12 Ocak 2010 Salı

Dilimiz Halkın ve Devrimin Dili Olmalıdır

Bir devrimcinin faaliyetinin en önemli kısmını halkı örgütlemek, kitlelere bir şeyler anlatmak oluşturmaktadır.

Böyle olması da doğal, çünkü düzene karşı mücadelenin en önemli kısmı halkın kazanılması, örgütlenmesidir... 'Bunu ne kadar başarabiliyoruz, nasıl daha başarılı olabiliriz?' sorusunun cevabını tartışırken, kitlelere nasıl ajitasyon-propaganda yaptığımız, bir konuyu nasıl anlattığımız bu cevabın belirleyici yanlarından birisini oluşturmaktadır.

Propaganda ve ajitasyonda
nasıl bir üslup dil kullanacağız?

Dilimize kaynağı halk olmayan, halka yabancı kavramlar girebilmektedir... konseptler, varoşlar, Ceo'lar, diasporalar, konjonktürler, paradigmalar, aktivistler...

Ve buna benzer yabancı kelimeler dilimizi bozmakta ve anlaşılmaz hale getirmektedir. Elbette bir devrimci öncelikle halk kitleleri tarafından anlaşılır olmayı düşünecektir, bunu değil de kullandığı kelimelerle halka hava atmayı düşünüyorsa, anlaşılır olmayı değil de anlaşılmaz olmayı büyüklük sayıyorsa, devrimcilik yanlış kavranıyor demektir...

Neden bir devrimci bu yabancı kelimeleri kullanmaya ihtiyaç duyar... sorusu gündeme gelmektedir...

Bu kavramlar dilimize kendiliğinden gelip girmemektedir. Dilimizin bozulması, kültürümüzün bozulması düzenin sistemli çabasının yarattığı sonuçlardır. Sorun düzenin bu çabasını boşa çıkarma sorunudur. Bunu başarmanın yolu ise, bu bilinçli çabayı nedenleriyle anlamak ve önlem almanın zorunluluğunu kavramaktır.

Düzenin dilimize, kültürümüze yönelik saldırısı yeni değildir, bu yanıyla dilimiz, kültürümüz konusu da gündemimizde geçmişten bu yana vardır...

"Tabii, bu dil, halkın günlük yaşamına kendiliğinden taşınmadı. Kendine 'sanatçı' diyen şarlatanlar, kendilerini 'spiker' olarak pazarlayan mankenler, bir mikrofonu ele geçirdiğinde kendini dünyanın yöneticisi sanan DJ'ler ve 'Batı' hayranı aydınlar, yazar, çizerler, bu yozlaşmanın baş aktörlerindendir.

Bilinçli, sistemli bir çabayla bireycileştirilen, bencilleştirilen halk kesimleri -özellikle de gençlik- okuma yazma faaliyetlerinden uzak tutulmakta, dilini kullanıp geliştirmekten, hepsinden önce doğru bir tarzda kullanmaktan uzak bırakılmaktadır. Kitabın, okumanın 'sakıncalı', 'tehlikeli' gösterildiği bir ülkede başka bir sonuç da ortaya çıkamazdı kuşkusuz... Hal böyle olunca elbette bu kesimler, kendilerine televizyonlardan, gazetelerden sabah akşam empoze edilen dili rahatlıkla kabul edebilir durumdadırlar.

Bozulan dildir. Ama dedik ya, dil çok önemlidir, halkın kimliğinin, kültürünün somutlandığı bir şeydir. İşte bu nedenledir ki, bozulan yalnız dil de değildir.

Dille birlikte bozulan halkın kültürüdür. Kültürle birlikte halkın kendisidir bozulan.

Zaten emperyalist kültür politikasının amacı da budur ve dil bozuldukça amaç hasıl olmaktadır." (Kurtuluş 17 Ocak 1998 sayı: 64)

Evet, sorun da buradadır, emperyalizmin amacı hasıl olacak mıdır, yoksa bu amacın önüne geçebilecek miyiz?

Ülkemizde AB'ci, batıcı aydınların ne halkı örgütlemek, ne halkı aydınlatmak, ne de halkın kültürünü, dilini geliştirmek, güçlendirmek gibi bir kaygıları yoktur. Özcesi bu kesimler halktan kopmuş, halkla ilgisi kalmamış kesimlerdir. Oysa devrimcinin işi tersine halkladır. Halkı örgütlemek, devrim mücadelesine katmak, etkilemek, ona kurtuluşun yolunu göstermek, halka coşku, inanç, moral, güç taşımak ... devrimcinin işidir... bu yanıyla devrimci eğer batı özentili aydını taklit etmeye başlarsa, bu görevlerinden de uzaklaşacak, halka yukarıdan bakan, küçümseyen, geri gören, giderek halka inançsızlaşan bir duruma düşecektir...

Bu aynı zamanda bir kişilik meselesidir. Başkasının kavramlarını çalan, argo kullanan nasıl bir kişiliktir? Her dilin kendi özü vardır. O dilden ve dolayısıyla o özden uzaklaşan, kuşku yok ki, başka bir öze, bize halka yabancı bir yere yakınlaşır.

Batıcı aydın kültürünün karakteristik özelliğidir ki, sanki kendi dili, toprağı, tarihi yokmuş gibi batıyı taklit eder... bu tablo sadece 'aydın' kesimin tablosu değildir, bu tablo aynı zamanda solun büyük bölümünde görünen bir tablodur. Halka yabancılaşma, halka gitmeme, anlatmama ve giderek halkı suçlama solda inançsızlaşmanın zeminlerinden birisidir.

Elbette dili, üslubu aktivistlerle, paradigmalarla, konseptlerle sakatlanmış olanlar halka ne anlatabilirler? Bir süre sonra inançsızlaşır, halka kızmaya başlar. Sonra halkı suçlu görüp, 'göbeğini kaşıyan adam' edebiyatıyla değerlendirir...

Devrimciler böylesi halka yabancılaşmış duruma düşemezler...

Kullandığımız dilde düşüncemiz şu olmalıdır: Kim bunları anlıyor, bunları kullanmaktaki amacımız nedir?

Sözlü veya yazılı propagandada amaç halk kitlelerini eğitmek ise, bunları kullanmak, bizi bu amaca ne kadar yaklaştırır?

Düşüncemizi, mantığımızı şekillendiren olgu halka ne verdiğimiz, konuşmalarımızdan halkın ne anladığı, nasıl etkilendiği olduğunda sorun kendiliğinden çözülmeye başlayacaktır... Elbette ki, çok daha yalın, anlaşılır konuşmak hiçte zor değildir, tersine kolay olan kendi dilimizi kullanmaktır. Kitlelerin "bu nedir?" demediği kelimeler yeralmalı konuşma ve yazılarımızda...

Bilmek Yabancı Kelimelerle Konuşmak Değildir, Bilmek Anlaşılır Konuşabilmektir

Batıcı aydın hastalığı bilmeden konuşma hastalığıdır, konuşması anlaşılmaz kelimelerle süslendiğinde, kimse anlamadığında kendisini biliyor sanır... Bu yanıyla kendisini tatmin eder... Oysa bilgi ancak, halkın yararına kullanıldığında halk açısından değerli hale gelir. Halkın anlamadığı bilginin, halka ulaşmayan, halkı eğitmeyen, halkın kavgasına hizmet etmeyen bilginin, batıcı aydının kafasında hava atma aracı olarak bulunması bir anlam ifade etmez... Batıcı aydın, kendisini bilen kişi sanarken, edindiği bilgiyi işlevli olarak kullanamama yanıyla da aslında cahildir...

Oysa, gerçekten bilen bir aydın, bir devrimci, bilgisini halka taşıyabilen, halkı bilgisiyle etkileyip yönlendirebilen, eğitebilendir... Bu kişinin yabancı kelime hastalığı olmaz, dilinde anlaşılmaz kelimelere ihtiyaç duymaz, anlaşılmaz kelimelerle büyüklük havası yaratma ihtiyacı duymaz... Kendisini hava atarak tatmin etmez, buna ihtiyacı yoktur... Devrimcinin, gerçek aydının mutluluğu halkın kurtuluş kavgasına katkısıdır, bu kavgada harcadığı emeğin sonuç yaratmasıdır... Bu yanıyla mütevazıdır ve gerçekten bilgedir...

Bilmek; Uzun Konuşmak
Uzun Yazmak Değil,
Anlaşılır Konuşmak
Anlaşılır Yazmaktır

Bir konuşma yapmak, bir yazı yazmak kimi zaman çok zor gelebilir. Bunun doğal bir yanı vardır kuşkusuz, fakat dikkat edilmesi gereken nokta, bu durumda duyulan heyecanın 'şu konuşmayı yapsam da kurtulsam', kolaycılığına neden olmaması veya tersinden 'konuşmayı mümkün olduğu kadar uzatarak bilgimi göstereyim' çarpıklığına düşülmemesidir... Heyecan asıl olarak, konuyu insanların en iyi şekilde anlayabileceği tarzda yapabilmeyi başarıp başaramamanın heyecanı olmalıdır... Bu heyecan olmadığında konuşma amacından uzaklaşır ve başarısız olmaya mahkumdur... Öyle konuşmalar vardır ki, saatler sürer fakat kimse bu konuşmalardan bir şey anlamaz ve sıkılır... Konuşma dinleyici kitleye bir şey katmaz... Bu tür konuşmalar bolca burjuva politikacılar tarafından yapılmakta, uyuyan dinleyiciler TV ekranlarına yansımaktadır...

Veya tersinden kısa ve öz konuşmak için konuyu anlaşılır olmayacak kadar kısaltmak da amaç değildir... Dediğimiz gibi amaç konuşmanın, ajitasyon-propagandanın kitleleri bilinçlendirmesi, etkilemesi, örgütlemesidir... Dolayısıyla değerlendirmenin ölçüsü de budur...

Saatlerce halk kitlelerine hitap eden ve halk kitlelerinin saatlerce ayakta yorulmadan sıkılmadan dinlediği Fidel Castro da, gerektiğinde kısa, öz, en geri halk kitlelerinin anlayabileceği tarza sahip olan Mao da bu açıdan başarılı önderlerdir... Bu noktada başarının ölçüsü halk kitlelerini eğitebilmektir...

Elbette ki, halk dediğimiz zaman, dili hiçbir şeyden etkilenmemiş, en sade dili kullanan kesimler olarak düşünmüyoruz halkı... Halkta, dönemlere göre farklılıklar göstermekle birlikte TV'lerden, internetlerden, magazin basından, burjuva basından, batıcı aydından vb... etkilenmekte, dili, kültürü bozulabilmektedir... Bu noktada halkı etkilemenin yolu, halka dışarıdan girmiş, popüler hale getirilmiş, yabancı kelimelerin kullanılması kolaycılığı değildir, halkı burjuvazinin diliyle etkileyip örgütleyemeyiz... Halkı ancak onun anlayabileceği, içinde kendisini, geçmişini, tarihini, kültürünü, köklerini, yaşamını, acılarını, sıkıntılarını, sevinç ve mutluluklarını... bulabileceği bir dille, kendi dilimizle etkileyebiliriz.

Hiçbir devrimci önder yoktur ki, kendi halkıyla sömürgeci emperyalist ülkelerden devşirilmiş dille konuşmaya kalkışsın, hiçbir başarılı devrim yoktur ki, emperyalizme, burjuvaziye ait dille, kültürle, ahlakla savaşmasın...

Emperyalizmin,
Burjuvazinin Diliyle
Devrimci Mücadele Anlatılamaz

Dikkat edilirse batıcı aydının diline batı özentisi kelimeler girerken, salt dilini değil, düşüncesini de etkilemektedir... Batıcı aydının diline yerleşen yabancı anlaşılmaz kelimeler, düşünce sadeliğini, devrimci düşünceyi yoketmektedir... Böyle bir etkilenme içindeki aydının, "devrimcinin" halkı etkilemesi mümkün müdür?.. Halka ne anlatabilir, halka ne verebilir?.. Dilinden devrimci kelimesini çıkarır, yerine aktivist kelimesini geçirir... Ne anlama gelir aktivist, halk kitlelerine "aktivist olun" dendiğinde halk bundan ne anlar?.. Nasıl bir coşku duyacaktır halk bu kelimelerden?.. Oysa elbette halk için devrimci kelimesi Mahirler'i, Ulaşlar'ı, Cevahirler'i, İbrahimler'i, Denizler'i, Sabolar'ı, Sinanlar'ı, Niyaziler'i, Kemal Pirler'i, Berdanlar'ı, Ayçeler'i, İbilileri... ifade etmektedir... 'Aktivisti' devrimcinin yerine kullanmanın mantığı da burada saklıdır aslında... Farkında olunsun ya da olunmasın, bilinçli yapılsın ya da bilinçsizce olsun, emperyalizmin amacı bu yanıyla devrimci düşünceyi kafalardan silme yanıyla hasıl olmaktadır...

Halkı aktivistlikle etkilemek, örgütlemek değiştirmek mümkün değildir, halkı ancak Mahir olarak etkileyebiliriz, halka ancak Mahirler'in düşüncesiyle kurtuluşun yolunu gösterebilir, kurtuluş umudunu taşıyabiliriz...

9 Ocak 2010 Cumartesi

sınıf mücadelesinin ile kriz olgusunun sonuçları;

Türkiyede bağımlı kapitalist yapının oluşumu, genel olarak kapitalizmin eşitsiz gelişiminden kaynaklanmıştır. Bu merkez ülkelerle ve çevre ülkeler arasında ki farklılık, alt yapı ile üst yapı arasındaki ilişkileri de farklılaştırmış ve özgün yapılara yol açmıştır. Küresel kapitalizmin yeniden yapılanma süreci, bütün dünya da olduğu gibi, ülkemizde de dolayımsız bir çatışmaya neden olmaktadır. Bu çatışma veya çelişkinin ana karakterini ve beslendiği ana temeli, sınıfsal bölünmenin derinleşmesinden almaktadır. Dolayısıyle toplumsal ilişkilerle sınıf dinamikleri arasındaki ilişkiyi bu temelde ele almak gerekir. Türkiyede sınıf ilişkileri, merkez ülkelerden ayrı olarak, tek bir üretim tarzının sonucu olarak açıklanamaz. Farklı üretim ilişkileriyle birlikte var olan yapı, doğal olarak sınıf mücadele pratiklerine de yansır. Sınıf farklı üretim tarzlarının sömürü ve baskısı altındadır. Bu farklı yapıların birbirine eklemlenerek ortaya çıkması, son krizin derinleşmesiyle birlikte, daha sancılı bir süreci başlatmıştır. Bir yandan baskının dozajı artarken, egemen siyasette de bölünmelere yol açmaktadır. Son Derviş operasyonları aslında küresel krizin, küresel çözümü olarak gözüküyor. Ancak bu hem ulusal düzeyde hem de uluslararası düzeyde işi daha da çözümsüz bırakıyor. Egemen yapıdaki çatlamanın nedenleri ve olası sonuçları şunlardır; dünya pazarı ile bütünleşme ve liberazosyon politikaları, farklı stratejileri üretir. Bu ise yeni bir egemen yapıdaki parçalanma anlamına gelir. (TÜSİAD örneginde olduğu gibi.) Ekonomik iktidar ile politik iktidar arasında ki bütünsel yapı da sorunlar ortaya çıkar. Egemen yapıda bu parçalanma süreci, doğal olarak emek haraketine bir ivme katması gerekir. Ama öyle olmuyor. Nesnel bir zemin yaratsa da, emeğin güçsüz oluşu, bu olanakları değerlendirmeyi dışlıyor. Geri konumlanış sınıfa karşı alternatif politikaları artırır. Radikal duruş sağlanamaz. Tersine esnekleşme stratejisi, emeğin toplumsal gücüne darbe vurmayı amaçlar ve bunda önemli başarılar da elde eder. (Özelleştirme veya taşeronlaştırma gibi.) Bu sürecin olası sonuçlarını şu iki başlık altında toparlayabiliriz;

a- işçi sınıfının sınıf konumunda ki kayışın olumsuz sonuçları olarak;

1-işçi sınıfında ikili yapı ortaya çıkar; bunlardan ilki, yabancılaşma süreci. Sınıf bilincinden ve sınıf ilişkilerinden uzaklaşan sınıf kesimleri, kendi değerlerine artan oranda yabancılaşma sürecini derinleştirir. Radikal sınıf politikalarını darbeler ve marjinalleşme sürecini derinleştirir.

2-diğer yandan ise, sınıf bağları gevşeyen ayrıcalıklı bir iş gücü, reformist ve işbirlikçi yapıların oluşmasının zeminlerini oluşturur. Liberal politikalar bu sürecin en büyük ideolojik söylemine oturur.

