Yalova'da 12 örgüt Ulusal Güçbirliği'nde birleşti
Ülkemiz ve ulusumuz, Cumhuriyet tarihinin en büyük saldırısını yaşamaktadır. ABD ve AB emperyalistleri, AKP Hükümetini kullanarak, ‘Kürt açılımı’ adı altında ve ‘Ergenekon’ operasyonları ile, Orduyu etkisizleştirmeye, yurtseverleri tasfiye etmeye ve üniter devleti parçalamaya çalışmaktadırlar.
Bu girişimi püskürtmeye, ulusal Partiler, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları ve aydınların tek tek çabası yetmemiş, tersine tek tek saldırılara maruz kaldıkları için, tasfiye olma tehlikesiyle karşılaşmışlardır.
Bu saldırılar ancak, bütün yurtsever güçlerin, ülkemizin tarihsel birikimine dayanarak oluşturacakları güç birliği ile durdurulabilir.
1-ABD ve AB emperyalistleri, Kıbrıs'tan Türk Ordusu'nun çıkartarak Akdeniz’i kontrol için kullanacakları savaş üssü haline getirmeye, Türk Ordusu’nu işgal ettikleri mazlum ülkelerdeki emperyalist çıkarlarının bekçisi haline getirmek, Kuzey Irak’ta kurulan bölücü Amerikan devletini Türkiye, İran ve Suriye’ye genişleterek BOP planını gerçekleştirmeye çalışıyorlar.
Ulusumuza, Cumhuriyetimize ve üniter bütünlüğümüze kasteden bu planlara karşı, Cumhuriyet mitingleri ve Mehmetçik yürüyüşleri ile doruğa çıkan milli şahlanışı tasfiye etmek ve Ordumuzun direncinin kırmak amacıyla, Ergenekon adıyla operasyonları başlattılar. Yurtsever aydınlarımıza ve komutanlarımıza tertipler yapılarak, yalanlarla dolu iddianamelerle zindanlara attılar.
Bütün çabalarına rağmen planlarında başarılı olamamış, Cumhuriyet ve bağımsızlık birikimini tasfiye edememiş olmaları, onları çıldırtmış ve daha fütursuz saldırılara yöneltmiştir. Ordumuzu yıpratmaya devam edecekleri ve yurtseverlere saldırılarını sürdürecekleri anlaşılmaktadır.
ABD ve AB emperyalizminin geleceği, bu amaçlarının başarısına bağlıdır.
Ergenekon davasında ve operasyonlarda bütün hukuk ayaklar altına alınmıştır. Hukuk otoritelerinin deyimiyle, ‘dava tümüyle siyasal amaçlıdır ve hukuk mücadelesiyle sonuç almak olanakları kalmamıştır’.
2-‘Kürt açılımı’ adı verilen plan, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı'dır. Ülkemizin parçalanması sonrasında köle yapacakları iki parçalı devletten oluşan iki İsrail daha yaratma girişimidir.
Irak’ın işgaliyle oluşturulan Kuzey Irak’taki devletin Türkiye’nin himayesine aldırılması, merkezi devletin güç, yetki ve olanaklarının il özel idareleri ve belediyelere devredilmesi, PKK’nın yasallaştırılması çabaları, bu planın parçalarıdır.
3- Bağımsızlığımıza, üniter devletimize ve cumhuriyetimize yönelen bu saldırılara karşı vatanını ve milletini seven herkesin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu saldırılar, ancak bütün yurtsever güçlerin birlikte demokratik mücadelesi ile engellenebilir.
Bu amaçla Yalova’da bir araya gelen demokratik kitle örgütleri, meslek odaları, Siyasi Partiler ve aydınlar olarak bizler, Yalova’nın bütün yurdunu ve milletini sevenlerine sesleniyoruz; Vatanımıza cumhuriyetimize ve bağımsızlığımıza sahip çıkalım. Ayağa kalkalım ve bir araya gelelim. Gün bugündür. Yarın geç olabilir.
Yalova Ulusal Güçbirliği Platformu:
-CUMOK Yalova Dönem Sözcüsü
-Cumhuriyet Halk Partisi Yalova İl Başkanı
-Demokratik Sol Parti Yalova İl Başkanı
-İşçi Partisi Yalova İl Başkanı
-Sosyal Demokrat Halkçı Parti Yalova İl Başkanı
-Atatürkçü Düşünce Derneği Yalova Şube Başkanı
-Eğitim-İş Yalova İl Temsilcisi
-Türkiye Gençlik Birliği Yalova Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi
-Yalova Ziraat Odası Başkanı
-Yalova Terziler Odası Başkanı
-Emekli-Sen Yalova Temsilcisi
-Bizkaçkişiyiz Yalova Temsilcisi
-Ulusal Kanal
26 Ağustos 2009 Çarşamba
“ÖYLEYSE, YA BAĞIMSIZLIK, YA ÖLÜM !”
90 Yıl önce, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal, o günkü ülkenin konumunu şöyle anlatıyordu.
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
“Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…” (Söylev-Nutuk, Türk Dil Kurumu, s. 10)
Mustafa Kemal’e bunları söyleten, memleketin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik olumsuz koşullardı.
Yarısömürge durumuna düşürülen, en önemli nedenlerinden biri Osmanlı’yı parçalamak, yağmalamak, yutmak olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, aldatılarak Alman Emperyalistlerinin yanında zorla sokulan, bu nedenle de bu Paylaşım Savaşı’nın bir tarafı değil, kurbanı olan Osmanlı, savaşın galibi İngiliz, İtalyan ve Fransız Emperyalistleri ile 30 Ekim 1918 yılında Mondros Ateşkeş Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalıyordu.
Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin orduları dağıtılıyor, devlet yönetimi emperyalistlere geçiyordu. Ülkenin pek çok vilayeti, bu emperyalistlerce kendi aralarında paylaşılıyordu.
Böyle bir duruma hangi yurtsever kayıtsız kalabilirdi?
Dönemin Osmanlı yöneticileri, başta halife Vahdettin ve hükümet yetkilileri, kurtuluşu İngiliz Korumacılığında, Amerikan Mandacılığında arıyorlardı. Mustafa Kemal, bu tür çözüm yollarının uşaklık olacağını belirtir ve kendi gibi düşünen asker arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve İsmet İnönü ile birlikte, Anadolu’da halka gitmekten ve silahlı direnişten başka çözüm yolu olmadığı konusunda anlaşırlar.
MUSTAFA KEMAL’İN YURTSEVERLİĞİNİN ÖZÜ NEYDİ?
Osmanlı’yı güden, yöneten dört devlet sınıfı vardı. Bunlar: İlmiye (Aydınlar), Seyfiye (Askerler), Mülkiye (İdareciler), Kalemiye (Yazıcılar).
Bunlardan Mülkiye (İdareciler) ve Kalemiye (Yazıcılar, kalemliler), Osmanlı’nın derebeyleşme süreciyle paralel biçimde Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından rüşvete, irtikâba, komisyona, zimmetçiliğe alıştırılarak bozulmuş, çürümüş, böylece de Osmanlı’nın kuruluşundan gelen Devrimci Geleneklerini tümüyle yitiren sınıflardı.
Para ilişkisi dışında kalan İlmiye ve Seyfiye sınıfı diğerleri gibi yozlaşmamıştı. Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki İlkel Komuna Gelenekleri, bu iki sınıfta daha diri olarak yaşamaktaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bunlara Jön Türkler adı verilmişti. İşte, Mustafa Kemal de bu geleneğin canlı bir biçimde yaşadığı Ordu Gençliği’ndendi… Kendi kişiliği de bu gelenekle birleşince; 18 Mart 1915’de “Çanakkale Geçilmez” oldu. Mustafa Kemal’i, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi yapan işte bu kişilikti. Çok iyi bir asker, stratejist, taktisyen ve inisiyatifli bir devrimci idi Mustafa Kemal.
19 MAYIS 1919, BİRİNCİ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’MIZIN KIVILCIMIDIR
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, 1919’un 19 Mayısı’nda Mustafa Kemal’in Samsun’a fiilen ayak basması ile şekillenmiş, Lenin’in önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteği ile de Emperyalist haydutlar, ülkeden kovulmuş, çökkün Osmanlı derebeyliği üzerine daha modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız yeryüzünde zafere ulaşan ilk başarılı Ulusal Kurtuluş savaşıdır. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı; ilk olarak 1954’de Fransız Emperyalistlerine, daha sonra da ABD Emperyalistlerine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı veren yiğit Vietnam Halkının önderi Ho Şi Minh’e, 1934’deki Uzun Yürüyüş’ün mimarı, 1949’da Kurtuluş Mücadelesinin sonucunda Devrimi gerçekleştiren Çin lideri Mao Ze Dung’a, Cezayir Bağımsızlık Savaşı önderlerine, Mısır’ın antiemperyalist önderi Nasır’a, 2 Aralık 1956’da 80 Arkadaşı ile Sierra Maestra adlı sıradağlarda verdikleri mücadele ile Küba Devrimini gerçekleştiren Che’ye, Fidel Castro’ya ilham kaynağı olmuştur. Bu önderler, Mustafa Kemal’i bilir ve saygı duyarlar.
Ulusal Kurtuluşla kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik olarak çok kötü koşullardaydı. Osmanlı’nın, bu günün Dünya Bankası olan Duyun-u Umumiye’den aldığı borçlar ödeniyor, bir taraftan da yabancılarda olan limanlar, tekel idaresi millileştiriliyor, bir yandan da, Tayyipgiller’in “babalar gibi sattıkları” Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) kuruluyordu: Kurtuluş Savaşı’nda tek müttefikimiz Sovyetler’in de maddi destekleriyle Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, tren yolları, bankalar, limanlar, Sümerbanklar gibi KİT’ler kurularak tüm ülkede kalkınma hamlesine girişiliyordu.
Cumhuriyet bugün 87 yaşında. Sayıları 70 milyon içinde 2500-3000 kişiyi geçmeyen; ABD ve AB (AB-D) uşağı satılmış, vatan ve halk düşmanı Modern (Finans-Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân) Parababaları, mazlum halkımızın kanını, iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Halklarımızın kanı canı pahasına yarattığı tüm değerler, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. emperyalist finans örgütleri ve çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmektedir Ortaçağcı Tayyipgiller tarafından. Yabancı emperyalistlerin uşağı yerli satılmışlar sayesinde, AB-D Emperyalizmi ülkemizin ekonomisinden, politikasına, tarihinden, kültürüne ve sanatına her şeyini belirlemektedir.
Sosyalist ülkelerdeki örneklerinden esinlenerek Cumhuriyetle birlikte ülkemize kazandırılan, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumları, Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsulleri Ofisi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar ortadan kaldırıldı; Sümerbank, Tekel vb. kuruluşlar özelleştirme adı altında yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekildi.
Yerli satılmışlar “Yabancı bir devletin koruyuculuğu”nda, “insanlık niteliklerinden yoksunluk”larını, “güçsüz”lüklerini ve “beceriksiz” lerini “açığa vurmaktan başka bir şey” yapmamaktadırlar.
87 yıl önce Cumhuriyet, Saltanatın tepesini yani Padişahlık ve Hilafeti kaldırmıştı. Saltanatın tabanını oluşturan, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlık ise, “İrtica” denilen gerici isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Ezildikçe kabuğuna çekildi, kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı.
ABD’nin Sovyetler’e karşı geliştirdiği “Yeşil Kuşak Projesi”nin sonucu olarak 1946’dan itibaren başlayan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla hızlanarak devam eden bir gidişle Türkiye, irticai örgütlerle kuşatıldı. Günümüze geldiğimizde ise, “İrtica” denilen gericilik, mantar misali ortamını bulunca hortladı, daha doğrusu emperyalistlerin “yürü ya kulum” demesiyle pervasızlaştı. Ülkemiz; her yıl Ortaçağcı-Siyasal İslam’la doktrine edilmiş 54.000 gencin mezun edildiği ve sayısı 600’e yaklaşan İmam Hatip Liseleri’yle, yine aynı ideolojiyle şartlandırılmış 900.000 civarında yoksul çocuğumuzun mezun edilip topluma salındığı ve sayıları on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi Kur’an Kurslarıyla ve binlerce Tarikat evleriyle donatıldı.
