Fethullah ve püf noktası
Fethullah ne diyordu:
“Arkadaşlarınızın mevcudiyeti, İslam'ın geleceği adına bu işin garantisidir yani. Bu açıdan Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hálá bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır.”
Evet, bundan on yıl önce televizyonlara düşen ünlü kasedinde böyle diyordu Fethullah. İki kurum ise öncelikli önemliydi, biri adliye, biri mülkiye. Bu iki kurum ele geçirilecekti.
Ama bu konuşmada asıl önemli kavram “püf noktası” kavramıydı.
Sistemin püf noktaları bulunacak ve aşılacaktı!
İşte şu anda yapılacak olan referandum, bulunan bu püf noktalarından birisidir, belki en önemlisidir. En önemlisidir çünkü bu anayasa taslağı geçerse, AKP’nin artık püf noktası bulması ve aşması gibi bir sıkıntısı kalmayacak. Çünkü sistem AKP’nin eline geçmiş olacak!
Tayyip ve hukuk yanyana gelince neden ters mıknatıslanma yapar?
Peki bu referandumla ilgili püf noktaları neler?
AKP inanılmaz bir yüzsüzlükle, tarihin en yalan kampanyasını yürütüyor, en büyük demogoglar sahne alıyor, en büyük tehditler savruluyor, en kafa karıştırıcı söylemler havada uçuşuyor.
AKP’nin tüm bu kirli, kara ve yalan propagandasının altında yatan püf noktaları o nedenle açığa çıkartılmalı.
AKP’nin en çok başvurduğu kavram, yargının meclisi kuşattığı.
Tayyip Erdoğan’ın hukuk düşmanlığı, Yargıtay’a, Danıştay’a kini, Anayasa Mahkemesi ile olan “ters mıknatıslanması” en bilinen şeyler.
Öncelikle “hukuk ve Tayyip”in, “hukuk ve AKP”nin neden biraraya geldiklerinde böylesine bir “ters mıknatıslanma” yaptığını açıklayalım.
Bundan 3 sene önce şöyle yazmıştık:
“Kürt-İslam Sentezi aslında bir sentez değil faşizmdir ve bu ikisi arasında çok önemli bir fark vardır.
Kürt-İslamcı güçler, kendi güçlerine güvenerek demokratik bir ortamda iktidara gelip, bu iktidarlarını da yine demokratik bir rejim altında sürdürecek bir geleneğin ürünü değildirler.
Temelinde bir kabile düzeyini hiç aşamamış ilkel bir Kürt kavmiyetçiliği ile yine bu toplumsal yapının ürünü olan şeyhlik olduğu için Kürt-İslamcı hareket doğal olarak ilkel bir diktatörlük, faşizm ile kendini ortaya koymaktadır.
Her siyasal ideoloji çağımızda hukuksal zeminde yükselir. Ancak bu Kürt-İslamcı faşistler kesinlikle hukuksal bir rejime karşıdırlar. Bunların düzeninde değil hukuğa, kanuna bile yer yoktur.
Bunlar hukuk devletini rafa kaldıracak, kanun devletini bile mumla aratacak bir emir devleti kuracaklardır.
Burada emir devleti ifadesi tam oturmaktadır: Nitekim bugün bile Şeriatçı ülkelerin başında Emirler bulunmaktadır.
Şeriatçı rejimin sahipleri, Şeyhler, Emirler gücü halktan değil Allah’tan aldıklarını iddia ederler. Bu nedenle halkın iktidardaki temsilcisi değil, Allah’ın yeryüzündeki emir eridirler.
Şeriatçıların ağzındaki “Allah’tan başka kimseden korkmam” sözünün gerçek anlamı da “Allah’tan başka kimseye hesap vermemektir.”
Böylece yeryüzünde her türlü hukuki yaptırımdan kurtulur, öbür dünyada Allah’a hesap vereceklerini söylerler.
Şeriatçı hareketin bu hukuksuz, kanunsuz ve elbette halktan onların çok sevdikleri ifadeyle “cumhur”dan bağımsız ve onun üstündeki diktatörlüğü böylesi bir ideolojinin sonucudur.”
Tayyip’in yargı korkusu
Böylesi bir bakış açısı içinde yetişen bir faşistin hukuktan korkması aslında onun demokrasiden ve en başta da halktan korkması anlamına gelir.
Tayyip, her ne kadar “halka gidelim” söyleminin ardına sığınsa da, aslında onun hukuk korkusu, halk korkusundandır.
Nitekim kendisi yıllar öncesinde “halkı din, dil, ırk kökeninde ayırarak iç düşmanlık ve kışkırtıcılık yapmaktan” mahkum olmuş, sabık bir kışkırtıcıdır.
Aynı kışkırtıcılığa bu referandum kampanyasında da tam gaz devam etmekte, halkı ikiye bölmekte, birbirine karşı kışkırtmakta, kamplara bölmeye çalışmaktadır.
Gelelim şu yargı kuşatması meselesine.
Bir siyasetçinin, hele hele bir iktidarın yargıdan bu şekilde bahsetmesi bile aslında suçtur.
Çünkü yargı, parlamenter demokratik sistemde zaten “yürütmeyi” ve “parlamentoyu” hukuki yönden denetlemek için vardır.
Yani yetkiyi eline geçiren istediğini yapamasın, Tayyip gibi ali kıran baş kesen olmasın diye yargı üçüncü ve bağımsız bir erk olarak kurulmuştur.
Tayyip, yargıya hesap vermek zorunda olan bir hükümetin başındaki insandır. Eğer hukuksuzluk yaparsa yargının buna karşı çıkması en doğal olanıdır, çünkü yargı suç işlenmesine göz yumamaz.
Nasıl ki her Türk vatandaşı, tüm kanunlara uymak zorundaysa, en başta hükümet de uymak zorundadır. Hükümet olmak demek yargı denetiminin dışına çıkma hakkı vermez kimseye.
Ama Tayyip’in istediği tam da budur, hata daha beteri, yargının kendisine doğrudan bağlanmasını istemektedir.
Nitekim evet çıkarsa, yargı, bağımsız ve tarafsız olması gereken yargı Tayyip’in eline geçmiş olacaktır.
Yargı düşmanlığı yapmak suçtur
Tayyip Erdoğan’ın yargı kurumu ve mensupları hakkında kullandığı kelimeler son derece kışkırtıcıdır ve suç niteliğindedir.
Türkiye’de hiçbir katil, hiçbir hırsız, hiçbir tecavüzcü kalkıp Danıştay’a, Yargıtay’a, hukuk sistemine küfredemez.
Yargıya karşı söylenen bu sözler, birincisi ceza hukuğu açısından kovuşturmayı gerektirir. Ama Tayyip’in dokunulmazlığı olduğu için bu kovuşturmalar açılamamaktadır.
İkincisi tazmunat hukkunu ilgilendirir, her bir hakimin ve hukukçunun kendisine tazminat davası açma hakkı doğurur. Bugüne kadar bu hak kullanılmamıştır ama aynı anda binlerce yargıç ve hakim Tayyip’e dava açabilir.
Ama en önemlisi Tayyip’in bu açıklamaları, doğrudan anayasa hukukunu ilgilendirir. Çünkü yargı düşmanlığı, parlamenter sistem ve demokratik rejime karşı girişilen bir suçtur.
Anayasa Mahkemesi’nin sadece bu sözlerden dolayı bile AKP’ye karşı bir kapatma davası açması gerekmektedir. Çünkü, demokratik rejimi ortadan kaldırmaya çalışmak, Anayasayı ihlal suçuna girer.
Anayasa Mahkemesi AKP’nin eline geçecek
Referandum taslağının öne çıkan iki püf noktası var: Anayasa Mahkemesi (AYM) ve HSYK’nın yapısı.
Bilindiği gibi AKP her iki hukuk kurumuna da düşman. Düşman ama bu kurumları ortadan kaldıramıyor. Kaldıramadığı için de bir şekilde aşmayı çalışıyor.
En önemlisi Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi.
AYM’nin 11 asıl, 4 yedek üyesi bulunmaktadır.
2 asıl üyeyi Yargıtay, 2 asıl üyeyi Danıştay, 1 asıl üyeyi Askeri Yargıtay, 1 asıl üyeyi Askeri Yüksek İdare mahkemesi, 1 asıl üyeyi Sayıştay, 1asıl üyeyi YÖK, 3 asıl üyeyi ise avukatlar arasından, Cumhurbaşkanı seçer.
Yani mevcut düzenlemede tüm AYM üyeleri Cumhurbaşkanı tarafından seçilir. Sistemimizde TBMM’nin AYM üyesi belirleme yetkisi yoktur.
AKP’nin referandum paketinde ise AYM’nin üye sayısı 11’den 17’ye çıkartılıyor. Bu 17 üyeden 14’ünü Cumhurbaşkanı, 3’ünü ise TBMM seçiyor.
Görünüşe bakılırsa pek bir şey değişmiyor ama püf naktasına baktığımızda herşey değişiyor.
Birincisi TBMM AYM üyelerini %50 çoğunlukla seçiyor. Yani bir uzlaşma aranmıyor, çoğunluk hükümeti tüm üyeleri kendi yandaşları arasından seçebilecek.
Böylelikle AYM içinde 3 hükümet müfettişi yerleştirilmiş olacak.
Ama daha önemlisi diğer 14 üyenin seçimi.
Sayıştay’ın üye sayısı 1’den 2’ye çıkarılıyor. Ama zaten Sayıştay üyeleri de TBMM tarafından seçiliyor.
Demek ki aslında bu 2 üyeyi de TBMM belirlemiş, yani %50 çoğunluk elde eden hükümet belirlemiş olacak.
AYM içindeki hükümet temsilcisi sayısı böylelikle 5’e çıkmış oluyor.
Şu anda 1 olan YÖK kontenjanı da 3’e çıkartılıyor. YÖK de bilindiği gibi AKP’nin tüm 12 Eylül karşıtı söylemine karşın kaldırmadığı bir kurum. Ve tümüyle hükümetin denetiminde.
3 üyeyi de burdan ekledik mi hükümet temsilcisi sayısı 8’e çıkıyor.
Cumhurbaşkanı’nın doğrudan kendi tercihiyle seçtiği üye sayısı 3’ten 4’e çıkıyor. Cumhurbaşkanı da hükümet tarafından belirlenmiş bir cumhurbaşkanı.
4 üyeyi daha ekledik mi AYM içinde 17 üyeden 12’sinin doğrudan hükümet temsilcisi olduğunu görüyoruz.
Bu ise doğrudan doğruya AYM’ni ele geçirmek anlamına gelmektedir.
Tayyip’in katakullisi
Hukuki açıdan püf noktası bununla sınırlı değil elbette.
Çünkü AKP %33 oyla iktidar geldi ve TBMM’nin % 67’lik çoğunluğunu ele geçirdi.
İkinci gelişinde oyları artmış % 42’yi bulmuştu ama bu defa yine TBMM’nin %60’ını denetledi.
Bu ise demokrasinin en önemli koşulu olan temsil adaletinin çiğnendiğini gösterir. AKP’ye oy veren %40 ile TBMM’nin %60’ı ele geçirilmekte, bu şekilde AYM’nin 17 üyesinden 12’si hükümet tarafından belirlenmekte ve buna halkın, milletin seçimi denmektedir.
Kaldı ki AKP milletvekillerini de AKP teşkilatının değil tek başına Tayyip Erdoğan’ın belirlediğini biliyoruz.
Yani AKP’nin sisteminde Tayyip milletvekillerini belirlemekte,
o milletvekilleri cumhurbaşkanını seçmekte,
elbette Tayyip’in belirlediği adayı seçmekte,
sonra Tayyip’in belirlediği cumhurbaşkanı Tayyip’in milletvekillerinin önerdiği adaylar arasından AYM üyeleri seçmektedir.
Bu, tam da Fethullah efendinin bahsettiği “katakulli”dir!
Tayyip, sistemin püf noktasını bulmuş ve aşmıştır.!
Tayyip’e başkanlık, Kürdistan’a özerklik gelecek!
Öncelikle siyasi partilerin denetimini AYM yapıyor. Yani Anayasal düzenin dışına çıkacak partiler AYM tarafından denetleniyor ve en büyük yaptırım olarak da kapatılabiliyor.
AKP hakkında açılan kapatma davasında ise AKP’nin laiklik karşıtı odak olduğu ancak kapatma yerine para cezası ile cezalandırılmasına karar verilmişti.
Eğer bu referandumda evet çıkarsa bir daha AKP hakkında açılacak davaya AKP’nin belirlediği AYM üyeleri bakacak!
AKP’nin her türlü hukuk dışılığı bu şekilde AYM güvencesi altında yapılmış olacak.
Kaldı ki herhangi bir milletvekili kendi partisinin kapatılmasına yol açacak bir eylemde bulunsa bile milletvekilliği düşmeyecek.
Mesela BDP’nin bir milletvekili dağa çıksa bile milletvekilliği düşmeyecek!
Ama çok daha önemlisi AKP’nin önümüzdeki dönem hazırlayacağı yasa teklifleri de AYM denetiminden geçecek.
Örneğin PKK’nın önerdiği özerk Kürdistan’ı AKP bir yasa haline getirirse ne olacak?
Muhalefet AYM’ye başvuracak. AYM’deki AKP’li üyeler ise bunun Anayasa’ya uygun olduğu kararını verrlerse Özerk Kürdistan kurulabilecek.
Mesela parlamenter sistemde Cumhurbaşkanlığı’na başkanlık yetkisi verilir ve bu yasalaştırılırsa ne olacak?
AYM bu değişikliği de onaylayacak.
Kısacası çok kısa bir dönemde, yani 2011 seçimlerine kadar geçecek dönemde Tayyip’in başkanlık, Kürdistan’ın özerklik yolu açılabilecek.
Kaldı ki AYM’yi ele geçiren AKP’nin seçim yasasında yapacağı değişiklikleri düşünmek bile korku veriyor.
Ama 2011 seçimlerini de alacak bir AKP zaten bir daha seçime gitmeyecektir. Çünkü tüm kurumlar ele geçmiş olacaktır.
HSYK’nın ele geçirilmesi
Referandumda ikinci önemli kurum ise Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK). HSYK’nın görevi hakim ve savcıların atamasını yapmak, gerekirse görevden almak.
HSYK’nın 5 hukukçu üyesi var. Bunların 3’ü Yargıtay’dan, 2’si Danıştay’dan seçiliyor. Adalet Bakanı Kurul’un başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı ise kurulun üyesi. Böylelikle 7 kişilik bir kurul oluşuyor.
Referandum paketi ile kurulun hukukçu üye sayısı 10’a çıkarılıyor. Ama bu 10 üyeyi Tayyip’in düşman olduğu Danıştay ve Yargıtay değil, tüm hakim ve savcılar seçiyor.
Daha demokratikmiş gibi gelen bu seçimin de elbette püf noktası var. Yargıda tecrübeli ve hukuk devleti bilinci ile yetişmiş Yargıtay ve Danıştay üyelerini tasfiye etmek. Fethullah’ın deyimiyle aşmak!
Ama bu kadar değil. HSYK’nın üye sayısı 21’e çıkıyor. 10’unu AKP’yi hakim ve savcılar seçecek ama kalanları kim belirlecek?
4 üyeyi Cumhurbaşkanı seçecek.
Yargıtay yine üç üye seçecek ama Danıştay’ın payı 2’den 1’e düşecek.
1 üye ise Türkiye Adalet Akademisi tarafından belirlenecek.
O halde 21 üyelik HSYK’da 2’si doğrudan Hükümet temsilcisi, 4’ü Cumhurbaşkanının seçtiği hükümet temsilcisi, toplam 6 sağlam AKP’li olacak.
Eğer hakim ve savcıların seçtiği 10 üyeden 5’i de AKP’li olursa, kuruun 11 kişilik çoğunluğu AKP’nin, dolayısıyla Tayyip’in eline geçmiş olacak!
HSYK’nın başkanı din öğretmeni olacak!
Peki HSYK neden önemli?
HSYK, Yargıtay ve Danıştay üyelerini belirliyor. Yani Tayyip’in düşman olduğu kurumları. AKP’nin bir türlü ele geçiremediği kurumları.
Böylelikle Yargıtay ve Danıştay da AKP’nin eline geçmiş olacak.
Mesela şu an görülen Ergenekon davası Yargıtay’a gittiğinde, Yargıtay zaten AKP tarafından belirlenmiş olacak!
Tabi işin daha hukuksuz yanı, Yüksek Yargı mensuplarının atamasını yapacak üyelerin Yüksek Yargıdan değil, sıradan hakim ve savcılar tarafından belirlenecek olması.
Mesela önümüzdeki dönemde HSYK Başkanvekili sıradan bir hakim ya da savcı olabilir. Hukuki kıdem olarak kendi üstlerinin atamasını bu kişiler yapmış olacak.
Tabi bir de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının seçimi var.
Mesela AKP’nin ele geçirdiği HSYK’nın seçeceği Başsavcı CHP ve MHP için kapatma davası açabilir!
Açar ve üsteklik bu davaya 12’si AKP’li olan AYM bakacaktır.
HSYK’yı ele geçirmek aynı zamanda diğer siyasi partileri ele geçirmek için atılmış bir adımdır.
Ama çok daha vahimi, HSYK Başkanı sıfatıyla Adalet Bakanı’nın yetkilerinin arttırılması. Böylelikle tüm HSYK atamalarını Bakan yapacak.
Yargı bağımsızlığı sizlere ömür.
Peki Bakan nasıl seçilir?
Ülkemizde bakan olmak için ilkokul mezunu olmuş olmak yeterlidir.
Mesela AKP önümüzdeki dönem İmam Hatip Lisesi Mezunu birini ya da bir lise din öğretmenini Adalet Bakanı olarak atarsa, bu bakan tüm hukuk sisteminin başına geçmiş olacak.
Yargıtay ve Danıştay üyelerini bu din öğretmeni belirleyecek.
Yani Fethullah’ın deyimiyle sistem aşılacak! GÖKCE FIRAT
30 Ağustos 2010 Pazartesi
TÜM ULUSUMUZUN ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK diyorki,bütün dünya bilsinki,benim icinbir yandaşlık vardır,cumhuriyet yandaşlığı,düşünsel ve toplumsal devrim yandaşlığı,bu noktada yeni TÜRKİYE topluluğuda bir bireyi bunun dışında düşünmek istemiyorum...1924
26 Temmuz 2010 Pazartesi
ÇORUM KATLİAMI GERÇEKLERİ FAŞİZMİN GERÇEK YÜZÜ ÇORUMDA HAYATINI
ÇORUM KATLİAMI GİRİŞ VE BELGELERLE KATLİAM
Çorum katliamı, ülke genelinde işlenen siyasal cinayetlerden, okul işgallerinden, Malatya, Kahramanmaraş, Gazi katliamlarından soyutlanarak; sağ-sol grupların çatışmasıyla değerlendirilemez. Bu katliamın, emperyalist güçler ve ülkemizdeki işbirlikçilerin ortak planlarıdır, eylemleridir.
Genellikle etnik ve mezhep topluluklarının iç içe yaşadığı Doğu, İç ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde gelişen toplumsal muhalefeti baskı ve katliamlarla susturmak, solcu ve Alevileri göçe zorlamayı amaçlamaktadır. Çorum katliamı bu planın bir halkası ve uzantısıdır.
Katliamın Ön Hazırlıkları: MHP ve MSP’nin dışarıda desteklediği Süleyman DEMİREL’in azınlık hükümeti, ırkçı-şeriatçı örgütleri korumuş, eylemlerine göz yumulmuştur. Ayrıca yansız görevini sürdüren Çorum Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alınarak, yerine Tunceli’de bir çok olaya adı karışan Nail BOZKURT, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne MHP’nin militanı olarak tanınan Fethi KATAR getirilmiştir. Yine sağ görüşlü ve taraflı (AP iktidarında İçişleri Bakanlığı yapmış, zehir hafiye diye tanınan Faruk SUKAN’ın bacanağı) Rafet ÜÇELLİ’de Çorum valiliğine atanmıştır. Demokrat olarak bilinen 40’a yakın polis memuru tel emriyle başka illere ataması yapıldı. Bir çok okul yöneticisi ve demokrat öğretmenin, memurun sürgünü ve yer değişimi yapıldı. Devletin bir çok kurum, faşistlerin karargahı haline getirildi. MHP’lilere ruhsatlı silah verilmeye başlandı. Buna karşın, Çorum emniyetinde görevli sağcı ve ırkçı bilinen bir çok polisin başka illere ataması çıkarılmışken, ilişkileri kesilmeden Çorum’da görevlerinin sürdürdüler.
ABD’nin Türkiye Büyük Elçiliği’nde görevli Robert ALEXANDIR PECK (CIA görevlisi olarak tanınır) Çorum’a gider. Çorum’da MHP’li il yöneticileriyle, vali ve CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’yla görüşür, MHP’nin etkin olduğu köy ve ilçeler, ???Alevi-Sünni??? hakkında bilgi edinmeye çalışır. Çorum’dan sonra Amasya ve Tokat’a gider. Amasya’da Alevi-Sünni, sağ-sol çatışması üzerine sorular sorar, ne zaman ve hangi ölçüdebir çatışma çıkabileceği hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. (1) Bu değişim ve çalışmalar sürdürülürken; ülkücü örgütlerin halkı tahrik etmek için çalışmalarını sürdürüyorlardı. Çorum’da 19 Mayıs “Gençlik ve Spor Bayramı” kutlama hazırlıkları sırasında ülkücülerin Bayram töreninde kızların kıyafetlerini gerekçe göstererek halkı tahrik etmek amacıyla şu bildiriyi dağıtıyorlardı:
“Müslüman namusuna sahip çık
19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpeçe ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor.
Yine müslüman evlâdı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu haris-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susun, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere-İslâmcı Gençlik” (2)
Gün SAZAK’ın Ölümü: Ülkücülerin CİHAD bildirisinden 9-10 gün sonra Ankara’da MHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK (1. MC hükümetinde Gümdük ve Tekel bakanlığı yapmıştır.), 27 Mayıs 1980 günü belirsiz kişilerce vurularak öldürüldü. Gün SAZAK Ankara’da öldürülmüş. Çorum’la uzaktan-yakından ilgisi yok. Eğer duygusal bir tepki olacaksa Ankara’da olması gerekirdi. Oysa Türkiye genelinde saldırı, tahrip ve cinayetler başlatıldı, günlerce devam etti. Özellikle Alevi-Sünnilerin, Türk-Kürtlerin iç içe yaşadığı kentlerde saldırı ve cinayetler halka yönetildi. Görülüyor ki, bu saldırı, cinayet ve katliamlar, duygusal bir tepkinin sonucu değil; perde arkası güçlerin ve planladığı, yönlendirdiği eylemlerdir...
Çorum katliamı, Gün SAZAK’ın ölümü gerekçe gösterilerek başlatılmıştır. 28 Mayıs Çarşamba günü, Çorum’un en işlek caddesinde ve çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan sağcı gruplar (ülkücüler) elleri havada kurt işareti yaparak “kanımız alsa da zafer İslâmın, Kana kan, intikam” sloganlarıyla yürüyüşe geçmişlerdir. Yürüyüş korteji, kısa süre sonra saldırıya dönüşür. Cadde üzerinde bulunan solculara ait işyerleri tahrip edilmeye, yakılmaya başlanır. Yürüyüş kortejinin çevresinde görevli polislerin müdahalesi görülmez ve seyirciler.
Çorum’un okullarında sağcıların baskısı, terörü boyutlanarak artar. Öğrencilerin derslere girmesini engellemeye çalışırlar. Öğretmenlere saldırırlar. 28 Mayıs günü başlatılan ilk eylem noktalanır. Sağcı gruplar ve MHP İl Yöneticileri toplanarak ilk günün eyleminin değerlendirmesini yapıyor, yeni saldırı hazırlıklarını planlıyorlardı. Ankara’dan Gün SAZAK’ın cenaze törenine katılanlar (Çevre ile ve ilçelerden) Çorum’a gelmeye başladılar. Ayrıca bazı yabancı turizm şirketleri de Çorum dışından MHP’li militanları Çorum’a taşıyorlardı. 29 Mayıs günü başlatılacak ve günlerce sürecek saldırıların planı, saldırı yapılacak semtler ve görevli olacakların listesi hazırlanır.
29 Mayıs günü sabahıdır. Çorum’un işçisi, memuru, esnafı; öğrencisi ve halkı, günlük işlerini yürütmek için işlerlerine gitmeye hazırlanıyorlardı. Dışarı çıktıklarında, cadde ve sokakların faşist saldırganlarca işgal edildiğini, “Kana kan, intikam” sloganlarıyla saldırılarını sürdürdüklerine tanık olurlar. Saldırganlar ise rastladıkların dövüyor ve esir alıyorlardı. Solcu ve Alevilere ait işlerleri yağmalanıyor, tahrip ediliyor ve yakıyorlardı. Saldırıya uğrayanların, güvenlik güçlerine başvurduklarına “Toplumsal olaydır, müdahale edemeyiz” yanıtını alıyorlardı.
Faşist saldırganlar, Çorum’un caddelerini, sokaklarını, meydanlarını işgal etmekle yetinmemişlerdir, Çorum’la komşu il, ilçe ve köylerle bağlantılı tüm yolları da işgal etmişlerdi. Araçlar durduruluyor, kimlik kontrolü yapılıyor, solcu ve Alevi olanları alıp işkence ediyorlardı. Sağırların, körlerin bile görebilecekleri bu hazırlıkların devlet tarafından görülmemesi olanaklı değildir. Ama önlem alınmamıştır...
Saldırganların bir kolu, demokrat ve sol görüşlü Çorum Gazetesi’ne; sol yayın satan Bahar Kitapevi’ne saldırarak tüm eşyalarını, malzemelerini dağıtır ve tahrip ederler.
Saldırganların büyük bir kolu da, solcuların, Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü Mahallesine yönelirler. Saldırının haberini alan Milönü halkı, yollarda barikat kurarak saldırıya karşı savunma direnişine girişirler. Başka bir kol, Kuruköprü, Üçevler, Sigorta ve Mutluevler semtine yönelirler. Bu semtlerde oturan solcu ve Alevilerin, saldırıdan habersiz ve savunma önlemlerini alamamışlardır. Mevcut güvenlik güçleri ise, bir bölümü yansız kalırken, bazı polislerde saldırganlara yardımcı oldukları saptanır. Bu semtte 45 yaşlarında Servet YILDIRIM isimli bir kişiyi öldürürler. Celal ERDOĞAN (öğretmen), Salih YILMAZ (Öğretmen), Turan KABAKULAK, Vedat ELİAÇIK, Hüseyin ŞİMŞEK, Sefer EKEN, Sezai GÜREN, Neşet AYDIN, Mustafa NALLICA Sadık VASIFOĞLU, Hasan KÖSE, Aşır DEMİREL isimli sol görüşlü kişilerde kurşunla ağır yaralanmışlardır. Yine Altınevler Semtinde evlerinin balkonunda oturan iki kizkardeşe silahla ateş edilmiş ve her ikisi ağır yaralanmışlardır. Bu semt ve mahallelerde bir çok ev ve işyeri de tahrip edilerek yakılmıştır.
Sokağa Çıkma Yasağı: Olayların genişlemesi, karşılıklı çatışmaya dönüşmesi üzerine, Çorum Vali Rafet ÜÇELLİ, sokağa çıkma yasağı koyar. Savunma amacıyla halkın oluşturduğu barikatların kaldırılmasını ister. Saldırıya uğrayan halk, sokağa çıkma yasağına uyarken; saldırganlar özgürce sokaklarda saldırılarını sürdürüyorlardı.
Çorum kalesi yakınındaki semtlerde oturan halkın kurduğu bir savunma barikatına saldırganlar silahla ateş etmekte, ama barikatı aşamıyorlardı. Vali Rafet ÜÇELLİ, halkın kendini savunması için kurduğu bu barikatın kaldırılmasını Jandarma Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE’ye emir verir. Halk ise, can güvenlikleri için kurdukları barikatı kaldırmamakta direnirler. Vali ise, barikatın mutlaka kaldırılmasını, yolun trafiğe açılmasını istemektedir. Jandarma Yarbay Vural GÜRİDE ile Vali arasında geçen konuşma şöyle:
Vali: lütfen Ankara-Samsun Karayolu trafiğe açılsın.
Yarbay Güride: Sayın Valim yolu açmak için silah kullanmak zorunda kalacağız. kan akar, bu da olayları tırmandırır.
Vali: Her şeye karşın yol trafiğe açılmalıdır.
Yarbay Güride: Kan dökülür, ben açamam sayın valim. Buyurun siz açın.