Sonuçta her iki yapı da, sınıf mücadelesini olumsuz etkiler ve sınıf kavgasından kopuşu derinleştirir.

b- yeni süreç, demokratik bir rejimi ve ulusal kalkınma politikalarını imkansız kılar. Rejimin temsiliyet veya meşrutiyet yapısı ortadan kalkar. Bu durum iç pazara dönük strateji ile bir uyumsuzluğu gösterir. Burjuva siyaseti daralır, sınıf yapıları ile uymsuzluğa giren bir egemen politik yapı oluşur. Bu ise yeni sürtüşmeye yol açar. Toplumsal yapının örgütlenme süreci sınıf dinamiklerinden bağımsızlaşır. Bunun doğal sonucu ise, işçi sınıfının dayanışmasını zayıflatan bir etken olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyle siyasetin sınıf temeli de daralır.Bu durum her iki sınıf açısından da aynı sonuca yol açmıştır.

Şimdi bunun olası sonuçlarını görelim; bu durum toplumsal çatışmaları sınıf dışı aktörlere yöneltiyor. Böylece dinsel, etnik, kültürel vs. yapıları öne geçiriyor. Toplumsal talepler sınıf ilişkilerinin dışında, kimlik talebi olarak ağırlık oluşturuyor. Emek sermaye arasında çelişki derinleşmesine rağmen, sınıfsal duruşlarda zayıflama başlıyor. Toplumsal çelişkiler, düzen karşıtı olmaktan çıkarak, sistem içi arayışlara yöneliyor. Bu durum apolitikleşme sürecini de geliştiriyor. Devlet sınıf çıkarlarını uzlaştırmanın yollarına bakıyor (sosyal ekonomik konsey gibi), burada hem havuç politikası hem de sopa politikası birlikte yürüyor. Ama yine de işçi sınıfını teslim alamıyor. Direnme noktaları zayıflamış olsa bile, önemli bir karşı duruşun nesnel olgularını yaratabiliyor. Devlet sendikalarının engeline rağmen. Kriz, temsili demokrasiyi köklü bir revizyona- operasyona yöneltiyor. Son IMF-Derviş operasyonu uluslararası sermayenin yeniden yapılanma operasyonu olarak karşımıza geliyor. Kürt sorunu ve siyasal islam sorunu çözülemiyor. Bu basınç devleti temsili demokrasi kuralları dışında ki arayışlara yöneltiyor. Kimlik çatışması artıyor, resmi ideoloji aşınarak birleştirci gücünü yitiriyor. ‘laiklik’, ‘cumhuriyetçilik’, ‘Atatürk milliyetçiliği’ gibi ideolojik söylemler, azınlık yapıda bir türdeşleşmeye yol açsa da, merkez kaç güçler arasında uzaklaşmaya ve kutuplaşmaya yol açıyor. Ama aynı şekilde bu süreç, sol’u da kendi içinde bölüyor. Düzen içi liberal sol, hem egemen söyleme kendini endeksliyor, hem de “kitlelerle birleşme” projesini sürekli geri ve tavizkar tutumlarla popüleştiriyor. Devrimci özünü yitiriyor. Öte yandan ise radikal sol da, marjinalleşme sürecini derinleştiryor.

Bu sürece paralel giden bir nokta da, sınıfın kendi tarihsel sürecinden gelen paradoksal sorunlardır. Sınıf haraketi üzerindeki reformcu etkinin varlığı, mücadele geleneginden kaynaklanan olumsuz tablo (geleneksizlik), bölünmüşlük, örgütlenme geleneginin zayıflığı ve uzlaşmacı –Amerikancı sarı sendikaların sınıfı sarması vb. gibi sorunlar, sınıf mücadele düzeyini etkileyen olgular olarak karşımıza çıkar. Böylece işçi sınıfı, ne bağımsız olarak kendi gündemini oluşturabilecek ne de bağımsız bir sınıf kimligi ile sürece müdahale edebilecek bir konumu kazanabiliyor. Bunun doğal sonucu, sınıfın devletten bağımsızlaşamaması gerçeğidir. En ileri konumlanış noktası, demokratik-ekonomik talepler düzeyidir. Ancak yinede önemli iki noktayı belirtmeden geçmeyelim; birincisi, son kriz, sınıfı, politik sınıf mücadelesi taleplerine yaklaştırmıştır. Bu olumlu bir temeldir. İkincisi ise, liberal-reformist yapıların, artık bir sınıra gelip dayandığıdır. Artık onların sınıfa söyleyebileceği birşey kalmamıştır. Ama yine de, bu durum olumlu anlamda kullanılamaz ve sınıfın politik talepleri gündemleştirilemezse, tersinden bir işlev de görebilir. Bu da reformist politikaların kabullenmesine razı olma düzeyi olarak anlaşılabilir.

g- sınıfın bu süreçten çıkışı yok mudur?

Elbette var. Şimdi bunlar üzerinde duralım. İlki küresel kapitalizmin yarattığı nesnel zemin, her gün ve her saat devrimciliği üretecek temelleri yaratmıştır. Tüm ideolojik ve politik bölme sürecini yaratsa bile, yoksullaşama ile zenginleşme arasındaki devasal uçurum, nesnel bir sınıf duruşunu yaratacak argümanları da ortaya çıkarmıştır. Bu bölünme salt sınıflarası bölünmenin (temel iki sınıfın) derinleşmesini sağlamıyor, aynı zamanda sınıf dışı birçok toplumsal yapıların da, egemen iktidar yapısından kopuşun nesnel zeminlerini güçlendiriyor, işçi sınıfına yaklaştırıyor. Bu durum uzun erimde daha baskın bir zemindir. Aynı şekilde, etnik, dinsel, kültürel vs. bir bölünmeden, daha fazla birleştirci bir temeldir. O halde bu nesnel zemini, sınıfın kendi ütopyası ile birleştirecek üretkenliği sağlamak, herşeyden önce proletaryanın öncü güçlerine düşecek demektir. Türdeş sınıf olmak, etnik, dinsel vb. bölünmeyi aşmayı gerektirir, ama daha da önemlisi, sınıfın kendi birligi ve mücadelesi, siyasal rejimle, toplumun mücadele ve örgütlenme durumuyla olan bağlantısıdır. İşçi sınıfı krizin ortaya çıkardığı olanaklardan haraketle, stratejisini, hükümet düzeyinde değil, sistem düzeyinde kurgulamalıdır. Burada bi başka noktada şudur; sınıf esas yönelimini, egemen sınıfların arasındaki çatışmaya göre kurmamalıdır. Bu dikkate alınsa bile, onun esas kurgusu, sınflararası mücadel düzeyi ve ona uygun bir stratejinin inşasıdır. Çok önemli bir nokta da şudur; işçi sınıfı mücadelesini, burjuva demokrasinin elde edilmesi düzeyine indergeyecek politik stratejilerden kopmalıdır. Başka bir deyişle işçi sınıfı mücadelesini, salt insan hakları, ekonomik iyleştirme ve demokratik hukuk normları düzeyinde ele alamaz. Toplumsal yapının ve poltik yapıların demokratikleştirilmesi perspektifi ile donanacak bir strateji burada önemli bir çıkışın temellerini yaratır.

Sınıf perspektifinin omurgasını, emeğin sınıfsal kapasitesini geliştirecek ve bunu bütün diğer toplumsal süreçlerin de temeli yapacak bir stratejik denkeleme olan gereksinmesidir. Artık son kriz, işçi sınıfının istemleri ile diğer toplumsal kesimlerin istemleri arasında önemli paralellikler yaratmıştır. Bunlar önemli olanaklar demektir. Şimdi sorun bunları sınıf mücadelesinin pratik alanında işlemektir.

Çıkışın bir yönüde şudur; sınıf mücadelesinin özgül yapısı ve pratikleri ile, iktidar mücadelesinin yapısal özellikleri arasında ki ilişki de, sağlam bir stratejik denkleme gereksinim vardır. Bu stratejinin ana öğesini, maddi temellerinden kopan politik yapının yeniden tanımlanmasını zorunlu kılar. Burada politik yapının önemi kendiliğinden anlaşılır. Politik yapı, hem tarihsel bilinç ve bağlantıyla, hem de nesnel yapısal süreçlerle ilgili olacağıdır. Elbette bu politik inşa süreci, sermayenin mantığından ve sınıfın kurumsal yaklaşımlarından ayrı düşünülemeyeceği gibi, sorun salt bu düzlemde de ele alınamaz. Zira küresel kapitalizm, analiz edilmesi gereken birçok özgün nesnel yapıları karşımıza çıkarmıştır. Bunları iki temel başlıkta toplayabilirz; ilki tarihi konular dediğimiz, devlet, din, ulus, birey, demokrasi, milliyetçilik vb. gibi konulardır. Bu konular küreselleşme süreci ile bağlantılı bir şekilde yeniden incelenmeyi gerektiriyor. İkincisi ise, ekonomik ve sosyal yapıya ilişkin toplumsal proje sorunudur; bir yanda bilimsel düşüncenin evrimini, diğer yandan ise toplumsal haraketin bütün yapısal öğeleri ile tanımını gerekli kılmaktadır. Böylece stratejik yapıyı kurmak gibi bir nesnel görevle karşı karşıya olunduğu anlaşılabilir.

Sonuç itibariyle böyle bir yapı üzerinden, politikada öncülük sorunu veya genel bir ifade ile önderlik sorunu çözümlenmesi gereken bir sorun olarak karşımıza hala gelmeye devam edecektir. Ancak bu sorunun çözümü bugüne kadar olguğu gibi palyatif tedbirlerle aşılamayacağa benzer. Kübalı düşünür Tomas Vasconun da dediği gibi; “Öncülük nosyonunu yeniden politikaya kazandırılması gerekir.”

3 Ocak 2010 Pazar

Durmak Yok Küfre Devam

Recep İvedik

“Gompleksliyim, diklenirim”

İlk olarak TÜRKSOLU gazetesi yazarı Nur Arslan aradaki ilginç benzerliği yakaladı. Sinemalarda maganda karakteriyle rekorlar kıran küfürbaz Recep İvedik karakteri ile seçimlerde oy rekoru kıran bozuk ağızlı Recep Tayyip karakterleri ne kadar da birbirine benziyordu.

Son günlerde mizah dergileri, internet siteleri ve en sonunda muhalefet partisi liderleri de bu benzerlik üzerine kafa yormaya başladı.

Ne diyor filminde Recep İvedik: “Gompleksliyim, asabiyim ama perdelerimi kaldırdığımda da kedi gibi bir insanım.”

Peki diğer Recep Davos’tan dönüşte ne demişti: “Yumuşak başlıyım ama uysal koyun değilim.”

Tayyip ErdoğanGramer yapısı ve düşünce silsilesinde benzerlik olsa da iki cümlenin çıkış ve varış noktaları biribirinin zıttı. Biri “gompleksli” ve asabi olduğundan yola çıkıp sonunda kedi gibi yumuşak olduğunu söylüyor. Diğeri yumuşak başlı olduğunu iddia edip sonra da aslında asabi olduğunu belirtiyor.

İvedik olan Recep “gompleksliyim” dese de filmde kendi magandalığıyla son derece barışık bir tipleme sergiliyor.

Diğer Recep ise kendisine yönelik hiçbir espriyi, yakıştırmayı ve eleştiriyi kabullenemeyecek kadar “gompleksli” olduğu için sürekli mahkemelere koşturuyor. Mizah dergilerine, siyasi muhattaplarına tazminat davası açıyor. Mizahtan çakmıyor. Mizah ile hakareti bir zannediyor. Ya mizahın hakaret olmadığını anlayamayacak kadar kaba bir zihin yapısı, ya da ciddi bir “gomplekslilik” durumu söz konusu.

Özal’dan Tayyip’e küfür çizgisi

Sağcı politikacılar halktan geldiklerini vurgulamak için hep lümpenliği öne çıkarırlar. Bu yüzden sağcı hep şiveli konuşur. Sakıp Sabancı’nın çok düz bir Türkçesi olmasına rağmen bir komedyen gibi hep Kayseri ağzıyla konuşması veya Demirel’in kendine has tavırları buna örnektir.

Bu sahtekarlığı yutarsak şöyle dememiz gerekir: “Vay be ne halk adamı. Ne kadar da köylü. Nasıl da küfürlü, patavatsız konuşuyor?”

Ancak sağcıların böyle olmasına bakmayın. Halktan değillerdir. Halkla temasları küfür ve tersleme anlarında kurulur. Sonradan görme ceberrut patron ne kadar işçiye yakınsa, sağcı politikacı da -her ne kadar halktan çıksa da- halka o kadar yakındır.

Hayatlarındaki her karar, aldıkları her tavır zenginler sofrasında kararlaştırılır. Özal’ın da dediği gibi “ben zengini severim” tavrı asla değişmez. Hepsi zenginlere özenir, daha zengin olmak ister. Bunun için siyaseti, halkın değerlerini kullanır, her şeyi satabilir.

Zenginlerin en tepesindeki ABD ise en korktukları en saydıkları efendileridir.

Sağın küfürbazlığı halka işler. Yücelttikleri halk kültürü değil, halka hor davranma kültürüdür.

Sağdaki küfür çizgisi 1950’den beri hiç değişmedi. Değişen tek şey küfürbazlığın düzeyi oldu. Gittikçe arttı.

Özal’ı hatırlarsak, hiç utanmadan “küçük Turgut”tan, “teyzelerin amcalara dönüşüm sürecinden” bahsederdi. Dönemin mizah dergisi Gırgır bile Özal’ın sözlerini sansürlü yayınlamak zorunda kalırdı.

Bu küfürbazlık aynı zamanda liberalizmin hesap vermemek ve hırsızlığı fütursuzca savunmak kültürüyle eşgüdümlüdür. Sağcı, gazetecilere, muhaliflere ve kendisini eleştirenlere küfür ederken şunu belirtmiş oluyordu: “Hiçbir utanmam yok. İstediğim gibi konuşurum. İstediğim gibi de çalarım.”

Bu çizgi Recep Tayyip ile aşırıya vardı. Takmamazlık, hesap vermezlik, utanmazlık iyice meziyete dönüştü.

Atatürk “köylü milletin efendisidir” diyordu. Çünkü millete ve köylüye hesap verme kültürünü taşıyan bir devrimciydi.

Recep ise köylüye “ananı da al git” derken tıpkı bir toprak ağası gibidir. Onun şakşakçıları ve yalakaları Tayyip’in bu tavrından ne kadar sert, delikanlı ve halktan olduğunu çıkarıp, onu ayakta alkışlamıştılar.

Elbette ki bir toprak ağası marabayla aynı şiveyi konuşur. Ama marabayı insandan bile saymaz.

Zaten Recep’in aklına ilk gelen şey “bu köylü hangi cüretle bana karşı çıkabilir” düşüncesiydi. Dolayısıyla öfkesi ve kızgınlığı hemen bel altı ve anaları muhattap alan küfürlere neden oldu.

Küfürbazlığın hele analara küfür etmenin halk kültürüyle elbette ki hiçbir alakası yoktur. Bu tür bir hakarete ne Kasımpaşa’da ne de başka bir yer de kimse tahammül edemez.

Sürekli Kasımpaşalılık’tan, simit satmaktan, halktan gelmekten bahseden Recep acaba etrafındaki koruma ordusunun arasından bir an için çıksa, Kasımpaşa’ya veya herhangi başka bir Türk mahallesine gitse, önüne gelene ana avrat küfretse başına ne geleceğini bilmiyor mu?

Analar toplumumuzda kutsaldır. Anaya küfür cinayete bile yol açabilir. Ama tabii o köylü Recep’e bir tek sitem edebildi. Çünkü aradaki ilişki iki eşit arasındaki ilişki değildi. Zalim ile mazlum arasındaki ilişkiydi. Recep köylüye küfür ettiği gibi, hemen göz altına aldırdı. Korumaları adamı öyle bir hırpaladı ki, dayak atmaktan beter ettiler. Daha sonra devletin bütün kurumlarını seferber edip, hiçbir suçu olmayan adamcağızı provakatör ve yalancı ilan ettiler.

Recep Tayyip bu tavrını bir devlet yönetme üslubuna çevirdi. İmam-cemaat misali Recep’in partisindeki bütün milletvekilleri ve bakanlar bu üslubu abartarak aynen devraldılar. Her seçim çalışmasında, halkla her kaynaşmalarında bir köylünün, bir işçinin veya işssizin şikayetini dile getirme çabasının, küfürle, hakaretle ve kaba kuvvetle nasıl susturulduğuna tanık olduk.

Sağdaki halk düşmanlığının ve halk dalkavukluğunun sentezi magandacılık ve düzeysizliktir. AKP döneminde bu çizgi faşist bir karaktere sıçradı.

Artık sadece halka şirin gözükmek, halkın gerçek sorunlarını görmezden gelmek ve içini boşaltmak için seviyeyi düşeren bir lümpenlik çizgisi değil, aynı zamanda etrafa korku salmak, eleştiriden muaf kalmak ve baskıcı şiddeti olağanlaştırmak için gittikçe daha çok küfre başvuran bir faşist strateji söz konusudur.

İronik bir şekilde Türkiye siyasi tarihinde bugüne kadar en çok hakarete ve küfre başvuran Tayyip ve partidaşları, aynı zamanda en çok tazminat davası açan kişilerdir. Diktatörler için özgürlük sınırsızdır. Küfretmek özgürlüğü onların ne denli delikanlı ve cesur olduklarının göstergesi olurken, halka ve muhalefete en meşru eleştiri ve mizah hakkı bile çok görülmektedir. “Delikanlı” Recep bizim ellerimizi bağlatmış midemize saydırmaktadır. Onun delikanlılığı bu kadardır.

Recep Davos’taki diskoda

Filmde Recep İvedik kendi başına daldığı sosyete dünyasında desteksiz tek başına ortalığı kasıp kavurmaktadır.

Bizim Recep ise avukat ordusuyla binlerce tazminat davası açan, koruma ordusuyla etrafındakileri hırpalayan, savcıları ve polisleriyle karşıtlarını takip ettiren, dinleten ve hapse attıran bir “delikanlı.” Devletin otoritesi ve tüm olanakları Recep’in ne kadar delikanlı olduğunu ispat etmek ve delikanlılık adına Recep iktidarını tesis etmeye ayrılmış durumdadır.

Ama her iki Recep arasında benzerlikler yine de çok fazla. Filmdeki Recep sosyetik bir otele gidiyor. Burada diskoya giriyor. Kızdığı bir zengin çocuğuna ismini soruyor. Çocuk “adım Murat” diyor. Recep “korum tur at” diye yanıtı yapıştırıyor. Bizim diğer Recep de bu tür küfür ve kafiyeye dayalı kelime oyunlarına çok meraklıdır.

Elbetteki diskoda dans ederken dalga konusu olan Recep, “korum tur at” diyerek böyle bir yanıt vermiş olmuyor. O halkın küçük espiriler ve kelime oyunlarıyla tatmin edilmesine dayalı bir karakterdir. Recep sosyetik otelin cemaatine kendini kabul ettirmiştir. Ama aslında palyaço olarak işe girdiğinin farkında değildir. Filmi izleyen halk zenginlere güldüğünü zannetmektedir ama aslında zenginler sinemadaki milyonlara gülmektedir.

Bizim diğer Recep tıpkı filmdeki gibi bir macera yaşadı. Bu sefer gidilen turistik mekan Davos’tu. Yine pahalı bir otele girmenin verdiği heyacanla oturumlara katılındı.

Davos elitin elitinin düzenlediği yıllık bir zirve. Burası siyonizmin ve emperyalimin kalesi... Her sene halkları nasıl sömüreceklerini, yeni işgal politikalarını, sömürgeciliği nasıl yürüteceklerini tartışıyorlar.

Davos’ta iki tür insan var. Birinci grup ABD, İngiltere, Almanya, İsrail gibi emperyalist ülkelerin yöneticileri ve emperyalist tekellerin en büyük patronlarından oluşuyor. Bunlar Davos’un esas ev sahipleri. Kimlerin oraya geleceğini, oturumlarda ne konuşalacağını ve en sonunda ne kararlar alınacağını onlar belirliyorlar.

Diğerleri ise Recepler... Oraya gelmenin heyacanını yaşayan Üçüncü Dünya’daki işbirlikçiler...

2002 yılından itibaren Recep, karısı ve tüm şürekasıyla birlikte Davos’a gidiyor. Öyle büyük bir heyecan ve çoşkuyla... Gazetelerde karısının hangi kürkleri aldığı, ne tür ayakkabılar giydiği, Recep ile karısının karda nasıl yürüyüp başbaşa kaldıkları anlatılıyor. Fotoğraflar çekiliyor. Hayatlarının en mutlu anlarını yaşıyorlar.

Bu görgüsüzlük ve şatafat furyası son 7 yıldır tekrarlanıyor. Recep böylelikle kendisini dünya lideri sanıyor.

Bu yıl sinirleri çok bozuldu. “Davos benim için bitmiştir. Bir daha da gelmem” dedi.

Bu tavır Türkiye Cumhuriyeti’nin onurunu koruyan bir Başbakanın tavrı değildir. Bu aslında gururu kırılan bir Recep’in tavrıdır. Davos’a gitmek, gidebilmek onun için herşeydir. Bir daha gitmeyeceğini söyleyecek kadar öfkelenmiştir. Çünkü ilk kez oradaki konumu, birinci gruptaki ev sahiplerinden biri değil de, aslında oraya çağrılıp diskoda dans ettirilen Receplerden biri olduğu bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır.

Bu yüzden Recep haklıdır. Tepkisi gerçekten de kendisinin de dediği gibi siyonizme veya Peres’e değil, moderatöredir. Koluna dokunan, sözünü kesen moderatördür.

İşin kötü yanı Recep deplansmanda yakalanmıştır. Oraya kendi isteğiyle zorla gelmiştir. İlla böyle toplantı yapalım, Peres ile oturalım, kendimi göstereyim diyen Recep’in ta kendisidir. Ama etrafında koruma ordusuyla üstüne çullandığı Türk köylüsü Çukurova’da kalmıştır. Davos’ta kendisine 25 dakika boyunca bağarak azarlayan siyonist Peres ve kolunu çekiştirip sözünü kesen moderatör gerçeğiyle karşılaşmıştır. Korumalar dışardadır. Dayılanamaz. Moderatöre “ananı da al git” diyemez. Ne İngilizcesi ne de cesareti yeter. Bu yüzden bu sefer kendisi dosyalarını toparlar ve gider.

Filmdeki Recep olsa, “moderatör, korum sana traktör” gibi bir saçmalık yumurtlayabilirdi.

Bizim Recep çok daha azıyla yetindi. “One minute” dedi. Baktı olmuyor. Peres’e yükleneyim dedi. Baktı o da olmuyor. Apar topar ayağa kalktı. “Ben bir daha Davos’a gelmem” dedi.

Moderatör ve Peres bu adam ne demek istedi şimdi ifadesiyle arkasından bakakaldılar. Aynı Recep değil miydi kendini Davos’a davet ettiren, emperyalistler ve siyonistlerle lak lak edeceğim, dünya lideri olacağım diye şekilden şekle giren. Ne olmuştu?

Gerçekten ne olduğunu söyleyelim. Moderatör ve Peres karşısında Recep kendini ikinci sınıf hissetti. Hisleri incindi. Bu ezilmişlik ezilen halkları temsil etmesinden gelmiyor. Tersine işbirlikçilikten geliyor. Türkiye’de çok fazla koruma ve şakşakçı arasında bu duyguyu unutmuştu. Davos’ta tüm çıplaklığıyla ona hatırlattılar. Gerçekten de suçlu moderatördür.

Delikanlıyım diyenden korkacaksın

Filmdeki Recep aşağılandığı ortamdan kaçmaz, son derece umursamazca böğürür, komik kelime ve küfür oyunlarına başvurur.

Bizimkisi aynı taktiğe başvurdu. Ama Türkiye’ye döndükten sonra. Kelime oyunları ve ucuz kafiyelere başvurmak, halkın içindeki bazı önyargılara oynamak ve en önemlisi delikanlı kesilmek.

“Diklenmedik dik durduk.” Ne kadar anlamsız bir cümle. Ama kafiyeli. Recep İvedik’inkiler gibi.

Nerede dik durdun?

Hangi ulusal davada?

Somut birşey söyle.

“Biz monşerlere benzemeyiz...” Tıpkı Recep İvedik gibi kendisini dışlayanlara efemine ve nazik suçlaması...

İyi de monşer kim?

Yine çok anlamsız ve içi boş bir suçlama. Monşer denenler Kıbrıs’ı AB için satmak isteyenler mi acaba?

Terör örgütüyle masaya oturmak isteyenler mi?

Karabağ’daki Türk soykırımından sorumlu Sarkisyan’la can ciğer kuzu sarma olanlar mı?

Monşerlikten kasıt acaba sağlam tavır alamamak, eyyamcı olmak, Batı’ya yaranmak için her türlü tavizi vermek, ülke çıkarı ve onurunu koruyamamak mı? Recep kimi kastediyor?

Sen delikanlısın da monşerden çok mu hayrın dokundu bu millete?

Bu ülkenin tüm milli davalarını kim sattı?

İşte kahve kültürünün en tipik göstergesi... Delikanlılık edebiyatı. Bu kültürden yetişenler hep mertlikten, delikanlılıktan, kavgada sağlam durmaktan bahsederler.

Ama bir kavgaya girecekseniz ilk kaçacak olanlar genellikle en çok delikanlılık edebiyatı patlatanlardır.

Recep miting meydanlarında atıp tutuyor:

“Moderatöre o kadar çok kızdım ki neredeyse dövecektim...”

Düzeye bak. Kahvede böylelerine ufak at da civcivler yesin derler.

Onu dövecektim, buna çakacaktım, beriki monşer, öteki kuzu... Devam edip duruyor.

Adam Peres’in yanından kalkmış Sarkisyan’ın yanına koşmuş. Hangisi daha katil gerçekten de tartışılır. Buna delikanlılık diyor utanmadan.

Kitleler bu “delikanlı”yı alkışlar mı?

Ne yazık ki alkışlar!

Recep İvedik’in komik kafiyelerine güldükleri gibi. Recep Tayyip’in palavralarına, kafiyelerine ve akıl dolu (!) sataşmalarına da alkış tutarlar.

Faşizm zaten budur. En büyük adaletsizliklerin ve sınıf ayrımlarının koruyucusu faşist lider halkın karşısına halktan biri olarak çıkar. Çaresiz halk bu yanılsamaya sığınır. Faşist de gittikçe düzeyi düşürür.

İsrail ile tüm anlaşmalar ve işbirliği aynen kalır. Ama “one minute” pankartları etrafı sarar.

Şehit kanlarıyla kurtarılan Kıbrıs masada teslim edilir. Ama Recep “Fatih Sultan Mehmet” ilan edilir.

Recep halkın karşısında kaplan, ABD karşısında “perdelerini kaldırmış kedi gibi bir insan” olur çıkar.

Tezkere geçir derler, geçirir.

Kuzey?Irak’tan çık derler, çıkar.

PKK ile masaya oturun derler, oturur.

Ermenilerle öpüşün derler. Öpüşür.

Ve halk bu şarlatanlığa seyirci kaldığı sürece Kasımpaşalı’nın teslimiyet ve kabadayılık öyküsü sürüp gider. İyice can sıkan film serileri gibi.

Recep Tayyip 1...

Recep Tayyip 2...

Recep Tayyip 3...