Cumhuriyetin bütün kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlıklar, YÖK, TRT, RTÜK vb.) Ortaçağcı güçler tarafından ele geçirildi.
Kısacası 19 Mayıs 1919 yılında başlayıp dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bağımsızlığımız, 1946 sonrasında yitirilerek, ülkemiz AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumuna düşürülmüştür. Bundan 87 yıl önce, Türk Milletinin, bağrına oturmuş olan Emperyalizme ve onun uşağı Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demek olan Cumhuriyet’in kazanımları, kerte kerte aşındırılmakta, ülkemiz Ortaçağın karanlığına geri götürülmek istenmektedir.
Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır.
O nedenle Cumhuriyet’i kuran Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekmektedir.
Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birincisinin geriye götürülmesine karşı çıkılacak, mantıki sonucuna ulaştırılıp Sosyalizme kavuşturulacaktır.
Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak biricik güçtür. Çünkü biz, Birinci Milli Kurtuluş’un ve önderi Mustafa Kemal’in Antiemperyalist-Tam Bağımsızlık prensibinin ve Laikliğin de mirasçılarıyız.
Çünkü biz, Birinci Kurtuluş’un en içten ve tek destekçisi Ekim Devrimi’nin ve O’nun Önderi Lenin’in devamcılarıyız.
Çünkü biz; Birinci Kuvayimilliye’nin Köyceğiz Cephesi Komutanı, İkinci Kurtuluşun Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıyız.
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelemizle Ulusal Kurtuluşu, Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız. 19 Mayıs 2009
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
“Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
“Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
“Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
“Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…” (Söylev-Nutuk, Türk Dil Kurumu, s. 10)
Mustafa Kemal’e bunları söyleten, memleketin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik olumsuz koşullardı.
Yarısömürge durumuna düşürülen, en önemli nedenlerinden biri Osmanlı’yı parçalamak, yağmalamak, yutmak olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, aldatılarak Alman Emperyalistlerinin yanında zorla sokulan, bu nedenle de bu Paylaşım Savaşı’nın bir tarafı değil, kurbanı olan Osmanlı, savaşın galibi İngiliz, İtalyan ve Fransız Emperyalistleri ile 30 Ekim 1918 yılında Mondros Ateşkeş Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalıyordu.
Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin orduları dağıtılıyor, devlet yönetimi emperyalistlere geçiyordu. Ülkenin pek çok vilayeti, bu emperyalistlerce kendi aralarında paylaşılıyordu.
Böyle bir duruma hangi yurtsever kayıtsız kalabilirdi?
Dönemin Osmanlı yöneticileri, başta halife Vahdettin ve hükümet yetkilileri, kurtuluşu İngiliz Korumacılığında, Amerikan Mandacılığında arıyorlardı. Mustafa Kemal, bu tür çözüm yollarının uşaklık olacağını belirtir ve kendi gibi düşünen asker arkadaşları Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve İsmet İnönü ile birlikte, Anadolu’da halka gitmekten ve silahlı direnişten başka çözüm yolu olmadığı konusunda anlaşırlar.
MUSTAFA KEMAL’İN YURTSEVERLİĞİNİN ÖZÜ NEYDİ?
Osmanlı’yı güden, yöneten dört devlet sınıfı vardı. Bunlar: İlmiye (Aydınlar), Seyfiye (Askerler), Mülkiye (İdareciler), Kalemiye (Yazıcılar).
Bunlardan Mülkiye (İdareciler) ve Kalemiye (Yazıcılar, kalemliler), Osmanlı’nın derebeyleşme süreciyle paralel biçimde Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından rüşvete, irtikâba, komisyona, zimmetçiliğe alıştırılarak bozulmuş, çürümüş, böylece de Osmanlı’nın kuruluşundan gelen Devrimci Geleneklerini tümüyle yitiren sınıflardı.
Para ilişkisi dışında kalan İlmiye ve Seyfiye sınıfı diğerleri gibi yozlaşmamıştı. Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki İlkel Komuna Gelenekleri, bu iki sınıfta daha diri olarak yaşamaktaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bunlara Jön Türkler adı verilmişti. İşte, Mustafa Kemal de bu geleneğin canlı bir biçimde yaşadığı Ordu Gençliği’ndendi… Kendi kişiliği de bu gelenekle birleşince; 18 Mart 1915’de “Çanakkale Geçilmez” oldu. Mustafa Kemal’i, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi yapan işte bu kişilikti. Çok iyi bir asker, stratejist, taktisyen ve inisiyatifli bir devrimci idi Mustafa Kemal.
19 MAYIS 1919, BİRİNCİ ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’MIZIN KIVILCIMIDIR
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, 1919’un 19 Mayısı’nda Mustafa Kemal’in Samsun’a fiilen ayak basması ile şekillenmiş, Lenin’in önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteği ile de Emperyalist haydutlar, ülkeden kovulmuş, çökkün Osmanlı derebeyliği üzerine daha modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız yeryüzünde zafere ulaşan ilk başarılı Ulusal Kurtuluş savaşıdır. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı; ilk olarak 1954’de Fransız Emperyalistlerine, daha sonra da ABD Emperyalistlerine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı veren yiğit Vietnam Halkının önderi Ho Şi Minh’e, 1934’deki Uzun Yürüyüş’ün mimarı, 1949’da Kurtuluş Mücadelesinin sonucunda Devrimi gerçekleştiren Çin lideri Mao Ze Dung’a, Cezayir Bağımsızlık Savaşı önderlerine, Mısır’ın antiemperyalist önderi Nasır’a, 2 Aralık 1956’da 80 Arkadaşı ile Sierra Maestra adlı sıradağlarda verdikleri mücadele ile Küba Devrimini gerçekleştiren Che’ye, Fidel Castro’ya ilham kaynağı olmuştur. Bu önderler, Mustafa Kemal’i bilir ve saygı duyarlar.
Ulusal Kurtuluşla kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik olarak çok kötü koşullardaydı. Osmanlı’nın, bu günün Dünya Bankası olan Duyun-u Umumiye’den aldığı borçlar ödeniyor, bir taraftan da yabancılarda olan limanlar, tekel idaresi millileştiriliyor, bir yandan da, Tayyipgiller’in “babalar gibi sattıkları” Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) kuruluyordu: Kurtuluş Savaşı’nda tek müttefikimiz Sovyetler’in de maddi destekleriyle Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, tren yolları, bankalar, limanlar, Sümerbanklar gibi KİT’ler kurularak tüm ülkede kalkınma hamlesine girişiliyordu.
Cumhuriyet bugün 87 yaşında. Sayıları 70 milyon içinde 2500-3000 kişiyi geçmeyen; ABD ve AB (AB-D) uşağı satılmış, vatan ve halk düşmanı Modern (Finans-Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân) Parababaları, mazlum halkımızın kanını, iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Halklarımızın kanı canı pahasına yarattığı tüm değerler, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. emperyalist finans örgütleri ve çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmektedir Ortaçağcı Tayyipgiller tarafından. Yabancı emperyalistlerin uşağı yerli satılmışlar sayesinde, AB-D Emperyalizmi ülkemizin ekonomisinden, politikasına, tarihinden, kültürüne ve sanatına her şeyini belirlemektedir.
Sosyalist ülkelerdeki örneklerinden esinlenerek Cumhuriyetle birlikte ülkemize kazandırılan, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumları, Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsulleri Ofisi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar ortadan kaldırıldı; Sümerbank, Tekel vb. kuruluşlar özelleştirme adı altında yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekildi.
Yerli satılmışlar “Yabancı bir devletin koruyuculuğu”nda, “insanlık niteliklerinden yoksunluk”larını, “güçsüz”lüklerini ve “beceriksiz” lerini “açığa vurmaktan başka bir şey” yapmamaktadırlar.
87 yıl önce Cumhuriyet, Saltanatın tepesini yani Padişahlık ve Hilafeti kaldırmıştı. Saltanatın tabanını oluşturan, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlık ise, “İrtica” denilen gerici isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Ezildikçe kabuğuna çekildi, kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı.
ABD’nin Sovyetler’e karşı geliştirdiği “Yeşil Kuşak Projesi”nin sonucu olarak 1946’dan itibaren başlayan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla hızlanarak devam eden bir gidişle Türkiye, irticai örgütlerle kuşatıldı. Günümüze geldiğimizde ise, “İrtica” denilen gericilik, mantar misali ortamını bulunca hortladı, daha doğrusu emperyalistlerin “yürü ya kulum” demesiyle pervasızlaştı. Ülkemiz; her yıl Ortaçağcı-Siyasal İslam’la doktrine edilmiş 54.000 gencin mezun edildiği ve sayısı 600’e yaklaşan İmam Hatip Liseleri’yle, yine aynı ideolojiyle şartlandırılmış 900.000 civarında yoksul çocuğumuzun mezun edilip topluma salındığı ve sayıları on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi Kur’an Kurslarıyla ve binlerce Tarikat evleriyle donatıldı.
Cumhuriyetin bütün kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlıklar, YÖK, TRT, RTÜK vb.) Ortaçağcı güçler tarafından ele geçirildi.
Kısacası 19 Mayıs 1919 yılında başlayıp dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bağımsızlığımız, 1946 sonrasında yitirilerek, ülkemiz AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumuna düşürülmüştür. Bundan 87 yıl önce, Türk Milletinin, bağrına oturmuş olan Emperyalizme ve onun uşağı Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demek olan Cumhuriyet’in kazanımları, kerte kerte aşındırılmakta, ülkemiz Ortaçağın karanlığına geri götürülmek istenmektedir.
Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır.
O nedenle Cumhuriyet’i kuran Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekmektedir.
Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birincisinin geriye götürülmesine karşı çıkılacak, mantıki sonucuna ulaştırılıp Sosyalizme kavuşturulacaktır.
Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak biricik güçtür. Çünkü biz, Birinci Milli Kurtuluş’un ve önderi Mustafa Kemal’in Antiemperyalist-Tam Bağımsızlık prensibinin ve Laikliğin de mirasçılarıyız.
Çünkü biz, Birinci Kurtuluş’un en içten ve tek destekçisi Ekim Devrimi’nin ve O’nun Önderi Lenin’in devamcılarıyız.
Çünkü biz; Birinci Kuvayimilliye’nin Köyceğiz Cephesi Komutanı, İkinci Kurtuluşun Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıyız.
Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelemizle Ulusal Kurtuluşu, Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız. 19 Mayıs 2009
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
24 Ağustos 2009 Pazartesi
Ulusal Kurtuluş Savaşı
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın iki ana amacı vardır. Amaçlardan biri, Atatürk’ün ‘istiklal-i tam’ olarak tanımladığı ulusal bağımsızlığın sağlanmasıdır. İkinci amaç, bu ulusal yapı içinde ulus egemenliğinin oluşmasıdır.
Bu açıdan bakarsanız, Atatürkçülük, Kemalizm ya da Atatürk ilkeleri, kısaca, ‘ulusal devrim’ kavramına bağlanarak yorumlanabilir. Atatürkçülük ulusallık demektir. Tam bağımsızlık, öncelikle ilk Büyük Millet Meclisi’nin ‘emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmü’ olarak nitelediği saldırıları püskürtüp, bağımsız bir devlet kurması anlamına gelmektedir. Ancak bağımsızlık, bütün emperyalist devletlere karşıdır. Atatürk ilkeleri, ulusal bağımsızlığın her türlü baskıcı ve sömürücü devletlere karşı savunulmasını gerektirir. Kemalizm’in dünyaya bakış açısı budur. Ne koşul altında olursa olsun bağımsızlık, tam bağımsızlık!..
Örneğin, Mustafa Kemal’ci tam bağımsızlık görüşü, Birleşik Amerika’nın Vietnam’a yaptığı askeri müdahaleye ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline eşit ölçüde karşı olmayı gerektirir. Atatürkçü tam bağımsızlık anlayışı, İsrail’in Ortadoğu’daki yayılma siyasetine karşı tavır alırken, Asya ve Afrika’da Batı emperyalistlerine karşı savaş veren ülkelere tam destek sağlar. Sözgelişi Cezayir sorununda, kayıtsız koşulsuz, Fransa’nın karşısında, Cezayir halkının yanındadır. Atatürkçü bağımsızlık anlayışının, dünden bugüne ulaşan böyle bir içeriği vardır.
Ulusal egemenlik, iç siyasal yaşamda ayrıcalıklı aile, kurum, sınıf ve kişi kavramına karşıdır. Bu egemenlik anlayışı ayrıcalıklardan kaynaklanan türlü egemenlikler yerine, çok partili düzen kalıpları içinde, halkın istemlerini ölçü ve temel alır.
Yurt topraklarının düşman saldırılarına uğradığı o en güç günlerde, ‘milletin azim ve kararına’ güvenen Atatürk, kurduğu düzeni de bu temeller üzerinde yükseltmeye çalışıyordu. Amerikan mandacılığının kimi aydınlarımızı büyülediği günlerde, büyük bağımsızlık savaşçısı şöyle konuşmaktaydı:
‘- En aydın sayılan insanların, manda tutkusu ile adeta ulusun bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilane bir çalışma ve sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktayı açıklıkla düşünebiliyordum: Düşmanlar, bağımsızlığımızı yok etmeye karar vermişlerdir; bu gerçeği ulus henüz tam keşfedememiştir. Çünkü İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekalar, oradaki vicdanlar, bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı, bir taraftan düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaltılmış halde idi…’
O en güç günlerde, o ‘Amerikan mandası’nın en seçkin aydınlarda vazgeçilmez bir tutku gibi yerleştiği günlerde, Atatürk, tam bağımsızlıktan, ulusun istem ve direncinden söz ediyor ve Kemalist devrimin ilkelerini oluşturacak olan doğrultudan, tek bir sözcüğü bile ödün vermiyordu. Ulusallık işte bu demekti.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi diye tanımlanır. Atatürk düşman saldırıları karşısında bile bu ana ilkeyi hiç gözden uzak tutmamış, kararlarını, o günün koşulları içinde yine de bir Meclis’e dayandırmak gereğini duymuştur. Yakın arkadaşı Yunus Nadi’ye, ilk Meclis’in açılacağı günlerde şöyle seslenmez mi?
- Önce Meclis Yunus Nadi Bey, önce Meclis…
Düşmanın top sesleri Haymana sırtlarında duyulduğu günlerde bile Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nin öz istem ve kararlarına dayanan Mustafa Kemal, Türk ve dünya tarihine ders alınması gereken bir kişilik ve onur örneği armağan etmekteydi.
Evet, Atatürkçülüğün bu iki ana doğrultusu hiç gözlerden uzak tutulmamalıdır. Birinci doğrultu, dışarıya karşı tam bağımsızlık ilkesidir. İkincisi ise içerde ulusal egemenlik anlayışının vazgeçilmez bir amaç olarak benimsenmesidir.
‘Ben Atatürkçüyüm’ diyebilenlerin, bu iki ana ilkeye ne ölçüde bağlı olduklarını ara sıra sınamaları gerekir!
Başta Atatürk olmak üzere, yakın silah arkadaşları ile ilk Meclis’in o yurtsever, o çalımsız, o özverili üyelerini saygıyla, rahmetle anıyoruz…
(Cumhuriyet, 23 Nisan 1983)
Bu açıdan bakarsanız, Atatürkçülük, Kemalizm ya da Atatürk ilkeleri, kısaca, ‘ulusal devrim’ kavramına bağlanarak yorumlanabilir. Atatürkçülük ulusallık demektir. Tam bağımsızlık, öncelikle ilk Büyük Millet Meclisi’nin ‘emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmü’ olarak nitelediği saldırıları püskürtüp, bağımsız bir devlet kurması anlamına gelmektedir. Ancak bağımsızlık, bütün emperyalist devletlere karşıdır. Atatürk ilkeleri, ulusal bağımsızlığın her türlü baskıcı ve sömürücü devletlere karşı savunulmasını gerektirir. Kemalizm’in dünyaya bakış açısı budur. Ne koşul altında olursa olsun bağımsızlık, tam bağımsızlık!..
Örneğin, Mustafa Kemal’ci tam bağımsızlık görüşü, Birleşik Amerika’nın Vietnam’a yaptığı askeri müdahaleye ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline eşit ölçüde karşı olmayı gerektirir. Atatürkçü tam bağımsızlık anlayışı, İsrail’in Ortadoğu’daki yayılma siyasetine karşı tavır alırken, Asya ve Afrika’da Batı emperyalistlerine karşı savaş veren ülkelere tam destek sağlar. Sözgelişi Cezayir sorununda, kayıtsız koşulsuz, Fransa’nın karşısında, Cezayir halkının yanındadır. Atatürkçü bağımsızlık anlayışının, dünden bugüne ulaşan böyle bir içeriği vardır.
Ulusal egemenlik, iç siyasal yaşamda ayrıcalıklı aile, kurum, sınıf ve kişi kavramına karşıdır. Bu egemenlik anlayışı ayrıcalıklardan kaynaklanan türlü egemenlikler yerine, çok partili düzen kalıpları içinde, halkın istemlerini ölçü ve temel alır.
Yurt topraklarının düşman saldırılarına uğradığı o en güç günlerde, ‘milletin azim ve kararına’ güvenen Atatürk, kurduğu düzeni de bu temeller üzerinde yükseltmeye çalışıyordu. Amerikan mandacılığının kimi aydınlarımızı büyülediği günlerde, büyük bağımsızlık savaşçısı şöyle konuşmaktaydı:
‘- En aydın sayılan insanların, manda tutkusu ile adeta ulusun bağımsızlık ruhunu yıkmak için gafilane bir çalışma ve sürekli çaba içinde çırpındıklarını hayretle görüyordum. Ben artık şu noktayı açıklıkla düşünebiliyordum: Düşmanlar, bağımsızlığımızı yok etmeye karar vermişlerdir; bu gerçeği ulus henüz tam keşfedememiştir. Çünkü İstanbul karanlık sisler içinde boğulmuştur. Oradaki zekalar, oradaki vicdanlar, bir taraftan doğrudan doğruya düşman baskısı, bir taraftan düşman aldatmasıyla bunalmış ve bunaltılmış halde idi…’
O en güç günlerde, o ‘Amerikan mandası’nın en seçkin aydınlarda vazgeçilmez bir tutku gibi yerleştiği günlerde, Atatürk, tam bağımsızlıktan, ulusun istem ve direncinden söz ediyor ve Kemalist devrimin ilkelerini oluşturacak olan doğrultudan, tek bir sözcüğü bile ödün vermiyordu. Ulusallık işte bu demekti.
Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi diye tanımlanır. Atatürk düşman saldırıları karşısında bile bu ana ilkeyi hiç gözden uzak tutmamış, kararlarını, o günün koşulları içinde yine de bir Meclis’e dayandırmak gereğini duymuştur. Yakın arkadaşı Yunus Nadi’ye, ilk Meclis’in açılacağı günlerde şöyle seslenmez mi?
- Önce Meclis Yunus Nadi Bey, önce Meclis…
Düşmanın top sesleri Haymana sırtlarında duyulduğu günlerde bile Ankara’daki ilk Büyük Millet Meclisi’nin öz istem ve kararlarına dayanan Mustafa Kemal, Türk ve dünya tarihine ders alınması gereken bir kişilik ve onur örneği armağan etmekteydi.
Evet, Atatürkçülüğün bu iki ana doğrultusu hiç gözlerden uzak tutulmamalıdır. Birinci doğrultu, dışarıya karşı tam bağımsızlık ilkesidir. İkincisi ise içerde ulusal egemenlik anlayışının vazgeçilmez bir amaç olarak benimsenmesidir.
‘Ben Atatürkçüyüm’ diyebilenlerin, bu iki ana ilkeye ne ölçüde bağlı olduklarını ara sıra sınamaları gerekir!
Başta Atatürk olmak üzere, yakın silah arkadaşları ile ilk Meclis’in o yurtsever, o çalımsız, o özverili üyelerini saygıyla, rahmetle anıyoruz…
(Cumhuriyet, 23 Nisan 1983)
23 Ağustos 2009 Pazar
ABD ACILIMI
AKP’nin Kurt acilimi ile ABD’nin Ortadogu’ya yonelik planlari uyum icinde midir?
Evet, oyledir!
ABD ve genel olarak NATO, Afganistan’daki savasi kaybetmek uzere… Bu nedenle ABD, Obama’nin secilmeden once de soyledigi gibi, Irak’tan cekilecek ve Afganistan’a ek asker gonderecek.
Barzani ve Talabani, ABD’nin cekilme planinin ertelenmesini istediler. ABD askerlerinin buyuk oranda cekilmesinin ardindan Araplarla Kurtler arasinda savas kacinilmaz gorunuyor. ABD, Turkiye’nin Kuzey Irak’taki Kurtlerin “hamisi” olmasini istiyor. Turkiye, boylece, etkinligini Ortadogu’da daha da yayacaktir.
Turkiye, bu nedenle, “icerdeki” Kurtlerle iliskisini yumusatmak zorundadir.
MGK de bu plana dogal olarak sempatiyle yaklasiyor.
Bu plan hem ABD’nin hem de Turkiye burjuvazisinin cikarinadir.
Turkiye, Kuzey Irak’ta cikan petrolun kendi topraklari uzerinden ihracatina onay vererek, Bagdat Hukumeti’ne gereken mesaji zaten vermis durumdadir.
Bu durumda sosyalistlerin ne yapmasi gerekir?
Baslica uc yaklasimdan soz edilebilir:
Birincisi: Kendisine ulusalcilar diyen nasyonal sosyalistlerin yaklasimidir. Bu yaklasima gore, bu plan reddedilmelidir. Hukumetin “Kurt acilimi” bir “ABD acilimi”dir ve bu nedenle de reddedilmelidir.
Bu belirlemenin ardindan, Kurt sorununun nasil cozulmesi gerektigi uzerine degisIk saptamalar siralanmaktadir.
Ikincisi: Acilimi kayitsiz sartsiz destekleyen kesimdir.
Ucuncusu: Acilimin Turkiye’nin alt emperyalizm ve bolgesel guc olmak konumunu pekistirmekle olan iliskisini bilen ve bu acilimin icerigini kendisine uygun sekilde doldurmak isteyen kesimdir. Acilima karsi degiliz, destekliyoruz. Bu acilimin gercek nedenlerini biliyoruz ve acilimin icerigini bu nedenlerin gerektirdiklerinin otesine goturmeye calisiyoruz.
Politika, yapmaktir. Politika, “biz soyle istiyoruz” diye istekler belirtmekten ibaret degildir. Bunlari nasil yapacaksin? Bu konuda en azindan uygulanabilir gibi gorunen bir plana sahip degilseniz, bagirip cagirmaktan oteye gidemezsiniz.
Dunyada ve bulundugunuz bolgede yalniz degilsiniz. Bu nedenle, isteklerinizi diger guclerin hareket tarzlarini dikkate alarak, onlarin arasindan gecerek hayata gecirmek zorundasiniz.
Bu ulkede akan kanin durmasini, Kurt halkinin en azindan kulturel haklarini serbestce kullanabilmesini herkes istiyor. Tipki genel olarak ozgurluk, esitlik ve sosyal adaleti herkesin istedigi gibi…
Istiyor da nasil istiyor? Hangi icerikte istiyor? Farklilik da burada ortaya cikiyor.
Emperyalist bir guc, kendi anlayisina gore ozgurluk istediginde, yapilacak olan ozgurluge karsi cikmak degil, icerigini farkli tarzda doldurmaya calismaktir.
Tarihten iki ornek verelim:
Yunanistan 1830 yilinda Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizligin saglanmasinda zamanin en buyuk somurgeci devleti Ingiltere’nin onemli payi vardir. Iki somurgeci devlet, Ingiltere ve Osmanli arasindaki celiskiler, o donemde Yunanistan’in bagimsizligini kazanmasi icin uygun kosullar ortaya cikarmisti.
Yunanistan’daki herhangi bir gucun, ne o donemde ne de daha sonra, “somurgecilerin sayesinde en azindan politik olarak bagimsiz bir devlet olmayi istemiyoruz” dediklerini hic duymadim.
Ikinci ornek, Bulgaristan’la ilgilidir. Bu ulke, 1878’de yine Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizlikta “Plevne savasi”ni da iceren bir dizi muharebede Osmanli ordusunu yenen Carlik Rusyasi’nin buyuk rolu vardir.
