Türkiyede bağımlı kapitalist yapının oluşumu, genel olarak kapitalizmin eşitsiz gelişiminden kaynaklanmıştır. Bu merkez ülkelerle ve çevre ülkeler arasında ki farklılık, alt yapı ile üst yapı arasındaki ilişkileri de farklılaştırmış ve özgün yapılara yol açmıştır. Küresel kapitalizmin yeniden yapılanma süreci, bütün dünya da olduğu gibi, ülkemizde de dolayımsız bir çatışmaya neden olmaktadır. Bu çatışma veya çelişkinin ana karakterini ve beslendiği ana temeli, sınıfsal bölünmenin derinleşmesinden almaktadır. Dolayısıyle toplumsal ilişkilerle sınıf dinamikleri arasındaki ilişkiyi bu temelde ele almak gerekir. Türkiyede sınıf ilişkileri, merkez ülkelerden ayrı olarak, tek bir üretim tarzının sonucu olarak açıklanamaz. Farklı üretim ilişkileriyle birlikte var olan yapı, doğal olarak sınıf mücadele pratiklerine de yansır. Sınıf farklı üretim tarzlarının sömürü ve baskısı altındadır. Bu farklı yapıların birbirine eklemlenerek ortaya çıkması, son krizin derinleşmesiyle birlikte, daha sancılı bir süreci başlatmıştır. Bir yandan baskının dozajı artarken, egemen siyasette de bölünmelere yol açmaktadır. Son Derviş operasyonları aslında küresel krizin, küresel çözümü olarak gözüküyor. Ancak bu hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde işi daha da çözümsüz bırakıyor. Egemen yapıdaki çatlamanın nedenleri ve olası sonuçları şunlardır; dünya pazarı ile bütünleşme ve liberazosyon politikaları, farklı stratejileri üretir. Bu ise yeni bir egemen yapıdaki parçalanma anlamına gelir. (TÜSİAD örneginde olduğu gibi.) Ekonomik iktidar ile politik iktidar arasında ki bütünsel yapı da sorunlar ortaya çıkar. Egemen yapıda bu parçalanma süreci, doğal olarak emek haraketine bir ivme katması gerekir. Ama öyle olmuyor. Nesnel bir zemin yaratsa da, emeğin güçsüz oluşu, bu olanakları değerlendirmeyi dışlıyor. Geri konumlanış sınıfa karşı alternatif politikaları artırır. Radikal duruş sağlanamaz. Tersine esnekleşme stratejisi, emeğin toplumsal gücüne darbe vurmayı amaçlar ve bunda önemli başarılar da elde eder. (Özelleştirme veya taşeronlaştırma gibi.) Bu sürecin olası sonuçlarını şu iki başlık altında toparlayabiliriz;
a- işçi sınıfının sınıf konumunda ki kayışın olumsuz sonuçları olarak;
1-işçi sınıfında ikili yapı ortaya çıkar; bunlardan ilki, yabancılaşma süreci. Sınıf bilincinden ve sınıf ilişkilerinden uzaklaşan sınıf kesimleri, kendi değerlerine artan oranda yabancılaşma sürecini derinleştirir. Radikal sınıf politikalarını darbeler ve marjinalleşme sürecini derinleştirir.
2-diğer yandan ise, sınıf bağları gevşeyen ayrıcalıklı bir iş gücü, reformist ve işbirlikçi yapıların oluşmasının zeminlerini oluşturur. Liberal politikalar bu sürecin en büyük ideolojik söylemine oturur.
Sonuçta her iki yapı da, sınıf mücadelesini olumsuz etkiler ve sınıf kavgasından kopuşu derinleştirir.
b- yeni süreç, demokratik bir rejimi ve ulusal kalkınma politikalarını imkansız kılar. Rejimin temsiliyet veya meşrutiyet yapısı ortadan kalkar. Bu durum iç pazara dönük strateji ile bir uyumsuzluğu gösterir. Burjuva siyaseti daralır, sınıf yapıları ile uymsuzluğa giren bir egemen politik yapı oluşur. Bu ise yeni sürtüşmeye yol açar. Toplumsal yapının örgütlenme süreci sınıf dinamiklerinden bağımsızlaşır. Bunun doğal sonucu ise, işçi sınıfının dayanışmasını zayıflatan bir etken olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyle siyasetin sınıf temeli de daralır.Bu durum her iki sınıf açısından da aynı sonuca yol açmıştır.
Şimdi bunun olası sonuçlarını görelim; bu durum toplumsal çatışmaları sınıf dışı aktörlere yöneltiyor. Böylece dinsel, etnik, kültürel vs. yapıları öne geçiriyor. Toplumsal talepler sınıf ilişkilerinin dışında, kimlik talebi olarak ağırlık oluşturuyor. Emek sermaye arasında çelişki derinleşmesine rağmen, sınıfsal duruşlarda zayıflama başlıyor. Toplumsal çelişkiler, düzen karşıtı olmaktan çıkarak, sistem içi arayışlara yöneliyor. Bu durum apolitikleşme sürecini de geliştiriyor. Devlet sınıf çıkarlarını uzlaştırmanın yollarına bakıyor (sosyal ekonomik konsey gibi), burada hem havuç politikası hem de sopa politikası birlikte yürüyor. Ama yine de işçi sınıfını teslim alamıyor. Direnme noktaları zayıflamış olsa bile, önemli bir karşı duruşun nesnel olgularını yaratabiliyor. Devlet sendikalarının engeline rağmen. Kriz, temsili demokrasiyi köklü bir revizyona- operasyona yöneltiyor. Son IMF-Derviş operasyonu uluslararası sermayenin yeniden yapılanma operasyonu olarak karşımıza geliyor. Kürt sorunu ve siyasal islam sorunu çözülemiyor. Bu basınç devleti temsili demokrasi kuralları dışında ki arayışlara yöneltiyor. Kimlik çatışması artıyor, resmi ideoloji aşınarak birleştirci gücünü yitiriyor. ‘laiklik’, ‘cumhuriyetçilik’, ‘Atatürk milliyetçiliği’ gibi ideolojik söylemler, azınlık yapıda bir türdeşleşmeye yol açsa da, merkez kaç güçler arasında uzaklaşmaya ve kutuplaşmaya yol açıyor. Ama aynı şekilde bu süreç, sol’u da kendi içinde bölüyor. Düzen içi liberal sol, hem egemen söyleme kendini endeksliyor, hem de “kitlelerle birleşme” projesini sürekli geri ve tavizkar tutumlarla popüleştiriyor. Devrimci özünü yitiriyor. Öte yandan ise radikal sol da, marjinalleşme sürecini derinleştiryor.
Bu sürece paralel giden bir nokta da, sınıfın kendi tarihsel sürecinden gelen paradoksal sorunlardır. Sınıf haraketi üzerindeki reformcu etkinin varlığı, mücadele geleneginden kaynaklanan olumsuz tablo (geleneksizlik), bölünmüşlük, örgütlenme geleneginin zayıflığı ve uzlaşmacı –Amerikancı sarı sendikaların sınıfı sarması vb. gibi sorunlar, sınıf mücadele düzeyini etkileyen olgular olarak karşımıza çıkar. Böylece işçi sınıfı, ne bağımsız olarak kendi gündemini oluşturabilecek ne de bağımsız bir sınıf kimligi ile sürece müdahale edebilecek bir konumu kazanabiliyor. Bunun doğal sonucu, sınıfın devletten bağımsızlaşamaması gerçeğidir. En ileri konumlanış noktası, demokratik-ekonomik talepler düzeyidir. Ancak yinede önemli iki noktayı belirtmeden geçmeyelim; birincisi, son kriz, sınıfı, politik sınıf mücadelesi taleplerine yaklaştırmıştır. Bu olumlu bir temeldir. İkincisi ise, liberal-reformist yapıların, artık bir sınıra gelip dayandığıdır. Artık onların sınıfa söyleyebileceği birşey kalmamıştır. Ama yine de, bu durum olumlu anlamda kullanılamaz ve sınıfın politik talepleri gündemleştirilemezse, tersinden bir işlev de görebilir. Bu da reformist politikaların kabullenmesine razı olma düzeyi olarak anlaşılabilir.
g- sınıfın bu süreçten çıkışı yok mudur?
Elbette var. Şimdi bunlar üzerinde duralım. İlki küresel kapitalizmin yarattığı nesnel zemin, her gün ve her saat devrimciliği üretecek temelleri yaratmıştır. Tüm ideolojik ve politik bölme sürecini yaratsa bile, yoksullaşama ile zenginleşme arasındaki devasal uçurum, nesnel bir sınıf duruşunu yaratacak argümanları da ortaya çıkarmıştır. Bu bölünme salt sınıflarası bölünmenin (temel iki sınıfın) derinleşmesini sağlamıyor, aynı zamanda sınıf dışı birçok toplumsal yapıların da, egemen iktidar yapısından kopuşun nesnel zeminlerini güçlendiriyor, işçi sınıfına yaklaştırıyor. Bu durum uzun erimde daha baskın bir zemindir. Aynı şekilde, etnik, dinsel, kültürel vs. bir bölünmeden, daha fazla birleştirci bir temeldir. O halde bu nesnel zemini, sınıfın kendi ütopyası ile birleştirecek üretkenliği sağlamak, herşeyden önce proletaryanın öncü güçlerine düşecek demektir. Türdeş sınıf olmak, etnik, dinsel vb. bölünmeyi aşmayı gerektirir, ama daha da önemlisi, sınıfın kendi birligi ve mücadelesi, siyasal rejimle, toplumun mücadele ve örgütlenme durumuyla olan bağlantısıdır. İşçi sınıfı krizin ortaya çıkardığı olanaklardan haraketle, stratejisini, hükümet düzeyinde değil, sistem düzeyinde kurgulamalıdır. Burada bi başka noktada şudur; sınıf esas yönelimini, egemen sınıfların arasındaki çatışmaya göre kurmamalıdır. Bu dikkate alınsa bile, onun esas kurgusu, sınflararası mücadel düzeyi ve ona uygun bir stratejinin inşasıdır. Çok önemli bir nokta da şudur; işçi sınıfı mücadelesini, burjuva demokrasinin elde edilmesi düzeyine indergeyecek politik stratejilerden kopmalıdır. Başka bir deyişle işçi sınıfı mücadelesini, salt insan hakları, ekonomik iyleştirme ve demokratik hukuk normları düzeyinde ele alamaz. Toplumsal yapının ve poltik yapıların demokratikleştirilmesi perspektifi ile donanacak bir strateji burada önemli bir çıkışın temellerini yaratır.
Sınıf perspektifinin omurgasını, emeğin sınıfsal kapasitesini geliştirecek ve bunu bütün diğer toplumsal süreçlerin de temeli yapacak bir stratejik denkeleme olan gereksinmesidir. Artık son kriz, işçi sınıfının istemleri ile diğer toplumsal kesimlerin istemleri arasında önemli paralellikler yaratmıştır. Bunlar önemli olanaklar demektir. Şimdi sorun bunları sınıf mücadelesinin pratik alanında işlemektir.
Çıkışın bir yönüde şudur; sınıf mücadelesinin özgül yapısı ve pratikleri ile, iktidar mücadelesinin yapısal özellikleri arasında ki ilişki de, sağlam bir stratejik denkleme gereksinim vardır. Bu stratejinin ana öğesini, maddi temellerinden kopan politik yapının yeniden tanımlanmasını zorunlu kılar. Burada politik yapının önemi kendiliğinden anlaşılır. Politik yapı, hem tarihsel bilinç ve bağlantıyla, hem de nesnel yapısal süreçlerle ilgili olacağıdır. Elbette bu politik inşa süreci, sermayenin mantığından ve sınıfın kurumsal yaklaşımlarından ayrı düşünülemeyeceği gibi, sorun salt bu düzlemde de ele alınamaz. Zira küresel kapitalizm, analiz edilmesi gereken birçok özgün nesnel yapıları karşımıza çıkarmıştır. Bunları iki temel başlıkta toplayabilirz; ilki tarihi konular dediğimiz, devlet, din, ulus, birey, demokrasi, milliyetçilik vb. gibi konulardır. Bu konular küreselleşme süreci ile bağlantılı bir şekilde yeniden incelenmeyi gerektiriyor. İkincisi ise, ekonomik ve sosyal yapıya ilişkin toplumsal proje sorunudur; bir yanda bilimsel düşüncenin evrimini, diğer yandan ise toplumsal haraketin bütün yapısal öğeleri ile tanımını gerekli kılmaktadır. Böylece stratejik yapıyı kurmak gibi bir nesnel görevle karşı karşıya olunduğu anlaşılabilir.
Sonuç itibariyle böyle bir yapı üzerinden, politikada öncülük sorunu veya genel bir ifade ile önderlik sorunu çözümlenmesi gereken bir sorun olarak karşımıza hala gelmeye devam edecektir. Ancak bu sorunun çözümü bugüne kadar olguğu gibi palyatif tedbirlerle aşılamayacağa benzer. Kübalı düşünür Tomas Vasconun da dediği gibi; “Öncülük nosyonunu yeniden politikaya kazandırılması gerekir.”
9 Ocak 2010 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder