelmiyor.
Küreselleşme denilen mevcut süreç dar bir dünya elitini, küresel ayrıcalıklılar sınıfını hızla zenginleştiriyor. Zenginleşen bu kesime Üçüncü Dünya'nın ayrıcalıklı azınlıkları da dahildir. Zaten Üçüncü Dünya'nın 'egemenleri' doğrudan emperyalizmin bu ülkelerdeki uzantılarından başka bir şey değildir... Her gün yoksulların sayısı artarken zenginlerin sayısı da artıyor. Her yıl yeni dolar milyarderleri türüyor ve bunların 'başarı öyküleri' dillerden düşmüyor.
Kapitalizmin yapısal krizine eşlik eden kominikasyon ve enformasyon devrimi bir taraftan gelir dağılımını hızla varlıklı sınıflar lehine bozarken, diğer yandan da işçi sınıfının geleneksel mücadele yöntem ve araçlarını işlevsizleştiriyor. Dolayısıyla yeni mücadele yöntem ve araçlarının oluşturulması ve bunun evrensel planda bir karşı- harekete, küresel muhalefete dönüştürülmesi bu günden yarına mümkün değildir ama gereklidir. Zira, ezilen, sömürülen, dışlanan, aşağılanan emekçi çoğunluğun küreselleşme olarak sunulun bu kapsamlı saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir.
Eğer, sömürü ve yoksulluk küreselleşiyorsa ve sorunlar ancak küresel düzlemde çözülebilir hale geliyorsa, mücadelenin de küresel plana taşınması işin doğası gereğidir. Son yıllarda ortaya çıkan süreç yeni bir "bilincin" ve "mücadele üslubunun" mayalanmakta olduğunun işaretlerini veriyor.
Saldırı bundan önce olduğu gibi bundan sonra da mutlaka karşılık bulacaktır. İnsanlık aşınan değerlerini tamir etme olanağına mutlaka kavuşacaktır. Zira, sadece sömürü ve baskıya maruz değiller. Kapitalist yağma düzeni toplumsal yaşamın tüm veçhelerini metalaştırıp özelleştirme kapsamına sokuyor. Başta doğal çevre olmak üzere, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, bilimsel ve estetik faaliyet, bilimsel araştırmalar, velhasıl insan yaşamını ve onu çevreleyen, ona anlam ve değer katan ne varsa paralılaştırıyor, metalaştırıyor, soysuzlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Böylesi eğilimlerin ve süreçlerin geçerli olduğu bir dünyada mutlu küreselleşme şarkıları söylemenin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?
Şimdilik ideolojik alan büyük sermayenin adamlarının tekelinde ve uyuşturucu etkisi yaratıyor ama bu nihai bir durum değildir. Tam bir yalan, manipülasyon, dezenformasyon makinasına dönüşen medya tekeli de daha uzun süre etkili olamaz. Ezilenler yeni mücadele araçlarını yaratırken, nasıl olsa medyanın iktidarına da son vereceklerdir.
Araç mutlaka ona asıl sahibi olması gerekene iade edilecektir. Zira gerçeğin bir aracı olması gereken medya şimdilerde yalana ihtiyacı olanların elindedir...
Öyleyse kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır...
- İnsanlık tarihinin son 500 yılı kapitalist gelişmenin ve kapitalist egemenliğin de tarihidir. İnsanlığın 'uzun geçmişi' dikkate alındığında kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle insanlık tarihinde önemli bir "kırılma" söz konusu olmuştur. Zira, kapitalizm kendini önceleyen üretim tarzlarından, ya da 'uygarlık modellerinden' önemli farklılıklar içeriyordu.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine, rekabete, yüksek teknolojiye, ücretli emek sömürüsüne dayanıyor ve bir 'sömürü metabolizması' olarak işliyor. Farklı üretim tarzlarını dönüştürüyor, kendine benzemeyen ne varsa kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiriyor-biçimsizleştiriyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı başka üretim tarzları veya uygarlık modelleriyle 'barış içinde' bir arada yaşayamıyor. Hem yatay hem de dikey olarak gelişiyor.
Bunu şöyle de ifade etmek mümkündür: Birincisi, daha önce kapitalist ilişkilere yabancı toplumları, üretim ve yaşam biçimlerini etkisi altına alarak, coğrafi olarak genişliyor; ikincisi, daha önce (hâlen) kapitalist üretimin etkisi altına girmiş olan alanda da dikey olarak genişliyor veya yoğunlaşıyor (eskiden aile içinde gerçekleşen bir dizi faaliyetin birer meta kategorisi haline gelmesinde olduğu gibi. Artık domates salçası evde yapılmıyor, kapitalist işletme tarafından üretilen konserve satın alınıyor, köftenin harcı ve kendisi de büyük alış-veriş merkezlerinden sağlanabiliyor, vb.).
Kapitalist üretimde, prekapitalist döneme ait üretim tarzlarından farklı olarak, üretim pazar içindir, dolayısıyla amaç doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir. İnsan ihtiyaçlarıyla kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ ancak dolaylı olarak pazarda kuruluyor. Asıl amacın doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak olmadığı koşullarda, üretim ihtiyaçlardan bağımsızlaşıyor. Amacın kâr etmek ve kârı büyütmek olduğu ve toplumsal ihtiyaçlarla üretim arasındaki doğrudan bağın koptuğu koşullarda, üretim sistemi toplum karşısında özerkleşiyor. Pazar için, dolayısıyla kâr amacıyla üretim, giderek sermaye üretimi, sermayenin yeniden üretimi biçimini alıyor ki, sonuç üretim için üretimdir...
Üretimin rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta kalabilmek için daha çok artı değere el koyma zorunluluğu, bir taraftan emek sömürüsünü derinleştirmeyi, diğer taraftan da yeni teknolojilere ve daha büyük sermayeye sahip olmayı gerektiriyor. Kapitalistler arasındaki toplam artı değerden pay alma yarışı, teknolojinin sürekli yenilenmesini zorluyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı teknikçi bir tarzdır. Kapitalizmle birlikte emek üretkenliği, kapitalizm öncesi dönemin insanlarının havsalasının almayacağı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu da bu günkü teknik seviyenin insan ihtiyaçlarını 'büyük bir rahatlıkla' karşılama potansiyeline sahip olunduğu anlamına gelir. Fakat, kapitalist üretim ilişkileri altında teknolojik gelişmenin birincil veya aslî amacı sömürüyü, dolayısıyla kârı artırmaktır...
Bu niteliği itibariyle kapitalizm 'müthiş yaratıcı' bir sistemdir. Ama aynı zamanda 'müthiş yıkıcı' bir sistemdir de. Ücretli emek sömürüsü ve her seferinde üretim sürecine sokulan yeni teknolojiler zenginliği artırıyor ama üretilen bu zenginlik giderek dar bir kapitalist sınıfın ve çevresinin (burjuva sınıfının) elinde toplanıyor. Bu niteliği itibariyle de kapitalist üretim kutuplaştırıcıdır.
Bunun anlamı her ileri aşamada zengin-yoksul farkının mutlak veya göreli olarak büyümesidir. Fakat, sadece dar anlamda sermaye sahibi sınıfla üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun (kavramın gerçek anlamında proletarya) işçi sınıfı arasındaki kutuplaşma derinleşmekle kalmıyor, dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerle 'bağımlı çevre' arasında da daha kapsamlı bir kutuplaşma ortaya çıkıyor. Söz konusu kutuplaşma ancak işçi sınıfı ve 'bağımlı çevredeki' emekçilerin mücadele ve müdahaleleriyle sınırlanabilir veya ortadan kaldırılabilir ki, bu da sınıfsal güç dengelerinin kısmen veya tamamen sömürülen sınıflar ve halklar lehine döndüğü durumda mümkündür.
Kapitalist üretim tarzının bir özgünlüğü de ekonomi- toplum ilişkisinin ters-yüz olmasıdır. Bu durum, yukarda sözünü ettiğimiz, üretimle ihtiyaçlar arasındaki ilişkinin kopmasıyla, üretimin kendi başına bir amaç durumuna gelmesiyle doğrudan ilgilidir.
Kapitalizm öncesi üretim tarzlarında veya uygarlıklarda, ekonomi toplumun içine yerleşmişti ve onun hizmetindeydi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki ters-yüz oldu ve toplum bir bakıma ekonominin hizmetine sokuldu. İşte bu durum, ya da başka türlü ifade etmek istersek, üretim sisteminin toplum karşısında özerkleşmesi, sayısız kötülüklere ve olumsuzluklara kaynaklık etmektedir. Şimdilerde bir gezegen riskinin ortaya çıkarak insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşması, araçlarla amaçların yer değiştirmesinden, ters-yüz olmasındandır. Kapitalizm varolmaya devam ettikçe ne onun kutuplaştırıcı niteliğiyle başa çıkılabilir ne de üretimin insan ihtiyaçlarından bağımsızlaşmasının ortaya çıkardığı olumsuzluklar ortadan kaldırılabilir.
Fakat, kapitalizmin en belirgin niteliği, onun bir meta uygarlığı olması ve her şeyi metalaştıran niteliğidir. Sadece üretilen mal ve hizmetler değil, doğayı ve insan emeğini, toplumsal yaşama dahil olan ne varsa (insan ilişkileri, aile içi ilişkiler, bilimsel ve estetik faaliyet, eğlence alanı, insan yaşamının tüm vehçeleri.) metalaşıyor, paralılaşıyor, soysuzlaşıyor, anlamsızlaşıyor. Ve bütün bunlar da ilerleme, kalkınma, vb. olarak sunuluyor... Burada bir benzetme yapabiliriz. Nasıl kapitalizm merkezden çevreye (kapitalizmin ilk geliştiği bölgelerden henüz kapitalist olmayan coğrafi bölgelere) doğru genişleyip yayılıyor ve söz konusu bölgeleri etkisi altına alıp sömürgeleştiriyorsa, insan yaşamının veya aynı anlama gelmek üzere sosyal yaşamın tüm veçhelerini de aynı biçimde sömürgeleştiriyor.
Bir başka özellik ekonomi-politika ilişkisiyle ilgilidir. Bilindiği gibi kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda veya uygarlıklarda belirleyicilik ilişkisi siyasetten ekonomiye doğruydu. Siyasi gücü elinde bulunduran sınıf, ekonomik güce de sahip oluyordu. Başka türlü ifade edersek, servete ve zenginliğe giden yol siyasetten geçerdi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki de ters-yüz olmuştur. Artık siyaseti belirleyen ekonomidir, ekonomik gücü elinde bulunduranlardır. Bu durumun etik sorunlar yaratması kaçınılmazdı.
Üretim araçlarının kapitalist sınıfın elinde toplanması, zenginliği üreten işçi sınıfının da hem üretmek hem de yaşamak için gerekli araçlardan yoksun olması, yaşamını sürdürebilmek için, işgücünü kapitaliste satma zorunluluğu, kapitalizme özgü bir yeniliktir.
Kapitalistler arasındaki rekabet üretim tekniklerini yenilemeyi zorluyor ve bu durum gelir bölüşümünün sürekli olarak doğrudan üretici olan işçi sınıfı aleyhine bozulmasıyla ve kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin artmasıyla sonuçlanıyor. Velhasıl her ileri aşama, sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasındaki kutuplaşmanın, zenginlik-yoksulluk farkının derinleşmesi anlamına geliyor. Bu durum kapitalizmin yapısında ve mantığında içerilmiş eşitsiz gelişmenin bir tezahürüdür. Fakat, sorun sadece eşitsiz ilişkilerin yaygınlaşması değildir. Aynı zamanda melez üretim ilişkileri de ortaya çıkıyor ki, bu sadece ekonomik bir kategori değildir. Sosyal ve kültürel yaşamı da aynı biçimde angaje eden bir şeydir. Marksist literatürde eşitsiz ve bileşik gelişme denilen süreç veya eğilim.
Kapitalizmin kendini önceleyen üretim tarzlarından ayrıldığı bir husus da bireyin toplumdaki konumuyla ilgilidir. Bilindiği gibi, kapitalizm öncesi dönemde birey-toplum çelişkisi toplum lehine olarak 'çözülmüş' bulunuyordu. Kapitalizmi önceleyen uygarlık modellerinde veya sosyal formasyonlarda birey topluma tabi kılınmıştı. Tâbir maruz görülürse, birey, ait olduğu toplum veya topluluk tarafından ehlileştirilmiş durumdaydı. Dolayısıyla birey aile içindeki, klandaki veya topluluktaki statüsüne göre ve onun aracılığıyla tanınıyordu. Kapitalizmle birlikte veya burjuva toplumunda, birey-toplum ilişkisi de ters-yüz olmuştur. Modern çağların burjuva ideolojisi topluma karşı bireyin haklarını ve özgürlüğünü ön plana çıkarıyor.
Elbette bu retorik düzeyde olumludur ama kapitalist ilişkiler geçerliyken iki sorun söz konusudur: Birincisi, üretim araçları, yaşam araçları veya zenginlik dar bir ayrıcalıklı egemen sınıfın elinde toplandığı sürece, bireysel özgürlükler ve sivil haklar söylemi son tahlilde içi boş bir söylem olarak kalmaya mahkumdur, nitekim öyle oluyor; ikincisi, Samir Amin'in de belirttiği gibi, ilişkinin bu biçimde ters yüz olması, insan özgürlüğünün gerçekleşmesi için bir önkoşul olmakla birlikte, bu insan ilişkilerinde sürekli saldırganlığı da özendirebiliyor. Zira, kapitalist ideoloji rekabeti yüceltiyor ve ancak güçlünün yaşama hakkı olduğunu vazediyor. Bu da kaçınılmaz olarak etik sorunlar ortaya çıkarıyor ve etik kaygıların yokluğunda zincirlerinden boşanmış saldırganlığın ne tür vahşetlere kaynaklık ettiği biliniyor.
Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı varolabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir özelliktir. Bu niteliğinden ötürü emperyalizm kapitalizme içkindir, dolayısıyla da kapitalizm varsa emperyalizm de vardır.
Elbette kapitalist saldırının derinleştiği dönemler söz konusudur ama bu sadece ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm kapitalizmin bir aşaması değildir. Kapitalist üretim tarzı kendini sürekli olarak yeniliyor ve her aşamada sömürü ilişkileri (özü aynı kalmak koşuluyla) değişime uğruyor, kapitalist egemen sınıfla ezilen - sömürülen sınıf arasındaki ilişkiler, aynı şekilde kapitalist dünya sisteminin çevresiyle merkezi arasındaki ilişkiler biçim değiştiriyor, üretim tekniklerindeki her yenilik, işçi sınıfının yapısını ve sermaye sınıfıyla ilişkisini, mücadele yöntem ve araçlarını yeniden biçimlendiriyor.
Ama bütün bu değişiklikler sistemin özünü ve mantığını angaje etmiyor. Bu yüzden artık emperyalizm döneminin geride kaldığı, onun yerini imparatorluğun aldığı biçimindeki değerlendirmeler hem gerçek duruma denk düşmüyor hem de kapitalizmi aşma, 'başka bir şey yapma', 'sınıfsız toplumu kurma' perspektifi bakımından itibar edilmesi gerekmeyen yaklaşımlardır. Kapitalizmin her alt-evresinin özgünlüğünü kavramak son derece önemlidir ama onu yeni ve orijinal bir şeymiş gibi sunmak sınıf mücadelesinin başarısı bakımından itibar edilmesi sakıncalı bir şeydir. Tekellerin ortaya çıktığı döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerecektir, mesela yayılmacılık gibi... Oysa yayılmacılık kapitalizmde içerilmiş bir eğilimdir. Aynı şekilde kapitalizmin son dönemini tanımlamak için 'emperyalizmin en yüksek aşaması' ya da onun yerine 'küreselleşmenin' kullanılması gibi... Elbette bir kavram yaygın kullanıma ulaştığında sizin de o kavramı kullanmanız gerekebiliyor ama her seferinde kavrama yüklediğiniz anlamı gözden uzak tutmamak önemlidir.
Kapitalist üretimde içerilmiş genişleme ve yayılma eğilimi, yine kapitalist üretimde içerilmiş başka bir eğilimin doğrudan sonucudur ki, bu merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimidir. Birbirinden bağımsız binlerce, yüzbinlerce kapitalist işletme, keskin bir rekabet ortamında varolmak durumunda ama daha önce de değindiğimiz gibi, rekabete karşı koyabilmek ancak sürekli büyümekle mümkün. Zayıflar güçlüler tarafından yutuluyor. Daha güçlü olmak için firmalar birleşiyor (füzyon) veya anlaşmalar ve uzlaşmalar yoluyla rakipleri karşısında üstünlük sağlama yoluna gidiyorlar. Bu eğilim, giderek sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla sonuçlanıyor.
Dolayısıyla, kapitalist birikimin her ileri aşaması tekelleşmenin yoğunlaşmasıyla ve az sayıda tekelin dünya pazarına hakim olmasıyla sonuçlanıyor. Bu durum, başlangıçta ulusal ölçekte (ulus-devletin sınırları içinde) faaliyet gösteren kapitalist işletmelerin neden uluslararası arenada boy göstermek zorunda olduğunu, giderek küresel planda faaliyet gösterdiklerini de açıklar. Şimdilerde 200 kadar çokuluslu şirketin (bunlara transnasyonal firmalar da deniyor) dünya pazarına yön verecek güce ve etkinliğe ulaşması, sözünü ettiğimiz eğilimin bu gün ulaştığı düzeyden başkası değildir.
İçerdiği ikili eğilim: Bir taraftan merkezileşme ve yoğunlaşma, diğer taraftan genişleme ve yayılma eğilimi ve dinamiği, kapitalist sistemin daha baştan bir dünya sistemi, küresel bir sistem olarak sahneye çıktığı anlamına gelir. Bu yüzden de ne emperyalizm ne de şimdilerde küreselleşme olarak sunulan yeni ve orijinal değildir. Bu bakımdan 1519 da Meksika'yı fethe giden İspanyol konkistatörü Hernando Cortés'le şimdilerde Irak'ı fethe gideceği söylenen Amerikan generali Tomy Franks, aynı misyonun adamlarıdır ve aynı saiklerle hareket ettiklerinde şek şüphe yoktur.
Bu yüzden kapitalist gelişmenin belirli bir evresini emperyalist olarak tanımlamak, kaçınılmaz olarak bir başka evresini de başka türlü tanımlamayı gerektirir ki, bu kapitalizmin anlaşılması ve anti-kapitalist mücadele bakımından uygun değildir. Zira, amaç her koşulda ve her aşamada aynıdır: Çevre ülkelerin (sömürge ve yarı-sömürge ülkeler) doğal ve beşeri kaynaklarının sömürüsü, bu sosyal formasyonların egemen durumdaki merkez kapitalizminin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmesi, biçimsizleştirilmesi, yağması, talanı, vb... Kapitalizm hangi aşamada olursa olsun, hangi gelişmişlik düzeyinde olursa olsun çevrenin zenginliğinin merkeze taşınması süreci devamlılık arz ediyor.
Aşamalar
Şüphesiz kapitalist yayılma askeri güce dayanıyor ama askeri gücün gerisinde de mutlaka ve kaçınılmaz olarak ekonomik güç olmak durumundadır. Ekonomik güce sahip olan ülke, ileri teknolojiye de sahip oluyor. Ancak büyük bir askeri gücü finanse edip dünyanın her yerine ulaştırma yeteneğine sahip olanlar sömürgeci-emperyalist emeller besleyebilirler. Fakat, akıldan çıkarılmaması gereken önemli husus şudur: Emperyalist yayılmanın temel sâiki her zaman ekonomiktir. Bazı tarihçiler ve 'teorisyenler' emperyal yayılmayı başka saiklerle açıklamaya girişmişlerdir ama inandırıcı olmaları mümkün değildir. Doğu Hint Kumparyasının (East India Company) adamları da, ilk defa Orta Amerika ve Karaiblere ulaşan Ispanyol konkistatörleri (Conquistadores) de, köle tacirleri de, paralarını dünyanın şurasında burasındaki madenlere yatıran para babaları da, bu günün 'küresel spekülatörleri' de vb. neyin peşinde koştuklarını gayet iyi biliyorlardı: Zengin olmak, bu amaçla da dünyanın her yerindeki doğal ve beşeri zenginliğe el koymak.
Başlangıçta kimi bölgelerin sömürgeci-emperyalist Avrupalılar tarafından doğrudan sömürge statüsüne sokulmaları gerekliydi. Belirli bölgelerin sömürüye açılması için bazı ülkeler ve bölgeler doğrudan denetime tâbi tutulmak durumundaydı.
Kimi zaman böyle bir durum, sömürgeci-emperyalist Avrupalı güçler arasındaki rekabetin de bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Batılı ülkelerin doğrudan sömürgesi (askeri, ekonomik ve siyasi denetim tekeli anlamında) olan ülkelerin yanında bir de doğrudan sömürge olmamakla birlikte emperyalist sömürüye maruz kalan ülkeler vardı. (Bu tür egemenlik ilişkileri bütününe yarı-sömürge statüsü deniyor). Nitekim eşitsiz ticari ve ekonomik ilişkiler yoluyla söz konusu ülkeler emperyalizme bağımlı hale gelebiliyor. Osmanlı İmparatorluğu bu duruma tipik örnektir. Aynı şekilde Orta ve Güney Amerika'daki İspanyol sömürgelerinin bağımsızlıktan sonraki durumu da Osmanlı İmparatorluğunun durumundan farklı değildi. İspanyolların ve Portekizlilerin doğrudan sömürgesi olan bu ülkeler daha sonra İngilizlerin, daha ileriki aşamada da ABD'nin nüfuz bölgesi ve sömürü alanı haline geldiler. Her aşamada eşitsiz ekonomik-ticari ve yatırım ilişkileri sonucu beşeri ve doğal zenginlikleri emperyalist ülkelere taşındı.
Emperyalizme bağımlılık yarı-sömürge statüsü altında da mümkündür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğrudan sömürgecilik tasfiye edildiği halde bu ülkelerin emperyalizmle ilişkilerinde kayda değer bir değişikliğin olmadığını da hatırda tutmak gerekir. Bu gün de emperyalist batının 'eski sömürgeleri' olan siyaseten bağımsız bu ülkelerinin yer altı, yer üstü ve beşeri kaynakları emperyalist sömürüye tâbî olmaya devam ediyor...
Kapitalizmin sahneye çıktığı ilk fetihler dönemi olan 15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başında, Batı Avrupalılar Çin ve Hindistan'dan ne daha zengin, ne de teknolojik düzey olarak daha ileriydiler. O dönemde Arap kentleri 'uzun mesafe ticaretini' denetimleri altında tutuyordu. Sadece bazı Batı Avrupa kentleri silah üretimi ve gemi inşasında 'ileriydiler'. Zaten İspanyol ve Portekizlilerin daha sonraki 'deniz üstünlüğü' de bu iki üstünlüğün sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Ticari sermaye birikimi veya merkantilist dönem de denilen kapitalist gelişme ve yayılma döneminin (kabaca 1500-1800 arası) ilk aşamasında İspanyollar ve Portekizliler egemenliklerini pekiştirdiler. Nitekim İspanyol imparatorluğu esas itibariyle Orta ve Güney Amerika'daki kıymetli madenlerin işletilmesine dayanıyordu. Üretilen altın ve gümüş Panama Kanalı üzerinden İspanyaya ulaştırılıyordu. Elbette İspanyol sömürüsü sadece değerli madenlerle sınırlı değildi. Büyük plantasyonlar da oluşturuldu ve bu her iki alanda 'zora dayalı çalıştırma' veya köle emeği kullanılıyordu.
Portekizlilerse daha çok stratejik öneme sahip ticaret kapılarını denetim altında tutmayı yeğliyorlardı. Baharat ticaretini ellerinde bulunduruyorlardı ama daha sonra Afrika köle ticaretine giriştiler. Bu dönemde Batı Avrupa'nın zenginliği Amerika kıtasından gelen kıymetli madenler, Asya'nın baharatı ve serf emeğine dayalı Doğu Avrupa'nın (Rusya, Polonya , vb.) hububatına dayanıyordu.
17. yüzyıldan itibaren İspanyol ve Portekiz imparatorlukları üstünlüklerini önce Hollandalılar daha sonra da İngilizler lehine olmak üzere kaybettiler. Üretim de köle emeğine dayalı plantasyonlardaki şeker üretimine kaydı. Amerikan 'yerli nüfusunun' sistematik jenosit ve katliamlarla hemen hemen yok edildiği koşullarda, emek açığı ortaya çıkmıştı ve kapitalist plantasyonlarda ve madenlerde çalışacak işgücü ancak Afrika'dan getirilecek köle emeğiyle kapatılabilirdi. Avrupalılar, Hıristiyanlaştırma, İspanyollaştırma, ruhları cennete yollama retoriğiyle Kuzey, Orta ve Güney Amerika halklarına yıkımı ve yok oluşu dayattılar.
"Kuzey Amerika'da Yerliler, Sioux'lar, Iroquois'lar, Comanche'lar, Huronlar, Cherokees'ler katledildiler. Orta Amerika'daki krallıklar: Yucatán, Maya ve Aztekler, Toltéques'ler yok edildiler. Aynı şekilde Güney Amerika'daki Chumi'ler, İnka'lar, Tukuna'lar, Tupi'ler vb. kanda boğuldular." (1)
İspanyollar tarafından işletilen Bolivya'daki gümüş madenlerinde 1650 yılına kadar geçen dönemde yaklaşık 8 milyon Kızılderilinin hayatını kaybettiğini hatırlamak (rahatsız edici olsa da ) gereklidir. Fetihin başlamasını izleyen yüzyıldan az bir zamanda Meksika'da yaşayan 'yerli halkın' nüfusu yüzde 90 oranında azalarak 25 milyondan 1.5 milyona düştü, aynı şekilde Peru'daki nüfusun da yüzde 95 oranında azalarak yok olmanın sınırına yaklaştığı biliniyor. İşte bu aşamada 'Atlantik üçgeni' denilen ticari ilişki ağı oluşmuştu. Avrupa'da üretilen sanayi malları (çoğunlukla silah) gemilere yüklenip Afrika'ya, Afrikalı köleler Amerika'ya, Amerika'nın şekeri, vb. de Avrupa'ya taşınıyordu. 18. yüzyıl aynı zamanda İngiliz, Fransız ve Hollandalıların dünyanın geri kalanındaki bir çok bölgeyi denetimleri altına aldıkları bir yüzyıl olmuştu.
Sözünü ettiğimiz merkantilist dönemde kıtalar arası ticaret büyümekle birlikte, kompozisyonu fazlaca değişmiş değildi. Ticaret konusu olan mallar hâlâ lüks sayılabilecek mallardan oluşuyordu: Baharat, tütün, şeker ve tabii kıymetli madenler (altın, gümüş) bir de o dönemin bir özelliği olarak köle ticareti... Elbette merkantilist dönemde en büyük tahribat Amerika kıtasında ortaya çıktı. Amerika halkları yarattıkları uygarlıklarla birlikte neredeyse bütünüyle tarihten silindi... İkinci derece tahribat köle ticareti sonucu Afrika'da ortaya çıktı. Hindistan'ın zenginliğinin yağmalanması dışında Asya'daki tahribat sınırlı kalmıştı.
18. yüzyıl, Batı Avrupa'da özellikle de İngiltere'de pazar için üretim yapan ve ücretli işçi kullanan küçük boyutlu kapitalist işletmelerin sahneye çıktığı yüzyıldı. Emek verimliliği artmaya devam etmekle birlikte hâlâ dünyanın başka bölgelerinden (özellikle Asya'dan) fazla yüksek değildi. Devlet destekli teknik gelişme hızlanmıştı. Zaten on altıncı ve on yedinci yüzyıllar, ticari ve askeri girişimleri destekleyen ve onlarla bağlantılı olarak gelişen "bilimsel devrimler" çağıydı. Astronomideki ve zaman ölçümündeki gelişme gemiciliğin gelişmesini hızlandırırken, fizik biliminde 'Newton devrimi' doğanın ve dünyanın 'algılanışını' baştan aşağı değiştirmişti...
1800'lü yılların başında (19. yüzyıl) kapitalizm merkantilist aşamadan sanayi kapitalizmine sıçradı. Ekonomik plandaki bu 'yeniliğe' siyasal planda burjuva devrimlerinin (Amerikan ama asıl Fransız devriminin) itmesiyle yeni bir siyaset anlayışı eşlik etti. Sömürgeci-emperyalist bir güç olan İngiltere, Fransa aleyhine etkinlik alanını genişletti ve en önemlisi Hindistan'a yerleşerek büyük bir 'hazineye' kavuştu. Zengin Hindistan'nın içi boşaltıldıkça İngiliz imparatorluğu da 'şişiyordu'...
Bu aşamada sanayi devrimi denilenin neden başka yerde değil de İngiltere'de ortaya çıktığı sorusunu tartışmamız gerekmiyor. Ama 'uygun' iç ve dış faktörlerin ve belirleyiciliklerin diyalektik bütünlüğünün böylesi bir oluşumu sağladığını söyleyebiliriz. Ve bu 'uygun' dış koşulların başında hiç şüphesiz 1500-1800 yılarını kapsayan 300 yıllık dönemde başta Amerika kıtası olmak üzere Asya ve Afrika'dan taşınan servet ve zenginlikti. Velhasıl sanayi devrimini finanse eden kaynağın çoğu dünyanın geri kalanın sömürüsünden, yağma ve talanından sağlanmıştı. Bir önceki döneme göre daha büyük ölçekli ve birbirleriyle rekabet halindeki kapitalist işletmeler, pazar için üretim yapıyor ve bunun çoğunu başta İngiliz sömürgeleri olmak üzere dünyanın her yerine ihraç ediyordu. Elbette sermaye büyüdükçe onu üreten işçi sınıfı (proletarya) da büyümek durumundaydı.
İngiltere denetimi altında tuttuğu bölgelerden (sömürgelerden) ucuz hammadde (özellikle de pamuk) sağlıyor ve ürettiği pamuklu mãmulleri tüm dünyaya ihraç ediyordu. Üretim sürecine sokulan her yenilik verimliliği arttırıyor, sömürüyü derinleştiriyor, sermayeyi büyütüyor ve her seferinde yeni pazarlar elde etmek, bu amaçla daha çok alanı denetim altına almak zorunlu hale geliyordu.
Fakat söz konusu süreç sadece İngiltere ile sınırlı değildi. Yeni üretim yöntemleri ve kapitalist ilişkiler, diğer bazı Avrupa ülkelerinde (Fransa ve Almanya...) ve ABD'de hızla gelişiyordu. Nitekim daha on dokuzuncu yüzyılın sonu gelmeden Almanya ve ABD, İngiltere'nin korkutucu rakipleri haline gelmişlerdi ve pazar kavgası kızışmıştı... Onları da Japonya izliyordu. Aslında Japonya'nın durumu ilginçtir. Zira, Japonya kapitalistler arası yarışa katılan yegane Avrupa-dışı ülkeydi. Bilindiği gibi ABD, Avrupa'nın doğrudan uzantısıdır, dolayısıyla onu Avrupa'dan ayrı saymamak gerekir. Bu vesileyle bir tartışmayı hatırlatmak ilginç olabilir.
Avrupa dışı bir ülke olan Japonya'nın kapitalist gelişmeyi sağlamış ve kapitalist ülkelerarası yarışa katılabilmiş olması, bazı teorisyenler tarafından onun dünyanın başka ülkelerinden farklı olarak, Batı'nın sömürgesi veya yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş olmayışıyla, Batı etkisi dışında kalışıyla açıklamaya çalışılmıştır. Başka bazı teorisyenler de son tahlilde belirleyici olanın iç dinamikler, iç faktörler olduğunu, Japonya'da Batı Avrupa'dakine benzer sosyal ve ekonomik ilişkilerin (Japon feodalizmi) kapitalist gelişmenin yolunu açtığını ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla Japonya feodal geçmişi itibariyle Batı'ya benzediği için kapitalist gelişmenin mümkün olabildiğini ileri sürmüşlerdir.
Kutuplaşma Şekilleniyor
19. yüzyılda kapitalizmin etkisi altına girmeyen, sömürgeci emperyalist ülkelerin doğrudan veya 'yarı-sömürgesi' statüsüne indirgenmeyen bir dünya ülkesi hemen hemen kalmadı. Asya'nın tamamı, Afrika, Latin Amerika kapitalist ekonominin etkinlik ve yayılma alanı haline geldi, dünyanın görüntüsü değişti ve yeniden biçimlendi.
İngilizler Güney Asya'yı sömürgeleştirdiler, Çin'i silah zoruyla afyon ticaretine zorladılar. Fransızlar Hindi Çini'ne, Hollandalılar Doğu Hint adalarına yerleştiler ve Rusya kuzeyde Sibirya, doğuda Orta Asya'ya doğru yayılmasını sürdürdü. Afrika (Osmanlı imparatorluğunun biçimsel hakimiyeti altındaki sınırlı bölgeler dışında) Fransızlar, İngilizler ve Belçikalılar tarafından paylaşıldı. Latin Amerika İspanyollardan ve Portekizlilerden biçimsel olarak bağımsızlaştı ama bu bilinen anlamda kurtuluş savaşı sonucu kazanılmış bir 'bağımsızlık' değildi. Yegane değişiklik 'beyaz egemen sınıfın' yönetimi devralmasıydı. Zaten Orta ve Güney Amerika önce İngilizlerin, arkasından da ABD'nin nüfûz bölgesi (arka bahçesi) durumuna gelecekti...
Osmanlı İmparatorluğu da emperyalist Batı'nın bir yarı-sömürgesi haline geldi. Bu dönemde dünya ölçeğindeki kutuplaşma, çevre-merkez, gelişmiş- azgelişmiş, sanayileşmiş- sanayisizleşmiş ikilemi kesin olarak yerleşti.
Artık dünya ticareti de önceki dönemlerde olduğu gibi lüks mallar ticaretinden sanayi kapitalizminin ürünleriyle hammadde ve tarım ürünlerinin yaygın ticaretine dönüştü. Sanayileşmiş ülkeler sanayi ürünleri ihraç ediyor bunun karşılığında hammaddeler ve tarım ürünleri ithal ediyorlardı ve bu eşit olmayan bir değişimdi. Başka türlü ifade etmek istersek, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ticaret ve yatırım ilişkileri hakim durumdaki ekonomiler lehine işliyordu. Bunu kan kaybının derinleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz.
O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşecekti. Nitekim, 1800 yılında (bundan 200 yıl önce) 'zengin ülkelerle' 'yoksul ülkeler' arasındaki fark bire iki (1'e 2) iken, şimdilerde bire altmıştır (1'e 60) ve 'modernleşme', 'kalkınma' 'küreselleşme', vb. söylemine rağmen bu fark hızla büyümeye devam etmektedir. Dünyanın Batı Avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz konusu halkların kendi kendilerine yeterli olmaktan çıkarılması, toplumsal-kültürel yapılarının aşındırılması, kültürlerinin tahrip edilmesi, emperyalist güçler ve onların sözcüleri tarafından uygarlaştırma misyonu olarak sunulacaktı...
Başlangıçta Amerika halklarını Hıristiyanlaştıranlar, sanayi kapitalizminin yerleştiği dönemde de uygarlaştırıyorlardı... Yazık ki, II. Enternasyonalin sosyalistleri de söz konusu uygarlaştırma misyonu söylemine kendilerini kaptırmışlardı ve bu konuda emperyalist efendilerden pek farklı düşünmüyorlardı...
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, sözünü ettiğimiz Kapitalizme özgü merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir sonucu olarak, kapitalist işletmelerin ölçeği büyüdü, Karteller, tröstler, konzernler biçimindeki büyük tekeller dünya pazarında etkinliklerini artırdılar. İşte, tekellerin ortaya çıktığı bu döneme emperyalizm denmiştir. Bu dönemin bir özelliği de mal ihracına sermaye ihracının da eklenmesidir.
Elbette sermaye ihracı mal ihracının yerini almıyordu, tam tersine mal ihracı artmaya devam edecekti. Sermaye ihracı, hükümetlere borç verme bir yana bırakılarsa, daha çok kapitalist hakimiyeti pekiştirecek, sömürüyü derinleştirecek alt-yapı yatırımlarına ve hammadde kaynaklarına (madenler, plantasyonlar, vb.) yöneliyordu. Artık dünyanın tüm doğal ve beşeri zenginliği emperyalist sömürüye açılmıştı. Dünya emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı ama pastadan pay alamayan 'yeni yetme güçler'de (Almanya, Japonya) 'paylaşılanı yeniden paylaşmayı' dayatıyorlardı. İşte iki emperyalistler arası savaşın gerçek nedeni bu idi.
Emperyalist saldırı söz konusu olduğunda, saldırıya maruz kalanların bu saldırıyı 'hayır duasıyla' karşılamaları elbette mümkün değildir. Nitekim, ilk emperyalist yayılmanın ardından saldırının ve kutuplaşmanın yıkıcı sonuçlarına karşı sayısız isyanlar oldu. Tarih saldıranlar tarafından yazıldığı için saldırıya uğrayanların hikayesi ya gerektiği gibi anlatılmaz ya da geçiştirilir. Bu isyanların en çok bilineni, 18. yüzyıl sonunda San Domingo'daki (bu günkü Haiti) köle devrimidir. Daha sonra 1900'lerin başındaki Meksika devrimini ve 1950'lerin sonundaki Küba devrimini de aynı çizginin devamı saymak gerekir.
Rus (Bolşevik) devrimi, Çin devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal halk kuruluş hareketleri de son tahlilde kapitalizmin ortaya çıkardığı kutuplaşmaya tepkiden başka bir şey değildir. Bütün bu devrimlerin kapitalist dünya sisteminin çevresinde patlak vermesi de bir tesadüf değildir.
Sovyet sisteminin daha yüzyılın sonu gelmeden çökmesi, Çin'in 'sosyal piyasa ekonomisi' retoriği altında kapitalizme yelken açmasının nedenlerini tartışmanın yeri burası değil. Kesin olan bir şey varsa, Kristof Kolomb'un macerasıyla başlayan ve yaklaşık 450 yıl devam eden sömürgecilik dönemi sömürge halkların mücadelesiyle İkinci emperyalistler arası savaşı izleyen yaklaşık iki on yılda tarihe karıştı. Sömürgeciliğin doğrudan versiyonundan kurtulan dünya halkları dünyanın zenginliğine ortak olma iddiasıyla ortaya çıksalar da, bu gün durum özde değişmiş değil.
Sömürgecilik tasfiye edildi ama bu emperyalizmden kurtulmak anlamına gelmiyordu. Başka yerde yazdığımız gibi, hem kapitalizmin, emperyalizmin varolmaya devam etmesi hem de dünyanın geri kalanının emperyalist merkezler gibi olması mümkün değildir. Oysa, sömürgeciliğe karşı halk hareketlerine öncülük edenler, kapitalizme rağmen durumlarının iyileşeceğine, 'sofraya dahil olabileceklerine' inanmış gibiydiler...
Elbette bağımsızlığa yeni kavuşan ülkelerin yöneticilerinin yanılsamaya kapılmalarını kolaylaştıran bir şey vardı. 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaş ve tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşayan emperyalist dünya sistemi, İkinci Savaşın ardından uzun sürecek (yaklaşık otuz yıl) bir genişleme dönemine girdi.
Bu genişleme dönemi aynı zamanda ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine bir tablonun ortaya çıktığı dönemdi. Faşizmin yenilmesi, Sovyet sisteminin bir çekim merkezi ve sosyalizmin insanlığın umudu haline gelmesi, kurtuluş hareketlerinin sömürgeciliğin doğrudan (klasik) biçimini tasfiye etmesi, güç dengelerini değiştirmişti. Sonuç itibariyle sermaye mevzi kaybetti ve bir dizi ödünler vermek zorunda kaldı. Dünyanın her yerinde emekçi sınıflar lehine bir güç dengesi oluştu.
Bu durum, sömürgecilikten kurtulan ulusların yönetici azınlıklarının veya önderliklerinin "Batı'yı yakalamanın", "Batı gibi olmanın" mümkün olduğu yanılsamasına kapılmalarını kolaylaştırmıştı. Her yerde iyimser beklentiler egemendi. Emperyalist ülkelerde 'sosyal devlet', Üçüncü Dünya'da da "ulusal kalkınmacı veya ulusal-popülist" denilen model, İkinci Dünya'da da (Sovyet bloğu) merkezi planlamaya dayalı sistem geçerliydi. Elbette kapitalizmin içine girdiği genişleme döneminin bir sınırı vardı ve o sınıra ulaşıldığında geçerli güç dengelerinin devamı mümkün değildi. "Balayı döneminin" sonu mutlaka gelecekti.
Ve emperyalist dünya sistemi 1970'li yılların ilk yarısında yeniden "yapısal krize" girdi... Sermaye saldırıya geçecekti ama önce 'ideolojik alanın' hazırlanması gerekiyordu. Neoliberal ideolojik tezler mayalandırıldı ve yayıldı. Kapitalist ekonominin krizinin sorumlusu da bulunmuştu: Aşırıya vardırılan devlet müdahaleleri...
Neoliberal tezler her ne kadar 1980'li yılların başından itibaren tam bir etkinlik sağlasalar da, mayalandırılmaya başlandığı tarih 1940'lı yılların ortalarına kadar geriye gidiyordu. Velhasıl sermaye kapsamlı bir saldırıya geçti.
'Küresel Kapitalizmde Yeni ve Orijinal Olan!'
Sermaye kâr oranlarını restore etmek üzere liberalleşme, deregülasyon ve özelleştirme üçlü sloganını ön plana çıkardı. Bunların pratik politikaya tercüme edilmesi, sermayenin önündeki tüm engellerin ve kısıtlamaların ortadan kalkması, dünyanın büyük sermaye ( çokuluslu şirketler veya transnasyonal firmalar) için dikensiz gül bahçesi haline gelmesi demektir.
Bilindiği gibi bu üçlü slogandan birincisi olan liberalleşme, sermayenin uluslararası arenada rahatça hareket etmesinin koşullarının yaratılması demektir. Bu amaçla her türlü gümrük korumasına ve yabancı sermayeyi kısıtlayan önlemlere ve düzenlemelere savaş açıldı. O kadar ki, sermayenin hareketini kısıtlamak, dünya refahını kısıtlamakla özdeş sayılıyordu...
Liberalleşme sermayenin dünya ölçeğindeki hareketini kolaylaştırmayı amaçlarken, deregülasyon da her bir ulus-devlette sermayenin hareketini kısıtlayan düzenlemelerin ortadan kaldırılması demektir. Devlet tarafından sermayeye yönelik düzenlemenin kaldırılması demek, işçi sınıfı, genel olarak emekçi çoğunluk, toplumun 'korumasız' kesimlerine yönelik düzenlemelerin ve kurumsal yapının tasfiyesi anlamına geliyor. Elbette söz konusu deregülasyon kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan 'azgelişmiş' bir ülkede yapılıyorsa, bu her türlü kalkınmacı amaçtan istifa etmek anlamına gelecektir...
Özelleştirme devlet tarafından oluşturulmuş ekonomik amaçlı kamu işletmelerinin özel sektöre satılmasını (değilse tasfiyesi) öngörüyor. Buradaki gerekçe devletin kaynakları verimli kullanamadığı, israf ettiği düşüncesinden hareket ediyor. Elbette özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiçbir inandırıcılığı ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Buradaki asıl amaç dünya pazarında talebin sürekli daraldığı koşullarda hazır bir iç ve dış talebi olan işletmeleri ele geçirmekle ilgilidir.
Elbette özelleştirme sadece pazar için üretim yapan (bizde KİT denilen) kamu işletmelerini kapsamıyor. Devletin geleneksel olarak üstlenegeldiği bir dizi kamu hizmeti de ( eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.) özelleştiriliyor. Aslında devletin bir yandan kamu hizmetlerini sağlamak için vergi alırken diğer yandan da bu hizmetlerin özelleştirme kapsamına alınması arasındaki tersliğin tartışma konusu yapılmaması düşündürücüdür... Netice itibariyle neoliberal politikalar yaklaşık 150 yıllık dönemde işçi sınıfı, mütevazı toplum sınıfları ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Üçüncü Dünya ülkeleri lehine kazanılan mevzilerin düşürülmesini amaçlıyor.
Kapitalizmin küreselleşme denilen (içinde bulduğumuz ) son evresi aslında ileri sürüldüğü gibi bir dizi yeni ve orijinal 'özellik' arz etmiyor. Eğer gerçekten bir yenilikten söz edilecekse, belki bu aynı merkantilist dönemin başındaki, ya da sanayi devrimi sonrasındakine benzeyen kapsamlı bir saldırı olmasıdır. Kapitalist - emperyalist dünya sisteminin son dönem eğilimlerinin hiçbir orjinalliği yok. Yenilik kapitalizme özgü eğilimlerin ve dinamiklerin yeni veçhelerinden ve 'görüntülerinden' başka bir şey değildir.
Yeni teknolojiler ( komünikasyon ve enformasyon) sadece son döneme özgü bir yenilik değil. Teknolojik yenilenme ve gelişme kapitalizmin doğasında içerilmiş bir eğilimin sonucu olarak ortaya çıkıyor ve belirli tarihsel dönemlerde 'sıçrama' söz konusu oluyor. Her dönemde hegemonik bir güç olduğu gibi. Bu bakımdan sanayi devrimine giden yolun aralanmasında belirleyici olan buhar makinaları o dönemin en büyük yeniliğiydi. Kömürün kapitalist üretimin başat enerjisi haline gelmesi, daha sonra petrol ve elektriğin üretim sürecine sokulması söz konusu süreçte hep aynı anlama gelen şeylerdi. Elbette yeni teknolojiler hem kapitalist yayılmayı kolaylaştırıyor hem de emek-sermaye ilişkisini yeniden biçimlendiriyor. Yeni teknolojiler üretimin 'parçalanmasına' ve bir merkezden yönetilmesine olanak veriyor. Finans sermayesinin hareketini kolaylaştırıyor. Sendikaları etkisizleştiriyor.
Kapitalizmin son dönemde adından çok söz ettiren çokuluslu-uluslarüstü veya transnasyonal denilen şirketler de aslında yeni değil. Daha önce sözünü ettiğimiz, merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin ulaştığı bu günkü düzeydir. Tekeller yüzyıl önce de vardı ve bu zaman sarfında büyümeye devam ettiler...
Elbette böyle bir tespit yeni durumu hafife almak anlamına gelmiyor. Nitekim 1970'li yılların başından bu yana söz konusu şirketler çok büyük bir güce ve etkinliğe ulaştılar, o kadar ki, şimdilerde ulus- devletleri 'aşındırır' duruma geldiler. Ama söz konusu 'aşınmayı' nüanse etmek gerekir.
Kimileri bu durumu artık devletin ortadan kalkmakta olduğu biçiminde yorumlama eğilimindedir ki, bu gerçek duruma denk düşmüyor. Devleti küçültme retoriği için de aynı şey söz konusu. Bu gün dünyadaki en büyük 100 ekonomiden 50'si artık devletler değil çokuluslu şirketlerdir. Aynı şekilde en büyük 200 çokuluslu şirketin toplam yıllık iş hacmi insan havsalasını zorlayacak büyüklüğe ulaşmış durumda...
Bir başına General Motors çokuluslu şirketinin yıllık iş hacmi Yunanistan'ın milli gelirinden daha fazla...
Elbette bu kadar büyük bir güce ve etkinliğe ulaşmış söz konusu çokulusluların devlet karşısındaki konumları ve devletle olan ilişkileri yeniden biçimleniyor ama bu devletin 'sönmesi' anlamına gelmiyor. Devlet olmadan yada aynı şeyi başka türlü ifade edersek, siyasi planda bir otorite ve düzenleme olmadan kapitalizmin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Şimdilerde yaşanan 'gerilim' ulus-devletlerin aşınmasının ortaya çıkardığı boşluğu dolduracak üst-düzey bir siyasi otoritenin yokluğudur. Zira, mevcut uluslararası kurumlar ve aygıtlar ulus-devletten nöbeti devralacak durumda değil.
Ulus-devletin aşınması asıl Üçüncü Dünya Ülkeleri için büyük önem arz ediyor. Nitekim, söz konusu ülkeler emperyalist merkezlerce dayatılan neoliberal politikaları benimsediklerinde kompradorlaşma tercihi yapmış oluyorlar ki, bu bir bakıma bağımsızlık öncesi döneme geri dönmek anlamına geliyor. Ya da geleceklerini çokuluslu şirketlere 'emanet etmiş oluyorlar'.
Emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkenin kendi geleceğini 'pazar ekonomisine', dolayısıyla çokuluslu şirketlerin insafına bırakması sömürgeciliğin yeni versiyonunu kabullenmek demeye gelir.
Şimdilerde Üçüncü Dünya'daki devletler (elbette hepsi değil) emperyalist merkezlerin ve onların çokuluslu şirketlerinin ayak işlerine koşulmuş aygıtlara dönüşmüş durumdalar. Bütünüyle kompradorlaşmış bu devletler zaten hiçbir zaman gerçek anlamda ulus-devlet tanımına uygun bir yapıyı temsil etmediler. İçi boş kabuktular. Şimdilerde 'kendi ülkelerinde' emperyalizmin, çokuluslu şirketlerin 'zabıta işlerine' koşulmuş durumdalar. Bu yüzden de artık hiçbir meşruluk temeline dayanmaları mümkün değildir. Türkiye söz konusu kompradorlaşmış rejimlerin tipik bir örneğini oluşturuyor...
Son dönemin bir özelliği de finans sermayesinin etkinliğinin artması ve üretimle söz konusu sermaye arasındaki bağın büyük ölçüde kopması, değilse de ilişkinin biçim değiştirmesidir. Fakat söz konusu finanslaşma kapitalizmin krizi aşmak için yaptıklarından bağımsız değildir. Nitekim, mevcut koşullarda "verimli bir biçimde kullanılması" mümkün olmayan devasa bir para sermayesi, finans sermayesi birikmiş durumda.
Pazarın daraldığı, işsizliğin, yoksulluğun derinleştiği, dolayısıyla talebin dünya ölçeğinde yeteri kadar büyümediği koşullarda, gelir bölüşümü de ulusal ve küresel planda hızla varlıklı kesimler lehine daha çok bozulurken, söz konusu sermayeyi bilinen anlamda 'verimli yatırımlarda' kullanmak mümkün olmuyor. Dolayısıyla sermayenin potansiyel 'toplu değersizleşme' riski ortaya çıkıyor. İ
şte sermaye böyle bir riske karşı kendini koruyabilmek, 'toplu değersizleşme' riskini bertaraf etmek için kısa dönemde yüksek kâr vadeden spekülatif faaliyetlere yöneliyor, başka şirketler satın alınıyor, bizde 'şirket evlilikleri' denilen füzyonlar, Üçüncü Dünya'ya açılan kredilerle (dış borçlar) bu ülkeler yağmalanıyor, borsa oyunları, vb. gündeme geliyor, özelleştirmeleri de bu bütünlük içinde anlamak gerekir.
Böylece 'uçan sermaye' üretim dışı alanlarda bir "değerlenme" olanağına kavuşuyor. Oysa, kapitalizmin mantığı bakımından asıl çözüm bu tür spekülatif arayışlarla mümkün değildir. Bir kere gelir dağılımını sürekli bozan sürece dokunulmuyor. Bunun anlamı üretimin kaçınılmaz olarak 'lüks tüketimi' tatmine yönelmesidir ki, satın alma gücünden yoksun geniş kitleler kapitalist pazarın dışına itiliyor. Yatırım kararlarına müdahale edilmiyor. Pazar ekonomisinin ( aslında sözü edildiği gibi kendi kendini düzenleyen bir pazar ekonomisi zaten mümkün değildir) sorunları çözeceği söyleniyor. Sonuç 'yapısal krizin' müzminleşmesidir. Gerçekten her gün devasa bir finans sermayesi (uçan sermaye) bir borsadan diğerine,bir döviz piyasasından diğerine spükülatif amaçlarla hareket halinde. Döviz piyasanında dönen günlük sermayenin yaklaşık 1.5 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor...
Geçerli eğilimler ve süreçler giderek daha çok insanın dışlanması, satın alma gücünden mahrum edilmesiyle sonuçlanıyor. Bir taraftan küreselleşmenin sunuluşu, diğer yandan ortaya çıkan tablo tam bir çelişki tablosudur.
İnsanların sistem tarafından dışlandığı, marjinalleştiği, işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin büyüdüğü, doğal çevre tahribatının derinleştiği, gezegen riskinin tehlikeli bir eşiğe doğru ilerlediği, insânî değerlerin aşındığı durumun insanlığın nihai kurtuluşu olarak sunulması ibret vericidir. Dolayısıyla gerçek durum tevatür edilenden çok farklıdır. Asıl söz konusu olan kriz yönetimidir ve krizi yönetmek üzere uygulanan neoliberal politikalar işçi sınıfı ve Üçüncü Dünya halkları için bir yıkıma dönüşüyor. Elbette sınıflı toplumda kavramlar herkes için aynı anlama gelmiyor.
Küreselleşme denilen mevcut süreç dar bir dünya elitini, küresel ayrıcalıklılar sınıfını hızla zenginleştiriyor. Zenginleşen bu kesime Üçüncü Dünya'nın ayrıcalıklı azınlıkları da dahildir. Zaten Üçüncü Dünya'nın 'egemenleri' doğrudan emperyalizmin bu ülkelerdeki uzantılarından başka bir şey değildir... Her gün yoksulların sayısı artarken zenginlerin sayısı da artıyor. Her yıl yeni dolar milyarderleri türüyor ve bunların 'başarı öyküleri' dillerden düşmüyor.
Kapitalizmin yapısal krizine eşlik eden kominikasyon ve enformasyon devrimi bir taraftan gelir dağılımını hızla varlıklı sınıflar lehine bozarken, diğer yandan da işçi sınıfının geleneksel mücadele yöntem ve araçlarını işlevsizleştiriyor. Dolayısıyla yeni mücadele yöntem ve araçlarının oluşturulması ve bunun evrensel planda bir karşı- harekete, küresel muhalefete dönüştürülmesi bu günden yarına mümkün değildir ama gereklidir. Zira, ezilen, sömürülen, dışlanan, aşağılanan emekçi çoğunluğun küreselleşme olarak sunulun bu kapsamlı saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir.
Eğer, sömürü ve yoksulluk küreselleşiyorsa ve sorunlar ancak küresel düzlemde çözülebilir hale geliyorsa, mücadelenin de küresel plana taşınması işin doğası gereğidir. Son yıllarda ortaya çıkan süreç yeni bir "bilincin" ve "mücadele üslubunun" mayalanmakta olduğunun işaretlerini veriyor.
Saldırı bundan önce olduğu gibi bundan sonra da mutlaka karşılık bulacaktır. İnsanlık aşınan değerlerini tamir etme olanağına mutlaka kavuşacaktır. Zira, sadece sömürü ve baskıya maruz değiller. Kapitalist yağma düzeni toplumsal yaşamın tüm veçhelerini metalaştırıp özelleştirme kapsamına sokuyor. Başta doğal çevre olmak üzere, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, bilimsel ve estetik faaliyet, bilimsel araştırmalar, velhasıl insan yaşamını ve onu çevreleyen, ona anlam ve değer katan ne varsa paralılaştırıyor, metalaştırıyor, soysuzlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Böylesi eğilimlerin ve süreçlerin geçerli olduğu bir dünyada mutlu küreselleşme şarkıları söylemenin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?
Şimdilik ideolojik alan büyük sermayenin adamlarının tekelinde ve uyuşturucu etkisi yaratıyor ama bu nihai bir durum değildir. Tam bir yalan, manipülasyon, dezenformasyon makinasına dönüşen medya tekeli de daha uzun süre etkili olamaz. Ezilenler yeni mücadele araçlarını yaratırken, nasıl olsa medyanın iktidarına da son vereceklerdir.
Araç mutlaka ona asıl sahibi olması gerekene iade edilecektir. Zira gerçeğin bir aracı olması gereken medya şimdilerde yalana ihtiyacı olanların elindedir...
Öyleyse kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)