Bulgaristan, bu nedenle, hem burjuva iktidarlari doneminde hem de sosyalist donemde Carlik Rusyasi’nin, sonra SSCB’nin daha sonra da Rusya Federasyonu’nun dostu olarak kalmis, aralarindaki iliskiler her zaman iyi olmustur.
Hicbir Bulgar sosyalistinin “somurgeci Carlik Rusyasi sayesinde bagimsizlik kazanmamaliydik” dedigini duymadim.
Zamanin somurgeci devletleri sayesinde olsa da, ortaya cikan, daha ileri bir asamadir. Sosyaliste dusen, bunu daha ileri goturmek icin calismaktir, yoksa bu asamayi reddetmek degil.
Turkiye sosyalistlerinin ilk kesiminin tutumuna baktiginizda, bu kesimle Ataturkculuk, Cumhuriyetcilik ve irkcilik arasindaki baglantiyi acik olarak gorebiliyorsunuz.
Bu kesimin onemli isimlerinden Mumtaz Soysal, “Turkiye’deki Kurtlerin Irak’a surulmelerini, oradaki Turkmenlerin de Turkiye’ye getirilmesini ve boylece de sorunun cozulmesini” savunabiliyor.
Bunun adina, “21. yuzyil kosullarindaki etnik temizlik” de denilebilir.
O Mumtaz Soysal ki, 12 Mart 1971’de SBF dekaniydi ve okulu basmaya gelen polislerin onune cikip, “buraya fasistler giremez” diyerek kapiyi tutmaya calismisti.
40 yil oncesindeki Ilhan Selcuk icin de –politik bazi elestirilerin otesinde- olumsuz bir belirleme yapamazsiniz.
Baska isimler de sayilabilir…
Bu ulkede insanlarin 40 yil once ne olduklari degil, son donemde ne olduklari onemlidir. 40 yil oncesinin onemli isimleri bugun MHP ile ayni agizdan konusabiliyorlar. Solculuklari, sosyalistlikleri 40 yil oncesine aittir, bugune ait degildir.Engin Erkiner
__._,_.___
Evet, oyledir!
ABD ve genel olarak NATO, Afganistan’daki savasi kaybetmek uzere… Bu nedenle ABD, Obama’nin secilmeden once de soyledigi gibi, Irak’tan cekilecek ve Afganistan’a ek asker gonderecek.
Barzani ve Talabani, ABD’nin cekilme planinin ertelenmesini istediler. ABD askerlerinin buyuk oranda cekilmesinin ardindan Araplarla Kurtler arasinda savas kacinilmaz gorunuyor. ABD, Turkiye’nin Kuzey Irak’taki Kurtlerin “hamisi” olmasini istiyor. Turkiye, boylece, etkinligini Ortadogu’da daha da yayacaktir.
Turkiye, bu nedenle, “icerdeki” Kurtlerle iliskisini yumusatmak zorundadir.
MGK de bu plana dogal olarak sempatiyle yaklasiyor.
Bu plan hem ABD’nin hem de Turkiye burjuvazisinin cikarinadir.
Turkiye, Kuzey Irak’ta cikan petrolun kendi topraklari uzerinden ihracatina onay vererek, Bagdat Hukumeti’ne gereken mesaji zaten vermis durumdadir.
Bu durumda sosyalistlerin ne yapmasi gerekir?
Baslica uc yaklasimdan soz edilebilir:
Birincisi: Kendisine ulusalcilar diyen nasyonal sosyalistlerin yaklasimidir. Bu yaklasima gore, bu plan reddedilmelidir. Hukumetin “Kurt acilimi” bir “ABD acilimi”dir ve bu nedenle de reddedilmelidir.
Bu belirlemenin ardindan, Kurt sorununun nasil cozulmesi gerektigi uzerine degisIk saptamalar siralanmaktadir.
Ikincisi: Acilimi kayitsiz sartsiz destekleyen kesimdir.
Ucuncusu: Acilimin Turkiye’nin alt emperyalizm ve bolgesel guc olmak konumunu pekistirmekle olan iliskisini bilen ve bu acilimin icerigini kendisine uygun sekilde doldurmak isteyen kesimdir. Acilima karsi degiliz, destekliyoruz. Bu acilimin gercek nedenlerini biliyoruz ve acilimin icerigini bu nedenlerin gerektirdiklerinin otesine goturmeye calisiyoruz.
Politika, yapmaktir. Politika, “biz soyle istiyoruz” diye istekler belirtmekten ibaret degildir. Bunlari nasil yapacaksin? Bu konuda en azindan uygulanabilir gibi gorunen bir plana sahip degilseniz, bagirip cagirmaktan oteye gidemezsiniz.
Dunyada ve bulundugunuz bolgede yalniz degilsiniz. Bu nedenle, isteklerinizi diger guclerin hareket tarzlarini dikkate alarak, onlarin arasindan gecerek hayata gecirmek zorundasiniz.
Bu ulkede akan kanin durmasini, Kurt halkinin en azindan kulturel haklarini serbestce kullanabilmesini herkes istiyor. Tipki genel olarak ozgurluk, esitlik ve sosyal adaleti herkesin istedigi gibi…
Istiyor da nasil istiyor? Hangi icerikte istiyor? Farklilik da burada ortaya cikiyor.
Emperyalist bir guc, kendi anlayisina gore ozgurluk istediginde, yapilacak olan ozgurluge karsi cikmak degil, icerigini farkli tarzda doldurmaya calismaktir.
Tarihten iki ornek verelim:
Yunanistan 1830 yilinda Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizligin saglanmasinda zamanin en buyuk somurgeci devleti Ingiltere’nin onemli payi vardir. Iki somurgeci devlet, Ingiltere ve Osmanli arasindaki celiskiler, o donemde Yunanistan’in bagimsizligini kazanmasi icin uygun kosullar ortaya cikarmisti.
Yunanistan’daki herhangi bir gucun, ne o donemde ne de daha sonra, “somurgecilerin sayesinde en azindan politik olarak bagimsiz bir devlet olmayi istemiyoruz” dediklerini hic duymadim.
Ikinci ornek, Bulgaristan’la ilgilidir. Bu ulke, 1878’de yine Osmanli Imparatorlugu’ndan bagimsizligini kazandi. Bu bagimsizlikta “Plevne savasi”ni da iceren bir dizi muharebede Osmanli ordusunu yenen Carlik Rusyasi’nin buyuk rolu vardir.
Bulgaristan, bu nedenle, hem burjuva iktidarlari doneminde hem de sosyalist donemde Carlik Rusyasi’nin, sonra SSCB’nin daha sonra da Rusya Federasyonu’nun dostu olarak kalmis, aralarindaki iliskiler her zaman iyi olmustur.
Hicbir Bulgar sosyalistinin “somurgeci Carlik Rusyasi sayesinde bagimsizlik kazanmamaliydik” dedigini duymadim.
Zamanin somurgeci devletleri sayesinde olsa da, ortaya cikan, daha ileri bir asamadir. Sosyaliste dusen, bunu daha ileri goturmek icin calismaktir, yoksa bu asamayi reddetmek degil.
Turkiye sosyalistlerinin ilk kesiminin tutumuna baktiginizda, bu kesimle Ataturkculuk, Cumhuriyetcilik ve irkcilik arasindaki baglantiyi acik olarak gorebiliyorsunuz.
Bu kesimin onemli isimlerinden Mumtaz Soysal, “Turkiye’deki Kurtlerin Irak’a surulmelerini, oradaki Turkmenlerin de Turkiye’ye getirilmesini ve boylece de sorunun cozulmesini” savunabiliyor.
Bunun adina, “21. yuzyil kosullarindaki etnik temizlik” de denilebilir.
O Mumtaz Soysal ki, 12 Mart 1971’de SBF dekaniydi ve okulu basmaya gelen polislerin onune cikip, “buraya fasistler giremez” diyerek kapiyi tutmaya calismisti.
40 yil oncesindeki Ilhan Selcuk icin de –politik bazi elestirilerin otesinde- olumsuz bir belirleme yapamazsiniz.
Baska isimler de sayilabilir…
Bu ulkede insanlarin 40 yil once ne olduklari degil, son donemde ne olduklari onemlidir. 40 yil oncesinin onemli isimleri bugun MHP ile ayni agizdan konusabiliyorlar. Solculuklari, sosyalistlikleri 40 yil oncesine aittir, bugune ait degildir.Engin Erkiner
__._,_.___
O GÜNLER GELECEK BAŞÖĞRETMENİM
Seninle başladı aydınlık çağımız,
Sendin başöğretmenim, başkumandanımız,
Kurur mu bilinmez; ağacımız, bağımız,
Bil ki asla son bulmayacak bağımsızlığımız.
İlkelerin en değerli emanet,
Korkma! Yara almaz Cumhuriyet
Etrafımızı sarsa bile karanlık zihniyet
Senin çocuklarınsak ışığı buluruz elbet…
Üzülme böyle pervasız görünce bizleri,
İnan tutacağız sana verdiğimiz sözleri
Haklısın bize bakarken kızmakta,
Göreceksin, güldüreceğiz o deniz gözleri
Bir gün gelecek Başöğretmenim,
Daha dik duracak Türk milleti,
Bir gün gelecek Başöğretmenim,
Onaracağız o tek dişi kalmış medeniyeti
Ve o günler gelecek Başöğretmenim
Bu hedef evlatlarının tek mecburiyeti!
NESRİN TOPRAK
Sendin başöğretmenim, başkumandanımız,
Kurur mu bilinmez; ağacımız, bağımız,
Bil ki asla son bulmayacak bağımsızlığımız.
İlkelerin en değerli emanet,
Korkma! Yara almaz Cumhuriyet
Etrafımızı sarsa bile karanlık zihniyet
Senin çocuklarınsak ışığı buluruz elbet…
Üzülme böyle pervasız görünce bizleri,
İnan tutacağız sana verdiğimiz sözleri
Haklısın bize bakarken kızmakta,
Göreceksin, güldüreceğiz o deniz gözleri
Bir gün gelecek Başöğretmenim,
Daha dik duracak Türk milleti,
Bir gün gelecek Başöğretmenim,
Onaracağız o tek dişi kalmış medeniyeti
Ve o günler gelecek Başöğretmenim
Bu hedef evlatlarının tek mecburiyeti!
NESRİN TOPRAK
20 Ağustos 2009 Perşembe
UYANALIM ARTIK
Devletin tüm kurumlarında adamları var. Mersin Serbest Bölgesini Barzani ve Talabani kontrol ediyor....ABD Türkiye'de kurduğu Ulusal Demokrasi Enstitüsü ile 187 tane sivil toplum örgütünü kontrol altına almış durumda..."
Aydınlar Ocağının düzenlediği Dış Politika konferansında konuşan İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yavuz Gökalp Yıldız'ın sözleri : "Barzani ve Talabani'nin Türkiye'de 173 tane şirketleri var. Devletin tüm kurumlarında adamları var. Mersin Serbest Bölgesini Barzani ve Talabani kontrol ediyor....ABD Türkiye'de kurduğu Ulusal Demokrasi Enstitüsü ile 187 tane sivil toplum örgütünü kontrol altına almış durumda..."
Türkiye'de Atatürk'ün Mareşal üniformalı resmi üzerinden polemik yaratan ve "derin endişe" duyuluyor havası yaratanların esas kaygı duymaları gerektiği alanlarda hiç bir önleyici faaliyette bulunmadıklarını hayretle izliyoruzı
Barzani ve aşiretinin Türkiye'de 180 civarında şirketi olduğu tahmin ediliyor. Mesut Barzani'nin kişisel serveti ise iki milyar dolar civarında.
Barzani ve ailesinin Türkiye'de hemen her alanda şirketleri var. Bunlardan bazıları şöyle;
-TATİLYA BARZANİ'DE: Türkiye'nin "Mini Disneyland"ı Tatilya Barzani ailesine geçti. Bayındır Holding'in kurduğu Tatilya, iflasın ardından Barzaniler tarafından satın alındı. Malaşin Barzani, Tatilya'yı 1.1 milyon dolara satın aldı.
