3 Ocak 2010 Pazar

Durmak Yok Küfre Devam

Recep İvedik

“Gompleksliyim, diklenirim”

İlk olarak TÜRKSOLU gazetesi yazarı Nur Arslan aradaki ilginç benzerliği yakaladı. Sinemalarda maganda karakteriyle rekorlar kıran küfürbaz Recep İvedik karakteri ile seçimlerde oy rekoru kıran bozuk ağızlı Recep Tayyip karakterleri ne kadar da birbirine benziyordu.

Son günlerde mizah dergileri, internet siteleri ve en sonunda muhalefet partisi liderleri de bu benzerlik üzerine kafa yormaya başladı.

Ne diyor filminde Recep İvedik: “Gompleksliyim, asabiyim ama perdelerimi kaldırdığımda da kedi gibi bir insanım.”

Peki diğer Recep Davos’tan dönüşte ne demişti: “Yumuşak başlıyım ama uysal koyun değilim.”

Tayyip ErdoğanGramer yapısı ve düşünce silsilesinde benzerlik olsa da iki cümlenin çıkış ve varış noktaları biribirinin zıttı. Biri “gompleksli” ve asabi olduğundan yola çıkıp sonunda kedi gibi yumuşak olduğunu söylüyor. Diğeri yumuşak başlı olduğunu iddia edip sonra da aslında asabi olduğunu belirtiyor.

İvedik olan Recep “gompleksliyim” dese de filmde kendi magandalığıyla son derece barışık bir tipleme sergiliyor.

Diğer Recep ise kendisine yönelik hiçbir espriyi, yakıştırmayı ve eleştiriyi kabullenemeyecek kadar “gompleksli” olduğu için sürekli mahkemelere koşturuyor. Mizah dergilerine, siyasi muhattaplarına tazminat davası açıyor. Mizahtan çakmıyor. Mizah ile hakareti bir zannediyor. Ya mizahın hakaret olmadığını anlayamayacak kadar kaba bir zihin yapısı, ya da ciddi bir “gomplekslilik” durumu söz konusu.

Özal’dan Tayyip’e küfür çizgisi

Sağcı politikacılar halktan geldiklerini vurgulamak için hep lümpenliği öne çıkarırlar. Bu yüzden sağcı hep şiveli konuşur. Sakıp Sabancı’nın çok düz bir Türkçesi olmasına rağmen bir komedyen gibi hep Kayseri ağzıyla konuşması veya Demirel’in kendine has tavırları buna örnektir.

Bu sahtekarlığı yutarsak şöyle dememiz gerekir: “Vay be ne halk adamı. Ne kadar da köylü. Nasıl da küfürlü, patavatsız konuşuyor?”

Ancak sağcıların böyle olmasına bakmayın. Halktan değillerdir. Halkla temasları küfür ve tersleme anlarında kurulur. Sonradan görme ceberrut patron ne kadar işçiye yakınsa, sağcı politikacı da -her ne kadar halktan çıksa da- halka o kadar yakındır.

Hayatlarındaki her karar, aldıkları her tavır zenginler sofrasında kararlaştırılır. Özal’ın da dediği gibi “ben zengini severim” tavrı asla değişmez. Hepsi zenginlere özenir, daha zengin olmak ister. Bunun için siyaseti, halkın değerlerini kullanır, her şeyi satabilir.

Zenginlerin en tepesindeki ABD ise en korktukları en saydıkları efendileridir.

Sağın küfürbazlığı halka işler. Yücelttikleri halk kültürü değil, halka hor davranma kültürüdür.

Sağdaki küfür çizgisi 1950’den beri hiç değişmedi. Değişen tek şey küfürbazlığın düzeyi oldu. Gittikçe arttı.

Özal’ı hatırlarsak, hiç utanmadan “küçük Turgut”tan, “teyzelerin amcalara dönüşüm sürecinden” bahsederdi. Dönemin mizah dergisi Gırgır bile Özal’ın sözlerini sansürlü yayınlamak zorunda kalırdı.

Bu küfürbazlık aynı zamanda liberalizmin hesap vermemek ve hırsızlığı fütursuzca savunmak kültürüyle eşgüdümlüdür. Sağcı, gazetecilere, muhaliflere ve kendisini eleştirenlere küfür ederken şunu belirtmiş oluyordu: “Hiçbir utanmam yok. İstediğim gibi konuşurum. İstediğim gibi de çalarım.”

Bu çizgi Recep Tayyip ile aşırıya vardı. Takmamazlık, hesap vermezlik, utanmazlık iyice meziyete dönüştü.