Halk barikatını kaldırmaz. Ama başka bir semtteki zayıf bir barikatı aşan 19 AN 709 plakalı, kırmızı renkli Reno marka bir otomobil Milönü semtini silahla boydan boya tarar. Semt halkı panik içinde evlerine koşuşurlar. Yaralananlar olur. Mahalleyi silanla tarayan otomobilin plakasının bir traktöre ait olduğu, otomobilin içinde polislerin olduğu kanaati oluşur (3)
İki Polisin Ölümü: Mayıs’ın 28-29-30-31. Günleridir. Dört günden beri karşılıklı çatışmalar sürmektedir. Bu arada Alevi ve solculara ait bazı ev ve işlerleri tahrip edilmiş ve yakılmıştır. Bir çok kişi yaralanmış, bazıları da öldürülmüştür. Halkın güvenlik güçlerine (polise) güveni olmadığından barikatlarla semtlerini korumaya çalışıyorlardı. Bunun farkına varan vali, askeri birliklerden yardım ister. Askeri birliklerin devreye girmesiyle saldırılar ve çatışmalar denetim altına alınmış görünse de; bunu fırsat bilen Emniyet güçleri, direnen mahallelerde operasyonlara giriştiler. Operasyon sırasında Multuevler-su deposu yakınında, yol ortasında kurşunlanarak öldürülmüş bir erkek cesedi bulunur. Yapılan kimlik tespitinde cesedin polis memuru Abdurrahman KOCAK’a ait olduğu belirlenir. Daha sonra Milönü’nde başka bir polisin öldürüldüğü, birinin de yaralandığı ortaya çıkar. Polis öldürme olayında yaralı kurtulan polis memuru Mehmet BEKTAŞ ifadesinde:
“trafikteki servisler kaldırılmış olduğu için, sabahları işe değişik vasıtalarla gidiyordum. O sabah Muzaffer YEŞİLYURT’la birlikte Milönü’nden geçerken boş bir arsadan üzerimize dört el ateş edildi. ‘durun, teslim olun, silahlarınızı atın’ diye bağırdılar. Muzaffer silahını çekip ateş etmeye başladı. Benim Kırkkale tutukluk yapmıştı. Onlar ateş etmeye devam ediyorlardı. O sırada Muzaffer vuruldu ve düştü. Düşünce ateş edenler uzaklaştılar. Muzaffer ‘hemşerim beni kurtar’ dedi. Eğilip baktığımda ölmüştü. Onun tabancasını aldım ve kaçanların arkasından iki el ateş ettim. Bu sefer 100-150 kişi olarak bana doğru geliyorlardı. Yapacak bir şey yoktu, kaçarak bir apartmana girdim. Bu sırada attıkları bir tuğla alnıma gelmişti. Ev sahibi ‘Girecek benim evi mi buldur, defol’ dedi. Beni kovalayanları da içeri aldı. Üzerime atladılar ve beni sürükleyerek sokağa çıkarttılar. O sırada kendimi kaybetmişim. Eşim Gülay beni oradan olarak, hastaneye gütürmüş” (4)
Polislerin ölümüyle ilgili başka söylentilerde bulunmaktadır. Söylentiye göre Mehmet BEKTAŞ’la, birlikte gelen polis Muzaffer YEŞİLYURT’a Milönü’ndeki barikatların kaldırılmasını teklif eder. Muzaffer (demokrat olarak bilinmektedir) karşı çıkınca, Mehmet BEKTAŞ silahını çekerek Muzaffer’i vurur. Barikatların yanında bulunanlarda olayı görüyor, Mehmet BEKTAŞ’ın arkasına düşüyorlar. Olay açıklığa kavuşamıyor. Ama solcular suçlu görülerek iki kişi gözaltına alınır, yargılama sonucu ağır hapis cezası verilir.
Polisler, Milletvekillerini Saldırıyorlar: Çorum katliamı nedeniyle CHP’Li milletvekilleri (Şükrü BÜTÜN, Ethem EKEN, Senatör Abullah ERCAN) olayları yerinde incelemek üzere gelmişlerdir. Milletvekilleri, CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’nun makamında otururlarken, biri heyecanla içeri girer. Saldırganların dışarıda iki genci silahla yaraladıklarını, yardımcı olunmasını söyler. Milletvekilleri de hemen dışarı fırlayarak yaralı gençlerin bulunduğu yere giderler. Orada polis ekibinin beklediğini, yaralılara yardımcı olmadıklarını görürler. Milletvekilleri yaralılara yardım etmeye çalışırken, polis ekibinin içinde bulunan Kemal MARAŞLI “Olayların sorumlusu sizlersiniz. Polisleri siz öldürdünüz, komünistler” kışkırtmasıyla polis ekibi milletvekillerine saldırırlar. Polislerle milletvekilleri itişirken, milletvekili Şürkü BÜTÜN’ün belindeki tabancası yere düşer. Polis Kemal MARAŞLI hemen tabancayı alarak milletvekiline çevirir. O sırada iki genci silahla yaralayan MHP’lilerde gelir ve polis ekibiyle birlikte milletvekillerine saldırırlar. Karşılıklı itişme sürerken, başka bir polis ekibi de olay yarine gelir, tabancalarını çekerek saldırgan polislere ve MHP’lilede çevirirler. Böylece milletvekilleri de saldırıdan kurtulmuş olurlar. (5)
İçişleri Bakanı Vekili Çorum’da: Çorum olayı tırmanarak cinayetlere dönüşmektedir. İçişleri Bakanı Vekili Orhan EREN, Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat CELASUN’la birlikte Çorum’a gelirler. Çorum’da teşkilatı bulunan siyasi parti il yöneticileri, Çorum milletvekillerinin katılımıyla bir toplantı düzenlenir. Saldırı olayı değerlendirilir. Çorum Valisi Rafet ÜÇELLİ, tek yanlı ve timsah gözyaşlarıyla olayları anlatır. Bu anlatımın etkisinde kalan Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN: “Biz gerekli yerlerden emir aldık. Milönü’ne tanklarla girip olaylara son vereceğiz” dediğinde; Çorum CHP Milletvekili Ethem EKEN, “nasıl olur paşam? Milönü’ne tanklarla girmek neyi çözer? Bu daha çok kan dökülmesine neden olur. Belki bir Milönü hiçbir şey değil ama, Türkiye’de 14 milyona yakın Alevi vatandaş yaşamaktadır. Milönü’ne tanklarla girip kan döküldüğünde tüm ülkede büyük olaylar çıkar”yanıtını verir. Sonuçta oluşturulan bir komite Milönü’ne giderek halkla görüşürler. Can güvenliği garantisi sonucu barikatlar kaldırılır.
Vali - Emniyet Müdürü Görevden Alınıyor: Çorum’da Kuruköprü, Sigortaevleri, Terlemezevler, Milönü, Kale, Esnafevler, Şenyurt, Bahçelievler, Karşıyaka, Nadık Mahallelerinde ve semtlerinde saldırılar devam etmektedir. Semt halkı kurdukları barikatlarla savunmalarını sürdürmektedirler. Askeri birliklerin müdahalesi sonucu saldırı olayı kısmen de olsa denetim altına alınmıştır.
Çorum halkı, saldırı ve katliamın valinin ve Emniyet Müdürünün yanlı tutumlarından kaynaklandığını açık açık söylemektedirler. Basın olayı yerinde incelemekte, haber yapmaktadır. Böylece Vali Rafet ÜÇELLİ ile Emniyet Müdürü Nail BOZKURT’un yanlılığı gizlenemez olmuştur. İstemeye istemeye her ikisi görevden alınırlar. Yüksel ÇAVUŞOĞLU Çorum Valiliğine, Erdem YURTSEVER’de Emniyet Müdürlüğüne atanırlar.
Çorum katliamında yansız görev yapan Çorum İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE, polislerin solculara, Alevilere karşı kinli tahriklerini, MHP’li saldırganlara nasıl yardımcı olduklarını görmekte; buna karşı önlemler almaktadır. Jandarma komutanı, demokrat ve yansız tutumlarıyla halka güven veriyordu. Ne var ki saldırgan faşistler; komutanın tutumundan memnun değiller. Çorum MHP’li milletvekilleri Mehmet IRMAK Çorum’a gelir. Jandarma İl Komutanı Vural GÜRİDE’ye “Niye engellemiyorsun” diye çıkışır ve baskı yapar. Milletvekillerinin baskıları Yarbay GÜRİDE’yi etkilemez. Bu kez Çorum’da olaylar nedeniyle görevli bulunan askeri birlik komutanı General Şahabettin ESENGÜL’e giderek ve Jandarma Komutanının tutumundan memnun olmadıklarını değiştirilmesini isterler. General ESENGÜL, kendisine yapılan baskıyı şöyle anlatmaktadır:
“İsimlerini dahi hatırlamak istemiyorum. Bu milletvekilleri devamlı suretle yaranın kabuklanması değil, kanamasını istiyorlardı. İşleri güçleri Ankara’da belirli odakları tahrik etmek ve almış olduğu yetkilerle Çorum’a gelip karma karışım etmekti. Bu iki milletvekili olayların tarafımdan bastırılmasını memnuniyetle karşılamadılar. Yani ne istiyorlardı? Bir taraf korunsun, diğer taraf öldürülsün. Yani katalizor rol oynamayacaksınız. Güvenlik tedbirleri tam olarak almayacaksınız. Bir kesim ki ona Sünni kesim diyebilirsiniz, Alevileri esasen sıkışmış bir bölgede çevirmiş, onların üzerine saldırıp imha etmek istiyorlardı. Fevkalede küstah bir tavır içindelerdi” (6)
MHP’lilerin baskısı sonucu Jandarma İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE görevden alınır.
Çorum Dışına Taşan Ölüm: Çorum’un giriş-çıkış yolları, faşistlerin işgalindedir. Araçlar durdurularak içindekiler indirilip kontrol ediyorlardı. İçlerinde solcu-Alevi olanları alıp götürüyorlar ve işkence ediyorlardı. Çorum-Ortaköy yolu, Ovasarap Köyü’nün (Sünni, MHPP yoğunlukta) yakınından geçmektedir. Ovasaray Köyü’nde 35-40 MHP’li militan yolu kapatır. Çorum’dan Kozluca Köyü’ne (Alevi Köyü) giden bir kamyonu durdururlar. Kamyonda bulunan Selahattin ve Metin ARDIÇ isimli iki genç kardeşi indirirler. İşkenceden, sorgulamadan geçirirler. Selahattin silahla ağır yaralanır, acı içinde yerde kıvranır. Selahattin’in küçük kardeşi Metin henüz 10 yaşında. Ağabeyinin kanlar içinde yerde yatışını, eli silahlı faşistlerin hakaret ve küfürlerini gördükçe korkudan titremekte, hüngür hüngür ağlamaktadır. Faşistlerden biri kamyonun yönünü Çorum’a doğru çevirir, yaralı Selahattin’i ve Metin’i kamyonun şoför mahaline kor. Metin daha küçük kamyonu kullanmasını bilmiyor. Selahattin ise kurşunla ağır yaralı, sürekli kan kaybetmektedir. Çaresizlik içinde Selahattin direksiyonu eline alır, kardeşi Metin’in katkısıyla Çorum-SSK Hastanesine yetişirler. SSK Hastanesi, ülkücülerin denetinde ve üs olarak kullanılmaktadır. Kan kaybı nedeniyle Selahattin yürüyemez olmuş, koltuğuna girilerek SSK Hastanesinin acil bölümüne yetiştirilir. Görevliler “Sen sigortalı değilsin, ancak devlet hastanesi bakar” diye hiç ilgilenmezler. Devlet hastanesine götürecek kimse yok. Acılı haber babası Cemal’a ulaşmış, koşarak yetişir. Kan gereklidir. Selahittin’in kan grubunu belirlemek için kanı alınır, bir şişeye konulur, babasına verilir; Kan tahlil merkezine gönderilir. Acılı baba, kan şişesiyle dışarı çıktığında, SSK Hastanesinin bir görevlisi “Komünistler burada kan tahlili yapamazlar” diyerek baba Cemal’ın elindeki şişeyi alır, barikatlara vurarak kırar. Kan tahlili zamanında yapılmadığı için gerekli kan bulunamamış; Selahattin’de fazla kan kaybından yaşamını yitirmiştir. (7)
Alevi köylerinin yolları işgal altındadır. Ahmetdoğan, Çobandoğan, Savak ve Yoğunşehit köylerinde yaşayan Aleviler dışarı çıkamıyorlardı. Hayvanlar içerde, insanlar içerde, ekinler tarlada. Eli silahlı faşistler yollarda (8)
Ankara’da ameliyat sonucu yaşamını yitirmiş bir Alevi kadının cenazesi Çorum’daki köyüne götürülmektedir. Kuruköprü mevkiinde eli silahlı faşist bir grup tarafından durdurulur. Arabada bulunanlar indirilerek kimlik tespiti yapılır. Alevi oldukları anlaşılınca ölü sahiplerine hakaret edilir, coplanırlar. Bununla da yetinilmez, cenazeyi açmak isterler. Ölü sahipleri defin ve yola çıkma belgelerini göstererek, güneş batmadan cenazenin köye yetiştirilmesini rica ederler. Adı üzerinde faşist, ölüye de saygıları olmaz. Bir yanda cenaze tekmelenmekte, bir yan da cenaze sahiplerine işkence edilmektedir. Bunca hakaretten sonra içlerinden biri “Bırakın şu pezevenkleri, cehennem olup gitsinler” söylemiyle cenaze arabası birakılır.
Ceset... Ceset...: Faşistler, insan avındalar, önüne geleni dövüyor ve öldürüyor, işkence ediyorlardı. Mutluevler semtinde bir inşaatta iki ceset bulunur. Kimlik belirlemesinde birinin Yahya BARAN’ın, diğerinin de Osman AKSU’ya ait olduğu ortaya çıkar. Her ikisinin elleri ve gözleri ağızları bağlandığı, vücutlarında 18’er kurşun yarası olduğu saptanır.
Çorum-Eskiekin Köyü sınırları içinde, buğday tarlalarında iki gencin cesedi ortaya çıkar. Osmancık-Mehmet Teze Köyü nüfusuna kayıtlı Kazım GÜLER’e ait ceset ile kurşunla delik-deşik edildiği ve kimliği belirlenemeyen diğer bir cesedinde aynı biçimde önce işkence, sonra silahla öldürüldüğü; Bayat’ın Gökboğaz mevkiinde Şeref ŞAHİN adında bir gencin silahla taranmış cesedi; Elvan Çelebi köyü sınırları içindeki tarlalarda SSK Çorum Hastanesi’nde çalışan Necati GÖKTAŞ’ın silahla taranmış cesedi bulunmuştur. Tarlalarda cesedi bulunanların tümünün solcu ve Alevilere ait olduğu; cesedi bulunmayan nice kayıp bulunduğu saptanmıştır. (9)
28 Mayıs 1980’de başlatılan saldırı ve katliam, askeri birliklerin müdahalesiyle biçimsel olarak denetim altına alınmıştır.
Katliamın TEMMUZ Dönemi: Taşeron olarak kullanılan faşistlerin amacı, Çorum’ a bağlı ilçe ve kasabalarda oturan solcuları, Alevileri baskı ve katliamlarla göçe zorlamak, süreç içinde bölgenin denetimini ele geçirmektir. Çorum halkı K. Maraş katliamından ders çıkarır. Saldırının ilk günü kendi olanaklarıyla kurdukları barikatlarla güvenlik önlemlerini almışlardır. Ayrıca Çorum’ un Sünni inançlı toplumunun MHP’liler dışında kalanlar, saldırganlara destek vermemişler, hatta bir bölümü saldırıya uğrayanların yanında yer alarak direnmişlerdir. 28 Mayıs 1980 de başlatılan faşist saldırı bu nedenlerle amacına ulaşamamıştır.
Faşistler, Mayıs’ ta başlatılan saldırıdan gördükleri eksiklikleri gidermeye, Sünni halkın katılımını sağlamaya çalışıyorlardı. Ayrıcı dışarıdan faşist militan ve silah getirmeye, saldırıya engel olan devlet görevlilerini kentten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Kendi içlerinde ekipler oluşturarak mahalle, kasaba ve köy çalışmalarına yöneldiler.
Çorum halkı, faşistlerin bu hazırlıklarının katliama dönüşeceğinden kuşku duyuyor ve ilgilileri uyarmaya çalışıyorlardı. AP Çorum İl Başkanı Yardımcısı Erol ŞAHİN, CHP İl Başkanı Cemal SOLMAZ’ la birlikte vali ve emniyet müdürüyle görüşürler. MHP'nin saldırı hazırlıklarını ileterek önlem alınmasını isterler... (10)
Aynı tarihte yeşil renkli 19 AT 535 plakalı ve 131 Murat markalı (Adnan EZEJDER’ e ait ) bir otomobil, sol görüşlülerin oturduğu semtlere dalıyor, çevreye ateş açıyor, ateş sonucu Hatice İLHAN isimli bir lise öğrencisi ağır yaralanıyor. Bu gelişmeler ve tahrikler olurken; Ülkücüler, halkı savaşa çağıran bir bildiriyi Çorum ve ilçelerinde dağıtmaktadır. Bildiri şöyle:
“ Büyük Türk Milleti, ... Son bağımsız Türk Devleti üzerinde oynanan hain oyunları, komploları, planları görmemek için artık kör, hatta hain olmak gerekir. Türk varlığını dünya üzerinden silmek isteyen emperyalist güçlerin yerli uşakları, komünist ler, vatan hainleri, bölücüler, Türk Devleti’nin temeline dinamit koymak isteyenler ellerindeki Rus ve Çin yapısı silahlarla ne yapmak istemektedirler.
Bu eli silahlı eşkıyalara karşı kesin tavrı almak, dur demek zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmiştir. Kıymetli hemşehrilerimiz, Müslüman Türk Milletini bataklığa sürüklemek isteyen, bölmek, parçalamak, yok etmek isteyen komünist cinayet çetelerine karşı uyanık olalım. Türk Devleti’ni yok etmek isteyen bu hain emperyalist güçlere karşı yılmadan çekinmeden, canı pahasına mücadele veren ülkücü Türk Gençliği’ ne destek olalım. Büyük cihada hazırlanalım.
Ülkücü Türk gençliğinin her ferdinin cesetleri birer birer çiğnenmedikçe bu mübarek vatan topraklarına komünizm girmeyecektir. Ülkücü Türk gençliği barış zamanı bir karıncanın ayağına basıp incittiği zaman bundan üzüntü duyacak kadar yufka yürekli olduğu gibi, aynı zamanda vatan hainleri için sokaklar dolusu idam sehpası dikecek kadar da gaddardır. Burası da böyle bilinsin. Bizi komünist kurşunları değil, milletimizin susuşu öldürüyor. Kanımız aksa da zafer İslam’ın. Yolumuz Allah’ın yolu-ÜLKÜCÜ GENÇLİK (11)
Faşistlerin bir katliama hazırlandıkları valiye bildirildiği, ayrıca ülkücülerin halkı savaşa çağırdıkları bildirisi ortadayken, Çorum Vali’ si ve emniyeti önlem almaz. Tam tersine solcuların ve Alevilerin yoğunlukta olduğu semt v mahallelerde operasyon başlatır. 100 e yakın erkek ve genci gözaltına alırlar. Faşistlerin örgütlü olduğu semtlerde operasyon başlatılmaz. Onlar çatılarda, tepelerde mevzilerini kurmakta, ağır makineli tüfeklerini yerleştirmektedirler. SSK hastanesini de üs olarak kullanırlar.
1 Temmuz 1980. Salıyı çarşambaya bağlayan gecedir. “Ya susturacağız, ya kan kusturacağız “ sloganıyla ikinci katliam başlatılır. Terlemez Evler ile SSK Hastanesi civarında yerleştirilen uzun menzilli silahlarla solcu ve Alevi evlerine ateş açılır. Katliamın başlatıldığının işaretidir. Faşistlerin egemen olduğu Bahçelieveler, Mutluevler, Etievler, Yavrutuna, Terlemez Evler, Ulukavak, Çatalhavuz, SSK Semt ve mahallelerinde silah sesleri, kenti çınlatmaktadır. Çorum’ un üstüne karaduman çökmüştür. Semtin tüm telefon şebekeleri kesilmiş, haber alınamamaktadır.
Çarşamba günü, Çorum’ un pazarıdır. Çevre köy ve kasaba halkı, Çorum’ daki çatışma ve saldırıdan habersizdirler. Pazarda satacak ürünleri traktör ve minibüslerle Çorum’ a doğru yola çıkarlar. Yollar maskeli ve silahlı faşistlerce tutulmuştur. Kent pazarına gelen tüm araçlar durdurulur, kimlik kontrolü yapılır, Alevi ve solcular alınarak kendi karargahlarına götürülür. Elleri, ayakları ve ağızları bağlanarak işkence ederler. Pazara götürdükleri eşya ve ürünleri yağmalanır, araçları yakılır. Günün bilançosu 4 ölü 10 yaralı, 50 ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılmıştır. Bu gelişmeler üzerine vali sokağa çıkma yasağı kor. Solcular, Aleviler sokağa çıkma yasağına uyarken saldırganlar kollarını sallayarak rast gele ateş ediyor, ev ve işyerlerini yakıyorlardı.
Olayı yaşayan tanıklar anlatıyor:
YUSUF: Sarılık Köprübaşı Mahallesi, 2. Cihan sokakta oturuyorum. Hastahanede evrak memuruyum. Göreve gidiyordum. Büyük bir kalabalık cami yandı diye bağırarak geliyorlardı. Bunlardan 100 kadarı evimin önünde toplandılar. “Kızılbaşlar’ ı yakın yıkın” diye bağırıyorlardı. Bu sırada Harmancıklı Rıza CANCAN’ ı kurşunlayarak evinin önüne attılar. Benim evi ateşe verdiler Çocuklarım kaçtı. Beni yakaladılar, iyice dövdüler, sonra Harmancıklı Elvan’ın evine götürüp, Harmanlıkta elimi ve ayağımı bağlayarak astılar. Yanımda aynı biçimde üç kişi daha asılıydı. Birisi Kemal ULUMAN’dı, diğerini tanıyamadım. Bunlardan biri dişiyle ipi çözdü, bizi de kurtardı. Ufak bir duvardan atladım. Zor yürüyordum. Çok kan kaybetmiştim. Duvar dibine yatarken çocuklarım beni arıyormuş. Seslerini duydum, buradayım dedim. Yanıma geldiler, beni alıp Harmancıklı Elvan’ın evine götürdüler. Burada beni gördüler, tekrar dövdüler, tekrar bağladılar. Çok yalvardım, dinlemediler, dövmeye başladılar. Bazı komşular bağırtımı duyarak gelip araya girdiler beni hastaneye götürdüler...
Hatice KALTAKÇI: Kalabalık bir grup evimin önüne geldi. Kocamı alıp götürdüler; önce bir bakkala, sonra bir kahveye soktular. Buradan çıkardılar, başıma bir torba geçirdiler, önlerine kattılar, sopalarla vurdukça düşüyordu. Ben korktum, bayıldım. Böyle devam etmişlerdi. Şehir dışına kadar hapishanenin arkasına çıkınca orada ölmüş, otların içine atmışlar. Kocamı beş gün aradım. Hastane morguna getirmişler, tanıyamadım. Tanınacak hal koymamışlardı...
Halil COŞKUNER: SSK Hastanesi arkasında oturuyorum. Simel Beton Boru Fabrikasında çalışan işçiyim. Akşam üzeri eve geldim. Babam beni çarşıya gönderdi. Eve döndüm, yemeğe oturmuştuk. Kuruköprü yöresinden gelen bir grup evi sardı. ‘yakacağız’ dediler. Hemen camları kırmaya başladılar. Bunlar baba-oğul komünist dediler. Bizi önlerine aldılar, ellerinde tüfek ve tabanca vardı. ‘Yürü orospu çocuğu komünistler’ diye vuruyorlardı. Babamın kafası, yüzü kandı. Kuruköprü’de bir harabe eve soktular bizi, soydular. Babamda 4000 TL ile bendeki 50 TL’yi aldılar; bizi bağladılar. Kimisi ‘Bunları kafalarını keselim, kimileri gözlerini oyalım’ diyorlardı. Dışarıdan silah sesleri gelmeye başladı, bizi bırakarak kaçtılar. Bir jandarma iki polis bizi gördü, çözdüler ve hastaneye götürdüler. Hastanede bir polis ifademi alıyordu. Bana ‘Ulan doğru söyle orospu çocuğu’ diye bağırıyordu. Korkumdan onun dediği gibi ifade verdim. (12)
Kanlı Cuma: 4 temmuz sabahı, vali bir gün önce koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırdı. Faşistler ise halkı tahrik etmek için kendi adamlarını değişik camilere dağıtırlar. Cuma namazının bitiminde içeri girerek “Ey müslümanlar, solcular-Aleviler Milönü’ndeki Alaaddin Cami’ye bomba attılar. Cami yanıyor, namaz kılan müslümanları katlediyorlar” diye bağırırlar. Tahrik sonucu Cuma namazından çıkanlar eline ne geçirmişlerse topluca Milönü’ne koşarlar. Çorum’un değişik camilerinden binlerce tahrik edilmiş insan Milönü’ne yığılmıştır.
TRT’nin Tahriki: TRT’de “Çorum’da Alaaddin Cami’sine patlayıcı madde atılması ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı.” Haberini aralıklarla sık sık vermektedir. Çorum’da da telsizlerle “Aleviler camiyi bombaladı” söylentisi yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız Sünniler istemeye istemeye yayılan dedikoduların etkisiyle Milönü’ne koşarlar.
Oysa Alaaddin Cami’ye ne patlayıcı madde atılmış, ne de dışarıdan ateş edilmiştir. Çorum Cumhuriyet Savcısı Ertem TÜRKER, konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“Alaaddin Casi’sinin bombalandığı haberi olaydan bir saat önce bütün şehirde duyulmuştu. O sırada ben merkez jandarma karakolu’ndaydım. Cami bombalandı diye polis telsizi duyurdu. Bu telsizin hemen arkasından bir askeri telsiz duyuldu. Yüzbaşı Naiz ‘Bombalama olanağı yok, hangi polis bu haberi verdi?’ diye bağırıyordu.”
Böyle bir haberi askeri yetkililer vermemiş, vali’de haberi doğrulayıcı veya yalanlayıcı açıklamada bulunmamış. TRT’nin Çorum muhabiri böyle bir haber vermediğini söylemektedir. Haberi yayan poliste ortaya çıkarılmamış. (13)
Bu kasıtlı haber üzerine Çorum Halkının çoğunluğu Milönü’ne yığılmış, Milönü halkı ise korku sonucu kendi güvenliklerin için barikat kurmaya çalışmışlardır. Çorum’un tüm semt ve mahallelerinde silah sesleri, alevler yükselmektedir. Mahallelerde “İmdat... İmdat...” çığlıkları yürekleri parçalıyordu. O günün haberleri iç açıcı değildi. İskilip yolu üzerinde Yazı Mahallesinin çıkışında bir kadın 7 kişinin elleri bağlı olarak silahla öldürülmüş bulunur. SSK Hastanesinin morgunda 7 ceset bulunmaktadır. Ölü sayısı 17’ye çıkmış. Kimliği tespit edilenler: İsmail SOLMAZ, Veli SOLMAZ, Hasan BAĞZIK, Rıza CANDAN , Ahmet DOĞAN, Şükrü YALÇIN, Mehmet YILMAZ, Mehmet ŞAHİNCİ, Mustafa YILDIRIM, Aziz GÜNDOĞDU, Ali PAÇACI...
Tanık BEKTAŞ: Beni evden alarak zorla Çukurörenli Karabebek adlı birinin evine götürdüler. 74 yaşında olduğumu, hacca gittiğimi, ibadetli bir müslüman olduğumu, 17 nüfuslu bir ailenin büyüğü olduğumu söyledim. Dinlemediler, gözlerimi bağlayarak küfürlerle tekmelemeye başladılar. İçlerinden biri müdahale ederek beni bıraktılar. Daha sonda torunum Bekir beni aramaya çıkmış. Onu da yakalayarak gözlerini, ellerini bağlamışlar, dayaktan geçirmişler, işkence etmişlerdi.
Faşistlerin Kadına Saygısı: Kartal ailesi Alevidir. O gün kapılarını sıkı sıkıya kapatmış, korku içinde dışarıdan gelen sesleri dinlemektedirler. Çok geçmeden kapıları çalınır, camları kırılır ve “Dışarı çık, öldüreceğiz sizi” diye bağırırlar. Kapı kırılmak üzereyken, Satılmış KARTAL kapıyı açar, elleri sopalı, silahlı bir grup içeri dalar. Kargaşadan Satılmış KARTAL kendisini dışarı atarak bitişikteki apartmana gizlenmeye çalışır, Ama karısı Gökçen KARTAL’ı yerlerde sürükleyerek dışarı çıkarırlar. Gökçen KARTAL, orta yaşlı bir ev hanımıdır. Dövüle dövüle bir eve götürürler. Orada külotunu çıkararak sokakta sallamaya başlarlar. Sonra el ve ayaklarını urganla bağlayarak ev sahibi Süleyman ÜREYEN’le birlikte götürülür, işkence edilerek öldürürler. (14)
Saldırı ve sarkıntılık nedeniyle adının açıklanmasını istemeyen bir kadın başından geçenleri şöyle anlatıyordu:
“İki çocuğum ve komşu kadınla birlikte bir bodruma saklanmıştık. 25-30 kişilik bir grup bizi bodrumda buldular. ‘bunlarda s...min kızılbaşları’ diyerek bizi dövmeye dışarı çıkardılar. Zincirlerle ve sopalarla durmadan edep yerlerimize, memelerimize, vuruyorlardı. Yanan evimizin yanına getirdiler. Benimle beraber olan komşu kadın külotuna saklamış olduğu 17 bin lirayı belki bizi bırakırlar diye adamlara verdi. Yine bırakmadılar. Silahların dipçikleriyle vurarak bizi bir adamın evine teslim ettiler. Gecenin on ikisine kadar orada kaldık. Yüzü maskeli bir adam Ben kadınları almaya geldim’ diyerek bizi evden aldı. Komşu kadın ve yanımda iki küçük çocuğumla bizi bir bağ evine götürdüler. Orada bizi çırılçıplak soydular. ‘Sizi çırılçıplak heryerde gezdireceğiz’ dediklerinde korkudan altımıza ettik. Ancak bizi bırakmadılar. Çocukları bağ evinde bırakıp, bizi (iki kadın) başka bir yere götürdüler. Dört kişi nöbet tutar gibi değişerek geldiler... Ben bayılmışım. Onlarla durmadan kendimin Sünni olduğumu söyleyerek yalvarıyordum. Bırakmadılar. Ekmek filan yiyecek bir şey vermediler. Karşımızda bir bidona su koydular, çocuklar ağlıyor ve su istedi. ‘Kızılbaşları zaten susuz öldürüyorlar’ diyerek çocuğa bile su vermediler. Ertesi gün ikinci zamanı olmuştu. Bir ıslık sesi duyduk. Bunun üzerine yanımızdakiler kaçıp gittiler. Biz de oradan yürüyerek ayrıldık. Askerler teslim olduk...” (15)
Polis Panzeri Ölüm Kusuyor: Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil araba ile Çorum’da operasyona girişirler. Panzer, mahalleden geçerken hedef gözetmeden ateş açar, Hatun DURSUN isimli hamile bir kadın kafasından aldığı iki kurşun yarasıyla yaşamını yitirir. Öğretmen Hüseyin ÖZDEMİR ağır yaralanır. ÖZDEMİR, saldırıyı şöyle anlatır.
“Ben saldırı günü arkadaşlarla birlikte Milönü’nde kahvede oturuyorduk. Birden bir panzer sesi duyduk, dışarı çıktık. Halk dışarıda toplanmıştı. Panzer hedef gözetmeksizin halkın üzerine ateş ediyordu. Halktan da panzere taş atmaya başladı. Mahallede bir süre dolaşarak panik yaratmaya çalıştı. Benim de içinde bulunduğum kalabalığa doğru ateş ederek gelmeye başladı. Nasıl ki, tank savaşta karşı tarafı tararsa, panzer de öyle ateş ediyordu. Baktım panzerin altında kalacağız, arkadaşlar kendimizi yol dışına atın diye bağırdım. Kendimi, yolun kenarında bulunan 1.5 metrelik bir çukura atarak çiğnenmekten kurtuldum. Bir müddet sonra arkadaşlar beni sağlık ocağına, oradan Çorum devlet hastanesine götürdüler.” (16)
Tıp öğrencisi Süleyman ATLAS’da panzerde atılan kurşunla omuzundan yaralanır. Panzerdeki polisler yaralı öğrenciyi alıp SSK Hastanesine götürmek isterler, ancak orada bulunan kadınlar “Aman çocuğu vermeyin, Bunlar SSK’ya götürüp orada öldürecekler” diye bağırırlar. Polisler kararlı ve zorla yaralı Süleyman ATLAS’ı panzere alarak SSK Hastanesine götürürler. Bir gün sonra Süleyman ATLAS’ın işkenceyle öldürülmüş cesedi babasına teslim edilir.
Katliam ve Köylüler: Kızılkaya Köyü Alevidir. Çorum katliamının acılı haberini radyoda duyarlar. Çorum’dan gelen komşularından öğrenirler. Çorum’da yakınları bulunmaktadır. Yakınlarının durumunu öğrenmek için Çorum’a gidenlerin yolu kesilir, rehin alınırlar. Bir daha da haber alınamaz. Köyün her evinde ağıt ve gözyaşları dinmiyor. Ama kayıplarını arayamıyorlardı. Çünkü yollar faşistlerin işgalindedir. Jandarmaya başvururlar. Köylülerin yanına 10 kadar jandarma verilir, tarlalarda ölülerini aramaya çıkarlar. Karşılaştıkları durum şöyle:
“Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacı’lara (Ali PAÇACI) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktörün tekerleklerinden bir kısmı yanmış, yakıt deposu patlamış, arka göbek toprağa oturmuştur. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış durumda baba Ali PAÇACI’nın cesediyle karşılaşırlar. Cesedin bir çok yerinde kesici aletlerle meydana gelmiş yaralar mevcuttur. Özellikle boyun arka kısmında bulunan, boyuna yarı yarıya indirilmiş bir darbe kafayı öne düşürmüştür. Oğlu Veysel’inde işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur.
Arpa tarlası içinde başka bir ceset daha bulunur. Çorum’un birinci olayından beri kayıp olan Yoğunpelit Köyü’nden Musa KİREÇLİ’nin her tarafına kurt düşmüş ve kokuşmuş cesedi bulunur.
Yaydığı köprüsü civarında şoför Ali GÜNDOĞDU ile tarla sahibi Rıza AYVAZ’ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Ali TEKEL’in bacanağı Selman ESER’in kafası kesilmiş, ayaklarından asılmış cesedini bulunlar...” (15)
Tanık Abbas AŞAN: Olay günü karayollarından maaşımı aldım, köyüme dönüyordum. İkizler Benzinliği yanında bir grup beni yakaladı. Sopalarla dövdüler, üzerimdeki 9 kin lirayı aldılar. Beni bağladılar. Kömür deposu yanında üstü açık mandıra olarak yapıldığını bildiğim yere götürdüler. Oraya vardığımda çeşitli yerlerinden yaralı, dayak yemiş 6-7 kişi daha vardı. Onları da bağlamışlardı. Bunlardan daha sonra ölün Hüseyin ŞİRİN’le beni sırt sırta bağladılar. İkimizede tekrar vurmaya başladılar. Biz kendimizden geçmiş durumda yerde yatıyoruz. Tanımadığım bir kaç kişiyi nöbetçi bırakıp gittiler. Geceyi öğlece geçirdik. Sırtımda bağlı Hüseyin ŞİRİN’in öldüğünü anladım. Çünkü hiç hareket etmiyordu. Tahminen gece yarısı ölen Hüseyin’i sırtımdan çözdüler. Tekrar alimi ayağımı bağladılar. Hüseyin’i de “Bu ölmüş atalım ekinlerin içine” diye alıp götürdüler. Sabah olmuştu gün ağırmıştı. Caniler beni ve yaşar ÖLMEZ’i ikizlerin benzinliğinin altındaki asfalta götürdüler. Orada ikimizi yatırarak tabancayla ateş ettiler. Beni kafamdan, Yaşan ÖLMEZ’i kolundan vurdular. Öldü zennederek bırakıp gittiler. Tanımadığım bir kaç kişi gelip bizi bekçilere gösterdiler. Onlar polis çağırdı, hastaneye götürüldük. (18)
Sivillerin Şovu: Çorum’da faşistler insan avının peşindeler. Apartman çatılarında uzun menzilli silahlarla solcu-Alevilerin evlerini tarıyorlardı. Sokak ve mahallelerde solcu ve Alevilere ev ve işyerleri yakılıyordu. Ev ve sokaklarda insanları toplayarak esir kamplarında işkence ediliyordu. Telefon, su şebekeleri kesik. Kimi polisler resmi elbise ve silahlarıyla faşist grupla birlikte halka ateş ediyorlardı. Onlarca ölü, yüz binlerce yaralı. İkiye bölünmüş Çorum...
Böyle bir ortamda İçişleri Bakanı Mustafa GÜRCÜGİL, Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN, Emniyet Genel Müdürü İsmail DOKUZOĞLU helikoplerle Çorum’a gelirler. Kent üzerinde bir kaç dönüşten sonra vali, Emniyet Müdürü ve askeri yetkililerle görüşür, aynı helikopterle Ankara’ya dönerler. İçişleri Bakanı mustafa Gürcügil, dinlemek üzere Antalya’ya giderler. Antalya’da basına şu ilginç açıklamayı yapar:
“Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır. Aslında siyasi gayeli ve siyasi gayeli ve siyasi hedefli olan sol gruptur..(19)
Süleyman DEMİREL (Başbakan): “Eğer bu fitne CHP’den destek görmezse, devlet bu fitneyi çok kısa bir zamanda söndürür. CHP neyi söylemeye çalışıyor. Günlerdir bu meseleyle uğraşıyoruz... Bu hadiselerin arkasında CHP var..(20)
Bülent ECEVİT: “....olayı sağ militanların başlattığı bilindiği halde iktidar bunu saklayıp bir komünistlik tehlikesi varmış görüntüsünü vermeye çalışmaktadır. Hükümetin Çorum’daki olaylarda da taraf olduğu, taraflardan biriyle birlik olduğu ve onların suçlarını örtbas etmeye çalıştığı ortadadır...”(21)
Siyasiler, Malatya, K.Maraş, Sivas, katliamı gibi, Çorum katliamınıda kapatmaya çalışıyorlardı. Çorum katliamını başlatan faşist örgütler, katliamı planlayan ve destek veren perde arkası güç ve örgütler ortaya çıkarılmamıştır. Alevi-Sünni; sağ-sol çatışmasıyla kılıflayarak dosya kapatılmıştır.
Çorum Katliamının Bilançosu : 57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanmıştır
Çorum katliamı, ülke genelinde işlenen siyasal cinayetlerden, okul işgallerinden, Malatya, Kahramanmaraş, Gazi katliamlarından soyutlanarak; sağ-sol grupların çatışmasıyla değerlendirilemez. Bu katliamın, emperyalist güçler ve ülkemizdeki işbirlikçilerin ortak planlarıdır, eylemleridir.
Genellikle etnik ve mezhep topluluklarının iç içe yaşadığı Doğu, İç ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde gelişen toplumsal muhalefeti baskı ve katliamlarla susturmak, solcu ve Alevileri göçe zorlamayı amaçlamaktadır. Çorum katliamı bu planın bir halkası ve uzantısıdır.
Katliamın Ön Hazırlıkları: MHP ve MSP’nin dışarıda desteklediği Süleyman DEMİREL’in azınlık hükümeti, ırkçı-şeriatçı örgütleri korumuş, eylemlerine göz yumulmuştur. Ayrıca yansız görevini sürdüren Çorum Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alınarak, yerine Tunceli’de bir çok olaya adı karışan Nail BOZKURT, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne MHP’nin militanı olarak tanınan Fethi KATAR getirilmiştir. Yine sağ görüşlü ve taraflı (AP iktidarında İçişleri Bakanlığı yapmış, zehir hafiye diye tanınan Faruk SUKAN’ın bacanağı) Rafet ÜÇELLİ’de Çorum valiliğine atanmıştır. Demokrat olarak bilinen 40’a yakın polis memuru tel emriyle başka illere ataması yapıldı. Bir çok okul yöneticisi ve demokrat öğretmenin, memurun sürgünü ve yer değişimi yapıldı. Devletin bir çok kurum, faşistlerin karargahı haline getirildi. MHP’lilere ruhsatlı silah verilmeye başlandı. Buna karşın, Çorum emniyetinde görevli sağcı ve ırkçı bilinen bir çok polisin başka illere ataması çıkarılmışken, ilişkileri kesilmeden Çorum’da görevlerinin sürdürdüler.
ABD’nin Türkiye Büyük Elçiliği’nde görevli Robert ALEXANDIR PECK (CIA görevlisi olarak tanınır) Çorum’a gider. Çorum’da MHP’li il yöneticileriyle, vali ve CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’yla görüşür, MHP’nin etkin olduğu köy ve ilçeler, ???Alevi-Sünni??? hakkında bilgi edinmeye çalışır. Çorum’dan sonra Amasya ve Tokat’a gider. Amasya’da Alevi-Sünni, sağ-sol çatışması üzerine sorular sorar, ne zaman ve hangi ölçüdebir çatışma çıkabileceği hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. (1) Bu değişim ve çalışmalar sürdürülürken; ülkücü örgütlerin halkı tahrik etmek için çalışmalarını sürdürüyorlardı. Çorum’da 19 Mayıs “Gençlik ve Spor Bayramı” kutlama hazırlıkları sırasında ülkücülerin Bayram töreninde kızların kıyafetlerini gerekçe göstererek halkı tahrik etmek amacıyla şu bildiriyi dağıtıyorlardı:
“Müslüman namusuna sahip çık
19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpeçe ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor.
Yine müslüman evlâdı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu haris-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susun, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere-İslâmcı Gençlik” (2)
Gün SAZAK’ın Ölümü: Ülkücülerin CİHAD bildirisinden 9-10 gün sonra Ankara’da MHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK (1. MC hükümetinde Gümdük ve Tekel bakanlığı yapmıştır.), 27 Mayıs 1980 günü belirsiz kişilerce vurularak öldürüldü. Gün SAZAK Ankara’da öldürülmüş. Çorum’la uzaktan-yakından ilgisi yok. Eğer duygusal bir tepki olacaksa Ankara’da olması gerekirdi. Oysa Türkiye genelinde saldırı, tahrip ve cinayetler başlatıldı, günlerce devam etti. Özellikle Alevi-Sünnilerin, Türk-Kürtlerin iç içe yaşadığı kentlerde saldırı ve cinayetler halka yönetildi. Görülüyor ki, bu saldırı, cinayet ve katliamlar, duygusal bir tepkinin sonucu değil; perde arkası güçlerin ve planladığı, yönlendirdiği eylemlerdir...
Çorum katliamı, Gün SAZAK’ın ölümü gerekçe gösterilerek başlatılmıştır. 28 Mayıs Çarşamba günü, Çorum’un en işlek caddesinde ve çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan sağcı gruplar (ülkücüler) elleri havada kurt işareti yaparak “kanımız alsa da zafer İslâmın, Kana kan, intikam” sloganlarıyla yürüyüşe geçmişlerdir. Yürüyüş korteji, kısa süre sonra saldırıya dönüşür. Cadde üzerinde bulunan solculara ait işyerleri tahrip edilmeye, yakılmaya başlanır. Yürüyüş kortejinin çevresinde görevli polislerin müdahalesi görülmez ve seyirciler.
Çorum’un okullarında sağcıların baskısı, terörü boyutlanarak artar. Öğrencilerin derslere girmesini engellemeye çalışırlar. Öğretmenlere saldırırlar. 28 Mayıs günü başlatılan ilk eylem noktalanır. Sağcı gruplar ve MHP İl Yöneticileri toplanarak ilk günün eyleminin değerlendirmesini yapıyor, yeni saldırı hazırlıklarını planlıyorlardı. Ankara’dan Gün SAZAK’ın cenaze törenine katılanlar (Çevre ile ve ilçelerden) Çorum’a gelmeye başladılar. Ayrıca bazı yabancı turizm şirketleri de Çorum dışından MHP’li militanları Çorum’a taşıyorlardı. 29 Mayıs günü başlatılacak ve günlerce sürecek saldırıların planı, saldırı yapılacak semtler ve görevli olacakların listesi hazırlanır.
29 Mayıs günü sabahıdır. Çorum’un işçisi, memuru, esnafı; öğrencisi ve halkı, günlük işlerini yürütmek için işlerlerine gitmeye hazırlanıyorlardı. Dışarı çıktıklarında, cadde ve sokakların faşist saldırganlarca işgal edildiğini, “Kana kan, intikam” sloganlarıyla saldırılarını sürdürdüklerine tanık olurlar. Saldırganlar ise rastladıkların dövüyor ve esir alıyorlardı. Solcu ve Alevilere ait işlerleri yağmalanıyor, tahrip ediliyor ve yakıyorlardı. Saldırıya uğrayanların, güvenlik güçlerine başvurduklarına “Toplumsal olaydır, müdahale edemeyiz” yanıtını alıyorlardı.
Faşist saldırganlar, Çorum’un caddelerini, sokaklarını, meydanlarını işgal etmekle yetinmemişlerdir, Çorum’la komşu il, ilçe ve köylerle bağlantılı tüm yolları da işgal etmişlerdi. Araçlar durduruluyor, kimlik kontrolü yapılıyor, solcu ve Alevi olanları alıp işkence ediyorlardı. Sağırların, körlerin bile görebilecekleri bu hazırlıkların devlet tarafından görülmemesi olanaklı değildir. Ama önlem alınmamıştır...
Saldırganların bir kolu, demokrat ve sol görüşlü Çorum Gazetesi’ne; sol yayın satan Bahar Kitapevi’ne saldırarak tüm eşyalarını, malzemelerini dağıtır ve tahrip ederler.
Saldırganların büyük bir kolu da, solcuların, Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü Mahallesine yönelirler. Saldırının haberini alan Milönü halkı, yollarda barikat kurarak saldırıya karşı savunma direnişine girişirler. Başka bir kol, Kuruköprü, Üçevler, Sigorta ve Mutluevler semtine yönelirler. Bu semtlerde oturan solcu ve Alevilerin, saldırıdan habersiz ve savunma önlemlerini alamamışlardır. Mevcut güvenlik güçleri ise, bir bölümü yansız kalırken, bazı polislerde saldırganlara yardımcı oldukları saptanır. Bu semtte 45 yaşlarında Servet YILDIRIM isimli bir kişiyi öldürürler. Celal ERDOĞAN (öğretmen), Salih YILMAZ (Öğretmen), Turan KABAKULAK, Vedat ELİAÇIK, Hüseyin ŞİMŞEK, Sefer EKEN, Sezai GÜREN, Neşet AYDIN, Mustafa NALLICA Sadık VASIFOĞLU, Hasan KÖSE, Aşır DEMİREL isimli sol görüşlü kişilerde kurşunla ağır yaralanmışlardır. Yine Altınevler Semtinde evlerinin balkonunda oturan iki kizkardeşe silahla ateş edilmiş ve her ikisi ağır yaralanmışlardır. Bu semt ve mahallelerde bir çok ev ve işyeri de tahrip edilerek yakılmıştır.
Sokağa Çıkma Yasağı: Olayların genişlemesi, karşılıklı çatışmaya dönüşmesi üzerine, Çorum Vali Rafet ÜÇELLİ, sokağa çıkma yasağı koyar. Savunma amacıyla halkın oluşturduğu barikatların kaldırılmasını ister. Saldırıya uğrayan halk, sokağa çıkma yasağına uyarken; saldırganlar özgürce sokaklarda saldırılarını sürdürüyorlardı.
Çorum kalesi yakınındaki semtlerde oturan halkın kurduğu bir savunma barikatına saldırganlar silahla ateş etmekte, ama barikatı aşamıyorlardı. Vali Rafet ÜÇELLİ, halkın kendini savunması için kurduğu bu barikatın kaldırılmasını Jandarma Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE’ye emir verir. Halk ise, can güvenlikleri için kurdukları barikatı kaldırmamakta direnirler. Vali ise, barikatın mutlaka kaldırılmasını, yolun trafiğe açılmasını istemektedir. Jandarma Yarbay Vural GÜRİDE ile Vali arasında geçen konuşma şöyle:
Vali: lütfen Ankara-Samsun Karayolu trafiğe açılsın.
Yarbay Güride: Sayın Valim yolu açmak için silah kullanmak zorunda kalacağız. kan akar, bu da olayları tırmandırır.
Vali: Her şeye karşın yol trafiğe açılmalıdır.
Yarbay Güride: Kan dökülür, ben açamam sayın valim. Buyurun siz açın.
Halk barikatını kaldırmaz. Ama başka bir semtteki zayıf bir barikatı aşan 19 AN 709 plakalı, kırmızı renkli Reno marka bir otomobil Milönü semtini silahla boydan boya tarar. Semt halkı panik içinde evlerine koşuşurlar. Yaralananlar olur. Mahalleyi silanla tarayan otomobilin plakasının bir traktöre ait olduğu, otomobilin içinde polislerin olduğu kanaati oluşur (3)
İki Polisin Ölümü: Mayıs’ın 28-29-30-31. Günleridir. Dört günden beri karşılıklı çatışmalar sürmektedir. Bu arada Alevi ve solculara ait bazı ev ve işlerleri tahrip edilmiş ve yakılmıştır. Bir çok kişi yaralanmış, bazıları da öldürülmüştür. Halkın güvenlik güçlerine (polise) güveni olmadığından barikatlarla semtlerini korumaya çalışıyorlardı. Bunun farkına varan vali, askeri birliklerden yardım ister. Askeri birliklerin devreye girmesiyle saldırılar ve çatışmalar denetim altına alınmış görünse de; bunu fırsat bilen Emniyet güçleri, direnen mahallelerde operasyonlara giriştiler. Operasyon sırasında Multuevler-su deposu yakınında, yol ortasında kurşunlanarak öldürülmüş bir erkek cesedi bulunur. Yapılan kimlik tespitinde cesedin polis memuru Abdurrahman KOCAK’a ait olduğu belirlenir. Daha sonra Milönü’nde başka bir polisin öldürüldüğü, birinin de yaralandığı ortaya çıkar. Polis öldürme olayında yaralı kurtulan polis memuru Mehmet BEKTAŞ ifadesinde:
“trafikteki servisler kaldırılmış olduğu için, sabahları işe değişik vasıtalarla gidiyordum. O sabah Muzaffer YEŞİLYURT’la birlikte Milönü’nden geçerken boş bir arsadan üzerimize dört el ateş edildi. ‘durun, teslim olun, silahlarınızı atın’ diye bağırdılar. Muzaffer silahını çekip ateş etmeye başladı. Benim Kırkkale tutukluk yapmıştı. Onlar ateş etmeye devam ediyorlardı. O sırada Muzaffer vuruldu ve düştü. Düşünce ateş edenler uzaklaştılar. Muzaffer ‘hemşerim beni kurtar’ dedi. Eğilip baktığımda ölmüştü. Onun tabancasını aldım ve kaçanların arkasından iki el ateş ettim. Bu sefer 100-150 kişi olarak bana doğru geliyorlardı. Yapacak bir şey yoktu, kaçarak bir apartmana girdim. Bu sırada attıkları bir tuğla alnıma gelmişti. Ev sahibi ‘Girecek benim evi mi buldur, defol’ dedi. Beni kovalayanları da içeri aldı. Üzerime atladılar ve beni sürükleyerek sokağa çıkarttılar. O sırada kendimi kaybetmişim. Eşim Gülay beni oradan olarak, hastaneye gütürmüş” (4)
Polislerin ölümüyle ilgili başka söylentilerde bulunmaktadır. Söylentiye göre Mehmet BEKTAŞ’la, birlikte gelen polis Muzaffer YEŞİLYURT’a Milönü’ndeki barikatların kaldırılmasını teklif eder. Muzaffer (demokrat olarak bilinmektedir) karşı çıkınca, Mehmet BEKTAŞ silahını çekerek Muzaffer’i vurur. Barikatların yanında bulunanlarda olayı görüyor, Mehmet BEKTAŞ’ın arkasına düşüyorlar. Olay açıklığa kavuşamıyor. Ama solcular suçlu görülerek iki kişi gözaltına alınır, yargılama sonucu ağır hapis cezası verilir.
Polisler, Milletvekillerini Saldırıyorlar: Çorum katliamı nedeniyle CHP’Li milletvekilleri (Şükrü BÜTÜN, Ethem EKEN, Senatör Abullah ERCAN) olayları yerinde incelemek üzere gelmişlerdir. Milletvekilleri, CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’nun makamında otururlarken, biri heyecanla içeri girer. Saldırganların dışarıda iki genci silahla yaraladıklarını, yardımcı olunmasını söyler. Milletvekilleri de hemen dışarı fırlayarak yaralı gençlerin bulunduğu yere giderler. Orada polis ekibinin beklediğini, yaralılara yardımcı olmadıklarını görürler. Milletvekilleri yaralılara yardım etmeye çalışırken, polis ekibinin içinde bulunan Kemal MARAŞLI “Olayların sorumlusu sizlersiniz. Polisleri siz öldürdünüz, komünistler” kışkırtmasıyla polis ekibi milletvekillerine saldırırlar. Polislerle milletvekilleri itişirken, milletvekili Şürkü BÜTÜN’ün belindeki tabancası yere düşer. Polis Kemal MARAŞLI hemen tabancayı alarak milletvekiline çevirir. O sırada iki genci silahla yaralayan MHP’lilerde gelir ve polis ekibiyle birlikte milletvekillerine saldırırlar. Karşılıklı itişme sürerken, başka bir polis ekibi de olay yarine gelir, tabancalarını çekerek saldırgan polislere ve MHP’lilede çevirirler. Böylece milletvekilleri de saldırıdan kurtulmuş olurlar. (5)
İçişleri Bakanı Vekili Çorum’da: Çorum olayı tırmanarak cinayetlere dönüşmektedir. İçişleri Bakanı Vekili Orhan EREN, Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat CELASUN’la birlikte Çorum’a gelirler. Çorum’da teşkilatı bulunan siyasi parti il yöneticileri, Çorum milletvekillerinin katılımıyla bir toplantı düzenlenir. Saldırı olayı değerlendirilir. Çorum Valisi Rafet ÜÇELLİ, tek yanlı ve timsah gözyaşlarıyla olayları anlatır. Bu anlatımın etkisinde kalan Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN: “Biz gerekli yerlerden emir aldık. Milönü’ne tanklarla girip olaylara son vereceğiz” dediğinde; Çorum CHP Milletvekili Ethem EKEN, “nasıl olur paşam? Milönü’ne tanklarla girmek neyi çözer? Bu daha çok kan dökülmesine neden olur. Belki bir Milönü hiçbir şey değil ama, Türkiye’de 14 milyona yakın Alevi vatandaş yaşamaktadır. Milönü’ne tanklarla girip kan döküldüğünde tüm ülkede büyük olaylar çıkar”yanıtını verir. Sonuçta oluşturulan bir komite Milönü’ne giderek halkla görüşürler. Can güvenliği garantisi sonucu barikatlar kaldırılır.
Vali - Emniyet Müdürü Görevden Alınıyor: Çorum’da Kuruköprü, Sigortaevleri, Terlemezevler, Milönü, Kale, Esnafevler, Şenyurt, Bahçelievler, Karşıyaka, Nadık Mahallelerinde ve semtlerinde saldırılar devam etmektedir. Semt halkı kurdukları barikatlarla savunmalarını sürdürmektedirler. Askeri birliklerin müdahalesi sonucu saldırı olayı kısmen de olsa denetim altına alınmıştır.
Çorum halkı, saldırı ve katliamın valinin ve Emniyet Müdürünün yanlı tutumlarından kaynaklandığını açık açık söylemektedirler. Basın olayı yerinde incelemekte, haber yapmaktadır. Böylece Vali Rafet ÜÇELLİ ile Emniyet Müdürü Nail BOZKURT’un yanlılığı gizlenemez olmuştur. İstemeye istemeye her ikisi görevden alınırlar. Yüksel ÇAVUŞOĞLU Çorum Valiliğine, Erdem YURTSEVER’de Emniyet Müdürlüğüne atanırlar.
Çorum katliamında yansız görev yapan Çorum İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE, polislerin solculara, Alevilere karşı kinli tahriklerini, MHP’li saldırganlara nasıl yardımcı olduklarını görmekte; buna karşı önlemler almaktadır. Jandarma komutanı, demokrat ve yansız tutumlarıyla halka güven veriyordu. Ne var ki saldırgan faşistler; komutanın tutumundan memnun değiller. Çorum MHP’li milletvekilleri Mehmet IRMAK Çorum’a gelir. Jandarma İl Komutanı Vural GÜRİDE’ye “Niye engellemiyorsun” diye çıkışır ve baskı yapar. Milletvekillerinin baskıları Yarbay GÜRİDE’yi etkilemez. Bu kez Çorum’da olaylar nedeniyle görevli bulunan askeri birlik komutanı General Şahabettin ESENGÜL’e giderek ve Jandarma Komutanının tutumundan memnun olmadıklarını değiştirilmesini isterler. General ESENGÜL, kendisine yapılan baskıyı şöyle anlatmaktadır:
“İsimlerini dahi hatırlamak istemiyorum. Bu milletvekilleri devamlı suretle yaranın kabuklanması değil, kanamasını istiyorlardı. İşleri güçleri Ankara’da belirli odakları tahrik etmek ve almış olduğu yetkilerle Çorum’a gelip karma karışım etmekti. Bu iki milletvekili olayların tarafımdan bastırılmasını memnuniyetle karşılamadılar. Yani ne istiyorlardı? Bir taraf korunsun, diğer taraf öldürülsün. Yani katalizor rol oynamayacaksınız. Güvenlik tedbirleri tam olarak almayacaksınız. Bir kesim ki ona Sünni kesim diyebilirsiniz, Alevileri esasen sıkışmış bir bölgede çevirmiş, onların üzerine saldırıp imha etmek istiyorlardı. Fevkalede küstah bir tavır içindelerdi” (6)
MHP’lilerin baskısı sonucu Jandarma İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE görevden alınır.
Çorum Dışına Taşan Ölüm: Çorum’un giriş-çıkış yolları, faşistlerin işgalindedir. Araçlar durdurularak içindekiler indirilip kontrol ediyorlardı. İçlerinde solcu-Alevi olanları alıp götürüyorlar ve işkence ediyorlardı. Çorum-Ortaköy yolu, Ovasarap Köyü’nün (Sünni, MHPP yoğunlukta) yakınından geçmektedir. Ovasaray Köyü’nde 35-40 MHP’li militan yolu kapatır. Çorum’dan Kozluca Köyü’ne (Alevi Köyü) giden bir kamyonu durdururlar. Kamyonda bulunan Selahattin ve Metin ARDIÇ isimli iki genç kardeşi indirirler. İşkenceden, sorgulamadan geçirirler. Selahattin silahla ağır yaralanır, acı içinde yerde kıvranır. Selahattin’in küçük kardeşi Metin henüz 10 yaşında. Ağabeyinin kanlar içinde yerde yatışını, eli silahlı faşistlerin hakaret ve küfürlerini gördükçe korkudan titremekte, hüngür hüngür ağlamaktadır. Faşistlerden biri kamyonun yönünü Çorum’a doğru çevirir, yaralı Selahattin’i ve Metin’i kamyonun şoför mahaline kor. Metin daha küçük kamyonu kullanmasını bilmiyor. Selahattin ise kurşunla ağır yaralı, sürekli kan kaybetmektedir. Çaresizlik içinde Selahattin direksiyonu eline alır, kardeşi Metin’in katkısıyla Çorum-SSK Hastanesine yetişirler. SSK Hastanesi, ülkücülerin denetinde ve üs olarak kullanılmaktadır. Kan kaybı nedeniyle Selahattin yürüyemez olmuş, koltuğuna girilerek SSK Hastanesinin acil bölümüne yetiştirilir. Görevliler “Sen sigortalı değilsin, ancak devlet hastanesi bakar” diye hiç ilgilenmezler. Devlet hastanesine götürecek kimse yok. Acılı haber babası Cemal’a ulaşmış, koşarak yetişir. Kan gereklidir. Selahittin’in kan grubunu belirlemek için kanı alınır, bir şişeye konulur, babasına verilir; Kan tahlil merkezine gönderilir. Acılı baba, kan şişesiyle dışarı çıktığında, SSK Hastanesinin bir görevlisi “Komünistler burada kan tahlili yapamazlar” diyerek baba Cemal’ın elindeki şişeyi alır, barikatlara vurarak kırar. Kan tahlili zamanında yapılmadığı için gerekli kan bulunamamış; Selahattin’de fazla kan kaybından yaşamını yitirmiştir. (7)
Alevi köylerinin yolları işgal altındadır. Ahmetdoğan, Çobandoğan, Savak ve Yoğunşehit köylerinde yaşayan Aleviler dışarı çıkamıyorlardı. Hayvanlar içerde, insanlar içerde, ekinler tarlada. Eli silahlı faşistler yollarda (8)
Ankara’da ameliyat sonucu yaşamını yitirmiş bir Alevi kadının cenazesi Çorum’daki köyüne götürülmektedir. Kuruköprü mevkiinde eli silahlı faşist bir grup tarafından durdurulur. Arabada bulunanlar indirilerek kimlik tespiti yapılır. Alevi oldukları anlaşılınca ölü sahiplerine hakaret edilir, coplanırlar. Bununla da yetinilmez, cenazeyi açmak isterler. Ölü sahipleri defin ve yola çıkma belgelerini göstererek, güneş batmadan cenazenin köye yetiştirilmesini rica ederler. Adı üzerinde faşist, ölüye de saygıları olmaz. Bir yanda cenaze tekmelenmekte, bir yan da cenaze sahiplerine işkence edilmektedir. Bunca hakaretten sonra içlerinden biri “Bırakın şu pezevenkleri, cehennem olup gitsinler” söylemiyle cenaze arabası birakılır.
Ceset... Ceset...: Faşistler, insan avındalar, önüne geleni dövüyor ve öldürüyor, işkence ediyorlardı. Mutluevler semtinde bir inşaatta iki ceset bulunur. Kimlik belirlemesinde birinin Yahya BARAN’ın, diğerinin de Osman AKSU’ya ait olduğu ortaya çıkar. Her ikisinin elleri ve gözleri ağızları bağlandığı, vücutlarında 18’er kurşun yarası olduğu saptanır.
Çorum-Eskiekin Köyü sınırları içinde, buğday tarlalarında iki gencin cesedi ortaya çıkar. Osmancık-Mehmet Teze Köyü nüfusuna kayıtlı Kazım GÜLER’e ait ceset ile kurşunla delik-deşik edildiği ve kimliği belirlenemeyen diğer bir cesedinde aynı biçimde önce işkence, sonra silahla öldürüldüğü; Bayat’ın Gökboğaz mevkiinde Şeref ŞAHİN adında bir gencin silahla taranmış cesedi; Elvan Çelebi köyü sınırları içindeki tarlalarda SSK Çorum Hastanesi’nde çalışan Necati GÖKTAŞ’ın silahla taranmış cesedi bulunmuştur. Tarlalarda cesedi bulunanların tümünün solcu ve Alevilere ait olduğu; cesedi bulunmayan nice kayıp bulunduğu saptanmıştır. (9)
28 Mayıs 1980’de başlatılan saldırı ve katliam, askeri birliklerin müdahalesiyle biçimsel olarak denetim altına alınmıştır.
Katliamın TEMMUZ Dönemi: Taşeron olarak kullanılan faşistlerin amacı, Çorum’ a bağlı ilçe ve kasabalarda oturan solcuları, Alevileri baskı ve katliamlarla göçe zorlamak, süreç içinde bölgenin denetimini ele geçirmektir. Çorum halkı K. Maraş katliamından ders çıkarır. Saldırının ilk günü kendi olanaklarıyla kurdukları barikatlarla güvenlik önlemlerini almışlardır. Ayrıca Çorum’ un Sünni inançlı toplumunun MHP’liler dışında kalanlar, saldırganlara destek vermemişler, hatta bir bölümü saldırıya uğrayanların yanında yer alarak direnmişlerdir. 28 Mayıs 1980 de başlatılan faşist saldırı bu nedenlerle amacına ulaşamamıştır.
Faşistler, Mayıs’ ta başlatılan saldırıdan gördükleri eksiklikleri gidermeye, Sünni halkın katılımını sağlamaya çalışıyorlardı. Ayrıcı dışarıdan faşist militan ve silah getirmeye, saldırıya engel olan devlet görevlilerini kentten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Kendi içlerinde ekipler oluşturarak mahalle, kasaba ve köy çalışmalarına yöneldiler.
Çorum halkı, faşistlerin bu hazırlıklarının katliama dönüşeceğinden kuşku duyuyor ve ilgilileri uyarmaya çalışıyorlardı. AP Çorum İl Başkanı Yardımcısı Erol ŞAHİN, CHP İl Başkanı Cemal SOLMAZ’ la birlikte vali ve emniyet müdürüyle görüşürler. MHP'nin saldırı hazırlıklarını ileterek önlem alınmasını isterler... (10)
Aynı tarihte yeşil renkli 19 AT 535 plakalı ve 131 Murat markalı (Adnan EZEJDER’ e ait ) bir otomobil, sol görüşlülerin oturduğu semtlere dalıyor, çevreye ateş açıyor, ateş sonucu Hatice İLHAN isimli bir lise öğrencisi ağır yaralanıyor. Bu gelişmeler ve tahrikler olurken; Ülkücüler, halkı savaşa çağıran bir bildiriyi Çorum ve ilçelerinde dağıtmaktadır. Bildiri şöyle:
“ Büyük Türk Milleti, ... Son bağımsız Türk Devleti üzerinde oynanan hain oyunları, komploları, planları görmemek için artık kör, hatta hain olmak gerekir. Türk varlığını dünya üzerinden silmek isteyen emperyalist güçlerin yerli uşakları, komünist ler, vatan hainleri, bölücüler, Türk Devleti’nin temeline dinamit koymak isteyenler ellerindeki Rus ve Çin yapısı silahlarla ne yapmak istemektedirler.
Bu eli silahlı eşkıyalara karşı kesin tavrı almak, dur demek zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmiştir. Kıymetli hemşehrilerimiz, Müslüman Türk Milletini bataklığa sürüklemek isteyen, bölmek, parçalamak, yok etmek isteyen komünist cinayet çetelerine karşı uyanık olalım. Türk Devleti’ni yok etmek isteyen bu hain emperyalist güçlere karşı yılmadan çekinmeden, canı pahasına mücadele veren ülkücü Türk Gençliği’ ne destek olalım. Büyük cihada hazırlanalım.
Ülkücü Türk gençliğinin her ferdinin cesetleri birer birer çiğnenmedikçe bu mübarek vatan topraklarına komünizm girmeyecektir. Ülkücü Türk gençliği barış zamanı bir karıncanın ayağına basıp incittiği zaman bundan üzüntü duyacak kadar yufka yürekli olduğu gibi, aynı zamanda vatan hainleri için sokaklar dolusu idam sehpası dikecek kadar da gaddardır. Burası da böyle bilinsin. Bizi komünist kurşunları değil, milletimizin susuşu öldürüyor. Kanımız aksa da zafer İslam’ın. Yolumuz Allah’ın yolu-ÜLKÜCÜ GENÇLİK (11)
Faşistlerin bir katliama hazırlandıkları valiye bildirildiği, ayrıca ülkücülerin halkı savaşa çağırdıkları bildirisi ortadayken, Çorum Vali’ si ve emniyeti önlem almaz. Tam tersine solcuların ve Alevilerin yoğunlukta olduğu semt v mahallelerde operasyon başlatır. 100 e yakın erkek ve genci gözaltına alırlar. Faşistlerin örgütlü olduğu semtlerde operasyon başlatılmaz. Onlar çatılarda, tepelerde mevzilerini kurmakta, ağır makineli tüfeklerini yerleştirmektedirler. SSK hastanesini de üs olarak kullanırlar.
1 Temmuz 1980. Salıyı çarşambaya bağlayan gecedir. “Ya susturacağız, ya kan kusturacağız “ sloganıyla ikinci katliam başlatılır. Terlemez Evler ile SSK Hastanesi civarında yerleştirilen uzun menzilli silahlarla solcu ve Alevi evlerine ateş açılır. Katliamın başlatıldığının işaretidir. Faşistlerin egemen olduğu Bahçelieveler, Mutluevler, Etievler, Yavrutuna, Terlemez Evler, Ulukavak, Çatalhavuz, SSK Semt ve mahallelerinde silah sesleri, kenti çınlatmaktadır. Çorum’ un üstüne karaduman çökmüştür. Semtin tüm telefon şebekeleri kesilmiş, haber alınamamaktadır.
Çarşamba günü, Çorum’ un pazarıdır. Çevre köy ve kasaba halkı, Çorum’ daki çatışma ve saldırıdan habersizdirler. Pazarda satacak ürünleri traktör ve minibüslerle Çorum’ a doğru yola çıkarlar. Yollar maskeli ve silahlı faşistlerce tutulmuştur. Kent pazarına gelen tüm araçlar durdurulur, kimlik kontrolü yapılır, Alevi ve solcular alınarak kendi karargahlarına götürülür. Elleri, ayakları ve ağızları bağlanarak işkence ederler. Pazara götürdükleri eşya ve ürünleri yağmalanır, araçları yakılır. Günün bilançosu 4 ölü 10 yaralı, 50 ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılmıştır. Bu gelişmeler üzerine vali sokağa çıkma yasağı kor. Solcular, Aleviler sokağa çıkma yasağına uyarken saldırganlar kollarını sallayarak rast gele ateş ediyor, ev ve işyerlerini yakıyorlardı.
Olayı yaşayan tanıklar anlatıyor:
YUSUF: Sarılık Köprübaşı Mahallesi, 2. Cihan sokakta oturuyorum. Hastahanede evrak memuruyum. Göreve gidiyordum. Büyük bir kalabalık cami yandı diye bağırarak geliyorlardı. Bunlardan 100 kadarı evimin önünde toplandılar. “Kızılbaşlar’ ı yakın yıkın” diye bağırıyorlardı. Bu sırada Harmancıklı Rıza CANCAN’ ı kurşunlayarak evinin önüne attılar. Benim evi ateşe verdiler Çocuklarım kaçtı. Beni yakaladılar, iyice dövdüler, sonra Harmancıklı Elvan’ın evine götürüp, Harmanlıkta elimi ve ayağımı bağlayarak astılar. Yanımda aynı biçimde üç kişi daha asılıydı. Birisi Kemal ULUMAN’dı, diğerini tanıyamadım. Bunlardan biri dişiyle ipi çözdü, bizi de kurtardı. Ufak bir duvardan atladım. Zor yürüyordum. Çok kan kaybetmiştim. Duvar dibine yatarken çocuklarım beni arıyormuş. Seslerini duydum, buradayım dedim. Yanıma geldiler, beni alıp Harmancıklı Elvan’ın evine götürdüler. Burada beni gördüler, tekrar dövdüler, tekrar bağladılar. Çok yalvardım, dinlemediler, dövmeye başladılar. Bazı komşular bağırtımı duyarak gelip araya girdiler beni hastaneye götürdüler...
Hatice KALTAKÇI: Kalabalık bir grup evimin önüne geldi. Kocamı alıp götürdüler; önce bir bakkala, sonra bir kahveye soktular. Buradan çıkardılar, başıma bir torba geçirdiler, önlerine kattılar, sopalarla vurdukça düşüyordu. Ben korktum, bayıldım. Böyle devam etmişlerdi. Şehir dışına kadar hapishanenin arkasına çıkınca orada ölmüş, otların içine atmışlar. Kocamı beş gün aradım. Hastane morguna getirmişler, tanıyamadım. Tanınacak hal koymamışlardı...
Halil COŞKUNER: SSK Hastanesi arkasında oturuyorum. Simel Beton Boru Fabrikasında çalışan işçiyim. Akşam üzeri eve geldim. Babam beni çarşıya gönderdi. Eve döndüm, yemeğe oturmuştuk. Kuruköprü yöresinden gelen bir grup evi sardı. ‘yakacağız’ dediler. Hemen camları kırmaya başladılar. Bunlar baba-oğul komünist dediler. Bizi önlerine aldılar, ellerinde tüfek ve tabanca vardı. ‘Yürü orospu çocuğu komünistler’ diye vuruyorlardı. Babamın kafası, yüzü kandı. Kuruköprü’de bir harabe eve soktular bizi, soydular. Babamda 4000 TL ile bendeki 50 TL’yi aldılar; bizi bağladılar. Kimisi ‘Bunları kafalarını keselim, kimileri gözlerini oyalım’ diyorlardı. Dışarıdan silah sesleri gelmeye başladı, bizi bırakarak kaçtılar. Bir jandarma iki polis bizi gördü, çözdüler ve hastaneye götürdüler. Hastanede bir polis ifademi alıyordu. Bana ‘Ulan doğru söyle orospu çocuğu’ diye bağırıyordu. Korkumdan onun dediği gibi ifade verdim. (12)
Kanlı Cuma: 4 temmuz sabahı, vali bir gün önce koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırdı. Faşistler ise halkı tahrik etmek için kendi adamlarını değişik camilere dağıtırlar. Cuma namazının bitiminde içeri girerek “Ey müslümanlar, solcular-Aleviler Milönü’ndeki Alaaddin Cami’ye bomba attılar. Cami yanıyor, namaz kılan müslümanları katlediyorlar” diye bağırırlar. Tahrik sonucu Cuma namazından çıkanlar eline ne geçirmişlerse topluca Milönü’ne koşarlar. Çorum’un değişik camilerinden binlerce tahrik edilmiş insan Milönü’ne yığılmıştır.
TRT’nin Tahriki: TRT’de “Çorum’da Alaaddin Cami’sine patlayıcı madde atılması ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı.” Haberini aralıklarla sık sık vermektedir. Çorum’da da telsizlerle “Aleviler camiyi bombaladı” söylentisi yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız Sünniler istemeye istemeye yayılan dedikoduların etkisiyle Milönü’ne koşarlar.
Oysa Alaaddin Cami’ye ne patlayıcı madde atılmış, ne de dışarıdan ateş edilmiştir. Çorum Cumhuriyet Savcısı Ertem TÜRKER, konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
“Alaaddin Casi’sinin bombalandığı haberi olaydan bir saat önce bütün şehirde duyulmuştu. O sırada ben merkez jandarma karakolu’ndaydım. Cami bombalandı diye polis telsizi duyurdu. Bu telsizin hemen arkasından bir askeri telsiz duyuldu. Yüzbaşı Naiz ‘Bombalama olanağı yok, hangi polis bu haberi verdi?’ diye bağırıyordu.”
Böyle bir haberi askeri yetkililer vermemiş, vali’de haberi doğrulayıcı veya yalanlayıcı açıklamada bulunmamış. TRT’nin Çorum muhabiri böyle bir haber vermediğini söylemektedir. Haberi yayan poliste ortaya çıkarılmamış. (13)
Bu kasıtlı haber üzerine Çorum Halkının çoğunluğu Milönü’ne yığılmış, Milönü halkı ise korku sonucu kendi güvenliklerin için barikat kurmaya çalışmışlardır. Çorum’un tüm semt ve mahallelerinde silah sesleri, alevler yükselmektedir. Mahallelerde “İmdat... İmdat...” çığlıkları yürekleri parçalıyordu. O günün haberleri iç açıcı değildi. İskilip yolu üzerinde Yazı Mahallesinin çıkışında bir kadın 7 kişinin elleri bağlı olarak silahla öldürülmüş bulunur. SSK Hastanesinin morgunda 7 ceset bulunmaktadır. Ölü sayısı 17’ye çıkmış. Kimliği tespit edilenler: İsmail SOLMAZ, Veli SOLMAZ, Hasan BAĞZIK, Rıza CANDAN , Ahmet DOĞAN, Şükrü YALÇIN, Mehmet YILMAZ, Mehmet ŞAHİNCİ, Mustafa YILDIRIM, Aziz GÜNDOĞDU, Ali PAÇACI...
Tanık BEKTAŞ: Beni evden alarak zorla Çukurörenli Karabebek adlı birinin evine götürdüler. 74 yaşında olduğumu, hacca gittiğimi, ibadetli bir müslüman olduğumu, 17 nüfuslu bir ailenin büyüğü olduğumu söyledim. Dinlemediler, gözlerimi bağlayarak küfürlerle tekmelemeye başladılar. İçlerinden biri müdahale ederek beni bıraktılar. Daha sonda torunum Bekir beni aramaya çıkmış. Onu da yakalayarak gözlerini, ellerini bağlamışlar, dayaktan geçirmişler, işkence etmişlerdi.
Faşistlerin Kadına Saygısı: Kartal ailesi Alevidir. O gün kapılarını sıkı sıkıya kapatmış, korku içinde dışarıdan gelen sesleri dinlemektedirler. Çok geçmeden kapıları çalınır, camları kırılır ve “Dışarı çık, öldüreceğiz sizi” diye bağırırlar. Kapı kırılmak üzereyken, Satılmış KARTAL kapıyı açar, elleri sopalı, silahlı bir grup içeri dalar. Kargaşadan Satılmış KARTAL kendisini dışarı atarak bitişikteki apartmana gizlenmeye çalışır, Ama karısı Gökçen KARTAL’ı yerlerde sürükleyerek dışarı çıkarırlar. Gökçen KARTAL, orta yaşlı bir ev hanımıdır. Dövüle dövüle bir eve götürürler. Orada külotunu çıkararak sokakta sallamaya başlarlar. Sonra el ve ayaklarını urganla bağlayarak ev sahibi Süleyman ÜREYEN’le birlikte götürülür, işkence edilerek öldürürler. (14)
Saldırı ve sarkıntılık nedeniyle adının açıklanmasını istemeyen bir kadın başından geçenleri şöyle anlatıyordu:
“İki çocuğum ve komşu kadınla birlikte bir bodruma saklanmıştık. 25-30 kişilik bir grup bizi bodrumda buldular. ‘bunlarda s...min kızılbaşları’ diyerek bizi dövmeye dışarı çıkardılar. Zincirlerle ve sopalarla durmadan edep yerlerimize, memelerimize, vuruyorlardı. Yanan evimizin yanına getirdiler. Benimle beraber olan komşu kadın külotuna saklamış olduğu 17 bin lirayı belki bizi bırakırlar diye adamlara verdi. Yine bırakmadılar. Silahların dipçikleriyle vurarak bizi bir adamın evine teslim ettiler. Gecenin on ikisine kadar orada kaldık. Yüzü maskeli bir adam Ben kadınları almaya geldim’ diyerek bizi evden aldı. Komşu kadın ve yanımda iki küçük çocuğumla bizi bir bağ evine götürdüler. Orada bizi çırılçıplak soydular. ‘Sizi çırılçıplak heryerde gezdireceğiz’ dediklerinde korkudan altımıza ettik. Ancak bizi bırakmadılar. Çocukları bağ evinde bırakıp, bizi (iki kadın) başka bir yere götürdüler. Dört kişi nöbet tutar gibi değişerek geldiler... Ben bayılmışım. Onlarla durmadan kendimin Sünni olduğumu söyleyerek yalvarıyordum. Bırakmadılar. Ekmek filan yiyecek bir şey vermediler. Karşımızda bir bidona su koydular, çocuklar ağlıyor ve su istedi. ‘Kızılbaşları zaten susuz öldürüyorlar’ diyerek çocuğa bile su vermediler. Ertesi gün ikinci zamanı olmuştu. Bir ıslık sesi duyduk. Bunun üzerine yanımızdakiler kaçıp gittiler. Biz de oradan yürüyerek ayrıldık. Askerler teslim olduk...” (15)
Polis Panzeri Ölüm Kusuyor: Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil araba ile Çorum’da operasyona girişirler. Panzer, mahalleden geçerken hedef gözetmeden ateş açar, Hatun DURSUN isimli hamile bir kadın kafasından aldığı iki kurşun yarasıyla yaşamını yitirir. Öğretmen Hüseyin ÖZDEMİR ağır yaralanır. ÖZDEMİR, saldırıyı şöyle anlatır.
“Ben saldırı günü arkadaşlarla birlikte Milönü’nde kahvede oturuyorduk. Birden bir panzer sesi duyduk, dışarı çıktık. Halk dışarıda toplanmıştı. Panzer hedef gözetmeksizin halkın üzerine ateş ediyordu. Halktan da panzere taş atmaya başladı. Mahallede bir süre dolaşarak panik yaratmaya çalıştı. Benim de içinde bulunduğum kalabalığa doğru ateş ederek gelmeye başladı. Nasıl ki, tank savaşta karşı tarafı tararsa, panzer de öyle ateş ediyordu. Baktım panzerin altında kalacağız, arkadaşlar kendimizi yol dışına atın diye bağırdım. Kendimi, yolun kenarında bulunan 1.5 metrelik bir çukura atarak çiğnenmekten kurtuldum. Bir müddet sonra arkadaşlar beni sağlık ocağına, oradan Çorum devlet hastanesine götürdüler.” (16)
Tıp öğrencisi Süleyman ATLAS’da panzerde atılan kurşunla omuzundan yaralanır. Panzerdeki polisler yaralı öğrenciyi alıp SSK Hastanesine götürmek isterler, ancak orada bulunan kadınlar “Aman çocuğu vermeyin, Bunlar SSK’ya götürüp orada öldürecekler” diye bağırırlar. Polisler kararlı ve zorla yaralı Süleyman ATLAS’ı panzere alarak SSK Hastanesine götürürler. Bir gün sonra Süleyman ATLAS’ın işkenceyle öldürülmüş cesedi babasına teslim edilir.
Katliam ve Köylüler: Kızılkaya Köyü Alevidir. Çorum katliamının acılı haberini radyoda duyarlar. Çorum’dan gelen komşularından öğrenirler. Çorum’da yakınları bulunmaktadır. Yakınlarının durumunu öğrenmek için Çorum’a gidenlerin yolu kesilir, rehin alınırlar. Bir daha da haber alınamaz. Köyün her evinde ağıt ve gözyaşları dinmiyor. Ama kayıplarını arayamıyorlardı. Çünkü yollar faşistlerin işgalindedir. Jandarmaya başvururlar. Köylülerin yanına 10 kadar jandarma verilir, tarlalarda ölülerini aramaya çıkarlar. Karşılaştıkları durum şöyle:
“Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacı’lara (Ali PAÇACI) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktörün tekerleklerinden bir kısmı yanmış, yakıt deposu patlamış, arka göbek toprağa oturmuştur. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış durumda baba Ali PAÇACI’nın cesediyle karşılaşırlar. Cesedin bir çok yerinde kesici aletlerle meydana gelmiş yaralar mevcuttur. Özellikle boyun arka kısmında bulunan, boyuna yarı yarıya indirilmiş bir darbe kafayı öne düşürmüştür. Oğlu Veysel’inde işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur.
Arpa tarlası içinde başka bir ceset daha bulunur. Çorum’un birinci olayından beri kayıp olan Yoğunpelit Köyü’nden Musa KİREÇLİ’nin her tarafına kurt düşmüş ve kokuşmuş cesedi bulunur.
Yaydığı köprüsü civarında şoför Ali GÜNDOĞDU ile tarla sahibi Rıza AYVAZ’ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Ali TEKEL’in bacanağı Selman ESER’in kafası kesilmiş, ayaklarından asılmış cesedini bulunlar...” (15)
Tanık Abbas AŞAN: Olay günü karayollarından maaşımı aldım, köyüme dönüyordum. İkizler Benzinliği yanında bir grup beni yakaladı. Sopalarla dövdüler, üzerimdeki 9 kin lirayı aldılar. Beni bağladılar. Kömür deposu yanında üstü açık mandıra olarak yapıldığını bildiğim yere götürdüler. Oraya vardığımda çeşitli yerlerinden yaralı, dayak yemiş 6-7 kişi daha vardı. Onları da bağlamışlardı. Bunlardan daha sonra ölün Hüseyin ŞİRİN’le beni sırt sırta bağladılar. İkimizede tekrar vurmaya başladılar. Biz kendimizden geçmiş durumda yerde yatıyoruz. Tanımadığım bir kaç kişiyi nöbetçi bırakıp gittiler. Geceyi öğlece geçirdik. Sırtımda bağlı Hüseyin ŞİRİN’in öldüğünü anladım. Çünkü hiç hareket etmiyordu. Tahminen gece yarısı ölen Hüseyin’i sırtımdan çözdüler. Tekrar alimi ayağımı bağladılar. Hüseyin’i de “Bu ölmüş atalım ekinlerin içine” diye alıp götürdüler. Sabah olmuştu gün ağırmıştı. Caniler beni ve yaşar ÖLMEZ’i ikizlerin benzinliğinin altındaki asfalta götürdüler. Orada ikimizi yatırarak tabancayla ateş ettiler. Beni kafamdan, Yaşan ÖLMEZ’i kolundan vurdular. Öldü zennederek bırakıp gittiler. Tanımadığım bir kaç kişi gelip bizi bekçilere gösterdiler. Onlar polis çağırdı, hastaneye götürüldük. (18)
Sivillerin Şovu: Çorum’da faşistler insan avının peşindeler. Apartman çatılarında uzun menzilli silahlarla solcu-Alevilerin evlerini tarıyorlardı. Sokak ve mahallelerde solcu ve Alevilere ev ve işyerleri yakılıyordu. Ev ve sokaklarda insanları toplayarak esir kamplarında işkence ediliyordu. Telefon, su şebekeleri kesik. Kimi polisler resmi elbise ve silahlarıyla faşist grupla birlikte halka ateş ediyorlardı. Onlarca ölü, yüz binlerce yaralı. İkiye bölünmüş Çorum...
Böyle bir ortamda İçişleri Bakanı Mustafa GÜRCÜGİL, Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN, Emniyet Genel Müdürü İsmail DOKUZOĞLU helikoplerle Çorum’a gelirler. Kent üzerinde bir kaç dönüşten sonra vali, Emniyet Müdürü ve askeri yetkililerle görüşür, aynı helikopterle Ankara’ya dönerler. İçişleri Bakanı mustafa Gürcügil, dinlemek üzere Antalya’ya giderler. Antalya’da basına şu ilginç açıklamayı yapar:
“Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır. Aslında siyasi gayeli ve siyasi gayeli ve siyasi hedefli olan sol gruptur..(19)
Süleyman DEMİREL (Başbakan): “Eğer bu fitne CHP’den destek görmezse, devlet bu fitneyi çok kısa bir zamanda söndürür. CHP neyi söylemeye çalışıyor. Günlerdir bu meseleyle uğraşıyoruz... Bu hadiselerin arkasında CHP var..(20)
Bülent ECEVİT: “....olayı sağ militanların başlattığı bilindiği halde iktidar bunu saklayıp bir komünistlik tehlikesi varmış görüntüsünü vermeye çalışmaktadır. Hükümetin Çorum’daki olaylarda da taraf olduğu, taraflardan biriyle birlik olduğu ve onların suçlarını örtbas etmeye çalıştığı ortadadır...”(21)
Siyasiler, Malatya, K.Maraş, Sivas, katliamı gibi, Çorum katliamınıda kapatmaya çalışıyorlardı. Çorum katliamını başlatan faşist örgütler, katliamı planlayan ve destek veren perde arkası güç ve örgütler ortaya çıkarılmamıştır. Alevi-Sünni; sağ-sol çatışmasıyla kılıflayarak dosya kapatılmıştır.
Çorum Katliamının Bilançosu : 57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanmıştır
1 Temmuz 2010 Perşembe
Devrimci yaşam
Devrimcilik bir yaşam biçimidir bu yaşam biçimine özünü veren olgu ise,mevcut düzen ve koşullarda yaşamak istemeyip daha iyi ve ileri bir insani düzende yaşama arzusudur.Bu anlamda, devrimci bir yandan mevcut düzende yaşayıp öte yandan içsel çelişkinin görüngüsü sonucu mevcut düzenin alternatifi olan bir sistemin yaşam biçimini kendine rehber edinmiş olup amaçlanan sistemin temel değerlerini kendinde cisimleştirmiş olandır.(Burada kastettiğimiz devrimci kavramının tam karşılığı komünist devrimcidir.
Bundan sonra geçecek her devrimci deyimi, komünist devrimciyi anlatmak için kullanılmıştır.) Devrimci deyimini açıklamaya girişmeden önce devrimcinin amaçladığı olguyu açmak gereklidir.
Devrimci ,devrim için mücadele eden ve bunun için tüm yaşamını vakfetmiş olandır. Buradan devrim deyimine bir açıklık getirmek zorunludur.Devrim,mevcut düzeni tümden ortadan kaldırmak ve yerine daha iyi ve daha ileri bir şeyler koymak eyleminin kendisidir.Buradan hareketle,devrimci(elbette ki komünist devrimci) mevcut emperyalist kapitalist düzenin tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılıp yerine komünizmin ilk aşaması olan sosyalizmi ve ardından gerçek insanlık ve paylaşım düzeni olan komünizmi inşa etmek görevi uğruna mücadele veren örgütlü bireydir.
Burada dikkatle bakılırsa bir olgunun altını çizmiş olduk: O da devrimcinin örgütlü bir bireye karşılık geldiğidir. Yani devrimci bu eylemini ancak ve ancak örgütlü bireyler topluluğuna dahil olarak yapabilir.Yineleyelim ki,devrimi yapan devrimci değildir.
Devrimi yapan mevcut düzenden rahatsız olan tüm sınıf ve katmanlara önderlik etme yeteneği kazandırılmış komünizmi kuracak biricik devrimci sınıf proletaryanın ta kendisidir. Tabi ki diğer devrimci sınıf ve katmanları bu devrimci mücadeleye katarak.Devrimci bu sınıf mücadelesinin katalizörüdür sadece.Ya da daha geniş anlamıyla sınıfı sınıf bilinciyle donatacak bu mücadelenin her evresinde liderlik edecek temel itici güçtür.
Sosyalizm ve komünizm tarihsel sürecin sonuçlarıdırlar. Sınıflı toplumların sonuncusu sosyalizme ve sonrasında komünizme giden yol bilimsel bir sonuçtur. Ama bu süreç, yukardan aşağı inşa edilebilen
tek düzeni işaret ettiğindendir ki,irade ve devrimci sınıf mücadelesi bu anlamda kilit rol oynayacaktır. Sosyalizm kendinden önceki sınıflı toplumlar gibi bir önceki sınıflı toplumun bağrından çıkmaz.Sadece
sosyalizmi kuracak ,altyapısını sunacak sınıflar ve ekonomik alt yapı sosyalizmin mevcut kapitalizmden aldığı unsurlardır.Oysa kapitalizm, kendinden önceki feodal toplumsal düzenin bağrından çıktı ve sonraki
süreç içinde ekonomik alt yapı kapitalist olmasına rağmen iktidar Feodal kral,bey vs ye aittti. Burjuva demokratik devrimler bu çelişkiyi ortadan kaldırdılar.(Şimdi dünya üzerinde sözümona krallıkla yönetilen
ülkelerin olması bu noktada şaşırtıcı olmasın.buradaki krallıklar kesinlikle göstermelik krallıklardır. ve öte yandan bu mevcut krallıklar gerçekte şu anda büyük kapitalist şirketlerin en büyük ortaklarından olup krallık ünvanı sadece bu anlamda göstermeliktir.)Sosyalizm, kapitalizmin bağrından doğma bir sistem değildir.
Sosyalizm iktidar elde edildikten sonra yukardan aşağıya inşa edilebilen tek toplumsal düzendir.İktidar elde edildikten sonra tüm yer altı ve tüm yerüstü zenginlik kaynakları,bankalar,tüm toplumsal üretim araçları kamulaştırılacak ya da toplumsallaştırılacaktır.Tüm bunlar için iktidarın alınması yani devrim zorunlu bir
önkoşuldur.
Burjuvazi alaşağı edilecek ve yerine sosyalizmin-komünizmin ve çağın en devrimci sınıfı olan proletarya geçecektir. Sosyalizm ya da diğer deyişle proletarya diktatörlüğünün kabulü diğer devrimci kesimlerle komünist devrimcileri ayrıştıran temel noktalardan en önemlisidir.Tabi ki tek başına kabul yetmez,buna uygun bir pratik
olmak zorundadır.
Sosyalizm mutlak bir toplumsal sistem olmayıp temel amacı komünizmin alt yapısını oluşturmak olan bir sistemdir.Yani sosyalizm ya da proletarya diktatörlüğü ya da proleterlerin devleti bir yandan kendini geliştirirken öte yandan kendi sonunu da getirmek zorundadır.Yani kendini red ve inkar etmelidir ki,komünizme ulaşılabilsin....Zira komünizm de sınıflar,sınırlar,devletler ya da her tür ayrım ortadan kalkmış olacaktır. Bir yandan kendini güçlendiren ve öte yandan görev ve yetkilerini sınrlayan ve dağıtan bir devlete işaret eder sosyalizm ya da proleterlerin diktatörlüğü Komünist devrimci sınıf mücadelesini kabul etmek ve devrimden yana olmanın yanında proletaryanın diktatörlüğünün bir nolu savunucularındandır. Bunu savunmasının nedeni de yukarda anlattığımız gibi komünizme başka türlü gidilememesindendir.Zira sınıfları,sınırları ve de her tür ayrımı ortadan kaldıracakve komünizme gerek siyasal gerek ekonomik gerek kültürel vs vs her türlü
altyapıyı sunacak tek örgütlü geçiş aşaması sosyalizmdir.Bu anlamdadır ki devrimci,mevcut sınıfların en devrimcisi ve komünizme götüren yolda zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proletaryaya dayanmak ve onun tek bilimsel ideolojisi olan Marksizmi kendine klavuz edinendir. Devrimci,diyalektik ve tarihsel materyalizmi ruhuna işletmiş ve Marksizmi ölü bir metinler topluluğu gibi kavramayıp onun canlı ruhuna uygun olarak yaratıcı bir biçimde yaşama geçiren iyi bir militandır.
• Devrimci , mevcut koşullara başkaldıran ve başka bir dünyanın varlığını kendinde cisimleştiren yaşamının her dakikasında devrimi, sosyalizmi, komünizmi yaşayan insandır.bu onun günlük yaşamıyla çelişmek yerine tam da günlük yaşamını anlamlı kılan temel bir ilkedir.
• Devrimci, güne ,koşullara bakılmaksızın inancını her zaman ve her koşulda diri ve yaşama ait tutan sürekli kendini geliştiren,yetiştiren,geniş emekçi yığınlarla düzgün,düzenli,istikrarlı ilişkiler kuran ve kurduğu her ilişkiyi
devrim davasına aktarmasını bilen insandır.
• Devrimci geçici savrulmalardan bilinç ve iradesiyle,sınıf bilincinin engin derinliğiyle etkilenmeyen insandır.
• Devrimci,bilimsel inancın ve çelikten iradenin yanısıra her gün değişen koşulların gerektirdiği kavrayış,anlayış,merak,bilimsel değerlendirme ve koşullara teslim olmama kişisel özelliklerine sahip olmalıdır.Zira günlük politika her an her dakika tavır üretilmesini zorunlu kılan koşullara sahiptir.Sınıfa liderlik iddiasıyla yola çıkmış insanların sınıfa her an her dakika olan olay ve olgular için söyleyebilecek doğru,ilkeli,tutarlı şeyleri vardır ve olmalıdır.doğal olarak bu da yığınlarla ciddi bir iletişimin yanısıra ciddi bir
okuma,kavrama,bilimsel değerlendirme yapısı vs vs isteyecektir. Yoksa yığınları kendinize inandırabilirmisiniz?
• Devrimci insani ve doğru,iyi olan ne kadar değer varsa onların hepsine sahip olandır.Söyledikleri ile yaptıkları aynı olandır.Boşuna yukarda devrimcilik bir yaşam biçimidir demedik.
• Devrimci kısacası örnek ve ideale en yakın insandır.
• Devrimci,doğrucu ve dürüsttür.Asla yalan söylemez.Düşmanın işkence tezgahları ve illegal yaşantının gerekleri dışında devrimci asla yalan söylemez.Hiç bir şeyini gizlemez.Onun başkalarından gizleyeceği hiç bir yaşantısı olamaz.
• Devrimci doğru bildiğini her durumda ve her koşulda olduğu gibi ifade edendir.Yanlışlarını ve hatalarını dürüstçe kabul etmekten ve onlara sorumlu yaklaşıp değiştirmek-dönüştürmekten kaçınmaz.
• Devrimcinin illegalite kuralları dışında temsil edeceği sınıftan gizleyebileceği hiç bir şey olamaz.
• Devrimci,paylaşımcıdır.Bir ekmeğini kırk kişiyle görüntüde değil gerçekte paylaşandır.Sadece maddi anlamıyla değil manende paylaşımı içine sindirmiş olandır.Hedeflediği düzen olan komünizmin paylaşımsal yasalarını kendine rehber etmiş olup öyle yaşayandır.
• Devrimci alçak gönüllüdür.hiç kimseyi ve hiç bir şeyi küçümsemez.Kendi güç ve olanaklarına göre hareket edendir.Örgütlemek istediği toplumsal kesimlere yukardan bakan bir kişi nasıl bu insanları örgütleyip harekete geçirebilir ya da güven yaratır?
• Devrimci güvenilirdir. Sözüne sadıktır ve sözü ve eyleminin arkasında durandır.Söz ve eylemi ya da hareketleri devrimcinin aynasıdır.Bilinmelidir ki,insanlar açısından hangi toplumsal kesimden olurlarsa olsunlar bu birlikteliği sağlamak temel öneme sahiptir.
• Devrimci fedakardır.Önce başkaları sonra kendisi olandır yaşamında.Yine bu görüntüde değil gerçekte böyle olmalıdır.
Yeri gelmişken parentez açıp devrimciliğin bir önemli noktasına değinelim.
Devrimci kendisi böyle bir düzende yaşamak istemediği için devrimcilik yapar ya da devrim ister.Başkaları için devrimci olan ya da toplum için devrimcilik yapan gerçek bir devrimci olamaz.Zira devrimci yığınsal çalışmayı bir zorunluluktan ve kendisi için yapar.Devrim ancak devrimci sınıfların mücadelesiyle başarılabilir.Yığınsal çalışmanın nedeni de gerçekte budur.Yani şehit düşenler inanarak mücadele edip toprağa düşenler önce ve sadece kendi idealleri-amaçları uğruna düşmüşlerdir.Devrim başka türlü komplo-darbe vs ile olamayacağına göre yığınsal çalışma yapılmıştır.Devrimci bilinç yapısı budur.Başkası ya da başkaları için devrimcilik yapanlar zaten bir biçimde koşullar değiştiğinde bu işi bırakmaktalar.Devrimci inandığı değrler noktasında gözünü kırpmadan yaşamını verecek kadar ...
Bundan sonra geçecek her devrimci deyimi, komünist devrimciyi anlatmak için kullanılmıştır.) Devrimci deyimini açıklamaya girişmeden önce devrimcinin amaçladığı olguyu açmak gereklidir.
Devrimci ,devrim için mücadele eden ve bunun için tüm yaşamını vakfetmiş olandır. Buradan devrim deyimine bir açıklık getirmek zorunludur.Devrim,mevcut düzeni tümden ortadan kaldırmak ve yerine daha iyi ve daha ileri bir şeyler koymak eyleminin kendisidir.Buradan hareketle,devrimci(elbette ki komünist devrimci) mevcut emperyalist kapitalist düzenin tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılıp yerine komünizmin ilk aşaması olan sosyalizmi ve ardından gerçek insanlık ve paylaşım düzeni olan komünizmi inşa etmek görevi uğruna mücadele veren örgütlü bireydir.
Burada dikkatle bakılırsa bir olgunun altını çizmiş olduk: O da devrimcinin örgütlü bir bireye karşılık geldiğidir. Yani devrimci bu eylemini ancak ve ancak örgütlü bireyler topluluğuna dahil olarak yapabilir.Yineleyelim ki,devrimi yapan devrimci değildir.
Devrimi yapan mevcut düzenden rahatsız olan tüm sınıf ve katmanlara önderlik etme yeteneği kazandırılmış komünizmi kuracak biricik devrimci sınıf proletaryanın ta kendisidir. Tabi ki diğer devrimci sınıf ve katmanları bu devrimci mücadeleye katarak.Devrimci bu sınıf mücadelesinin katalizörüdür sadece.Ya da daha geniş anlamıyla sınıfı sınıf bilinciyle donatacak bu mücadelenin her evresinde liderlik edecek temel itici güçtür.
Sosyalizm ve komünizm tarihsel sürecin sonuçlarıdırlar. Sınıflı toplumların sonuncusu sosyalizme ve sonrasında komünizme giden yol bilimsel bir sonuçtur. Ama bu süreç, yukardan aşağı inşa edilebilen
tek düzeni işaret ettiğindendir ki,irade ve devrimci sınıf mücadelesi bu anlamda kilit rol oynayacaktır. Sosyalizm kendinden önceki sınıflı toplumlar gibi bir önceki sınıflı toplumun bağrından çıkmaz.Sadece
sosyalizmi kuracak ,altyapısını sunacak sınıflar ve ekonomik alt yapı sosyalizmin mevcut kapitalizmden aldığı unsurlardır.Oysa kapitalizm, kendinden önceki feodal toplumsal düzenin bağrından çıktı ve sonraki
süreç içinde ekonomik alt yapı kapitalist olmasına rağmen iktidar Feodal kral,bey vs ye aittti. Burjuva demokratik devrimler bu çelişkiyi ortadan kaldırdılar.(Şimdi dünya üzerinde sözümona krallıkla yönetilen
ülkelerin olması bu noktada şaşırtıcı olmasın.buradaki krallıklar kesinlikle göstermelik krallıklardır. ve öte yandan bu mevcut krallıklar gerçekte şu anda büyük kapitalist şirketlerin en büyük ortaklarından olup krallık ünvanı sadece bu anlamda göstermeliktir.)Sosyalizm, kapitalizmin bağrından doğma bir sistem değildir.
Sosyalizm iktidar elde edildikten sonra yukardan aşağıya inşa edilebilen tek toplumsal düzendir.İktidar elde edildikten sonra tüm yer altı ve tüm yerüstü zenginlik kaynakları,bankalar,tüm toplumsal üretim araçları kamulaştırılacak ya da toplumsallaştırılacaktır.Tüm bunlar için iktidarın alınması yani devrim zorunlu bir
önkoşuldur.
Burjuvazi alaşağı edilecek ve yerine sosyalizmin-komünizmin ve çağın en devrimci sınıfı olan proletarya geçecektir. Sosyalizm ya da diğer deyişle proletarya diktatörlüğünün kabulü diğer devrimci kesimlerle komünist devrimcileri ayrıştıran temel noktalardan en önemlisidir.Tabi ki tek başına kabul yetmez,buna uygun bir pratik
olmak zorundadır.
Sosyalizm mutlak bir toplumsal sistem olmayıp temel amacı komünizmin alt yapısını oluşturmak olan bir sistemdir.Yani sosyalizm ya da proletarya diktatörlüğü ya da proleterlerin devleti bir yandan kendini geliştirirken öte yandan kendi sonunu da getirmek zorundadır.Yani kendini red ve inkar etmelidir ki,komünizme ulaşılabilsin....Zira komünizm de sınıflar,sınırlar,devletler ya da her tür ayrım ortadan kalkmış olacaktır. Bir yandan kendini güçlendiren ve öte yandan görev ve yetkilerini sınrlayan ve dağıtan bir devlete işaret eder sosyalizm ya da proleterlerin diktatörlüğü Komünist devrimci sınıf mücadelesini kabul etmek ve devrimden yana olmanın yanında proletaryanın diktatörlüğünün bir nolu savunucularındandır. Bunu savunmasının nedeni de yukarda anlattığımız gibi komünizme başka türlü gidilememesindendir.Zira sınıfları,sınırları ve de her tür ayrımı ortadan kaldıracakve komünizme gerek siyasal gerek ekonomik gerek kültürel vs vs her türlü
altyapıyı sunacak tek örgütlü geçiş aşaması sosyalizmdir.Bu anlamdadır ki devrimci,mevcut sınıfların en devrimcisi ve komünizme götüren yolda zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proletaryaya dayanmak ve onun tek bilimsel ideolojisi olan Marksizmi kendine klavuz edinendir. Devrimci,diyalektik ve tarihsel materyalizmi ruhuna işletmiş ve Marksizmi ölü bir metinler topluluğu gibi kavramayıp onun canlı ruhuna uygun olarak yaratıcı bir biçimde yaşama geçiren iyi bir militandır.
• Devrimci , mevcut koşullara başkaldıran ve başka bir dünyanın varlığını kendinde cisimleştiren yaşamının her dakikasında devrimi, sosyalizmi, komünizmi yaşayan insandır.bu onun günlük yaşamıyla çelişmek yerine tam da günlük yaşamını anlamlı kılan temel bir ilkedir.
• Devrimci, güne ,koşullara bakılmaksızın inancını her zaman ve her koşulda diri ve yaşama ait tutan sürekli kendini geliştiren,yetiştiren,geniş emekçi yığınlarla düzgün,düzenli,istikrarlı ilişkiler kuran ve kurduğu her ilişkiyi
devrim davasına aktarmasını bilen insandır.
• Devrimci geçici savrulmalardan bilinç ve iradesiyle,sınıf bilincinin engin derinliğiyle etkilenmeyen insandır.
• Devrimci,bilimsel inancın ve çelikten iradenin yanısıra her gün değişen koşulların gerektirdiği kavrayış,anlayış,merak,bilimsel değerlendirme ve koşullara teslim olmama kişisel özelliklerine sahip olmalıdır.Zira günlük politika her an her dakika tavır üretilmesini zorunlu kılan koşullara sahiptir.Sınıfa liderlik iddiasıyla yola çıkmış insanların sınıfa her an her dakika olan olay ve olgular için söyleyebilecek doğru,ilkeli,tutarlı şeyleri vardır ve olmalıdır.doğal olarak bu da yığınlarla ciddi bir iletişimin yanısıra ciddi bir
okuma,kavrama,bilimsel değerlendirme yapısı vs vs isteyecektir. Yoksa yığınları kendinize inandırabilirmisiniz?
• Devrimci insani ve doğru,iyi olan ne kadar değer varsa onların hepsine sahip olandır.Söyledikleri ile yaptıkları aynı olandır.Boşuna yukarda devrimcilik bir yaşam biçimidir demedik.
• Devrimci kısacası örnek ve ideale en yakın insandır.
• Devrimci,doğrucu ve dürüsttür.Asla yalan söylemez.Düşmanın işkence tezgahları ve illegal yaşantının gerekleri dışında devrimci asla yalan söylemez.Hiç bir şeyini gizlemez.Onun başkalarından gizleyeceği hiç bir yaşantısı olamaz.
• Devrimci doğru bildiğini her durumda ve her koşulda olduğu gibi ifade edendir.Yanlışlarını ve hatalarını dürüstçe kabul etmekten ve onlara sorumlu yaklaşıp değiştirmek-dönüştürmekten kaçınmaz.
• Devrimcinin illegalite kuralları dışında temsil edeceği sınıftan gizleyebileceği hiç bir şey olamaz.
• Devrimci,paylaşımcıdır.Bir ekmeğini kırk kişiyle görüntüde değil gerçekte paylaşandır.Sadece maddi anlamıyla değil manende paylaşımı içine sindirmiş olandır.Hedeflediği düzen olan komünizmin paylaşımsal yasalarını kendine rehber etmiş olup öyle yaşayandır.
• Devrimci alçak gönüllüdür.hiç kimseyi ve hiç bir şeyi küçümsemez.Kendi güç ve olanaklarına göre hareket edendir.Örgütlemek istediği toplumsal kesimlere yukardan bakan bir kişi nasıl bu insanları örgütleyip harekete geçirebilir ya da güven yaratır?
• Devrimci güvenilirdir. Sözüne sadıktır ve sözü ve eyleminin arkasında durandır.Söz ve eylemi ya da hareketleri devrimcinin aynasıdır.Bilinmelidir ki,insanlar açısından hangi toplumsal kesimden olurlarsa olsunlar bu birlikteliği sağlamak temel öneme sahiptir.
• Devrimci fedakardır.Önce başkaları sonra kendisi olandır yaşamında.Yine bu görüntüde değil gerçekte böyle olmalıdır.
Yeri gelmişken parentez açıp devrimciliğin bir önemli noktasına değinelim.
Devrimci kendisi böyle bir düzende yaşamak istemediği için devrimcilik yapar ya da devrim ister.Başkaları için devrimci olan ya da toplum için devrimcilik yapan gerçek bir devrimci olamaz.Zira devrimci yığınsal çalışmayı bir zorunluluktan ve kendisi için yapar.Devrim ancak devrimci sınıfların mücadelesiyle başarılabilir.Yığınsal çalışmanın nedeni de gerçekte budur.Yani şehit düşenler inanarak mücadele edip toprağa düşenler önce ve sadece kendi idealleri-amaçları uğruna düşmüşlerdir.Devrim başka türlü komplo-darbe vs ile olamayacağına göre yığınsal çalışma yapılmıştır.Devrimci bilinç yapısı budur.Başkası ya da başkaları için devrimcilik yapanlar zaten bir biçimde koşullar değiştiğinde bu işi bırakmaktalar.Devrimci inandığı değrler noktasında gözünü kırpmadan yaşamını verecek kadar ...
28 Mayıs 2010 Cuma
ÇOCUK ÖYKÜ’NÜN BABASINDAN ADALET BAKANINA AÇIK MEKTUP
Sadullah Bey, ben tutsaklara balon yollayan çocuk Öykü’nün babasıyım. Hani kızımız Öykü’nün tutsak amca ve teyzelerine yolladığı balonlara devlet, ‘sakıncalı ve tehlikeli’ diyerek el koymuştu da, biz anne ve baba olarak basın açıklaması yapmıştık. Gerek kamuoyu ve basın, gerekse tutsaklar, balonların ‘sakıncalı’ diye yasaklanması olayını ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmine benzetmişti. Bunun üzerine Akın Birdal mecliste, yanıtlamanız isteğiyle soru önergesi vermiş ve Öykü’nün balonlarının akıbetini sormuştu. Doğrusunu isterseniz, sizin bu konuda tutsaklardan yana tavır alacağınızı düşünmüştük. Yanılmışız. 21.05.2010’da Sayın Birdal’ın soru önergesine verdiğiniz yanıtı gecikmeli olarak okuduk. Hayal kırıklığına uğradık ve üzüldük. Balonlar hukukla bağdaşmaz demiş ve yönetmeliği tutsakların aleyhine yorumlamışsınız. Neden böyle yaptınız Sadullah Bey. Yasaları bir kez olsun tutsakların lehine yorumlayamaz mıydınız? Oysa hukuktan biraz anlayan bir insan, yasaların yorumlanacağını bilir.
Sadullah Bey, biz aynı zamanda hemşeriyiz. Normal koşullarda, örneğin Antakya parkında ‘Orta Kahve’de oturup sohbet ediyor olsaydık size, ‘Sadullah ya da sevgili Sadullah’ diye hitap etmem gerekirdi. Veya size bu mektubu yazarken ‘Saygıdeğer Bakanımız’ diye başlayabilirdim. Ama bu unvanları hak etmek gerekiyor değil mi Sadullah Bey? Unvanı, halk verirse kalıcı olur. Yoksa bakanlıklar geçicidir. Biliyorsunuz memleketimiz Antakya’dan çok önemli insanlar çıkmıştır. Bakan veya milletvekili olmadan insanların gönlünde taht kuran değerler. Örneğin Deniz’lerin avukatı Halit Çelenk, şair Ali Yüce, erken kaybettiğimiz Ayşe Nur Zarakoğlu, 1969’da yargısız infaz sonucu katledilen Hatay’ın ilk sosyalistlerinden Yalçın Ergönül, 12 Eylül darbesinden sonra sosyalist olduğu için hapse atılan, çıktıktan sonra en zor dönemde, 1980’li yıllarda İHD ve Halk Evi yöneticiliği yapan rahmetli babam şair yazar Süleyman Okay. Ve diğerleri.
Sadullah Bey, biliyorsunuz Hatay halkı ‘lakap’ takmakta ustadır. Keşke kadim Antakya’ya layık bir bakan olsaydınız ve Hatay halkı veya kızım sizi ‘Balon−sevinç düşmanı veya Gargamel’ olarak anmasaydı. Ama merak etmeyiniz. Sizin balonları yasaklayan kararınızı kızımız Öykü’ye anlatmadık. Onun küçük ve saf yüreğinin örselenmesine gönlümüz razı olmadı. Dikkat ettiyseniz kızımızı, onun ruh sağlığını düşünerek, basın önüne de çıkarmadık. Zira amacımız reklam yapmak değil, cezaevleri karanlığına bir mum ışığı olabilmekti.
Sadullah Bey, balonlar konusunda verdiğiniz cevapta, yönetmeliği detaylarla önümüze çıkarmanızı yadırgadık. Şunu hatırlatmama izin verin, “Çocuk Öykü’nün yolladığı balonlar, tutsaklarla tutulan tutanaktan sonra emanete kaldırılmıştır, yönetmeliğe göre tahliye olduklarında alabilir veya bir yakınlarına yollatabilirler…” demişsiniz. Bunun kocaman bir yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz. Zira balonları vermeyen cezaevlerinin çoğunda tutsaklara haber bile verilmemiştir. Kaybolan, cezaevlerinde sahiplerinin eline geçmeyen mektup ve kitaplarımızı saymıyorum. Ayrıca cevabınızda balonları veren cezaevlerine de uyarı yolladığınızı, daha sert olmaları gerektiğini söylemişsiniz. İşte bunu size yakıştıramadık Sadullah Bey.
Sadullah Bey, zor bir görev üstlendiniz. Bu ülkede özgürlük, eşitlik, insan hakları ve barış diyenler hep Gargamel’lerin saldırısına uğramıştır. Ve bu ülkenin adalet bakanları genellikle kötü icraatlarıyla tanınmıştır. Biliyorum bu ülkede Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı olmak çok zordur. Zira adaletsizliğin, hak ihlallerinin hüküm sürdüğü, üç darbe gören ve halen darbe anayasasıyla yönetilen ve 30 yıldır adı konulmamış bir savaşın sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Halefleriniz de bu görevden alınlarının akıyla çıkamamışlardı. Örneğin bugün hem Türkiye Adaletinin, hem AİHM’nin ‘devlet katliamı’ olarak tanıdığı ‘19 Aralık Hayata dönüş operasyonu’nun mimarı Hikmet Sami Türk, her 19 Aralıkta bedduayla anılıyor. Örneğin Mehmet Ali Şahin, yazar Temel Demirer’in mahkemesine müdahalesiyle ayrıca güvenlik güçleri tarafından katledilen Baran Tursun ve Uğur Kaymaz’la birlikte anılıyor. Siz de “Her tarafım kuşatılmış, yasalar elimi kolumu bağlıyor, mağdurlar için bir şey yapamıyorum.” diyebilirsiniz. Ben de hemen size, “O zaman delikanlıca istifa etseydiniz veya var olan yasaları hakkaniyetle uygulasaydınız, kızım Öykü’nün balonlarının yasaklanmasını açıklamak için öne çıkarttığınız kendi yönetmeliğinize −tutsakların lehine yorumlayarak− uysaydınız” derim.
Sadullah Bey, siz hiç cezaevlerinde araştırma yaptınız mı? Örneğin İHD’nin, TİHV’nın, ÇHD’nin, TTB’nin raporlarını okuyor musunuz? Sizi ziyarete gelen ve cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamaları anlatan, yönetmeliğe uymadığınızı belgelerle kanıtlayan bu örgüt temsilcilerini dinleyip, ‘haklısınız’ demekten başka ne yaptınız. Tutsakların mektuplarına yer veren gazete ve dergileri okuyor musunuz? Veya hiç benim web siteme girip tutsak mektuplarını okudunuz mu? Keyfi cezaları, tecridi, örneğin bir cezaevinde serbest olan renkli kalemlerin diğer cezaevinde yasak olduğunu, bir cezaevinde sınırsız kitap bulundurulurken diğerinde beşten fazlasının yasak olduğunu, Erzurum cezaevinde mektupların bir ay bekletildikten sonra tutsaklara verildiğini, Kırklareli cezaevinde fiziki şiddetin günlük hale geldiğini, bazı cezaevlerinde türkü söylemenin, yüksek sesle gülmenin iletişim yasağına neden olduğunu dehşete kapılıp okudunuz mu?
Okuduysanız bunların dolaylı sorumlusu olarak hiç hicap duymuyor musunuz?
Halefiniz M. Ali Şahin, Engin Çeber’in gardiyanlar tarafından işkence ile öldürülmesi üzerine, “Devletim ve hükümetim adına özür dilerim” demişti. Siz, bakanlığınız döneminde tedavileri yapılmadığı için cezaevinde hayatını kaybeden tutsaklar Ali Çekin, Hasan Kert, Beşir Özer, Kuddusi Okkır, İsmet Ablak ve Kırklareli cezaevinde işkence sonucu öldürülen Mehmet Kılınç için özür de dilemiyorsunuz Sadullah Bey. Ya Güler Zere?
Acaba bakanlık süreniz doluyor diye mi bunları görmezden geliyorsunuz Sadullah Bey? Peki ya peşinizi bırakmayacak olan mazlumların ah’ını düşündünüz mü? Siz bildiğim kadarıyla dini bütün bir adamsınız. Benim de büyüklerim ibadetlerini aksatmayan, haramdan korkan insanlardır. Kendimi bildim bileli mazlumların, ezilenlerin safında yer aldığım, bu uğurda bedeller ödediğim için yerimin cennet olacağını söylüyor ve benim için dua ediyorlar. Ben ve eşim ve arkadaşlarım, yaşadığı dünyayı cennete çevirmek isteyen, bu uğurda bedel ödeyen 68 ve 78 kuşağının çocuklarıyız. Bizim ortak değerimiz ve ereğimiz: Özgür, eşit ve barış içinde yaşayacağımız, sınıfsız ve sınırsız bir dünya ütopyasıdır. Zindanlarınızda, zebanilerin eziyet ettiği, binlerce politik tutsağın ütopyası gibi…
Sadullah Bey, Öykü’nün balonları ve tutsakların yaşam koşulları konusunda kamuoyu bir fikir sahibi oldu. Bu ülkede Gargamel’lere inat, onların sakıncalı saydığı balonları ve uçurtmaları cezaevlerinin önünden havalandırıp, tutsakları selamlayacak, yüreği sevgi dolu ‘Şirinler’ vardır. Duvarların öte yanında ‘yönetmeliğiniz’ geçersizdir. Tüm uçurtma ve balonları vurmanız da mümkün olmayacaktır. Benim diyeceklerim şimdilik bu kadar. Şimdilik diyorum, zira iki elimiz kızıl kanda bile olsa, İnsan hakları ihlallerine karşı yine yazacak, yürüyecek ve itiraz edeceğiz. Ancak bitirmeden hatırlatmak istiyorum: Bakanlık süreniz dolmak üzere. Henüz zamanınız var. Bari cezaevlerinde yatan 49 ağır hasta tutsağa destek olun. İşte size hayır duası alabileceğiniz bir fırsat. Tarihe adınızın nasıl geçeceğine karar verin. Ancak acele edin. Zira yarın çok geç olabilir…
Okay ailesi adına
Sadullah Bey, biz aynı zamanda hemşeriyiz. Normal koşullarda, örneğin Antakya parkında ‘Orta Kahve’de oturup sohbet ediyor olsaydık size, ‘Sadullah ya da sevgili Sadullah’ diye hitap etmem gerekirdi. Veya size bu mektubu yazarken ‘Saygıdeğer Bakanımız’ diye başlayabilirdim. Ama bu unvanları hak etmek gerekiyor değil mi Sadullah Bey? Unvanı, halk verirse kalıcı olur. Yoksa bakanlıklar geçicidir. Biliyorsunuz memleketimiz Antakya’dan çok önemli insanlar çıkmıştır. Bakan veya milletvekili olmadan insanların gönlünde taht kuran değerler. Örneğin Deniz’lerin avukatı Halit Çelenk, şair Ali Yüce, erken kaybettiğimiz Ayşe Nur Zarakoğlu, 1969’da yargısız infaz sonucu katledilen Hatay’ın ilk sosyalistlerinden Yalçın Ergönül, 12 Eylül darbesinden sonra sosyalist olduğu için hapse atılan, çıktıktan sonra en zor dönemde, 1980’li yıllarda İHD ve Halk Evi yöneticiliği yapan rahmetli babam şair yazar Süleyman Okay. Ve diğerleri.
Sadullah Bey, biliyorsunuz Hatay halkı ‘lakap’ takmakta ustadır. Keşke kadim Antakya’ya layık bir bakan olsaydınız ve Hatay halkı veya kızım sizi ‘Balon−sevinç düşmanı veya Gargamel’ olarak anmasaydı. Ama merak etmeyiniz. Sizin balonları yasaklayan kararınızı kızımız Öykü’ye anlatmadık. Onun küçük ve saf yüreğinin örselenmesine gönlümüz razı olmadı. Dikkat ettiyseniz kızımızı, onun ruh sağlığını düşünerek, basın önüne de çıkarmadık. Zira amacımız reklam yapmak değil, cezaevleri karanlığına bir mum ışığı olabilmekti.
Sadullah Bey, balonlar konusunda verdiğiniz cevapta, yönetmeliği detaylarla önümüze çıkarmanızı yadırgadık. Şunu hatırlatmama izin verin, “Çocuk Öykü’nün yolladığı balonlar, tutsaklarla tutulan tutanaktan sonra emanete kaldırılmıştır, yönetmeliğe göre tahliye olduklarında alabilir veya bir yakınlarına yollatabilirler…” demişsiniz. Bunun kocaman bir yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz. Zira balonları vermeyen cezaevlerinin çoğunda tutsaklara haber bile verilmemiştir. Kaybolan, cezaevlerinde sahiplerinin eline geçmeyen mektup ve kitaplarımızı saymıyorum. Ayrıca cevabınızda balonları veren cezaevlerine de uyarı yolladığınızı, daha sert olmaları gerektiğini söylemişsiniz. İşte bunu size yakıştıramadık Sadullah Bey.
Sadullah Bey, zor bir görev üstlendiniz. Bu ülkede özgürlük, eşitlik, insan hakları ve barış diyenler hep Gargamel’lerin saldırısına uğramıştır. Ve bu ülkenin adalet bakanları genellikle kötü icraatlarıyla tanınmıştır. Biliyorum bu ülkede Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı olmak çok zordur. Zira adaletsizliğin, hak ihlallerinin hüküm sürdüğü, üç darbe gören ve halen darbe anayasasıyla yönetilen ve 30 yıldır adı konulmamış bir savaşın sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Halefleriniz de bu görevden alınlarının akıyla çıkamamışlardı. Örneğin bugün hem Türkiye Adaletinin, hem AİHM’nin ‘devlet katliamı’ olarak tanıdığı ‘19 Aralık Hayata dönüş operasyonu’nun mimarı Hikmet Sami Türk, her 19 Aralıkta bedduayla anılıyor. Örneğin Mehmet Ali Şahin, yazar Temel Demirer’in mahkemesine müdahalesiyle ayrıca güvenlik güçleri tarafından katledilen Baran Tursun ve Uğur Kaymaz’la birlikte anılıyor. Siz de “Her tarafım kuşatılmış, yasalar elimi kolumu bağlıyor, mağdurlar için bir şey yapamıyorum.” diyebilirsiniz. Ben de hemen size, “O zaman delikanlıca istifa etseydiniz veya var olan yasaları hakkaniyetle uygulasaydınız, kızım Öykü’nün balonlarının yasaklanmasını açıklamak için öne çıkarttığınız kendi yönetmeliğinize −tutsakların lehine yorumlayarak− uysaydınız” derim.
Sadullah Bey, siz hiç cezaevlerinde araştırma yaptınız mı? Örneğin İHD’nin, TİHV’nın, ÇHD’nin, TTB’nin raporlarını okuyor musunuz? Sizi ziyarete gelen ve cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamaları anlatan, yönetmeliğe uymadığınızı belgelerle kanıtlayan bu örgüt temsilcilerini dinleyip, ‘haklısınız’ demekten başka ne yaptınız. Tutsakların mektuplarına yer veren gazete ve dergileri okuyor musunuz? Veya hiç benim web siteme girip tutsak mektuplarını okudunuz mu? Keyfi cezaları, tecridi, örneğin bir cezaevinde serbest olan renkli kalemlerin diğer cezaevinde yasak olduğunu, bir cezaevinde sınırsız kitap bulundurulurken diğerinde beşten fazlasının yasak olduğunu, Erzurum cezaevinde mektupların bir ay bekletildikten sonra tutsaklara verildiğini, Kırklareli cezaevinde fiziki şiddetin günlük hale geldiğini, bazı cezaevlerinde türkü söylemenin, yüksek sesle gülmenin iletişim yasağına neden olduğunu dehşete kapılıp okudunuz mu?
Okuduysanız bunların dolaylı sorumlusu olarak hiç hicap duymuyor musunuz?
Halefiniz M. Ali Şahin, Engin Çeber’in gardiyanlar tarafından işkence ile öldürülmesi üzerine, “Devletim ve hükümetim adına özür dilerim” demişti. Siz, bakanlığınız döneminde tedavileri yapılmadığı için cezaevinde hayatını kaybeden tutsaklar Ali Çekin, Hasan Kert, Beşir Özer, Kuddusi Okkır, İsmet Ablak ve Kırklareli cezaevinde işkence sonucu öldürülen Mehmet Kılınç için özür de dilemiyorsunuz Sadullah Bey. Ya Güler Zere?
Acaba bakanlık süreniz doluyor diye mi bunları görmezden geliyorsunuz Sadullah Bey? Peki ya peşinizi bırakmayacak olan mazlumların ah’ını düşündünüz mü? Siz bildiğim kadarıyla dini bütün bir adamsınız. Benim de büyüklerim ibadetlerini aksatmayan, haramdan korkan insanlardır. Kendimi bildim bileli mazlumların, ezilenlerin safında yer aldığım, bu uğurda bedeller ödediğim için yerimin cennet olacağını söylüyor ve benim için dua ediyorlar. Ben ve eşim ve arkadaşlarım, yaşadığı dünyayı cennete çevirmek isteyen, bu uğurda bedel ödeyen 68 ve 78 kuşağının çocuklarıyız. Bizim ortak değerimiz ve ereğimiz: Özgür, eşit ve barış içinde yaşayacağımız, sınıfsız ve sınırsız bir dünya ütopyasıdır. Zindanlarınızda, zebanilerin eziyet ettiği, binlerce politik tutsağın ütopyası gibi…
Sadullah Bey, Öykü’nün balonları ve tutsakların yaşam koşulları konusunda kamuoyu bir fikir sahibi oldu. Bu ülkede Gargamel’lere inat, onların sakıncalı saydığı balonları ve uçurtmaları cezaevlerinin önünden havalandırıp, tutsakları selamlayacak, yüreği sevgi dolu ‘Şirinler’ vardır. Duvarların öte yanında ‘yönetmeliğiniz’ geçersizdir. Tüm uçurtma ve balonları vurmanız da mümkün olmayacaktır. Benim diyeceklerim şimdilik bu kadar. Şimdilik diyorum, zira iki elimiz kızıl kanda bile olsa, İnsan hakları ihlallerine karşı yine yazacak, yürüyecek ve itiraz edeceğiz. Ancak bitirmeden hatırlatmak istiyorum: Bakanlık süreniz dolmak üzere. Henüz zamanınız var. Bari cezaevlerinde yatan 49 ağır hasta tutsağa destek olun. İşte size hayır duası alabileceğiniz bir fırsat. Tarihe adınızın nasıl geçeceğine karar verin. Ancak acele edin. Zira yarın çok geç olabilir…
Okay ailesi adına
15 Nisan 2010 Perşembe
ÜRETENLER ANAYASA YAPMADIKÇA SORUNLAR ÇÖZÜLMEZ
Yaşamın zorlaştırdılar, hep birlikte zorla nefes alıyoruz. Ağırlaşan koşullar altında koro halinde inliyoruz. Aynı sorunlarla boğuştuğumuz halde biz birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Onun içindir ki, gelen-geçen sırtımızdan eksik olmuyor. “Gelen ağam giden paşam” diye diye yaşamımızı köle gibi sürdürüyoruz. Bunun bile farkında değiliz.
Devletin zirvesinde anayasa değişikliği konuşuluyor. Tartışmalar muhalefet ile iktidar arasında sert tartışmalara neden oluyor. Muhalefet cephesi “Anayasayı değiştirmek hukuka aykırıdır” diye tepki gösterirken, iktidar cephesi anayasa’nın yenilenmesinden yana esip gürlüyor. Vatandaş da olan biteni tiyatro izler gibi izliyor.
Olanları izlerken bizim halimiz ne olacak diye düşünüyorum. Biryandan halimiz mi kalmış demeden edemiyorum. İnanın posamızı çıkardılar diyebilirim. Yukarıda çıkar savaşı devam ederken, altta biz ezilen kesimler örgütsüzlüğümüzden dolayı bir yerlere savruluyoruz. Onunda farkında değiliz. Yaşıyoruz işte, ama nasıl? Yaşıyorsak buna da yaşamak denir mi?
CHP ve MHP aynı safta yer almış, koro halinde “devletin elden gitmekte olduğuna” vurgu yapıyorlar. CHP “şeriat geliyor” ve “ordu göreve” temasını çok işlerken, MHP “meydanın bölücülere bırakılacağını” iddia ediyor. Oysa ülkede muhalefet ile iktidar aynı dili kullanıyor. Bu ince bir çizgidir. Anlamak için olayları, cümleleri yerli yerine koymak gerekiyor.
Bu ülkede Kemalist bir rejim var. Dışa bağımlılıkta var. İMF, ABD ve AB ne derse her iktidar döneminde partiler ya da koalisyon hükümetleri onu uygulamak zorunda kaldı.
Devletin zirvesi hareketli; AKP kendini sağlama almak için, muhalefet ise muhalefetten kurtulup iktidar olmak için var güçleriyle ellerindeki kozları birebir döküyorlar. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları var. Bu dokunulmazlık zırhını kaldırmak istemeyenler var. Ama bizlerin böyle bir hakkı olmadığı gibi, polis yaka paça gözaltına alabilmektedir. İstediği gibi sorgulama yapabilmektedir. Mahkemede istediği gibi hareket edebilmektedir. Bu açıktan bir ayrımcılıktır. ‘Gücü yetene’ anlamına gelmektedir. Yine yüzde on barajı vardır ki ötekine siyasal yaşam hakkı vermemekte, barajı aşağı çekme taleplerine ise AKP, CHP ve MHP birlikte karşı çıkmaktadır.
Anayasanın içeriğine bakmak gerekir! Kimin Anayasası? Emekçilerin, yoksulların anayasası mı? Hayır. İçeriğine bakarak kimin anayasası olduğunu anlayabiliriz.
Bu ülkede ağırlığı olan TÜSİAD ile MÜSİAD vardır. Farklı düşüncelerde olsalar da sermaye cephesini oluşturmaktadırlar. Ağırlığı olanlar grubundandırlar. Devletin motor gücünü oluşturan gruplardan olduğu için onların çıkarlarına göre bir anayasa değişikliği yapılacaktır.
Herkesimi bütünleştirecek bir anayasadan söz edenler gerçeği söylemiyorlar. İşsizlik ve yoksulluk sürerken, eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliği yokken, İş ve can güvenliği yokken, kayıt dışı ve sigortasız çalıştırma devam ederken, GDO’lu ürünlerin göz göre göre sofralarımıza gelirken, rüşvet ve yolsuzluklar artarken, üniversitelerin hali buyken, bolca cezaevi açarken, düşüncelerinden dolayı insanlar hala cezalandırılıyorken, taşeronlaştırma ve asgari ücretli kölelik tüm hızıyla yayılıyorken, doğa katlediliyorken, ırkçılık sistemli olarak gündemde ve hedef tahtasına Kürtler, Romanlar ve Ermeniler konuluyorken... Bunlara çözüm üretmeyecek bir anayasa”bütün kesimleri kucaklayan”bir anayasa olamaz.
İnsan haklarını öne alan, her yönüyle eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasaya ihtiyaç var. her yönüyle eşitlikçi, insanın insanı ezmediği sömürmediği, emeğe dayalı, insan ayrımı yapmayan, kendi dilini konuşan, kültürünü yaşatabilen ve insana dayalı, hayvanlara dayalı, doğaya dayalı ne varsa… Bir arada yaşayabilmenin ortak paydalarından yola çıkmalıyız.
Hazırlık çalışması yapılan anayasada emekçilerin talepleri değil, sermayenin talepleri ön sıralarda olacaktır. Bunun içindir ki anayasayı asıl üretenler yapmalıdır. Emeğe saygı gösterenler yapmalıdır.
Hüseyin Habip Taşkın
Devletin zirvesinde anayasa değişikliği konuşuluyor. Tartışmalar muhalefet ile iktidar arasında sert tartışmalara neden oluyor. Muhalefet cephesi “Anayasayı değiştirmek hukuka aykırıdır” diye tepki gösterirken, iktidar cephesi anayasa’nın yenilenmesinden yana esip gürlüyor. Vatandaş da olan biteni tiyatro izler gibi izliyor.
Olanları izlerken bizim halimiz ne olacak diye düşünüyorum. Biryandan halimiz mi kalmış demeden edemiyorum. İnanın posamızı çıkardılar diyebilirim. Yukarıda çıkar savaşı devam ederken, altta biz ezilen kesimler örgütsüzlüğümüzden dolayı bir yerlere savruluyoruz. Onunda farkında değiliz. Yaşıyoruz işte, ama nasıl? Yaşıyorsak buna da yaşamak denir mi?
CHP ve MHP aynı safta yer almış, koro halinde “devletin elden gitmekte olduğuna” vurgu yapıyorlar. CHP “şeriat geliyor” ve “ordu göreve” temasını çok işlerken, MHP “meydanın bölücülere bırakılacağını” iddia ediyor. Oysa ülkede muhalefet ile iktidar aynı dili kullanıyor. Bu ince bir çizgidir. Anlamak için olayları, cümleleri yerli yerine koymak gerekiyor.
Bu ülkede Kemalist bir rejim var. Dışa bağımlılıkta var. İMF, ABD ve AB ne derse her iktidar döneminde partiler ya da koalisyon hükümetleri onu uygulamak zorunda kaldı.
Devletin zirvesi hareketli; AKP kendini sağlama almak için, muhalefet ise muhalefetten kurtulup iktidar olmak için var güçleriyle ellerindeki kozları birebir döküyorlar. Milletvekillerinin dokunulmazlıkları var. Bu dokunulmazlık zırhını kaldırmak istemeyenler var. Ama bizlerin böyle bir hakkı olmadığı gibi, polis yaka paça gözaltına alabilmektedir. İstediği gibi sorgulama yapabilmektedir. Mahkemede istediği gibi hareket edebilmektedir. Bu açıktan bir ayrımcılıktır. ‘Gücü yetene’ anlamına gelmektedir. Yine yüzde on barajı vardır ki ötekine siyasal yaşam hakkı vermemekte, barajı aşağı çekme taleplerine ise AKP, CHP ve MHP birlikte karşı çıkmaktadır.
Anayasanın içeriğine bakmak gerekir! Kimin Anayasası? Emekçilerin, yoksulların anayasası mı? Hayır. İçeriğine bakarak kimin anayasası olduğunu anlayabiliriz.
Bu ülkede ağırlığı olan TÜSİAD ile MÜSİAD vardır. Farklı düşüncelerde olsalar da sermaye cephesini oluşturmaktadırlar. Ağırlığı olanlar grubundandırlar. Devletin motor gücünü oluşturan gruplardan olduğu için onların çıkarlarına göre bir anayasa değişikliği yapılacaktır.
Herkesimi bütünleştirecek bir anayasadan söz edenler gerçeği söylemiyorlar. İşsizlik ve yoksulluk sürerken, eğitim ve sağlıkta fırsat eşitliği yokken, İş ve can güvenliği yokken, kayıt dışı ve sigortasız çalıştırma devam ederken, GDO’lu ürünlerin göz göre göre sofralarımıza gelirken, rüşvet ve yolsuzluklar artarken, üniversitelerin hali buyken, bolca cezaevi açarken, düşüncelerinden dolayı insanlar hala cezalandırılıyorken, taşeronlaştırma ve asgari ücretli kölelik tüm hızıyla yayılıyorken, doğa katlediliyorken, ırkçılık sistemli olarak gündemde ve hedef tahtasına Kürtler, Romanlar ve Ermeniler konuluyorken... Bunlara çözüm üretmeyecek bir anayasa”bütün kesimleri kucaklayan”bir anayasa olamaz.
İnsan haklarını öne alan, her yönüyle eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasaya ihtiyaç var. her yönüyle eşitlikçi, insanın insanı ezmediği sömürmediği, emeğe dayalı, insan ayrımı yapmayan, kendi dilini konuşan, kültürünü yaşatabilen ve insana dayalı, hayvanlara dayalı, doğaya dayalı ne varsa… Bir arada yaşayabilmenin ortak paydalarından yola çıkmalıyız.
Hazırlık çalışması yapılan anayasada emekçilerin talepleri değil, sermayenin talepleri ön sıralarda olacaktır. Bunun içindir ki anayasayı asıl üretenler yapmalıdır. Emeğe saygı gösterenler yapmalıdır.
Hüseyin Habip Taşkın
19 Şubat 2010 Cuma
ABD EMPERYALİZMİN VE TÜRKİYE'NİN ORTADOĞU DA İSLAM AÇILIMI?
Amerikan emperyalizmin büyük Orta-doğu ve genişletilmiş Orta-doğu ve Asya projesi politikası iflas etmiş olsada!Bu politikasından hala vaz geçmiş gözükmüyor. Orta-doğu ve Asya'nın savaşlarla altını üstüne geçirmiş olsada ABD emperyalizmi! Bu sevdadan vaz geçmiyor yeni senaryolar ekleyerek yarım kalmış planlarını uygulamak için, İslam açılımına sarılmaya çalışmaktadır.
Çünkü; ABD emperyalizmi Orta-doğuya adım atmak için, birinci paylaşım savaşından sonra can atıyordu. Orta-doğu da kim Kızıl denizin, Süveyş kanalını, Körfezin hakimiyetini elinde bulunduruyorsa Orta-doğu ve Asyanın ve dünyanın lideride o ülke sayılıyordu.
Sovyet sosyalizmi dahi bunun bilincinde olarak MISIR ve diğer Orta-doğu ülkeleri ile ikinci paylaşım savaşı sonrası bu ülkelerle hızla ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmeye başlamıştı!
Bu amaçla Kızıl denizden geçişleri kontrol etmek ve Süveyş kanalına, körfeze hakim olmak istiyordu. Orta-doğuda ABD emperyalizmi tarafından yapay devlet olarak kurulan İsrail siyonizmin den sonra! Sovyet sosyalizmi de Orta-doğu'yu ve Asya ülkelerini önemsemeye başlamıştı.
Tabikii, Sovyet sosyalizmi! 1917 Ekim sosyalist devriminin amacından teorik ve siyasi olarak uzaklaşması ile beraber! İkinci paylaşım savaşımdan sonra sosyalist politikanın dahada zayıflaması ile beraber her değişen Sovyet sosyalizmin yöneticileri hızla sosyalist politikaların gerisine düşüyordu. Geri bıraktırılmış ülkeler için geliştirdiği tez olan! Kapitalist olmayan yoldan kalkınma tezi ve barışcı yoldan sosyalizme geçiş politikası tezini uygulamak için de Ota-doğu ve Asya ülkelerini kazanmak için denemeler yapmak istiyordu. Oysaki, Marksizmde Kapitalizmi yaşamadan sosyalist topluma geçmesi mümkün değildi... diyalektik ve tarihi materyalizme görede toplumsal gelişimde! Feodalizmden bir üst toplum olan kapitalist toplumu atlamak diye bir kavram yoktu. Öyle olmuş olsaydı. Bugüne kadar tüm toplumsal gelişimler bir üst toplumu atlayarak sınıfsız toplum olan Komünist topluma ulaşmış olurdu.
Orta-doğu ve asya ülkeleri üzerinde bu tezi uygulamak için, diğer yandan da Kapitalist-emperyalist ülkelere karşı Kızıl denizi ve körfezi kontrol altına almak istemesidir. Mısır Arap ülkelerinin tarih de en büyüğü ve en eski tarihsel ülkesidir.
Mısır'ın tarihi milattan önceye dayanır. Musa peygamberin Firavun'a karşı mücadelesinin geçtiği yer olan! Mısır ve Musa'nın Kızıl denizini asası ile ikiye bölmesi ve uydurması Musa peygaberin asası ile vurarak kızıl denizinin ikiye yararak geçme öyküsü ve hürafalar inanışı ile tüm dünya tarihine geçmiştir.
Ayrıca Musa peygamberin Firavuna karşı mücadelesi ve Mısır'da Firavu'nun gücünü ispatlamak içinde en yüksek piramitleri yaptırarak gücünü ispat etmeye çalışması piramitlerin yüksekliği, ihtişamlı duruşu ve tarihi yapısı bu gün dahi en büyük ilgi halinde durmaktadır.
Dünyada ki, insanların ve turistlerin en çok ziyaretine gittiği tarihi yerlerden biri olarak Mısır piramitleri tarih de hala önemli yerini korumaktadır.
Mısır Orta-doğunun ve Arap aleminin en büyük tarihi bir ülkesidir. Nasır'da Mısır'ın bu tarihi özelliklerini bilerek Arap milliyetçiliğinin kendisini lideri olarak ilan ederek! Arap ülkelerini birleştirmek istemiştir. Ama dünyada tek başına milliyetçi anlayışların yeri olmadığı gibi Nasırın böyle bir amaca ulaşması zor oldugundan iflas etmiştir.
Nasır Arap milliyetçiliğini de dünyanın iki kutuplu halinden yararlanarak iki büyük ülkeyle oynamıştır. Sovyet sosyalizmi ve ABD emperyalizmi ile hep flört etmiştir. Hangi taraf daha çok olanaklar para vermeye çalışmışsa o tarafadan gözükmeye çalışmıştır. İki tarafdanda flört ederek oynamıştır.
Sovyet sosyalizmi Mısır'a önemli yatırımlar ve silah yardımı yapmıştır. Ayrıca Irak'a da ekonomik yatırımlar silah yardımı aynı şekilde yardımlar Suriye'ye de yapılmıştır. Hatta Sovyet sosyalizmi yıkılana kadar Orta-doğuda Filistin halkına ve Suriye'ye her türlü yardım da bulunmuş ve İsrail siyonizmine ve ABD emperyalizmine karşı savunmuş ve korumaya çalışmıştır.
Arap milliyetçiliğine sadece Nasır değil. Irak da Saddam da aynı politikaya oynamış, Suriye de aynı politikayı savunmak için mücadele etmiştir. BAAS partilerini de sözde kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş için kurduklarını söylemişlerdir. Ama BAAS partilerinin sosyalizmle ve komünistlikle en ufak bağlantısı ilgisi olmamıştır. Sosyalizmden esinlenmiş olabilirler. Ama hiç bir zaman sosyalist ve demokrat olmamışlardır.
Mısır da, Suriye de ve Irak da BAAS partileri kurulmuş. Mısır da pek tutarlı olamamıştır. Irak da Saddam Hüseyin rejimi devrilene kadar BAAS partisi varlığını sürdürmüştür. Suriye de ise, Hala Beşar Esat ve BAAS partisi iktidar varlığını sürdürmektedir.
Orta-doğu da sadece yapay devlet olarak İsrail devleti kurulmamıştır. Küçük küçük yapay devletler ve şeyhlikler de kurulmuştur. Aman sultanlığı, Katar, Kuveyt vb gibi. Ülkelerde ABD emperyalizmi tarafından kurulmuştur. Ürdün dahi yapay devlet olarak ABD emperyalizmi tarafından kurulmuş Ürdün Kralı Hüseyin'in maaşı dahi ABD emperyalizmi tarafından ödenmekteydi.
Bugün hala Orta-doğu da süren savaşlar arasında İsrail –Filistin –Lübnan savaşları gelmektedir. Arap ülkeleri aynı dili aynı kültürü paylaşmalarına rağmen bölünmüş ve parçalanmıştır. Osmanlı imparatorluğunun bünyesi içinde yaşamışlar! Sonrada kapitalist-emperyalist ülkeler tarafından Osmanlı imparatorluğunun elinden önce Mısır'ı ayırmışlar daha sonrada diğer ülkeler ayrılmıştır.
Emperyalizm Arap ülkelerin bütünleşmesini ve birlik içinde olmalarını istememiştir. Her dönem bölmüş parçalamıştır. Daha iyi sömürgeleştirmek için de her dönemde sömürgeci emperyalist ülkelerinin işgalci izleri hala sırasıyla durmaktadır.
Fransa'nın, İngiliz emperyalizmi aralarında Orta-doğu'yu sömürgeleştirerek dönem dönem Fransa bazı dönem İngiliz emperyalizmi Arap ülkelerinin baş belası olmuştur. Birinci ve ikinci paylaşım savaşından sonra da ABD emperyalizmi tarafından kurulan İsrail siyonist devlet ve ABD emperyalizmi bölgeyi dizayene etmek için girişi olmuş ve Arap ülkelerini sömürgeleştirmek ve kendisine bağımlı yapmak için bölgeden savaş hiç eksik olmamıştır.
Türkiye militer devletide Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı ile Kemalist askeri darbe ile Türk militer devletini kurmuşlardır. Ama tüm ulusların ve milliyetlerin haklarını gasp ederek sadece Türk halkının varlığına dayalı bir devlet oluşturmuşlardır. Diğer ulus ve azınlık haklarını yok saymışlardır. Tek dil, tek bayrak, tek millet yasası olarak kurulmuştur.
Ermeni ve Kürt halklarını diğer azınlıklar olan Laz, Çerkez varlıklarınıda inkar edilmiştir. Kendi dışında ki tüm ulus ve azınlıkları Türkleştirmeye çalışarak diğer halkları hızla asimile ederek ve inkar ve imha politikasını uygulamıştır.
Türk den başka halk yok diyerek imha ve inkar poltikasını hayata geçirmiştir. Türk militer devletine karşı Kürtler arasında isyanlar, ayaklanmalar savaşlar kanla barutla bastırılarak Kürt halkının dilini kültürünü imha ve inkar edilmiştir. Türk militer devleti ile Kürt halkı arasında 86 yıldır süren bir savaş devam etmektedir. Sadece şiddetli olarak Türk militer devleti ve Kürt halkı arasında 26 yıldır süren bir savaş var. Bu savaş da 40 bin kişi ölmüş Kürdistan toprakları yakılmış, yıkılmış Kürt halkı sürgün edilerek metropolere sığmaz olmuştur. Nedense bu savaş bitirilmek istenmiyor. Geçen yıl 2009'da Türk militer devletinin hükümeti AKP ve Başbakanı Erdoğan Kürt açılımı yapacağını duyurdu!
KÜRT AÇILIMI NE OLDU?
Kürt açılımı dendiğinde her kes şaşırmış ve inanmıştı! Türk militer devleti tabularmı yıkılıyordu? Şimdiye kadar Kürt sorunu bu kadar tartışılmamış adı dahi anılmamıştı.. Ancak AKP hükümetin ne Kürt açılımı ile ne politikası, nede bir projesi vardı. Buna rağmen 7-8 ay Türk ve Kürt kamuoyu oyaladı ve kandırdı. Kürt halkının oyları için seçim yatırımı yaptı ama buna Kürt halkını inandıramadı.
Ardından DTP'ye karşı kapatma ve seçilmiş Kürt Millet vekilleri Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un millet vekilleri düşürülerek Kürt açılımın dan Kürt halkına ve yasal mücadele veren DTP'ye karşı operasyon sürdürüldü.
Sonuç DTP kapatıldı. Yerine BTP kuruldu. Ancak bu yetmedi seçilmiş Belediye Başkanlarına karşı KCK üyesi diye hepsine kelepçe vurularak tek sıra halinde Diyarbakır adliyesine getirildi. AKP kelepçeli demokrasisi ile Kürt halkına nasıl baktığıda ortaya çıkmış oldu.
Buda yetmedi halen Kürt halkı üzerinde baskılar artarken diğer tarafdan da operasyon ve PKK'yı bitirme ve yok etme adı altında kaos ve terör şiddetlendirildi. Kürt açılımı adına Kürt halkının imhası ve inkarı çıkmış oldu. Bugün her tarafda Kürt halkı kendi kimliğine ve liderine sahip çıkmak için ayaktaytadır. Bu şunu gösteriyordu Türk militer devleti ne kadar terör ve provakasyonlar yaratsada Kürt halkının sesini kesemeyecek ve sindiremeyecektir. Kürt halkı bağımsızlığını söke söke Türk militer devletinden alacaktır.
ERMENİ AÇILIMI NASIL OLDU?
Ermeni açılımıda karşılıklı barış havası estirildi. Türk milli takımı ile Ermenistan milli takımı karşılaştı barış kardeşlik olacak diye herkes sevindi. Uzun yıllardır 1915'den Ermeni katliamı inkarı günümüze kadar sürdü. Düşmanlık son buldu! Derken gelişmeler hızla araya pürüzler sokularak gelişen barış ortamının yerini karşılıklı suçlamalara bırakılarak bir kez daha karşılıklı anlaşmalar fesh edilme aşamasına gelmiş oldu. Kürt açılımı gibi, Ermeni açılımıda fiyasko ile sonuşlanmış oldu. Hrank Dink'in ölümünün 3 yılında halen katilleri vatan sever olarak cezaevlerinde ödüllendirilmeye, evlendirilmeye, kadar varan iğrençliklerle faşist politikalarla bir nevi kamuoyu ile dalga geçilmeye çalışıyorlar.
KIBRIS AÇILIMI VE YUNANİSTAN DÜŞMANLIĞI SONAMI ERECEKTİ?
Buda tarihi bir düşmanlıktır. Tıpkı Kürt düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, Kıbrıs,Rum ve Yunanistan düşmanlığı asırlardır sürmektedir. Rum halkı ile içiçe yaşanmasına rağmen, İzmir, Eğe bölgesi ve İstanbul' da Rum halkı yaşamasına rağmen Türk Yunan düşmanlığı çocukların ilk okulda ders kitaplarında Ermeni hainleri, Rum hainleri, Kürt hainleri diğer azınlıklar güç olmuş olsa belki onlarda hain olarak beyinlere kazılacaktı. Türk militer devleti etrafında ki komşuları ile hiç birisinden barışık olamamıştır.
Hepsi kötü tek iyisi Türk militer devleti ve onun yetiştirmiş olduğu şoven ve milliyetçi anlayışlar bu memleketin gerçek sahipleri olarak övünülmüştür! Tıpkı bebek katilinden vatan sever yaptıkları gibi işte açılımların anlayışın ana yapısı bu olunca bir arada yaşama ortadan kalkmış olmaktadır.
ABD Emperyalizmi ve Türkiye Orta-doğu da El ele Vererek İslam Açılımı Yapacaklarmış?
ABD emperyalizmi 11 Eylül eyleminden sonra ABD Başkanı BUSH'un İslam alemine karşı cihat savaşı açması tüm dünyada ve ABD kendi içinde aldığı tepki sonuncu! Bu politikasından geri adım atmak zorunda kalmıştır. BUSH'un aldığı tepki ve dünya kamuoyunda prestijinin düşmesi sonunda politikasını yenileyerek.
ABD seçimlerinden sonra ABD Başkanı Barak Obama'nın islam alemine yapmış olduğu çağrı da islam alemine düşman olmadıklarını radikal İslamı temsil eden Taliban ve Hizbullaha karşı olduklarını açıklayarak ılımlı islamdan barış ve işbirliği yapacağının sözlerini vermişti.
AKP iktidar yapan da ABD emperyalizmi ve Fetullah Gülen cematinin desteği değilmi? Bunu tekrar etmek istemiyorum.
Bugün de Katar da, yapılan İslam toplantısına ABD dış işleri Bakanı Hilaray Clinton ve Türk militer devletinin AKP hükümetinin Başbakanı Erdoğan ve dış işleri Bakanı ve diğer bakanlar katılarak ABD emperyalizmin vereceği emirleri dinleyerek yerine getirmek içinde harekete geçeceklerinden hiç kimse kuşku duymasın! Bu toplantının adını İslam açılımı olarak düzenlemeleri de dikkat çekicidir.
ABD emperyalizmi ve Türkiye İslam aleminde ve İslam ülkelerine nasıl bir İslam açılımı yapacaklar? Acaba? Afganistan da ne kadar müslüman öldürdüklerinin açılımını mı? Yapacaklar... ABD emperyalizminin Irak da insanları mezheplere ve etik değerlere bölerek her gün İslam adına kalt edilen insanları mı? Açıklayacak yoksa, Irak da Milyonlarca insanı nasıl öldürdüklerinin açılımını yapacaklar?
Filistin' de Lübnan'da İsrail siyonizmi ve ABD emperyalizminin ne kadar İslam ve müslüman oldukları için, FİLİSTİN de ne kadar Filistinli öldürdüklerinin hesabını verecekler?
ABD emperyalizmi Türkiye ve İsrail siyonizminin Orta-doğuda ve Asyada İslam açılımı adına ne kadar insan öldüreceklerinin hesabını yaptıkları kesin! İşte İslam açılımın planları çalışmaya başlamış oldu.
Türk dış işleri Bakanı ABD, emperyalizmin emirlerini Katar'dan İran'a iletmeye uçmuş oldu.
Arabulucu görevini yerini getirmeye çalışarak dostluk adına İran'ı ABD adına uyararak radikal kararlardan nükler silahlardan füze denemelerinden vaz geçirmeye çalışmaktadır.
Amerikan emperyalizmin İran için havuç sopa politikasını anlatmaya ve verilen emirleri yerine getirmeye giden Türk dış işleri bakanı İran da acaba nasıl karşılanacak?
Merak doğrusu... acaba İslam açımı ile neler yapacaklarını ve İran'ın ayağını denk alacaksın mı? diyecektir? Bekleyeceğiz göreceğiz.... ABD emperyalizmi İsrail ve Türk militer devletinin Orta-doğu ve Asya ülkeleri adına iyi şeyler yapmayacakları kesin! İslam açılımı da İslam alemini kendi silahı ile vurmak olacaktır.
Burda ABD emperyalizmin bölgede; Türk militer devletine ve AKP hükümetine yeni misyonlar yüklediği açıktır. Ancak; bu gelişmelerin adını açılım veya reforum, demokratikleşme diye süslemenin anlamı yoktur. Kimse artık açılım kavramlarına inanmıyor!
Bu içi boş kavramlarla ancak ABD emperyalizmi, İsrail siyonizmi ve Türkiye militer devleti bu yalanlarınızla siz kendinizi kandırabilirsiniz!!! Orta-doğu ve Asya ülkelerin açılım söylemlerine karnı doktur....
Mehmet ÖZCAN
Çünkü; ABD emperyalizmi Orta-doğuya adım atmak için, birinci paylaşım savaşından sonra can atıyordu. Orta-doğu da kim Kızıl denizin, Süveyş kanalını, Körfezin hakimiyetini elinde bulunduruyorsa Orta-doğu ve Asyanın ve dünyanın lideride o ülke sayılıyordu.
Sovyet sosyalizmi dahi bunun bilincinde olarak MISIR ve diğer Orta-doğu ülkeleri ile ikinci paylaşım savaşı sonrası bu ülkelerle hızla ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmeye başlamıştı!
Bu amaçla Kızıl denizden geçişleri kontrol etmek ve Süveyş kanalına, körfeze hakim olmak istiyordu. Orta-doğuda ABD emperyalizmi tarafından yapay devlet olarak kurulan İsrail siyonizmin den sonra! Sovyet sosyalizmi de Orta-doğu'yu ve Asya ülkelerini önemsemeye başlamıştı.
Tabikii, Sovyet sosyalizmi! 1917 Ekim sosyalist devriminin amacından teorik ve siyasi olarak uzaklaşması ile beraber! İkinci paylaşım savaşımdan sonra sosyalist politikanın dahada zayıflaması ile beraber her değişen Sovyet sosyalizmin yöneticileri hızla sosyalist politikaların gerisine düşüyordu. Geri bıraktırılmış ülkeler için geliştirdiği tez olan! Kapitalist olmayan yoldan kalkınma tezi ve barışcı yoldan sosyalizme geçiş politikası tezini uygulamak için de Ota-doğu ve Asya ülkelerini kazanmak için denemeler yapmak istiyordu. Oysaki, Marksizmde Kapitalizmi yaşamadan sosyalist topluma geçmesi mümkün değildi... diyalektik ve tarihi materyalizme görede toplumsal gelişimde! Feodalizmden bir üst toplum olan kapitalist toplumu atlamak diye bir kavram yoktu. Öyle olmuş olsaydı. Bugüne kadar tüm toplumsal gelişimler bir üst toplumu atlayarak sınıfsız toplum olan Komünist topluma ulaşmış olurdu.
Orta-doğu ve asya ülkeleri üzerinde bu tezi uygulamak için, diğer yandan da Kapitalist-emperyalist ülkelere karşı Kızıl denizi ve körfezi kontrol altına almak istemesidir. Mısır Arap ülkelerinin tarih de en büyüğü ve en eski tarihsel ülkesidir.
Mısır'ın tarihi milattan önceye dayanır. Musa peygamberin Firavun'a karşı mücadelesinin geçtiği yer olan! Mısır ve Musa'nın Kızıl denizini asası ile ikiye bölmesi ve uydurması Musa peygaberin asası ile vurarak kızıl denizinin ikiye yararak geçme öyküsü ve hürafalar inanışı ile tüm dünya tarihine geçmiştir.
Ayrıca Musa peygamberin Firavuna karşı mücadelesi ve Mısır'da Firavu'nun gücünü ispatlamak içinde en yüksek piramitleri yaptırarak gücünü ispat etmeye çalışması piramitlerin yüksekliği, ihtişamlı duruşu ve tarihi yapısı bu gün dahi en büyük ilgi halinde durmaktadır.
Dünyada ki, insanların ve turistlerin en çok ziyaretine gittiği tarihi yerlerden biri olarak Mısır piramitleri tarih de hala önemli yerini korumaktadır.
Mısır Orta-doğunun ve Arap aleminin en büyük tarihi bir ülkesidir. Nasır'da Mısır'ın bu tarihi özelliklerini bilerek Arap milliyetçiliğinin kendisini lideri olarak ilan ederek! Arap ülkelerini birleştirmek istemiştir. Ama dünyada tek başına milliyetçi anlayışların yeri olmadığı gibi Nasırın böyle bir amaca ulaşması zor oldugundan iflas etmiştir.
Nasır Arap milliyetçiliğini de dünyanın iki kutuplu halinden yararlanarak iki büyük ülkeyle oynamıştır. Sovyet sosyalizmi ve ABD emperyalizmi ile hep flört etmiştir. Hangi taraf daha çok olanaklar para vermeye çalışmışsa o tarafadan gözükmeye çalışmıştır. İki tarafdanda flört ederek oynamıştır.
Sovyet sosyalizmi Mısır'a önemli yatırımlar ve silah yardımı yapmıştır. Ayrıca Irak'a da ekonomik yatırımlar silah yardımı aynı şekilde yardımlar Suriye'ye de yapılmıştır. Hatta Sovyet sosyalizmi yıkılana kadar Orta-doğuda Filistin halkına ve Suriye'ye her türlü yardım da bulunmuş ve İsrail siyonizmine ve ABD emperyalizmine karşı savunmuş ve korumaya çalışmıştır.
Arap milliyetçiliğine sadece Nasır değil. Irak da Saddam da aynı politikaya oynamış, Suriye de aynı politikayı savunmak için mücadele etmiştir. BAAS partilerini de sözde kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş için kurduklarını söylemişlerdir. Ama BAAS partilerinin sosyalizmle ve komünistlikle en ufak bağlantısı ilgisi olmamıştır. Sosyalizmden esinlenmiş olabilirler. Ama hiç bir zaman sosyalist ve demokrat olmamışlardır.
Mısır da, Suriye de ve Irak da BAAS partileri kurulmuş. Mısır da pek tutarlı olamamıştır. Irak da Saddam Hüseyin rejimi devrilene kadar BAAS partisi varlığını sürdürmüştür. Suriye de ise, Hala Beşar Esat ve BAAS partisi iktidar varlığını sürdürmektedir.
Orta-doğu da sadece yapay devlet olarak İsrail devleti kurulmamıştır. Küçük küçük yapay devletler ve şeyhlikler de kurulmuştur. Aman sultanlığı, Katar, Kuveyt vb gibi. Ülkelerde ABD emperyalizmi tarafından kurulmuştur. Ürdün dahi yapay devlet olarak ABD emperyalizmi tarafından kurulmuş Ürdün Kralı Hüseyin'in maaşı dahi ABD emperyalizmi tarafından ödenmekteydi.
Bugün hala Orta-doğu da süren savaşlar arasında İsrail –Filistin –Lübnan savaşları gelmektedir. Arap ülkeleri aynı dili aynı kültürü paylaşmalarına rağmen bölünmüş ve parçalanmıştır. Osmanlı imparatorluğunun bünyesi içinde yaşamışlar! Sonrada kapitalist-emperyalist ülkeler tarafından Osmanlı imparatorluğunun elinden önce Mısır'ı ayırmışlar daha sonrada diğer ülkeler ayrılmıştır.
Emperyalizm Arap ülkelerin bütünleşmesini ve birlik içinde olmalarını istememiştir. Her dönem bölmüş parçalamıştır. Daha iyi sömürgeleştirmek için de her dönemde sömürgeci emperyalist ülkelerinin işgalci izleri hala sırasıyla durmaktadır.
Fransa'nın, İngiliz emperyalizmi aralarında Orta-doğu'yu sömürgeleştirerek dönem dönem Fransa bazı dönem İngiliz emperyalizmi Arap ülkelerinin baş belası olmuştur. Birinci ve ikinci paylaşım savaşından sonra da ABD emperyalizmi tarafından kurulan İsrail siyonist devlet ve ABD emperyalizmi bölgeyi dizayene etmek için girişi olmuş ve Arap ülkelerini sömürgeleştirmek ve kendisine bağımlı yapmak için bölgeden savaş hiç eksik olmamıştır.
Türkiye militer devletide Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı ile Kemalist askeri darbe ile Türk militer devletini kurmuşlardır. Ama tüm ulusların ve milliyetlerin haklarını gasp ederek sadece Türk halkının varlığına dayalı bir devlet oluşturmuşlardır. Diğer ulus ve azınlık haklarını yok saymışlardır. Tek dil, tek bayrak, tek millet yasası olarak kurulmuştur.
Ermeni ve Kürt halklarını diğer azınlıklar olan Laz, Çerkez varlıklarınıda inkar edilmiştir. Kendi dışında ki tüm ulus ve azınlıkları Türkleştirmeye çalışarak diğer halkları hızla asimile ederek ve inkar ve imha politikasını uygulamıştır.
Türk den başka halk yok diyerek imha ve inkar poltikasını hayata geçirmiştir. Türk militer devletine karşı Kürtler arasında isyanlar, ayaklanmalar savaşlar kanla barutla bastırılarak Kürt halkının dilini kültürünü imha ve inkar edilmiştir. Türk militer devleti ile Kürt halkı arasında 86 yıldır süren bir savaş devam etmektedir. Sadece şiddetli olarak Türk militer devleti ve Kürt halkı arasında 26 yıldır süren bir savaş var. Bu savaş da 40 bin kişi ölmüş Kürdistan toprakları yakılmış, yıkılmış Kürt halkı sürgün edilerek metropolere sığmaz olmuştur. Nedense bu savaş bitirilmek istenmiyor. Geçen yıl 2009'da Türk militer devletinin hükümeti AKP ve Başbakanı Erdoğan Kürt açılımı yapacağını duyurdu!
KÜRT AÇILIMI NE OLDU?
Kürt açılımı dendiğinde her kes şaşırmış ve inanmıştı! Türk militer devleti tabularmı yıkılıyordu? Şimdiye kadar Kürt sorunu bu kadar tartışılmamış adı dahi anılmamıştı.. Ancak AKP hükümetin ne Kürt açılımı ile ne politikası, nede bir projesi vardı. Buna rağmen 7-8 ay Türk ve Kürt kamuoyu oyaladı ve kandırdı. Kürt halkının oyları için seçim yatırımı yaptı ama buna Kürt halkını inandıramadı.
Ardından DTP'ye karşı kapatma ve seçilmiş Kürt Millet vekilleri Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un millet vekilleri düşürülerek Kürt açılımın dan Kürt halkına ve yasal mücadele veren DTP'ye karşı operasyon sürdürüldü.
Sonuç DTP kapatıldı. Yerine BTP kuruldu. Ancak bu yetmedi seçilmiş Belediye Başkanlarına karşı KCK üyesi diye hepsine kelepçe vurularak tek sıra halinde Diyarbakır adliyesine getirildi. AKP kelepçeli demokrasisi ile Kürt halkına nasıl baktığıda ortaya çıkmış oldu.
Buda yetmedi halen Kürt halkı üzerinde baskılar artarken diğer tarafdan da operasyon ve PKK'yı bitirme ve yok etme adı altında kaos ve terör şiddetlendirildi. Kürt açılımı adına Kürt halkının imhası ve inkarı çıkmış oldu. Bugün her tarafda Kürt halkı kendi kimliğine ve liderine sahip çıkmak için ayaktaytadır. Bu şunu gösteriyordu Türk militer devleti ne kadar terör ve provakasyonlar yaratsada Kürt halkının sesini kesemeyecek ve sindiremeyecektir. Kürt halkı bağımsızlığını söke söke Türk militer devletinden alacaktır.
ERMENİ AÇILIMI NASIL OLDU?
Ermeni açılımıda karşılıklı barış havası estirildi. Türk milli takımı ile Ermenistan milli takımı karşılaştı barış kardeşlik olacak diye herkes sevindi. Uzun yıllardır 1915'den Ermeni katliamı inkarı günümüze kadar sürdü. Düşmanlık son buldu! Derken gelişmeler hızla araya pürüzler sokularak gelişen barış ortamının yerini karşılıklı suçlamalara bırakılarak bir kez daha karşılıklı anlaşmalar fesh edilme aşamasına gelmiş oldu. Kürt açılımı gibi, Ermeni açılımıda fiyasko ile sonuşlanmış oldu. Hrank Dink'in ölümünün 3 yılında halen katilleri vatan sever olarak cezaevlerinde ödüllendirilmeye, evlendirilmeye, kadar varan iğrençliklerle faşist politikalarla bir nevi kamuoyu ile dalga geçilmeye çalışıyorlar.
KIBRIS AÇILIMI VE YUNANİSTAN DÜŞMANLIĞI SONAMI ERECEKTİ?
Buda tarihi bir düşmanlıktır. Tıpkı Kürt düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, Kıbrıs,Rum ve Yunanistan düşmanlığı asırlardır sürmektedir. Rum halkı ile içiçe yaşanmasına rağmen, İzmir, Eğe bölgesi ve İstanbul' da Rum halkı yaşamasına rağmen Türk Yunan düşmanlığı çocukların ilk okulda ders kitaplarında Ermeni hainleri, Rum hainleri, Kürt hainleri diğer azınlıklar güç olmuş olsa belki onlarda hain olarak beyinlere kazılacaktı. Türk militer devleti etrafında ki komşuları ile hiç birisinden barışık olamamıştır.
Hepsi kötü tek iyisi Türk militer devleti ve onun yetiştirmiş olduğu şoven ve milliyetçi anlayışlar bu memleketin gerçek sahipleri olarak övünülmüştür! Tıpkı bebek katilinden vatan sever yaptıkları gibi işte açılımların anlayışın ana yapısı bu olunca bir arada yaşama ortadan kalkmış olmaktadır.
ABD Emperyalizmi ve Türkiye Orta-doğu da El ele Vererek İslam Açılımı Yapacaklarmış?
ABD emperyalizmi 11 Eylül eyleminden sonra ABD Başkanı BUSH'un İslam alemine karşı cihat savaşı açması tüm dünyada ve ABD kendi içinde aldığı tepki sonuncu! Bu politikasından geri adım atmak zorunda kalmıştır. BUSH'un aldığı tepki ve dünya kamuoyunda prestijinin düşmesi sonunda politikasını yenileyerek.
ABD seçimlerinden sonra ABD Başkanı Barak Obama'nın islam alemine yapmış olduğu çağrı da islam alemine düşman olmadıklarını radikal İslamı temsil eden Taliban ve Hizbullaha karşı olduklarını açıklayarak ılımlı islamdan barış ve işbirliği yapacağının sözlerini vermişti.
AKP iktidar yapan da ABD emperyalizmi ve Fetullah Gülen cematinin desteği değilmi? Bunu tekrar etmek istemiyorum.
Bugün de Katar da, yapılan İslam toplantısına ABD dış işleri Bakanı Hilaray Clinton ve Türk militer devletinin AKP hükümetinin Başbakanı Erdoğan ve dış işleri Bakanı ve diğer bakanlar katılarak ABD emperyalizmin vereceği emirleri dinleyerek yerine getirmek içinde harekete geçeceklerinden hiç kimse kuşku duymasın! Bu toplantının adını İslam açılımı olarak düzenlemeleri de dikkat çekicidir.
ABD emperyalizmi ve Türkiye İslam aleminde ve İslam ülkelerine nasıl bir İslam açılımı yapacaklar? Acaba? Afganistan da ne kadar müslüman öldürdüklerinin açılımını mı? Yapacaklar... ABD emperyalizminin Irak da insanları mezheplere ve etik değerlere bölerek her gün İslam adına kalt edilen insanları mı? Açıklayacak yoksa, Irak da Milyonlarca insanı nasıl öldürdüklerinin açılımını yapacaklar?
Filistin' de Lübnan'da İsrail siyonizmi ve ABD emperyalizminin ne kadar İslam ve müslüman oldukları için, FİLİSTİN de ne kadar Filistinli öldürdüklerinin hesabını verecekler?
ABD emperyalizmi Türkiye ve İsrail siyonizminin Orta-doğuda ve Asyada İslam açılımı adına ne kadar insan öldüreceklerinin hesabını yaptıkları kesin! İşte İslam açılımın planları çalışmaya başlamış oldu.
Türk dış işleri Bakanı ABD, emperyalizmin emirlerini Katar'dan İran'a iletmeye uçmuş oldu.
Arabulucu görevini yerini getirmeye çalışarak dostluk adına İran'ı ABD adına uyararak radikal kararlardan nükler silahlardan füze denemelerinden vaz geçirmeye çalışmaktadır.
Amerikan emperyalizmin İran için havuç sopa politikasını anlatmaya ve verilen emirleri yerine getirmeye giden Türk dış işleri bakanı İran da acaba nasıl karşılanacak?
Merak doğrusu... acaba İslam açımı ile neler yapacaklarını ve İran'ın ayağını denk alacaksın mı? diyecektir? Bekleyeceğiz göreceğiz.... ABD emperyalizmi İsrail ve Türk militer devletinin Orta-doğu ve Asya ülkeleri adına iyi şeyler yapmayacakları kesin! İslam açılımı da İslam alemini kendi silahı ile vurmak olacaktır.
Burda ABD emperyalizmin bölgede; Türk militer devletine ve AKP hükümetine yeni misyonlar yüklediği açıktır. Ancak; bu gelişmelerin adını açılım veya reforum, demokratikleşme diye süslemenin anlamı yoktur. Kimse artık açılım kavramlarına inanmıyor!
Bu içi boş kavramlarla ancak ABD emperyalizmi, İsrail siyonizmi ve Türkiye militer devleti bu yalanlarınızla siz kendinizi kandırabilirsiniz!!! Orta-doğu ve Asya ülkelerin açılım söylemlerine karnı doktur....
Mehmet ÖZCAN
5 Şubat 2010 Cuma
Merhaba Proleterya
Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel(*)
Merhaba Proleterya
Soyvetlerin çöküşüyle zil takıp oynayan kapitalist/emperyalist kampın temsilcileri ve ideologları arsızca bagırıyorlardı;''elvada proleterya'' diye. Satın alınmış solcu eskisi dönekler koro halinde tempo tutarak; ‚`Marksizm ve Mark'sın ölen işçileri` üzerine içten(!) duygularla fetva okuyorlardı. Emperyalist kampın en azgını ve barbarı Amerika, savaş meydanından zaferle ayrılmış bir komutanın edasıyla, gözünü yeniden paylaşılacak bir dünyanın ganimetine çevirirken pek iştahlı ve neşeliydi. Satın aldığı gönüllü kalemşörlere ardısıra kitaplar yazdırıyor ve bunları türlü reklamlarla pazarlıyordu. Sovyetlerın dağılmasıyla dumura uğramış, sayıları milyarlari bulan yığınlar, aç kurtların sofrasına meze olmuştu. Ideolojik bombardımanları sadece yazılı –çizili kalmıyordu elbette, Hollywood sektörü emperyalist kampın kültürünü, politikasını, çürümüşlüğü, yozlaşmasını birebir dünya insanına taşımanın en iyi aracı olma görevini layıkıyla yerine getiriyordu. Türlü reklamlarla yok sayan ''marksizm öldü, sınıflar yok, proleterya artık tarih oldu'' kitaplarının, makalelerinin, dergilerinin daha mürekkebi kurumadan iflas etmesini bu film sektörü kurtarıyordu. Her kitaptan bir film yapmaları para kazanma amacı gütmüyordu kuşkusuz. Onların derdi bir avuç para babasının ve kan emicinin yalanlarını yığınlara propaganda etmek bir yana, enjekte etmekti. Ki, kapitalist / emperyalistin temsilcileri tam da böyle yapıyorlardı.
Ulusal ve uluslararası komünist hareketin ağır yenilgisi, sosyalistlerin tüm dünya da dağınıklığı ve kafa karışıklığı kendi bunalımını giderek arttırırken, ulusal ve uluslarası burjuvazi ve onun satın alınmış kalemşörleri dizginlerinden boşanırcasına saldırıyordu. Dünyanın tüm cografyasını kapitalist-emperyalist barbarların at koşturacağı bir sömürü cennetine çevirme adına yazılmadık hiçbir yalan kalmamalıydı. 2. Dünya savaşı sonra kazanılmış tüm haklar birer birer kırpılırken, avrupanın sosyal devletleri can çekişiyordu- çekişiyor. Öyle ki, kırpılan haklar karşısında direnmeye takatı kalmamış bir beyin yaratmak ve baştan yenilgiyi kabullendirmek yine bu barbar kampın temsilcilerine-sözcülerine bol paralar karşılığında sunuluyordu. ''tarih olmus proleterya'' öncüsüz, örgütsüz amansız saldırların kollarında inim inim inlerken, her gün biraz daha açlığa mahkum ediliyordu. Ve sendikalar birer birer, tüm dünyada işçinin sırtından, ikinci bir büyük patron oluyordu. Tüm bunların kılıfı; ''ölen proleterya ve mutlak zaferini ilan eden kapitalizm''idi.
Barış, refah, huzur, eşitlik ve özgürlük yalanlarını ağızlarından düşürmeyen, gazete sütunlarından eksik etmeyen burjuva kampın temsilcileri; Tüm bunları ''kapitalizmin zaferi, proleteryanın da ölümü'' üzerinden teorize ediyorlardı. Tarih sahnesine ciktigindan bu yana dünyayı cehenneme çeviren, oluk oluk insan kanını akıtan kapitalist barbarları refahın, barışın, eşitliğin,özgürlüğün, huzurun ve zenginliğin teminatı olarak gösterme adına kırk takla atıp, olmadık şaklabanlıklar yapmaktadırlar. Dünyanın şimdiki haline bakan her birey çok kolayca görecektirki; açlık kol gezmektedir. Her iki saniyede bir – resmi organların ilanıdır- bir bebek ölmektedir -Afrika`da – 6 saniyeden 2'ye düstüğü açıklandı-. Savaşlar eksik değildir. İşsizlik dünyanın en gelişmiş ülkesinden , en geri ülkesine kadar almış başını gidiyor.İskenceler en modern (!) ülkelerin vazgeçemediği bir devlet sistematiği. Irkçılık ve savas çığırtkanlığı bizzat batıdan doğuya doğru devletler eliyle örgütlenerek yayılıyor. Uyusturucu, devletler eliyle pazarlanırken, kadına biçilen rol, pazarlanan uyusturucudan farksız olmadığı gibi daha aşağı bir değer biçiliyor. Emperyalist işgaller açık-gizli son sürat devam ediyor. Ve işçi sınıfı- tüm dünyada- köle koşullarıyla çalıştırılırken, karın tokluğuna mecbur edilip, dilencileştiriliyor. Çocuk hakları diye yırtınan sahtekar burjuvazi, dünyada on milyonlarca çocuğu köle kosullarında çalıştırıyor. Kadını satan pazarlar bizzat-i devlet yasalarınca ve eliyle kuruluyor. İnsan hakkı diye bağıran burjuvazi ve temsilcileri, dünya insanını gözünü kırpmadan kurşuna diziyor, hapse atıyor, ipe yolluyor ve insan aklının almayacağı işkencelerden geçiriyor. Tüm bunlari ''ölen proleterya'' geri dönmesin diye yaparken, karına da kar katıyor.
Dünya haramilerin dikensiz gül bahçesine çevrilirken, Türkiye 12 Eylül'ün gırdabında kan ağlıyordu. On binlerce insanın işkencelerden geçirildiği, çocuk yaşta ipe çekilen gencecik fidanlar ve asker postalı altında düm düz edilen bir ülke. Yaşam hakkını hiçe sayanlar, işçi hakkını çoktan rafa kaldırmışlardı. Devlet güdümlü sendikaların dışında, kafasını kaldıran tepesinde devlet babanın(!) işkencesini, mapusunu, idam sephasını ve yağlı urganını görmekteydi. Tuzla buz olmuş bir ülkenin ölüm sessizliğini bozan, Zonguldak madeninden çıkan kara yüzlü onlarca işçiydi. Gerede'den geriye dönüldüğünde, kadını- erkeği gözyaşları içinde kedere boğuluyordu. Yenilginin öfkesi gözyaşlarına gömülüyordu. Zonguldak`ı ihanetin desteğiyle yenebilmiş haramiler daha bir cesurdu şimdi. Hak, hukuk koca bir yalan ve kandırmacaydı.
İşçiye reva görülen; açlık, sefalet ve yokluktu. Onlar ki, koca koca gemileri inşa ederken, bir kum torbası kadar değer biçiliyordu hayatlarına… Onlar ki, tezgâhlarda kot taşlarken, yavaş yavaş ciğerlerine işleyen slikosiz hastalığının pençesindeydiler… Onlar ki, yerin yedi kat altında, karanlığa gömülmüş hayatlarında maden kazarken, mezarlarını kazıyorlardı… Onlar ki, memleketlerinden çok uzaklardaki tarlalara çalışmaya giderken, kamyon kasalarına ya da tren vagonlarına bir mal, eşya gibi istifleniyorlardı… Onlar ki, fabrikalarda sadece yaşayabilmek için bir köle gibi çalışıyorlardı, her an işsiz kalma korkusuyla… Onlar ki, kadere bağladıkları hayatlarında kaderlerine boyun eğmişlerdi... Onlar ki, sessizliklerinde kendilerinin bile farkında olmadığı bir öfkeyi, içten içe büyütüyorlardı…
Tarihsel bir zorunluluğun gizli özneleriydi hepsi…
Türkiye ve dünya işçisine, emekçisine dünyayı dar eden insan hakkı, demokrasi, refah ve eşitlik havarileri, burjuvazi ve onun kalemşörleri, bu kampın en hayasız sözcüleri için; TEKEL işçilerini aileleriyle birlikte kazanacakları paralar, kasalarına dolduracakları karları uğruna haraç mezat saterken ne insan hakkı vardır, ne de insana biçilen bir değerin esamesi. Ankara'nın ayazında ayları bulan titremeleri, satılmış kalemşörlerin, solcu eskisi döneklerin ve burjuva aydınlarının dikkatine mashar değildir. Kurulmuş naylon çadırların içine sızan sert kış rüzgarının çaldığı direniş işliğidir onları huzursuz eden. Lüks arabalarıyla yanlarından ürkek ve tiksintiyle transit geçtikleri, ama gazete köşelerine taşımaktan veba gibi kaçtıkları, işçinin yükselen birlik, dayanışma ve direniş türküsüdür. Onlar ki, bu türküye düşmanlar. Zira bu türküdür onları huysuz bir at gibi kişneten. Bu türküdür, onların dini imani para hırsına hançeri saplayacak olan. Bu türküdür, Ankara'dan dünyaya ılgıt ılgıt yayılan. Bu türküdür, Fransada ki kadın işçiyi coşkuya boğan ve o coşkun yüreğini Ankara'nın meydanına taşıyan. `Elveda proleterya` diyen ar damari catlamis burjuva sözcülerinin yüzüne tokat gibi carpiyor; Fransa'dan, Abdi ipekciye dalga dalga yayilan isci kadinin -iscilerin yüregini tercüme eden- söyledikleri.. -
" Merhaba tekel işçileri, ben 38 yaşında, kamuda çalışan bir göçmen kadınım. Yıllardır eylem görürüm ama böylesini değil,sadece ben değil; işyerindeki Fransızlar, Cezayirliler, Afrikalılar, bana soruyor her sabah, eylem ne oldu diye? Içimizi ısıttınız, heyacan doluyuz şimdi, umutluyuz şimdi. Marks'ın hayaleti sadece Ankara'da dolaşmıyor simdi. Sizin direnisinizle buraya kadar geldi" diyordu en atesli ve heyecanli haliyle.
Elveda proleteryanın masalı, Tekel işçisinin ve dünya işçisinin yaşamın da iflas etmiştir. Daha önceleri de yaşadık bu iflasları. Ancak, şiddeti, zamanı, kararlılığı ve illeri sıçraması Tekel işçilerini hiç kuşku yok ki, çok başka bir yere kendiliğinden koyuyor. Mikrofona konuşan, Samsunlusu, Trabzonlusu, Muşlusu, Bitlislisi, diğer bir söylemle bunca ''düşmanlaştırılmış'' Kürdü ,Türkü, Lazı, Çerkezi, Sunisi, Alevisi aynı dili konuşmakta ve aynı türküyü söylemekteler. Emeğin dili, emeğin türküsü ve ''ben komünistim'' nidasi, başta Kasımpaşalı`yı ve surekaşını fena korkutmakta. Destekçileri, sermaye ve sözcüleri tıp diliyle panik atakta. Elvada denmiş proleterya'ya ''ay sonuna kadar'' süre tanınanmakta. Hemde birinci ağızdan, yanı Kasımpaşa`lı efendi tarafindan açık seçik tehdit edilmekte.
Sermaye ve sermaye hükümetlerinin birinci elden koltuk deyneği, sendika aristokratları enselerini kaşımakta. Koltukları şimdilik sallanmıyor ya, işleri epey bir sarpa sarıyor. Zira bu direnis Chp'nin solu DİSK'i, sağ hükümetlerin sağı TÜRK-İŞ'i fena zorlamakta. Dünden satılık HAK-İŞ çıplak ortada ve sınır tanımıyor hayasızlıkta. Onlarca yıldır Türkiye işçi sınıfının sırtında palazlanan asalaklar şimdi apaçık yakalandılar.Tuvaletini bile kullanamadıkları TÜRK-İŞ'in o lüks binasını bastıklarında, direnişi satamayan sendika ağaları genel grevi savsaklamakta. Genel greve evrilecek bir mücadele hattının bir sele dönüşeceği ve koltuklarını sallayabileceği telaşıyla türlü isimlerle oyalamaya çalışıyorlar. Genel grevi işçiden uzak tutmanın manevrası olarak ''genel eylem'' ya da ''genel direniş' gibi ayak oyunlarına başvurarak süreci geriletmeye çalışıyorlar.
Yeniden ve illeriye sıçrayarak sadece kendiyle sınırlanan bir direniş hattından öte, Türkiye sınırlarını da aşarak dünya'ya yayılan Tekel işçilerinin direnişi, işçi sınıfının, 'tarihsel' rolunu bir kere daha kanıtlaması ,pratik rüştünü ve gücünü ispatlaması bir yana; yarattığı olanaklar, içinde biriktirdiği ve yıllara yayacağı mutlak olan dinamikleriyle Türkiye'de yeni bir dönem başlatmıştır .Özelde Türkiye, genelde dünya'ya sınıf mücadelesinin önünü açmakla kalmamış, moral motivasyondan, teorik- pratik bir yığın deneyimde sunmuştur. Bu deneyimleri hiç kuşku yok ki derleyip toparlayacak ve sınıfın doğrudan devrime yönelen mücadelesine rehber edecek olan sınıf partisi ve onun devrimcileridir .Sınıf partisi ya hiç olmadığı ya da görece zayıf olduğu için dünyada ve ülkemizde gerek burjuva propaganda aygıtları, gerekse de işçinin sırtındaki asalak sendika ağaları, yakıcı bir etkiyle hüküm sürüyor ve başarı sağlıyorlar. Yine sınıf partisinin görece zayıflığı ya da yokluğu,daha şimdiden tarihdeki yerini almaya muktedir Tekel direnişini; reformist,ekonomist,liberal ve hatta sahte komünistlerin at koşturabildiği,kendini anlatabildiği ve kısmen de kendine alan yaratabildiği unutulmamalıdır.
Tekel direnişinin yarattığı olanakları ve dinamikleri hem Tekel direnişinin kazanılmasının bir aracına dönüştürme manivelası yapma hem de ülke sathına yayarak irili ufaklı süregelen direnişlerle birleştirmek ve daha sert kavgalara hazırlamak devrimcilerin ertelenemez görevidir. Hiç kuşku yok ki sınıf partisi göktem zembille inen değil, böylesi somut bir ateş çemberi içinden öğrenerek, öğreterek çıkacağı gibi, böyle büyüyüp dal budak saracağı da bilinmez değildir. Tekel işçilerinin yarattığı olanakları, bütünlüklü bir sınıf taktiğiyle olgunlaştırmak, ortaya çıkardıkları dinamikleriyle birleştirmek sınıf devrimcilerinin işidir. Sınıf partisi zayıfsa böyle güçlenecektir, yoksa da böyle çıkacaktır. Elbette tek başına bir direniş, dünyayı yeniden değiştirecek bir sınıf partisi yaratacak iddiasi olarak algılanamaz. – eski-yeni bir yığın deneyim, pratik- teorik mücadele içindeki önceliği gibi vs- Ne var ki, fitili ateşlenmiş bir kavganın şafağında olduğumuza ilişkin pek çok emare, somut olarak karşımızda durmaktadır.Bu ateşi yakan TEKEL işçileri olduğu gerçeğini de bunun yanına koyarak; önümüzdeki sürecin çetin bir kavgaya gebe olduğunu söylemek kahinlik olmaz. Sınıf devrimcileri kavga meydanında ve en ön saflarda olmakla yükümlüdür. İşçi sınıfının yönünü belirleyen de bu duruş ve buna uygun sınıf taktiğiyle donanmış politikasıdır. Buna hazırlanmakta, devrimden yana olan her bireyin boynuna borçtur. Sınıf devrimcilerinin, ileri işçilerin de tarihsel görevidir.
Dumanı dağıtacak yıldız poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel(*)
Merhaba Proleterya
Soyvetlerin çöküşüyle zil takıp oynayan kapitalist/emperyalist kampın temsilcileri ve ideologları arsızca bagırıyorlardı;''elvada proleterya'' diye. Satın alınmış solcu eskisi dönekler koro halinde tempo tutarak; ‚`Marksizm ve Mark'sın ölen işçileri` üzerine içten(!) duygularla fetva okuyorlardı. Emperyalist kampın en azgını ve barbarı Amerika, savaş meydanından zaferle ayrılmış bir komutanın edasıyla, gözünü yeniden paylaşılacak bir dünyanın ganimetine çevirirken pek iştahlı ve neşeliydi. Satın aldığı gönüllü kalemşörlere ardısıra kitaplar yazdırıyor ve bunları türlü reklamlarla pazarlıyordu. Sovyetlerın dağılmasıyla dumura uğramış, sayıları milyarlari bulan yığınlar, aç kurtların sofrasına meze olmuştu. Ideolojik bombardımanları sadece yazılı –çizili kalmıyordu elbette, Hollywood sektörü emperyalist kampın kültürünü, politikasını, çürümüşlüğü, yozlaşmasını birebir dünya insanına taşımanın en iyi aracı olma görevini layıkıyla yerine getiriyordu. Türlü reklamlarla yok sayan ''marksizm öldü, sınıflar yok, proleterya artık tarih oldu'' kitaplarının, makalelerinin, dergilerinin daha mürekkebi kurumadan iflas etmesini bu film sektörü kurtarıyordu. Her kitaptan bir film yapmaları para kazanma amacı gütmüyordu kuşkusuz. Onların derdi bir avuç para babasının ve kan emicinin yalanlarını yığınlara propaganda etmek bir yana, enjekte etmekti. Ki, kapitalist / emperyalistin temsilcileri tam da böyle yapıyorlardı.
Ulusal ve uluslararası komünist hareketin ağır yenilgisi, sosyalistlerin tüm dünya da dağınıklığı ve kafa karışıklığı kendi bunalımını giderek arttırırken, ulusal ve uluslarası burjuvazi ve onun satın alınmış kalemşörleri dizginlerinden boşanırcasına saldırıyordu. Dünyanın tüm cografyasını kapitalist-emperyalist barbarların at koşturacağı bir sömürü cennetine çevirme adına yazılmadık hiçbir yalan kalmamalıydı. 2. Dünya savaşı sonra kazanılmış tüm haklar birer birer kırpılırken, avrupanın sosyal devletleri can çekişiyordu- çekişiyor. Öyle ki, kırpılan haklar karşısında direnmeye takatı kalmamış bir beyin yaratmak ve baştan yenilgiyi kabullendirmek yine bu barbar kampın temsilcilerine-sözcülerine bol paralar karşılığında sunuluyordu. ''tarih olmus proleterya'' öncüsüz, örgütsüz amansız saldırların kollarında inim inim inlerken, her gün biraz daha açlığa mahkum ediliyordu. Ve sendikalar birer birer, tüm dünyada işçinin sırtından, ikinci bir büyük patron oluyordu. Tüm bunların kılıfı; ''ölen proleterya ve mutlak zaferini ilan eden kapitalizm''idi.
Barış, refah, huzur, eşitlik ve özgürlük yalanlarını ağızlarından düşürmeyen, gazete sütunlarından eksik etmeyen burjuva kampın temsilcileri; Tüm bunları ''kapitalizmin zaferi, proleteryanın da ölümü'' üzerinden teorize ediyorlardı. Tarih sahnesine ciktigindan bu yana dünyayı cehenneme çeviren, oluk oluk insan kanını akıtan kapitalist barbarları refahın, barışın, eşitliğin,özgürlüğün, huzurun ve zenginliğin teminatı olarak gösterme adına kırk takla atıp, olmadık şaklabanlıklar yapmaktadırlar. Dünyanın şimdiki haline bakan her birey çok kolayca görecektirki; açlık kol gezmektedir. Her iki saniyede bir – resmi organların ilanıdır- bir bebek ölmektedir -Afrika`da – 6 saniyeden 2'ye düstüğü açıklandı-. Savaşlar eksik değildir. İşsizlik dünyanın en gelişmiş ülkesinden , en geri ülkesine kadar almış başını gidiyor.İskenceler en modern (!) ülkelerin vazgeçemediği bir devlet sistematiği. Irkçılık ve savas çığırtkanlığı bizzat batıdan doğuya doğru devletler eliyle örgütlenerek yayılıyor. Uyusturucu, devletler eliyle pazarlanırken, kadına biçilen rol, pazarlanan uyusturucudan farksız olmadığı gibi daha aşağı bir değer biçiliyor. Emperyalist işgaller açık-gizli son sürat devam ediyor. Ve işçi sınıfı- tüm dünyada- köle koşullarıyla çalıştırılırken, karın tokluğuna mecbur edilip, dilencileştiriliyor. Çocuk hakları diye yırtınan sahtekar burjuvazi, dünyada on milyonlarca çocuğu köle kosullarında çalıştırıyor. Kadını satan pazarlar bizzat-i devlet yasalarınca ve eliyle kuruluyor. İnsan hakkı diye bağıran burjuvazi ve temsilcileri, dünya insanını gözünü kırpmadan kurşuna diziyor, hapse atıyor, ipe yolluyor ve insan aklının almayacağı işkencelerden geçiriyor. Tüm bunlari ''ölen proleterya'' geri dönmesin diye yaparken, karına da kar katıyor.
Dünya haramilerin dikensiz gül bahçesine çevrilirken, Türkiye 12 Eylül'ün gırdabında kan ağlıyordu. On binlerce insanın işkencelerden geçirildiği, çocuk yaşta ipe çekilen gencecik fidanlar ve asker postalı altında düm düz edilen bir ülke. Yaşam hakkını hiçe sayanlar, işçi hakkını çoktan rafa kaldırmışlardı. Devlet güdümlü sendikaların dışında, kafasını kaldıran tepesinde devlet babanın(!) işkencesini, mapusunu, idam sephasını ve yağlı urganını görmekteydi. Tuzla buz olmuş bir ülkenin ölüm sessizliğini bozan, Zonguldak madeninden çıkan kara yüzlü onlarca işçiydi. Gerede'den geriye dönüldüğünde, kadını- erkeği gözyaşları içinde kedere boğuluyordu. Yenilginin öfkesi gözyaşlarına gömülüyordu. Zonguldak`ı ihanetin desteğiyle yenebilmiş haramiler daha bir cesurdu şimdi. Hak, hukuk koca bir yalan ve kandırmacaydı.
İşçiye reva görülen; açlık, sefalet ve yokluktu. Onlar ki, koca koca gemileri inşa ederken, bir kum torbası kadar değer biçiliyordu hayatlarına… Onlar ki, tezgâhlarda kot taşlarken, yavaş yavaş ciğerlerine işleyen slikosiz hastalığının pençesindeydiler… Onlar ki, yerin yedi kat altında, karanlığa gömülmüş hayatlarında maden kazarken, mezarlarını kazıyorlardı… Onlar ki, memleketlerinden çok uzaklardaki tarlalara çalışmaya giderken, kamyon kasalarına ya da tren vagonlarına bir mal, eşya gibi istifleniyorlardı… Onlar ki, fabrikalarda sadece yaşayabilmek için bir köle gibi çalışıyorlardı, her an işsiz kalma korkusuyla… Onlar ki, kadere bağladıkları hayatlarında kaderlerine boyun eğmişlerdi... Onlar ki, sessizliklerinde kendilerinin bile farkında olmadığı bir öfkeyi, içten içe büyütüyorlardı…
Tarihsel bir zorunluluğun gizli özneleriydi hepsi…
Türkiye ve dünya işçisine, emekçisine dünyayı dar eden insan hakkı, demokrasi, refah ve eşitlik havarileri, burjuvazi ve onun kalemşörleri, bu kampın en hayasız sözcüleri için; TEKEL işçilerini aileleriyle birlikte kazanacakları paralar, kasalarına dolduracakları karları uğruna haraç mezat saterken ne insan hakkı vardır, ne de insana biçilen bir değerin esamesi. Ankara'nın ayazında ayları bulan titremeleri, satılmış kalemşörlerin, solcu eskisi döneklerin ve burjuva aydınlarının dikkatine mashar değildir. Kurulmuş naylon çadırların içine sızan sert kış rüzgarının çaldığı direniş işliğidir onları huzursuz eden. Lüks arabalarıyla yanlarından ürkek ve tiksintiyle transit geçtikleri, ama gazete köşelerine taşımaktan veba gibi kaçtıkları, işçinin yükselen birlik, dayanışma ve direniş türküsüdür. Onlar ki, bu türküye düşmanlar. Zira bu türküdür onları huysuz bir at gibi kişneten. Bu türküdür, onların dini imani para hırsına hançeri saplayacak olan. Bu türküdür, Ankara'dan dünyaya ılgıt ılgıt yayılan. Bu türküdür, Fransada ki kadın işçiyi coşkuya boğan ve o coşkun yüreğini Ankara'nın meydanına taşıyan. `Elveda proleterya` diyen ar damari catlamis burjuva sözcülerinin yüzüne tokat gibi carpiyor; Fransa'dan, Abdi ipekciye dalga dalga yayilan isci kadinin -iscilerin yüregini tercüme eden- söyledikleri.. -
" Merhaba tekel işçileri, ben 38 yaşında, kamuda çalışan bir göçmen kadınım. Yıllardır eylem görürüm ama böylesini değil,sadece ben değil; işyerindeki Fransızlar, Cezayirliler, Afrikalılar, bana soruyor her sabah, eylem ne oldu diye? Içimizi ısıttınız, heyacan doluyuz şimdi, umutluyuz şimdi. Marks'ın hayaleti sadece Ankara'da dolaşmıyor simdi. Sizin direnisinizle buraya kadar geldi" diyordu en atesli ve heyecanli haliyle.
Elveda proleteryanın masalı, Tekel işçisinin ve dünya işçisinin yaşamın da iflas etmiştir. Daha önceleri de yaşadık bu iflasları. Ancak, şiddeti, zamanı, kararlılığı ve illeri sıçraması Tekel işçilerini hiç kuşku yok ki, çok başka bir yere kendiliğinden koyuyor. Mikrofona konuşan, Samsunlusu, Trabzonlusu, Muşlusu, Bitlislisi, diğer bir söylemle bunca ''düşmanlaştırılmış'' Kürdü ,Türkü, Lazı, Çerkezi, Sunisi, Alevisi aynı dili konuşmakta ve aynı türküyü söylemekteler. Emeğin dili, emeğin türküsü ve ''ben komünistim'' nidasi, başta Kasımpaşalı`yı ve surekaşını fena korkutmakta. Destekçileri, sermaye ve sözcüleri tıp diliyle panik atakta. Elvada denmiş proleterya'ya ''ay sonuna kadar'' süre tanınanmakta. Hemde birinci ağızdan, yanı Kasımpaşa`lı efendi tarafindan açık seçik tehdit edilmekte.
Sermaye ve sermaye hükümetlerinin birinci elden koltuk deyneği, sendika aristokratları enselerini kaşımakta. Koltukları şimdilik sallanmıyor ya, işleri epey bir sarpa sarıyor. Zira bu direnis Chp'nin solu DİSK'i, sağ hükümetlerin sağı TÜRK-İŞ'i fena zorlamakta. Dünden satılık HAK-İŞ çıplak ortada ve sınır tanımıyor hayasızlıkta. Onlarca yıldır Türkiye işçi sınıfının sırtında palazlanan asalaklar şimdi apaçık yakalandılar.Tuvaletini bile kullanamadıkları TÜRK-İŞ'in o lüks binasını bastıklarında, direnişi satamayan sendika ağaları genel grevi savsaklamakta. Genel greve evrilecek bir mücadele hattının bir sele dönüşeceği ve koltuklarını sallayabileceği telaşıyla türlü isimlerle oyalamaya çalışıyorlar. Genel grevi işçiden uzak tutmanın manevrası olarak ''genel eylem'' ya da ''genel direniş' gibi ayak oyunlarına başvurarak süreci geriletmeye çalışıyorlar.
Yeniden ve illeriye sıçrayarak sadece kendiyle sınırlanan bir direniş hattından öte, Türkiye sınırlarını da aşarak dünya'ya yayılan Tekel işçilerinin direnişi, işçi sınıfının, 'tarihsel' rolunu bir kere daha kanıtlaması ,pratik rüştünü ve gücünü ispatlaması bir yana; yarattığı olanaklar, içinde biriktirdiği ve yıllara yayacağı mutlak olan dinamikleriyle Türkiye'de yeni bir dönem başlatmıştır .Özelde Türkiye, genelde dünya'ya sınıf mücadelesinin önünü açmakla kalmamış, moral motivasyondan, teorik- pratik bir yığın deneyimde sunmuştur. Bu deneyimleri hiç kuşku yok ki derleyip toparlayacak ve sınıfın doğrudan devrime yönelen mücadelesine rehber edecek olan sınıf partisi ve onun devrimcileridir .Sınıf partisi ya hiç olmadığı ya da görece zayıf olduğu için dünyada ve ülkemizde gerek burjuva propaganda aygıtları, gerekse de işçinin sırtındaki asalak sendika ağaları, yakıcı bir etkiyle hüküm sürüyor ve başarı sağlıyorlar. Yine sınıf partisinin görece zayıflığı ya da yokluğu,daha şimdiden tarihdeki yerini almaya muktedir Tekel direnişini; reformist,ekonomist,liberal ve hatta sahte komünistlerin at koşturabildiği,kendini anlatabildiği ve kısmen de kendine alan yaratabildiği unutulmamalıdır.
Tekel direnişinin yarattığı olanakları ve dinamikleri hem Tekel direnişinin kazanılmasının bir aracına dönüştürme manivelası yapma hem de ülke sathına yayarak irili ufaklı süregelen direnişlerle birleştirmek ve daha sert kavgalara hazırlamak devrimcilerin ertelenemez görevidir. Hiç kuşku yok ki sınıf partisi göktem zembille inen değil, böylesi somut bir ateş çemberi içinden öğrenerek, öğreterek çıkacağı gibi, böyle büyüyüp dal budak saracağı da bilinmez değildir. Tekel işçilerinin yarattığı olanakları, bütünlüklü bir sınıf taktiğiyle olgunlaştırmak, ortaya çıkardıkları dinamikleriyle birleştirmek sınıf devrimcilerinin işidir. Sınıf partisi zayıfsa böyle güçlenecektir, yoksa da böyle çıkacaktır. Elbette tek başına bir direniş, dünyayı yeniden değiştirecek bir sınıf partisi yaratacak iddiasi olarak algılanamaz. – eski-yeni bir yığın deneyim, pratik- teorik mücadele içindeki önceliği gibi vs- Ne var ki, fitili ateşlenmiş bir kavganın şafağında olduğumuza ilişkin pek çok emare, somut olarak karşımızda durmaktadır.Bu ateşi yakan TEKEL işçileri olduğu gerçeğini de bunun yanına koyarak; önümüzdeki sürecin çetin bir kavgaya gebe olduğunu söylemek kahinlik olmaz. Sınıf devrimcileri kavga meydanında ve en ön saflarda olmakla yükümlüdür. İşçi sınıfının yönünü belirleyen de bu duruş ve buna uygun sınıf taktiğiyle donanmış politikasıdır. Buna hazırlanmakta, devrimden yana olan her bireyin boynuna borçtur. Sınıf devrimcilerinin, ileri işçilerin de tarihsel görevidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)