-İÇKİ VE SİGARA; Neçirvan Barzani’nin şirketleri Irak’taki içki sigara, çay, şeker ve pirinç ihtiyacının neredeyse tümünü tek başına karşılıyor. Sigaralar Kıbrıs Rum kesimi ya da Mersin’deki serbest bölgeden alınıyor. Türkiye’nin kasasına bir kuruş bile girmeden özel koruma eşliğinde doğrudan Irak’a gidiyor. Türkiye para kazanmadığı gibi bu mallar dağlardan Türkiye’ye kaçakçılar aracılığı ile sokularak duble kâr sağlanıyor.
HARÇ ZENGİNİ-Barzani’nin en büyük gelir kalemlerinden biri de Türkiye’den geçen kamyonlardan aldığı harçlar ve vergiler. TIR başına 400 dolar alıyor. Elde ettiği yıllık gelir 300 milyon doları buluyor. Habur yerine Türmenlerin olduğu bölgeye kapı açılması durumunda bu para onlara akacak.
HER ALANDA ŞİRKET-Tigris İnşaat şirketi ile 10 milyon dolarlık dolandırıcılık işine karışan bir petrol şirketi de Barzani ailesinin ve Türkiye'de faaliyet gösteriyor.
THY ACENTELİĞİNİ İSTİYORLAR: Barzani ailesinin peşinde olduğu son iş ise THY acanteliği... THY'nin Irak Genel Satış Acanteliği için Barzani'nin yeğeni Serdar Barzani ile görüşüldüğü öne sürülüyor.
Irak'ta faaliyet gösteren KDP'yi yöneten Barzani aşireti dünyanın en
zengin aileleri arasında yer alıyor. Bu zenginlik yabana atılır cinsten değil
Peki bu zenginliğe kısa zamanda nasıl ulaştılar? Çok basit: Tabii ki Türkiye sayesinde… Yaşadığı kuş uçmaz, kervan geçmez, Selahaddin Tepesi''nde sadece Irak''ın değil dünyanın en zengin ailesi haline gelmek kolay iş değil. Mesut Barzani''nin ABD''deki TIR Şlosu ve diğer şirketleri, Türkiye sayesinde ihya edilen diğer kardeşleri ve yeğenlerinkinin yanında solda sıfır kalır. Örneğin, Neçirvan Barzani''nin şirketleri Irak''taki içki sigara, çay, şeker ve pirinç ihtiyacının neredeyse tümünü tek başına karşılıyor.
Irak''ta faaliyet gösteren KDP''yi yöneten Barzani aşireti dünyanın en zengin aileleri arasında yer alıyor. Bu zenginlik yabana atılır cinsten değil. Peki bu zenginliğe kısa zamanda nasıl ulaştılar? Çok basit: Tabii ki Türkiye sayesinde… Yaşadığı kuş uçmaz, kervan geçmez, Selahaddin Tepesi''nde sadece Irak''ın değil dünyanın en zengin ailesi haline gelmek kolay iş değil. Mesut Barzani''nin ABD''deki TIR Şlosu ve diğer şirketleri, Türkiye sayesinde ihya edilen diğer kardeşleri ve yeğenlerinkinin yanında solda sıfır kalır. Örneğin, Neçirvan Barzani''nin şirketleri Irak''taki içki sigara, çay, şeker ve pirinç ihtiyacının neredeyse tümünü tek başına karşılıyor. Sigaralar Kıbrıs Rum kesimi ya da Mersin''deki serbest bölgeden alınıyor. Türkiye''nin kasasına bir kuruş bile girmeden özel koruma eşliğinde doğrudan Irak''a gidiyor. TIR''lar 8-10 gün beklemenin yapıldığı Habur''da AKP''den özel izinlerle bir gün bile bekleme yapmıyor. Türkiye para kazanmadığı gibi bu mallar dağlardan Türkiye''ye kaçakçılar aracılığı ile sokularak duble kâr sağlanıyor. Bugün Güneydoğu''daki illerimizde satılan çay ve sigaraların tamamı Irak''tan kaçak olarak gelmektedir. Türkiye''nin en önde gelen markalarının genel dağıtıcılığı da Barzani ailesinin elinde. Örneğin, Ülker ve Beko gibi markaların ana bayileri Barzani ailesindendir. Sabri Ülker''in sahibi olduğu Ülker''in bir dönem TSK kantinlerinde satışı durdurulmuştu. Bu durum büyük bir kriz yaratmış ve bu kriz sessiz şekilde sona erdirilmişti.Ülker''in milyonlarca dolarlık bir işi Irak''ta ticareti en iyi bilen ve yapan Türkmenler yerine, Kürt Barzani ailesine vermesi dikkat çekicidir. Merak edenler için yazayım Ülker''in Irak''taki genel distrübütörü Mesut Barzani''nin 1968 doğumlu kardeşi Nihat Barzani''dir.. Beko''nun genel distrübütörü de Barzani ailesinin önde gelenlerinin kontrolündedir. Beylükdüzü''ndeki büyük Beko deposunda çıkan yangın''ın aslında PKK''nın kundaklaması sonucu çıktığı iddia ediliyor. Başka türlü aynı anda dört taraftan yangın nasıl çıkar. Bu konu da basında hiç irdelenmeden apar topar kapatıldı. Bunun en büyük gerekçesi de Beko''nun Türkmen ve Araplarla iş yapmaya başlaması olarak gösteriliyor. İddialara göre Barzani ailesi bunu bir uyarı olarak yaptırdı ve PKK''yı taşeron olarak kullandı.. Kim bilir bel ki de başka bir hesaplaşma var… Yüzlerce markanın ırak temsilciliğini alan Barzani ailesi bunlardan kazandığı paradan fazlasını da bir başka yoldan kazanıyor.. İran''a giren sigara, içki ve elektronik eşya ile İran''dan gelen uyuşturucunun ticareti de Barzani ailesine yakın ya da akraba kaçakçılar tarafından yapılır. Barzani ailesinin bilgisi dışında hiç kimse İran''a kuş uçurtamaz, İran''dan''da mal sokamaz. Irak-İran arasındaki Hacı Ümran sınır kapısı''nın yanı sıra, kandil dağları bölgenin en yoğun kaçakçılık güzergahıdır… Peki, Barzani ailesi bu kadar çok parayı ne yapıyor.. Ben onları Sicilya''daki ünlü mafya ailesi Carlaoneler''e benzetiyorum. Etrafındakilerin maaşını bir gün geciktirdiğinde Barzani ailesi''nin Irak''taki yönetimi de sona erer. Bir günde taklaya getirirler… Kürtlerin Irak''taki sözde demokrasi numaralarını yiyen bir tek Türkiye vardır. Bu numaraları yiyenlerin kimlerin olduğunu incelerseniz Barzani ailesinin onlara kuru "teşekkür" etmediğini görürsünüz.. KDP''nin Ankara Temsilciliği''nde çantalar içinde ve uluorta bizim hain ve satılmışlarımıza veriliyor, gönderiliyor. Bu çantalar dolusu paraların dağıtıldığı sırada KDP temsilciliği''nin önünde park etmiş araçlar herkesin dikkatini çekiyor… Yani alanında verenin de kimseden bir korkusu yok!. Herkesin bildiği bu konuyu MİT ve Emniyet İstihbarat''ın bilmemesi mümkün mü? Bu açık satış biliniyorsa neden bir şey yapılmıyor. Hükumetlere ters giden gazeteci, işadamı ve politikacı takip etmekten fırsat bulup nifak yuvalarını takip etmeye vakit bulamamışlarsa benim yazımı ihbar kabul edip temsilciliğin önünde birkaç gün beklesinler kimlerin gelip kimlerin gittiğini görsünler… Yakalasalar ne olacak? Bozacıyı şıracıya mı rapor edecekler? Modelin adı: Tayvan... Irak''ta uzun vadede ABD''nin yapmayı düşündüğü plan artık çok açık ortaya çıktı. ABD Irak içinde oluşturacağı ve vazgeçemediği Kürdistan ile her türlü ekonomik ilişkiyi geliştirecek ve sonra da soranlara "Kürdistan Irak''ın bir parçasıdır" yalanını uyduracak. Yani deve kuşu gibi kafaların kuma gömülmesini isteyecek. Her şeyi kabul etmeye hazır AKP hükümeti bu şahane plana dünden razı.... Peki, Tayvan modeli nedir?. Bu modele göre Amerika, Tayvan''ı Çin''in parçası olarak kabul ediyor. Aynı zamanda Tayvan ile bağımsız ilişkileri var... ABD, Kuzey Irak''ta sadece Kürdistan''ı kurmakla yetinmiyor. Türkiye''nin esas parçalanmasına neden olacak olan zengin bir bölge yaratmak istiyor. Gayrı safi milli geliri 20 bin dolar olan petrol zengini bir Kürdistan karşısında, fakir ve nifak tohumları doldurulmuş bir Güneydoğu ne kadar dayanabilir. İslamcı, solcu ve bölücü gibi asker ve devlet düşmanlarının eline geçmiş bir kısım Türk medyası bölgeyi uçuruma sürüklüyor. Bunu görmeyen ahmaklar uyumaya devam etsin...
Kamuoyu her ne kadar uyumaya devam ediyorsa da, içimizdeki satılmışları, şerefsizleri bilmeye hakkı vardır...
Aydınlar Ocağının düzenlediği Dış Politika konferansında konuşan İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Yavuz Gökalp Yıldız'ın sözleri : "Barzani ve Talabani'nin Türkiye'de 173 tane şirketleri var. Devletin tüm kurumlarında adamları var. Mersin Serbest Bölgesini Barzani ve Talabani kontrol ediyor....ABD Türkiye'de kurduğu Ulusal Demokrasi Enstitüsü ile 187 tane sivil toplum örgütünü kontrol altına almış durumda..."
Türkiye'de Atatürk'ün Mareşal üniformalı resmi üzerinden polemik yaratan ve "derin endişe" duyuluyor havası yaratanların esas kaygı duymaları gerektiği alanlarda hiç bir önleyici faaliyette bulunmadıklarını hayretle izliyoruzı
Barzani ve aşiretinin Türkiye'de 180 civarında şirketi olduğu tahmin ediliyor. Mesut Barzani'nin kişisel serveti ise iki milyar dolar civarında.
Barzani ve ailesinin Türkiye'de hemen her alanda şirketleri var. Bunlardan bazıları şöyle;
-TATİLYA BARZANİ'DE: Türkiye'nin "Mini Disneyland"ı Tatilya Barzani ailesine geçti. Bayındır Holding'in kurduğu Tatilya, iflasın ardından Barzaniler tarafından satın alındı. Malaşin Barzani, Tatilya'yı 1.1 milyon dolara satın aldı.
-İÇKİ VE SİGARA; Neçirvan Barzani’nin şirketleri Irak’taki içki sigara, çay, şeker ve pirinç ihtiyacının neredeyse tümünü tek başına karşılıyor. Sigaralar Kıbrıs Rum kesimi ya da Mersin’deki serbest bölgeden alınıyor. Türkiye’nin kasasına bir kuruş bile girmeden özel koruma eşliğinde doğrudan Irak’a gidiyor. Türkiye para kazanmadığı gibi bu mallar dağlardan Türkiye’ye kaçakçılar aracılığı ile sokularak duble kâr sağlanıyor.
HARÇ ZENGİNİ-Barzani’nin en büyük gelir kalemlerinden biri de Türkiye’den geçen kamyonlardan aldığı harçlar ve vergiler. TIR başına 400 dolar alıyor. Elde ettiği yıllık gelir 300 milyon doları buluyor. Habur yerine Türmenlerin olduğu bölgeye kapı açılması durumunda bu para onlara akacak.
HER ALANDA ŞİRKET-Tigris İnşaat şirketi ile 10 milyon dolarlık dolandırıcılık işine karışan bir petrol şirketi de Barzani ailesinin ve Türkiye'de faaliyet gösteriyor.
THY ACENTELİĞİNİ İSTİYORLAR: Barzani ailesinin peşinde olduğu son iş ise THY acanteliği... THY'nin Irak Genel Satış Acanteliği için Barzani'nin yeğeni Serdar Barzani ile görüşüldüğü öne sürülüyor.
Irak'ta faaliyet gösteren KDP'yi yöneten Barzani aşireti dünyanın en
zengin aileleri arasında yer alıyor. Bu zenginlik yabana atılır cinsten değil
Peki bu zenginliğe kısa zamanda nasıl ulaştılar? Çok basit: Tabii ki Türkiye sayesinde… Yaşadığı kuş uçmaz, kervan geçmez, Selahaddin Tepesi''nde sadece Irak''ın değil dünyanın en zengin ailesi haline gelmek kolay iş değil. Mesut Barzani''nin ABD''deki TIR Şlosu ve diğer şirketleri, Türkiye sayesinde ihya edilen diğer kardeşleri ve yeğenlerinkinin yanında solda sıfır kalır. Örneğin, Neçirvan Barzani''nin şirketleri Irak''taki içki sigara, çay, şeker ve pirinç ihtiyacının neredeyse tümünü tek başına karşılıyor.
Irak''ta faaliyet gösteren KDP''yi yöneten Barzani aşireti dünyanın en zengin aileleri arasında yer alıyor. Bu zenginlik yabana atılır cinsten değil. Peki bu zenginliğe kısa zamanda nasıl ulaştılar? Çok basit: Tabii ki Türkiye sayesinde… Yaşadığı kuş uçmaz, kervan geçmez, Selahaddin Tepesi''nde sadece Irak''ın değil dünyanın en zengin ailesi haline gelmek kolay iş değil. Mesut Barzani''nin ABD''deki TIR Şlosu ve diğer şirketleri, Türkiye sayesinde ihya edilen diğer kardeşleri ve yeğenlerinkinin yanında solda sıfır kalır. Örneğin, Neçirvan Barzani''nin şirketleri Irak''taki içki sigara, çay, şeker ve pirinç ihtiyacının neredeyse tümünü tek başına karşılıyor. Sigaralar Kıbrıs Rum kesimi ya da Mersin''deki serbest bölgeden alınıyor. Türkiye''nin kasasına bir kuruş bile girmeden özel koruma eşliğinde doğrudan Irak''a gidiyor. TIR''lar 8-10 gün beklemenin yapıldığı Habur''da AKP''den özel izinlerle bir gün bile bekleme yapmıyor. Türkiye para kazanmadığı gibi bu mallar dağlardan Türkiye''ye kaçakçılar aracılığı ile sokularak duble kâr sağlanıyor. Bugün Güneydoğu''daki illerimizde satılan çay ve sigaraların tamamı Irak''tan kaçak olarak gelmektedir. Türkiye''nin en önde gelen markalarının genel dağıtıcılığı da Barzani ailesinin elinde. Örneğin, Ülker ve Beko gibi markaların ana bayileri Barzani ailesindendir. Sabri Ülker''in sahibi olduğu Ülker''in bir dönem TSK kantinlerinde satışı durdurulmuştu. Bu durum büyük bir kriz yaratmış ve bu kriz sessiz şekilde sona erdirilmişti.Ülker''in milyonlarca dolarlık bir işi Irak''ta ticareti en iyi bilen ve yapan Türkmenler yerine, Kürt Barzani ailesine vermesi dikkat çekicidir. Merak edenler için yazayım Ülker''in Irak''taki genel distrübütörü Mesut Barzani''nin 1968 doğumlu kardeşi Nihat Barzani''dir.. Beko''nun genel distrübütörü de Barzani ailesinin önde gelenlerinin kontrolündedir. Beylükdüzü''ndeki büyük Beko deposunda çıkan yangın''ın aslında PKK''nın kundaklaması sonucu çıktığı iddia ediliyor. Başka türlü aynı anda dört taraftan yangın nasıl çıkar. Bu konu da basında hiç irdelenmeden apar topar kapatıldı. Bunun en büyük gerekçesi de Beko''nun Türkmen ve Araplarla iş yapmaya başlaması olarak gösteriliyor. İddialara göre Barzani ailesi bunu bir uyarı olarak yaptırdı ve PKK''yı taşeron olarak kullandı.. Kim bilir bel ki de başka bir hesaplaşma var… Yüzlerce markanın ırak temsilciliğini alan Barzani ailesi bunlardan kazandığı paradan fazlasını da bir başka yoldan kazanıyor.. İran''a giren sigara, içki ve elektronik eşya ile İran''dan gelen uyuşturucunun ticareti de Barzani ailesine yakın ya da akraba kaçakçılar tarafından yapılır. Barzani ailesinin bilgisi dışında hiç kimse İran''a kuş uçurtamaz, İran''dan''da mal sokamaz. Irak-İran arasındaki Hacı Ümran sınır kapısı''nın yanı sıra, kandil dağları bölgenin en yoğun kaçakçılık güzergahıdır… Peki, Barzani ailesi bu kadar çok parayı ne yapıyor.. Ben onları Sicilya''daki ünlü mafya ailesi Carlaoneler''e benzetiyorum. Etrafındakilerin maaşını bir gün geciktirdiğinde Barzani ailesi''nin Irak''taki yönetimi de sona erer. Bir günde taklaya getirirler… Kürtlerin Irak''taki sözde demokrasi numaralarını yiyen bir tek Türkiye vardır. Bu numaraları yiyenlerin kimlerin olduğunu incelerseniz Barzani ailesinin onlara kuru "teşekkür" etmediğini görürsünüz.. KDP''nin Ankara Temsilciliği''nde çantalar içinde ve uluorta bizim hain ve satılmışlarımıza veriliyor, gönderiliyor. Bu çantalar dolusu paraların dağıtıldığı sırada KDP temsilciliği''nin önünde park etmiş araçlar herkesin dikkatini çekiyor… Yani alanında verenin de kimseden bir korkusu yok!. Herkesin bildiği bu konuyu MİT ve Emniyet İstihbarat''ın bilmemesi mümkün mü? Bu açık satış biliniyorsa neden bir şey yapılmıyor. Hükumetlere ters giden gazeteci, işadamı ve politikacı takip etmekten fırsat bulup nifak yuvalarını takip etmeye vakit bulamamışlarsa benim yazımı ihbar kabul edip temsilciliğin önünde birkaç gün beklesinler kimlerin gelip kimlerin gittiğini görsünler… Yakalasalar ne olacak? Bozacıyı şıracıya mı rapor edecekler? Modelin adı: Tayvan... Irak''ta uzun vadede ABD''nin yapmayı düşündüğü plan artık çok açık ortaya çıktı. ABD Irak içinde oluşturacağı ve vazgeçemediği Kürdistan ile her türlü ekonomik ilişkiyi geliştirecek ve sonra da soranlara "Kürdistan Irak''ın bir parçasıdır" yalanını uyduracak. Yani deve kuşu gibi kafaların kuma gömülmesini isteyecek. Her şeyi kabul etmeye hazır AKP hükümeti bu şahane plana dünden razı.... Peki, Tayvan modeli nedir?. Bu modele göre Amerika, Tayvan''ı Çin''in parçası olarak kabul ediyor. Aynı zamanda Tayvan ile bağımsız ilişkileri var... ABD, Kuzey Irak''ta sadece Kürdistan''ı kurmakla yetinmiyor. Türkiye''nin esas parçalanmasına neden olacak olan zengin bir bölge yaratmak istiyor. Gayrı safi milli geliri 20 bin dolar olan petrol zengini bir Kürdistan karşısında, fakir ve nifak tohumları doldurulmuş bir Güneydoğu ne kadar dayanabilir. İslamcı, solcu ve bölücü gibi asker ve devlet düşmanlarının eline geçmiş bir kısım Türk medyası bölgeyi uçuruma sürüklüyor. Bunu görmeyen ahmaklar uyumaya devam etsin...
Kamuoyu her ne kadar uyumaya devam ediyorsa da, içimizdeki satılmışları, şerefsizleri bilmeye hakkı vardır...
17 Ağustos 2009 Pazartesi
ANTİEMPERYALİZM
BOP'un hayata geçirilmesi için ajan unsur yaratma çabasının temelinde etnik meselenin ulusal soruna dönüştürülmesi vardır.
Emperyalizmin etnik meseleyi siyasal ve toplumsal yaşama sokarken kullandığı iki noktayı özellikle belirtmek gerekir. Birincisi etnik meselenin toplumsal yapının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bir sorun olarak gösterilmesidir. Türkiye'de Kürt meselesi özelinde bu çabanın temel argümanı "Ezilmiş, dışlanmış ve yoksullaştırılmış Kürtler" tablosudur. Mevcut toplumsal yapı içinde "ezilen" etnik grup kabullenişi toplumda egemen olmaya başladığı andan itibaren önemli bir mevzi ele geçirmiş olur.
Bu noktadan sonra etnik planın ikinci ayağı olarak bu etnik grubun siyasal alana taşınması ve hak arama mücadelesi adı altında ayaklandırılması aşamasına geçilir. Bu andan itibaren emperyalizmin güdümündeki etnik bölücü hareket bir ulusal kurtuluş örgütü görünümü kazanır. Bu temelde örgütlenen etnikçi hareket kimlik taleplerinden siyasal ve kültürel taleplere kadar pek çok taviz elde etmek için sistemli bir mücadele başlatır.
Bu kimi zaman demokratik yollarla, ama çoğu zamanda terör ve şiddet yoluyla olur. Yöntemlerde ülkelerin ve toplumların tarihsel ve toplumsal yapısına bağlı farklılaşmalar görülse de temel amaç ulusal yapıyı ve ulusal kimliği parçalayarak rejimlerin ve ülkelerin üniter yapılarının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik bölücülük bu şekilde emperyalizmin bilinen böl-parçala-yönet stratejisinin önemli bir aracı olarak işlevselleşmiştir.
Etnik bölücülüğe karşı mücadelenin en önemli yanı da etnik bölücü hareketle emperyalizm arasındaki ilişkinin net olarak ortaya konmasıdır. Burada turnusol kağıdı antiemperyalizmdir. Dünyanın gelmiş geçmiş tüm ulusal kurtuluş mücadelelerinin temel özelliği emperyalizmin bölgesel planlarına karşı antiemperyalist direniştir.
Uluslararası Kürt hareketinin temel karakteri bu çerçevede bakıldığında daha da netleşmektedir. Ortadoğu'da ABD emperyalizminin güdümünde hareket eden ve yaşamını emperyalizmin himayesine borçlu olan Kürt hareketi bölgenin tüm ezilen halklarının da düşmanlığını kazanmıştır. Bugün Türkiye ve Ortadoğu çapında yükselen Kürt karşıtlığının gerçek sebebi bölge halklarının Kürtleri Amerikan ajanı birer unsur olarak görmesidir. Amerikancı-Kürtçü çevrelerin Kürtlere ve ABD'ye karşı yükselen toplumsal tepkiyi ulusalcı/milliyetçi hareketlere yıkma çabası bu toplumsal gerçeğin üstünü örtme amaçlıdır. Ancak buna rağmen Kürtlere ve ABD'ye düşmanlık olarak ortaya çıkan ezilen halkların tepkisi günden güne artmaktadır. Artmaya da devam edecektir.
Bu gerçekler ışığında emperyalizmin ulusal hareketlere yönelik ırkçılık ve faşistlik suçlaması da deşifre olmaktadır. Bugün Türkiye'de PKKnın kuyruğuna takılan pek çok sözde sol hareketin milliyetçiliğe ve ulusal hereketlere yönelik ırkçılık suçlamasının bu siyasetleri götürdüğü yer ne yazık ki ABD ve PKK'nın yedek gücü olmaktır. Nitekim Türkiye'de "sosyalist sol" olma iddiasındaki tüm hareketlerin bir şekilde PKK'ya muhtaç duruma gelmesi ve PKK destekçisi konumuna düşmesi tesadüf değildir.Selin Sezer
Emperyalizmin etnik meseleyi siyasal ve toplumsal yaşama sokarken kullandığı iki noktayı özellikle belirtmek gerekir. Birincisi etnik meselenin toplumsal yapının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bir sorun olarak gösterilmesidir. Türkiye'de Kürt meselesi özelinde bu çabanın temel argümanı "Ezilmiş, dışlanmış ve yoksullaştırılmış Kürtler" tablosudur. Mevcut toplumsal yapı içinde "ezilen" etnik grup kabullenişi toplumda egemen olmaya başladığı andan itibaren önemli bir mevzi ele geçirmiş olur.
Bu noktadan sonra etnik planın ikinci ayağı olarak bu etnik grubun siyasal alana taşınması ve hak arama mücadelesi adı altında ayaklandırılması aşamasına geçilir. Bu andan itibaren emperyalizmin güdümündeki etnik bölücü hareket bir ulusal kurtuluş örgütü görünümü kazanır. Bu temelde örgütlenen etnikçi hareket kimlik taleplerinden siyasal ve kültürel taleplere kadar pek çok taviz elde etmek için sistemli bir mücadele başlatır.
Bu kimi zaman demokratik yollarla, ama çoğu zamanda terör ve şiddet yoluyla olur. Yöntemlerde ülkelerin ve toplumların tarihsel ve toplumsal yapısına bağlı farklılaşmalar görülse de temel amaç ulusal yapıyı ve ulusal kimliği parçalayarak rejimlerin ve ülkelerin üniter yapılarının ortadan kaldırılmasıdır. Etnik bölücülük bu şekilde emperyalizmin bilinen böl-parçala-yönet stratejisinin önemli bir aracı olarak işlevselleşmiştir.
Etnik bölücülüğe karşı mücadelenin en önemli yanı da etnik bölücü hareketle emperyalizm arasındaki ilişkinin net olarak ortaya konmasıdır. Burada turnusol kağıdı antiemperyalizmdir. Dünyanın gelmiş geçmiş tüm ulusal kurtuluş mücadelelerinin temel özelliği emperyalizmin bölgesel planlarına karşı antiemperyalist direniştir.
Uluslararası Kürt hareketinin temel karakteri bu çerçevede bakıldığında daha da netleşmektedir. Ortadoğu'da ABD emperyalizminin güdümünde hareket eden ve yaşamını emperyalizmin himayesine borçlu olan Kürt hareketi bölgenin tüm ezilen halklarının da düşmanlığını kazanmıştır. Bugün Türkiye ve Ortadoğu çapında yükselen Kürt karşıtlığının gerçek sebebi bölge halklarının Kürtleri Amerikan ajanı birer unsur olarak görmesidir. Amerikancı-Kürtçü çevrelerin Kürtlere ve ABD'ye karşı yükselen toplumsal tepkiyi ulusalcı/milliyetçi hareketlere yıkma çabası bu toplumsal gerçeğin üstünü örtme amaçlıdır. Ancak buna rağmen Kürtlere ve ABD'ye düşmanlık olarak ortaya çıkan ezilen halkların tepkisi günden güne artmaktadır. Artmaya da devam edecektir.
Bu gerçekler ışığında emperyalizmin ulusal hareketlere yönelik ırkçılık ve faşistlik suçlaması da deşifre olmaktadır. Bugün Türkiye'de PKKnın kuyruğuna takılan pek çok sözde sol hareketin milliyetçiliğe ve ulusal hereketlere yönelik ırkçılık suçlamasının bu siyasetleri götürdüğü yer ne yazık ki ABD ve PKK'nın yedek gücü olmaktır. Nitekim Türkiye'de "sosyalist sol" olma iddiasındaki tüm hareketlerin bir şekilde PKK'ya muhtaç duruma gelmesi ve PKK destekçisi konumuna düşmesi tesadüf değildir.Selin Sezer
16 Ağustos 2009 Pazar
Mustafa Kemal Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.
1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.
1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.
Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.
Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:
Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)
11 Ağustos 2009 Salı
ABD’yi ve ona güvenen hainleri uyarıyoruz.
“Kürt açılımı” adı altında Türkiye, ABD’nin Kuzey Irak planına teslim alınmak isteniyor.
• Kürt Sorunu, yurttaşlarımızın demokratik haklarını kullanma sorunu olmaktan çıkmış, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere emperyalizmin Ortadoğu’ya ve ülkemize yönelik planlarının bir aracı haline gelmiştir.
• “Kürt açılımı”nın sahibi ABD’dir. Büyükelçi Jeffrey’nin parti parti dolaşıp “açılımı” desteklediğini açıklaması, bu ülkenin sürece doğrudan dahil olduğunun kanıtıdır.
• Emperyalizmin ve bölücülüğün öncelikli hedefi, “muhatap alma” adı altında Türkiye’nin etnik temelde yeniden yapılanması yolunda ilk adımın atılmasıdır.
• Kurtuluş Savaşı modeli, Kürt sorununun çözümünde ülkemizin koşullarına uygun biricik modeldir.
ABD BÜYÜKELÇİSİNİN PARTİ BAŞKANLARI İLE NE İŞİ VAR?
ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey birkaç gün önce CHP Genel Başkanı Baykal ile daha sonra da DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile görüştü. Öyle anlaşılıyor ki, “Açılım”ın esas sahibi ABD, taşeronlara güvenmemekte, bizzat sahne almaktadır.
Osmanlı Devletinin son döneminde olduğu gibi emperyalist devletlerin büyükelçileri, ülke sorunlarına doğrudan taraf olmaktadırlar.
“Bu sorun bizim sorunumuzdur. Sen karışamazsın” diyen çıkmamaktadır.
Ama Amerikanın acelesi vardır. 2011 yılında askerlerini Irak’tan çekmeden önce Türkiye’nin Ortadoğu planlarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi için çabalamaktadır.
Türkiye, “Kürt açılımı” adı altında ABD’nin Kuzey Irak planına teslim alınmak istenmektedir.
ABD’nin bu senaryosuna karşı tek çözüm, Kurtuluş Savaşımızın denenmiş sınanmış politikalarını yeniden hayata geçirmektir.
ABD’yi ve ona güvenen hainleri uyarıyoruz.
Vatanımızdan elinizi çekiniz! Aksi takdirde ellerinizi kırarız.
Türk ve Kürt bütün milletimiz kendi sorunlarını emperyalizme karşı birlik içinde çözecektir.
• Kürt Sorunu, yurttaşlarımızın demokratik haklarını kullanma sorunu olmaktan çıkmış, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere emperyalizmin Ortadoğu’ya ve ülkemize yönelik planlarının bir aracı haline gelmiştir.
• “Kürt açılımı”nın sahibi ABD’dir. Büyükelçi Jeffrey’nin parti parti dolaşıp “açılımı” desteklediğini açıklaması, bu ülkenin sürece doğrudan dahil olduğunun kanıtıdır.
• Emperyalizmin ve bölücülüğün öncelikli hedefi, “muhatap alma” adı altında Türkiye’nin etnik temelde yeniden yapılanması yolunda ilk adımın atılmasıdır.
• Kurtuluş Savaşı modeli, Kürt sorununun çözümünde ülkemizin koşullarına uygun biricik modeldir.
ABD BÜYÜKELÇİSİNİN PARTİ BAŞKANLARI İLE NE İŞİ VAR?
ABD’nin Ankara Büyükelçisi James Jeffrey birkaç gün önce CHP Genel Başkanı Baykal ile daha sonra da DTP Genel Başkanı Ahmet Türk ile görüştü. Öyle anlaşılıyor ki, “Açılım”ın esas sahibi ABD, taşeronlara güvenmemekte, bizzat sahne almaktadır.
Osmanlı Devletinin son döneminde olduğu gibi emperyalist devletlerin büyükelçileri, ülke sorunlarına doğrudan taraf olmaktadırlar.
“Bu sorun bizim sorunumuzdur. Sen karışamazsın” diyen çıkmamaktadır.
Ama Amerikanın acelesi vardır. 2011 yılında askerlerini Irak’tan çekmeden önce Türkiye’nin Ortadoğu planlarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi için çabalamaktadır.
Türkiye, “Kürt açılımı” adı altında ABD’nin Kuzey Irak planına teslim alınmak istenmektedir.
ABD’nin bu senaryosuna karşı tek çözüm, Kurtuluş Savaşımızın denenmiş sınanmış politikalarını yeniden hayata geçirmektir.
ABD’yi ve ona güvenen hainleri uyarıyoruz.
Vatanımızdan elinizi çekiniz! Aksi takdirde ellerinizi kırarız.
Türk ve Kürt bütün milletimiz kendi sorunlarını emperyalizme karşı birlik içinde çözecektir.
8 Ağustos 2009 Cumartesi
10 YAŞINDAKİ AMERİKALI ÇOCUĞUNU ATATÜRK'E MEKTUBU
07 Ağustos, 22:10
Yanıtla1923’te 10 yaşındaki Amerikalı bir çocuk Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazdı ve resim istedi. Türk tarihinin en karışık günlerinde çocuğa cevap yazan Gazi, bir de tavsiyede bulundu:Türkler hakkında her söylenene araştırmadan inanma!
Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yazdığı ilk özel mektubu Amerika'da bulduk. Mektup, Cumhuriyet'i kurduğu, gericiler ve vatan hainleriyle insanüstü bir mücadele verdiği günlerde, Atatürk'ün, 10 yaşındaki bir Amerikalı ******n mektubuna cevap verecek zamanı bulup, dış ilişkiler ve propagandaya gösterdiği önemi bir kere daha gösteriyor.
Bugün 85 yaşında olan ve ABD'nin küçük bir şehrinde yaşayan Curtis LaFrance, o zamanlar 10 yaşında bir çocuktu. Amerikan bağımsızlık mücadelesinin kahramanı, yeni kıtaya ‘özgürlük’ fikrini aşılayan Fransız Lafayette'in soyundan geliyordu. Özgürlük hikayeleriyle büyümüştü. Çok uzak bir ülkede, tam 9000 kilometre ötede, Anadolu'da verilen Kurtuluş Savaşı kanını kaynattı. ‘Angora’(Ankara) adlı küçük şehirde kurulan yeni devletin Reis'iyle yapılmış bir röportaj gördü bir gazetede. Heyecanlandı, etkilendi.
Yaşına başına bakmadan oturup - tesadüfe bakın ki, Cumhuriyet'in ilanından tam bir gün önce, 28 Ekim 1923 günü - Gazi Paşa'ya bir mektup yazdı. Bir imzalı fotoğraf istedi uzaktaki kahramanından. Pek umudu yoktu ama, çocukluk heyecanıyla bekledi yine de. Derken bir gün bir mektup getirdi postacı. İlk kez kendi adına yazılmış bir mektup. 10 yaşındaki ‘Mister’ Curtis LaFrance'a. Hem de kimden! Çocuk içgüdüsüyle uzaktan önemini anlayıp hayran olduğu Gazi Mustafa Kemal'den.
‘O zaman çok sevindim tabii ama hadisenin önemini yıllır sonra idrak ettim. Yaşım ilerledikçe heyecanım arttı, okuyup Atatürk’ün kim olduğunu anlayınca hayranlığım arttı. Ne kadar şanslı olduğumu çok sonraları anladım.' Curtis'in, ilkokul son sınıf öğrencisiyken, babasının daktilosunda oturup yazdığı mektup şöyle :
‘Gazi Mustafa Kemal Paşa Angora-Türkiye
Sayın Efendim,
Ben 10 yaşında, Amerikalı bir ******m. Türkiye ve yeni hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve Bayan Kemal hakkında bir röportaj okudum. Türkiye hakkında bir defterim var ve şimdiden siz ve Bayan Kemal hakkında birçok yazı ve resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa bir küçük not ve bir imzalı fotoğrafınızı gönderin. Birgün, Türkiye’yi görebileceğimi umut ediyorum. Saygılarımla,
Curtis LaFrance'
Türk tarihinin belki de en zorlu dönemlerinde, Amerikalı küçük bir ****** ciddiye alan, vakit ayıran, oturup eliyle bir mektup yazan Gazi Mustafa Kemal, bir de bu mektubu İngilizce'ye çevirtip daktilo ettirmiş. Adeta Türkiye Cumhuriyeti'nin hâlâ bugün bile uğrayacağı haksızlıkları önceden bilmiş ve 27 Kasım 1923 tarihli mektubunda Curtis'e şu nasihatte bulunmuş:
‘Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti - Hususi
Ankara, 27.11.1339 (1923)
Mister Kurtis LaFrans'a
Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alâka ve temenniyatınıza (iyi düşüncelerinize) teşekkür ederim. Arzunuz vechiyle (arzu ettiğiniz şekilde) bir aded fotoğrafımı leffen (ilişikte) gönderiyorum. Amerika'nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegâne tavsiyem, Türkler hakkında her işittiklerine hakikat nazarıyla (gerçekmiş gibi) bakmayıp kanaatlerini mutlaka ilm; ve esaslı tedkikata (araştırmalara) isnad ettirmeye (dayandırmaya) bilhassa atf-ı ehemmiyet eylemeleridir (önem vermeleridir). Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı (başarılı ve mutlu olmanızı) temenni eylerim.
Türkiye Reisicümhuru Gazi Mustafa Kemal'
LaFrance iş hayatına atıldıktan sonra Ankara'da Polatlı Belediyesi'ne itfaiye aracı sattığını, yıllar önce ise gemiyle çıktığı bir Akdeniz gezisinde İstanbul'u ziyaret ederek çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini söylüyor.
85 yaşındaki LaFrance:
‘1938’de Atatürk'ün ölüm haberi geldiğinde 25 yaşında bir delikanlıydım.
Niye ağladığımı kimse anlamadı.'
LaFayette kimdir?
LaFayette Markisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında İngilizlere karşı Amerikalıların yanında savaşan bir Fransız aristokrattır. Fransız Devrimi'nin ilk yıllarında, devrimci burjuvazinin saflarında yer alarak Fransa'nın en güçlü kişisi olan Lafayette, Amerikan Bağımsızlık savaşı'nın patlak vermesinden 27 ay sonra Temmuz 1777'de Philadelphia'ya gitti. Burada koloni sakinleri tarafından generalliğe atanan Lafayette, kısa zamanda başkomutan George Washington ile yıllarca sürecek bir dostluk kurdu. 1780'de Vidginia'daki bir ordunun komutanlığına getirildi. İngilizleri Virginia'dan geri çekilmek zorunda bıraktıktan sonra ‘İki dünyanın kahramanı’ olarak göklere çıkartıldı. 1782 yılında Fransa'ya döndüğünde tuğgeneral rütbesine yükseldi. 1784 yılında Amerika'ya yaptığı gezi sırasında birçok eyalet kendisine yurttaşlık hakkı tanıdı. Lafayette bundan sonra liberal aristokratların önderi, dinsel hoşgörünün ve köle ticaretinin kaldırılmasının hararetli bir yandaşı oldu.
Yanıtla1923’te 10 yaşındaki Amerikalı bir çocuk Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazdı ve resim istedi. Türk tarihinin en karışık günlerinde çocuğa cevap yazan Gazi, bir de tavsiyede bulundu:Türkler hakkında her söylenene araştırmadan inanma!
Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra yazdığı ilk özel mektubu Amerika'da bulduk. Mektup, Cumhuriyet'i kurduğu, gericiler ve vatan hainleriyle insanüstü bir mücadele verdiği günlerde, Atatürk'ün, 10 yaşındaki bir Amerikalı ******n mektubuna cevap verecek zamanı bulup, dış ilişkiler ve propagandaya gösterdiği önemi bir kere daha gösteriyor.
Bugün 85 yaşında olan ve ABD'nin küçük bir şehrinde yaşayan Curtis LaFrance, o zamanlar 10 yaşında bir çocuktu. Amerikan bağımsızlık mücadelesinin kahramanı, yeni kıtaya ‘özgürlük’ fikrini aşılayan Fransız Lafayette'in soyundan geliyordu. Özgürlük hikayeleriyle büyümüştü. Çok uzak bir ülkede, tam 9000 kilometre ötede, Anadolu'da verilen Kurtuluş Savaşı kanını kaynattı. ‘Angora’(Ankara) adlı küçük şehirde kurulan yeni devletin Reis'iyle yapılmış bir röportaj gördü bir gazetede. Heyecanlandı, etkilendi.
Yaşına başına bakmadan oturup - tesadüfe bakın ki, Cumhuriyet'in ilanından tam bir gün önce, 28 Ekim 1923 günü - Gazi Paşa'ya bir mektup yazdı. Bir imzalı fotoğraf istedi uzaktaki kahramanından. Pek umudu yoktu ama, çocukluk heyecanıyla bekledi yine de. Derken bir gün bir mektup getirdi postacı. İlk kez kendi adına yazılmış bir mektup. 10 yaşındaki ‘Mister’ Curtis LaFrance'a. Hem de kimden! Çocuk içgüdüsüyle uzaktan önemini anlayıp hayran olduğu Gazi Mustafa Kemal'den.
‘O zaman çok sevindim tabii ama hadisenin önemini yıllır sonra idrak ettim. Yaşım ilerledikçe heyecanım arttı, okuyup Atatürk’ün kim olduğunu anlayınca hayranlığım arttı. Ne kadar şanslı olduğumu çok sonraları anladım.' Curtis'in, ilkokul son sınıf öğrencisiyken, babasının daktilosunda oturup yazdığı mektup şöyle :
‘Gazi Mustafa Kemal Paşa Angora-Türkiye
Sayın Efendim,
Ben 10 yaşında, Amerikalı bir ******m. Türkiye ve yeni hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve Bayan Kemal hakkında bir röportaj okudum. Türkiye hakkında bir defterim var ve şimdiden siz ve Bayan Kemal hakkında birçok yazı ve resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa bir küçük not ve bir imzalı fotoğrafınızı gönderin. Birgün, Türkiye’yi görebileceğimi umut ediyorum. Saygılarımla,
Curtis LaFrance'
Türk tarihinin belki de en zorlu dönemlerinde, Amerikalı küçük bir ****** ciddiye alan, vakit ayıran, oturup eliyle bir mektup yazan Gazi Mustafa Kemal, bir de bu mektubu İngilizce'ye çevirtip daktilo ettirmiş. Adeta Türkiye Cumhuriyeti'nin hâlâ bugün bile uğrayacağı haksızlıkları önceden bilmiş ve 27 Kasım 1923 tarihli mektubunda Curtis'e şu nasihatte bulunmuş:
‘Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti - Hususi
Ankara, 27.11.1339 (1923)
Mister Kurtis LaFrans'a
Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alâka ve temenniyatınıza (iyi düşüncelerinize) teşekkür ederim. Arzunuz vechiyle (arzu ettiğiniz şekilde) bir aded fotoğrafımı leffen (ilişikte) gönderiyorum. Amerika'nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegâne tavsiyem, Türkler hakkında her işittiklerine hakikat nazarıyla (gerçekmiş gibi) bakmayıp kanaatlerini mutlaka ilm; ve esaslı tedkikata (araştırmalara) isnad ettirmeye (dayandırmaya) bilhassa atf-ı ehemmiyet eylemeleridir (önem vermeleridir). Hayatta nail-i muvaffakiyet ve saadet olmanızı (başarılı ve mutlu olmanızı) temenni eylerim.
Türkiye Reisicümhuru Gazi Mustafa Kemal'
LaFrance iş hayatına atıldıktan sonra Ankara'da Polatlı Belediyesi'ne itfaiye aracı sattığını, yıllar önce ise gemiyle çıktığı bir Akdeniz gezisinde İstanbul'u ziyaret ederek çocukluk hayalini gerçekleştirdiğini söylüyor.
85 yaşındaki LaFrance:
‘1938’de Atatürk'ün ölüm haberi geldiğinde 25 yaşında bir delikanlıydım.
Niye ağladığımı kimse anlamadı.'
LaFayette kimdir?
LaFayette Markisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında İngilizlere karşı Amerikalıların yanında savaşan bir Fransız aristokrattır. Fransız Devrimi'nin ilk yıllarında, devrimci burjuvazinin saflarında yer alarak Fransa'nın en güçlü kişisi olan Lafayette, Amerikan Bağımsızlık savaşı'nın patlak vermesinden 27 ay sonra Temmuz 1777'de Philadelphia'ya gitti. Burada koloni sakinleri tarafından generalliğe atanan Lafayette, kısa zamanda başkomutan George Washington ile yıllarca sürecek bir dostluk kurdu. 1780'de Vidginia'daki bir ordunun komutanlığına getirildi. İngilizleri Virginia'dan geri çekilmek zorunda bıraktıktan sonra ‘İki dünyanın kahramanı’ olarak göklere çıkartıldı. 1782 yılında Fransa'ya döndüğünde tuğgeneral rütbesine yükseldi. 1784 yılında Amerika'ya yaptığı gezi sırasında birçok eyalet kendisine yurttaşlık hakkı tanıdı. Lafayette bundan sonra liberal aristokratların önderi, dinsel hoşgörünün ve köle ticaretinin kaldırılmasının hararetli bir yandaşı oldu.
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Atatürk suçludur
Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz!
Evet... Bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür!..
Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur!
Eğer 1923'te, kişi başına düşen ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur!
Eğer 1929 - 39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de yüzde 96 artmışsa; bunun suçlusu odur!
Eğer Türk işçisi, Batı'daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14 - 16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur!
Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer 1923'te Darülfünun'daki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüzbinlerce genç üniversitelerde okuyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini onbinlerce genç izliyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelliyorsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorasa; bunun suçlusu odur!
Eğer bugün, Köy Enstitülü binlerce köylü çocuğu,kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer 1923'lerde Ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığında bir ölçüde yaşayabilmişse; bunun suçlusu elbette ki odur!
* * *
Atatürk'ün suçları saymakla bitmez.
Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir... Baskı rejimlerinden kaçan yüzbinlerce Batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da...
Faşit Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da...
Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için, suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir.
Sokaktaki adamın bile "miras hakkı"na dokunulmaz iken... Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin aldığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur!
"Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevi'nin, Hristiyan'ın, Yahudi'nin, "Sünni inancı"nı öğrenmesini zorunlu hale getiren, Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur!
Köy Enstitülerini kapatırken imam-hatip liseleri açanlar... Laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar... Menderes'ten, Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a, tüm "Atatürkçü laik" başbakanlar suçsuzdur!
Milli Eğitim Bakanlığı'nı şeriat yanlılarının işgaline terk edenler... Sağlık ve Tarım Bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler... İçişleri Bakanlığı'nın yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kollarını sıvayanlar... Hepsi, hepsi suçsuzdur!
Asıl suç, Harp Okulu'nu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdir!..
Sokaktaki adama küfreden suçludur; ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur!..
* * *
Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar... Şeriatçı, Kürt ırkçıları...
Hepsi de haklılar!
Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi?
1950'den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi?...
Kaynak : A.Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 2 Mart 1994 ( Kemalizm Laiklik ve Demokrasi )
Evet... Bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür!..
Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur!
Eğer 1923'te, kişi başına düşen ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur!
Eğer 1929 - 39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de yüzde 96 artmışsa; bunun suçlusu odur!
Eğer Türk işçisi, Batı'daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14 - 16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur!
Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer 1923'te Darülfünun'daki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüzbinlerce genç üniversitelerde okuyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini onbinlerce genç izliyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelliyorsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorasa; bunun suçlusu odur!
Eğer bugün, Köy Enstitülü binlerce köylü çocuğu,kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa; bunun suçlusu odur!
Eğer 1923'lerde Ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığında bir ölçüde yaşayabilmişse; bunun suçlusu elbette ki odur!
* * *
Atatürk'ün suçları saymakla bitmez.
Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir... Baskı rejimlerinden kaçan yüzbinlerce Batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da...
Faşit Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da...
Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için, suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir.
Sokaktaki adamın bile "miras hakkı"na dokunulmaz iken... Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini, devletin aldığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur!
"Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevi'nin, Hristiyan'ın, Yahudi'nin, "Sünni inancı"nı öğrenmesini zorunlu hale getiren, Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur!
Köy Enstitülerini kapatırken imam-hatip liseleri açanlar... Laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar... Menderes'ten, Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a, tüm "Atatürkçü laik" başbakanlar suçsuzdur!
Milli Eğitim Bakanlığı'nı şeriat yanlılarının işgaline terk edenler... Sağlık ve Tarım Bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler... İçişleri Bakanlığı'nın yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kollarını sıvayanlar... Hepsi, hepsi suçsuzdur!
Asıl suç, Harp Okulu'nu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdir!..
Sokaktaki adama küfreden suçludur; ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur!..
* * *
Erbakanlar, Mezarcılar, Dicleler... Holding solcuları, numaracı cumhuriyetçi liboşlar... Şeriatçı, Kürt ırkçıları...
Hepsi de haklılar!
Onların ayaklarının altına halıları kim döşedi?
1950'den beri bu ülkeyi yönetenler değil mi?...
Kaynak : A.Taner KIŞLALI - Cumhuriyet, 2 Mart 1994 ( Kemalizm Laiklik ve Demokrasi )
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)