Atatürk “köylü milletin efendisidir” diyordu. Çünkü millete ve köylüye hesap verme kültürünü taşıyan bir devrimciydi.

Recep ise köylüye “ananı da al git” derken tıpkı bir toprak ağası gibidir. Onun şakşakçıları ve yalakaları Tayyip’in bu tavrından ne kadar sert, delikanlı ve halktan olduğunu çıkarıp, onu ayakta alkışlamıştılar.

Elbette ki bir toprak ağası marabayla aynı şiveyi konuşur. Ama marabayı insandan bile saymaz.

Zaten Recep’in aklına ilk gelen şey “bu köylü hangi cüretle bana karşı çıkabilir” düşüncesiydi. Dolayısıyla öfkesi ve kızgınlığı hemen bel altı ve anaları muhattap alan küfürlere neden oldu.

Küfürbazlığın hele analara küfür etmenin halk kültürüyle elbette ki hiçbir alakası yoktur. Bu tür bir hakarete ne Kasımpaşa’da ne de başka bir yer de kimse tahammül edemez.

Sürekli Kasımpaşalılık’tan, simit satmaktan, halktan gelmekten bahseden Recep acaba etrafındaki koruma ordusunun arasından bir an için çıksa, Kasımpaşa’ya veya herhangi başka bir Türk mahallesine gitse, önüne gelene ana avrat küfretse başına ne geleceğini bilmiyor mu?

Analar toplumumuzda kutsaldır. Anaya küfür cinayete bile yol açabilir. Ama tabii o köylü Recep’e bir tek sitem edebildi. Çünkü aradaki ilişki iki eşit arasındaki ilişki değildi. Zalim ile mazlum arasındaki ilişkiydi. Recep köylüye küfür ettiği gibi, hemen göz altına aldırdı. Korumaları adamı öyle bir hırpaladı ki, dayak atmaktan beter ettiler. Daha sonra devletin bütün kurumlarını seferber edip, hiçbir suçu olmayan adamcağızı provakatör ve yalancı ilan ettiler.

Recep Tayyip bu tavrını bir devlet yönetme üslubuna çevirdi. İmam-cemaat misali Recep’in partisindeki bütün milletvekilleri ve bakanlar bu üslubu abartarak aynen devraldılar. Her seçim çalışmasında, halkla her kaynaşmalarında bir köylünün, bir işçinin veya işssizin şikayetini dile getirme çabasının, küfürle, hakaretle ve kaba kuvvetle nasıl susturulduğuna tanık olduk.

Sağdaki halk düşmanlığının ve halk dalkavukluğunun sentezi magandacılık ve düzeysizliktir. AKP döneminde bu çizgi faşist bir karaktere sıçradı.

Artık sadece halka şirin gözükmek, halkın gerçek sorunlarını görmezden gelmek ve içini boşaltmak için seviyeyi düşeren bir lümpenlik çizgisi değil, aynı zamanda etrafa korku salmak, eleştiriden muaf kalmak ve baskıcı şiddeti olağanlaştırmak için gittikçe daha çok küfre başvuran bir faşist strateji söz konusudur.

İronik bir şekilde Türkiye siyasi tarihinde bugüne kadar en çok hakarete ve küfre başvuran Tayyip ve partidaşları, aynı zamanda en çok tazminat davası açan kişilerdir. Diktatörler için özgürlük sınırsızdır. Küfretmek özgürlüğü onların ne denli delikanlı ve cesur olduklarının göstergesi olurken, halka ve muhalefete en meşru eleştiri ve mizah hakkı bile çok görülmektedir. “Delikanlı” Recep bizim ellerimizi bağlatmış midemize saydırmaktadır. Onun delikanlılığı bu kadardır.

Recep Davos’taki diskoda

Filmde Recep İvedik kendi başına daldığı sosyete dünyasında desteksiz tek başına ortalığı kasıp kavurmaktadır.

Bizim Recep ise avukat ordusuyla binlerce tazminat davası açan, koruma ordusuyla etrafındakileri hırpalayan, savcıları ve polisleriyle karşıtlarını takip ettiren, dinleten ve hapse attıran bir “delikanlı.” Devletin otoritesi ve tüm olanakları Recep’in ne kadar delikanlı olduğunu ispat etmek ve delikanlılık adına Recep iktidarını tesis etmeye ayrılmış durumdadır.

Ama her iki Recep arasında benzerlikler yine de çok fazla. Filmdeki Recep sosyetik bir otele gidiyor. Burada diskoya giriyor. Kızdığı bir zengin çocuğuna ismini soruyor. Çocuk “adım Murat” diyor. Recep “korum tur at” diye yanıtı yapıştırıyor. Bizim diğer Recep de bu tür küfür ve kafiyeye dayalı kelime oyunlarına çok meraklıdır.

Elbetteki diskoda dans ederken dalga konusu olan Recep, “korum tur at” diyerek böyle bir yanıt vermiş olmuyor. O halkın küçük espiriler ve kelime oyunlarıyla tatmin edilmesine dayalı bir karakterdir. Recep sosyetik otelin cemaatine kendini kabul ettirmiştir. Ama aslında palyaço olarak işe girdiğinin farkında değildir. Filmi izleyen halk zenginlere güldüğünü zannetmektedir ama aslında zenginler sinemadaki milyonlara gülmektedir.

Bizim diğer Recep tıpkı filmdeki gibi bir macera yaşadı. Bu sefer gidilen turistik mekan Davos’tu. Yine pahalı bir otele girmenin verdiği heyacanla oturumlara katılındı.

Davos elitin elitinin düzenlediği yıllık bir zirve. Burası siyonizmin ve emperyalimin kalesi... Her sene halkları nasıl sömüreceklerini, yeni işgal politikalarını, sömürgeciliği nasıl yürüteceklerini tartışıyorlar.

Davos’ta iki tür insan var. Birinci grup ABD, İngiltere, Almanya, İsrail gibi emperyalist ülkelerin yöneticileri ve emperyalist tekellerin en büyük patronlarından oluşuyor. Bunlar Davos’un esas ev sahipleri. Kimlerin oraya geleceğini, oturumlarda ne konuşalacağını ve en sonunda ne kararlar alınacağını onlar belirliyorlar.

Diğerleri ise Recepler... Oraya gelmenin heyacanını yaşayan Üçüncü Dünya’daki işbirlikçiler...

2002 yılından itibaren Recep, karısı ve tüm şürekasıyla birlikte Davos’a gidiyor. Öyle büyük bir heyecan ve çoşkuyla... Gazetelerde karısının hangi kürkleri aldığı, ne tür ayakkabılar giydiği, Recep ile karısının karda nasıl yürüyüp başbaşa kaldıkları anlatılıyor. Fotoğraflar çekiliyor. Hayatlarının en mutlu anlarını yaşıyorlar.

Bu görgüsüzlük ve şatafat furyası son 7 yıldır tekrarlanıyor. Recep böylelikle kendisini dünya lideri sanıyor.

Bu yıl sinirleri çok bozuldu. “Davos benim için bitmiştir. Bir daha da gelmem” dedi.

Bu tavır Türkiye Cumhuriyeti’nin onurunu koruyan bir Başbakanın tavrı değildir. Bu aslında gururu kırılan bir Recep’in tavrıdır. Davos’a gitmek, gidebilmek onun için herşeydir. Bir daha gitmeyeceğini söyleyecek kadar öfkelenmiştir. Çünkü ilk kez oradaki konumu, birinci gruptaki ev sahiplerinden biri değil de, aslında oraya çağrılıp diskoda dans ettirilen Receplerden biri olduğu bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır.

Bu yüzden Recep haklıdır. Tepkisi gerçekten de kendisinin de dediği gibi siyonizme veya Peres’e değil, moderatöredir. Koluna dokunan, sözünü kesen moderatördür.

İşin kötü yanı Recep deplansmanda yakalanmıştır. Oraya kendi isteğiyle zorla gelmiştir. İlla böyle toplantı yapalım, Peres ile oturalım, kendimi göstereyim diyen Recep’in ta kendisidir. Ama etrafında koruma ordusuyla üstüne çullandığı Türk köylüsü Çukurova’da kalmıştır. Davos’ta kendisine 25 dakika boyunca bağarak azarlayan siyonist Peres ve kolunu çekiştirip sözünü kesen moderatör gerçeğiyle karşılaşmıştır. Korumalar dışardadır. Dayılanamaz. Moderatöre “ananı da al git” diyemez. Ne İngilizcesi ne de cesareti yeter. Bu yüzden bu sefer kendisi dosyalarını toparlar ve gider.

Filmdeki Recep olsa, “moderatör, korum sana traktör” gibi bir saçmalık yumurtlayabilirdi.

Bizim Recep çok daha azıyla yetindi. “One minute” dedi. Baktı olmuyor. Peres’e yükleneyim dedi. Baktı o da olmuyor. Apar topar ayağa kalktı. “Ben bir daha Davos’a gelmem” dedi.

Moderatör ve Peres bu adam ne demek istedi şimdi ifadesiyle arkasından bakakaldılar. Aynı Recep değil miydi kendini Davos’a davet ettiren, emperyalistler ve siyonistlerle lak lak edeceğim, dünya lideri olacağım diye şekilden şekle giren. Ne olmuştu?

Gerçekten ne olduğunu söyleyelim. Moderatör ve Peres karşısında Recep kendini ikinci sınıf hissetti. Hisleri incindi. Bu ezilmişlik ezilen halkları temsil etmesinden gelmiyor. Tersine işbirlikçilikten geliyor. Türkiye’de çok fazla koruma ve şakşakçı arasında bu duyguyu unutmuştu. Davos’ta tüm çıplaklığıyla ona hatırlattılar. Gerçekten de suçlu moderatördür.

Delikanlıyım diyenden korkacaksın

Filmdeki Recep aşağılandığı ortamdan kaçmaz, son derece umursamazca böğürür, komik kelime ve küfür oyunlarına başvurur.

Bizimkisi aynı taktiğe başvurdu. Ama Türkiye’ye döndükten sonra. Kelime oyunları ve ucuz kafiyelere başvurmak, halkın içindeki bazı önyargılara oynamak ve en önemlisi delikanlı kesilmek.

“Diklenmedik dik durduk.” Ne kadar anlamsız bir cümle. Ama kafiyeli. Recep İvedik’inkiler gibi.

Nerede dik durdun?

Hangi ulusal davada?

Somut birşey söyle.

“Biz monşerlere benzemeyiz...” Tıpkı Recep İvedik gibi kendisini dışlayanlara efemine ve nazik suçlaması...

İyi de monşer kim?

Yine çok anlamsız ve içi boş bir suçlama. Monşer denenler Kıbrıs’ı AB için satmak isteyenler mi acaba?

Terör örgütüyle masaya oturmak isteyenler mi?

Karabağ’daki Türk soykırımından sorumlu Sarkisyan’la can ciğer kuzu sarma olanlar mı?

Monşerlikten kasıt acaba sağlam tavır alamamak, eyyamcı olmak, Batı’ya yaranmak için her türlü tavizi vermek, ülke çıkarı ve onurunu koruyamamak mı? Recep kimi kastediyor?

Sen delikanlısın da monşerden çok mu hayrın dokundu bu millete?

Bu ülkenin tüm milli davalarını kim sattı?

İşte kahve kültürünün en tipik göstergesi... Delikanlılık edebiyatı. Bu kültürden yetişenler hep mertlikten, delikanlılıktan, kavgada sağlam durmaktan bahsederler.

Ama bir kavgaya girecekseniz ilk kaçacak olanlar genellikle en çok delikanlılık edebiyatı patlatanlardır.

Recep miting meydanlarında atıp tutuyor:

“Moderatöre o kadar çok kızdım ki neredeyse dövecektim...”

Düzeye bak. Kahvede böylelerine ufak at da civcivler yesin derler.

Onu dövecektim, buna çakacaktım, beriki monşer, öteki kuzu... Devam edip duruyor.

Adam Peres’in yanından kalkmış Sarkisyan’ın yanına koşmuş. Hangisi daha katil gerçekten de tartışılır. Buna delikanlılık diyor utanmadan.

Kitleler bu “delikanlı”yı alkışlar mı?

Ne yazık ki alkışlar!

Recep İvedik’in komik kafiyelerine güldükleri gibi. Recep Tayyip’in palavralarına, kafiyelerine ve akıl dolu (!) sataşmalarına da alkış tutarlar.

Faşizm zaten budur. En büyük adaletsizliklerin ve sınıf ayrımlarının koruyucusu faşist lider halkın karşısına halktan biri olarak çıkar. Çaresiz halk bu yanılsamaya sığınır. Faşist de gittikçe düzeyi düşürür.

İsrail ile tüm anlaşmalar ve işbirliği aynen kalır. Ama “one minute” pankartları etrafı sarar.

Şehit kanlarıyla kurtarılan Kıbrıs masada teslim edilir. Ama Recep “Fatih Sultan Mehmet” ilan edilir.

Recep halkın karşısında kaplan, ABD karşısında “perdelerini kaldırmış kedi gibi bir insan” olur çıkar.

Tezkere geçir derler, geçirir.

Kuzey?Irak’tan çık derler, çıkar.

PKK ile masaya oturun derler, oturur.

Ermenilerle öpüşün derler. Öpüşür.

Ve halk bu şarlatanlığa seyirci kaldığı sürece Kasımpaşalı’nın teslimiyet ve kabadayılık öyküsü sürüp gider. İyice can sıkan film serileri gibi.

Recep Tayyip 1...

Recep Tayyip 2...

Recep Tayyip 3...

Hiç yorum yok: