24 Eylül 2009 Perşembe

Faşist rejim ve aydınları

Türkiye’nin 1980 sonrası toplumsal ve siyasal yaşantısına baktığımızda 12 Eylül’ün Türkiye açısından ciddi bir yön değişikliği tasarladığını ancak bugün görebiliyoruz.

12 Eylül 1980’de Kenan Evren liderliğindeki Amerikancı cunta iktidara el koyduğunda 12 Mart darbesinin üzerinden ancak on yıl geçmişti ve 12 Eylül yeni bir 12 Mart olarak algılanmıştı.

12 Mart darbesi çokça söylendiği şekliyle bir “balyoz harekatı”ydı ve amacı da gelişen toplumsal muhalefeti dağıtmaktı. Ancak darbe ne kadar ağır olursa olsun toparlanma yine de mümkündü ve öyle de olmuştu.

Tam da bu nedenle 12 Eylül darbesi sadece 12 Mart tipi bir darbe olarak değil yeni bir rejim olarak geldi: 12 Eylül rejimi!

12 Eylül, yeni bir rejim kurmak için geliyordu ve yeni bir rejimin kurulması için de eskisinin yıkılması gerekiyordu. 12 Eylül rejimi Cumhuriyet’i yıkmak için cumhuriyetin yarattığı toplumsal projenin yerine yeni bir toplumsal proje inşaa etmek üzere yola koyuldu. O nedenle ve çok haklı olarak bugün, ekonomiden siyasete, kültürden sanata her alanda yaşanan sıkıntılarımızın kökeni bir şekilde 12 Eylül’e bağlanıyor.

12 Eylül yeni bir toplumsal projeyi yürürlüğe koymak için bu toplumsal projenin savunusunu yapacak bir düşünsel ve siyasal mekanizmaya ihtiyaç duymaktaydı. 12 Eylül aydını bu projenin ideolojik taşıyıcısı olarak piyasaya sürüldü.

12 Eylül rejiminin kendi aydınını yaratma ihtiyacı hayatiydi. Zira toplumsal muhalefetin ezildiği, sol örgütlenmenin tümden yasaklandığı bir ortamda hâlâ ayakta duran cumhuriyet aydını, gelmekte olan faşizme karşı daha ilk anda hem bir direniş aracı hem de toplumu aydınlatan ve uyaran bir işaret fişeği olmuştu.

12 Eylül’ün en karanlık günlerinde herkesin sustuğu ve köşesine çekildiği bir dönemde Kenan Evren’in karşısına çıkıp Aydınlar Dilekçesi’ni faşizmin yüzüne çarpan Aziz Nesin örneği cumhuriyet aydınının yok edilmesinin faşizm açısından ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyuyordu. Aziz Nesin, 12 Eylül’deki bu direnişin bedelini ödediği yetmezmiş gibi 1993’de 12 Eylül’ün beslemesi Şeriatçı hareket tarafından Sivas’ta katledilmek istendi.

Cumhuriyet aydınına yönelik sistemli saldırıda Aziz Nesin belki o dönem sağ kalmayı başardı ancak Uğur Mumcu başta olmak üzere pek çok Atatürkçü aydın katledilmekten kurtulamadı.

İdeolojik saldırının yetersiz kaldığı noktada 12 Eylül rejiminin arkasındaki emperyalist destek devreye girdi ve Atatürkçü aydınlar birbiri ardına katledilerek cumhuriyet aydını geleneğinin ayakta kalan son temsilcileri de yok edildi.

Bugün Atatürk ve cumhuriyet düşmanı aydın şebekesi işte 12 Eylül’ün açtığı bu dikensiz
yoldan ilerleyerek aydın sıfatını kazanabildi.



Kemalizmden intikam alma operasyonu
12 Eylül Kemalizmden intikam almak için kapsamlı bir operasyon başlatırken 12 Eylül’ün faşist aydını bu saldırının tetikçisi olarak işlevselleşti.

Elbette bu tür bir politik öç alma operasyonunun salt aydınlar vasıtasıyla tamamlanması mümkün değildi. 12 Eylül Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken oluşturduğu üniter ve laik devlet yapısına karşı bir siyasal projeyi de daha ilk günden piyasaya sürdü. Üniter devleti yok etmek için Kürtçü hareket, laik devleti yok etmek için de Şeriatçı hareket 12 Eylül rejimi tarafından beslendi ve bugün Kürt-İslam Faşizmi olarak adlandırdığımız birliktelik ortaya çıkarıldı.

12 Eylül aydını ile siyaset arasındaki ilişki de bu noktada başladı. 12 Eylül aydını politik alanda bu Kürt-İslamcı yükselişin militan bir savunucusu olurken aynı zamanda üniter ve laik devlet noktasında gelişecek toplumsal direncin kırılması için de özel bir misyon yüklendi. Toplumda bağımsızlık noktasındaki her türlü tepki milliyetçilik ve faşizm olarak damgalanırken laiklik konusundaki her türlü toplumsal hassasiyet de özgürlük düşmanlığı olarak gösterilmeye çalışıldı.

12 Eylül’le iktidara gelip yerleşen Kürt-İslamcı faşizm halkın aydınlanmasını değil gericileştirilmesini amaçlıyordu. 12 Eylül aydını da toplumsal gericilikle mücadele yerine bu gericilikten beslenmeyi tercih etti. Toplum gericileşip gerici güçleri iktidara taşıdıkça 12 Eylül aydını da iktidardan sağladığı rantı korumuş olacaktı.

Bunun için, Atatürkçülük, milliyetçilik, laiklik, bağımsızlık gibi kavramlar yerden yere vuruldu. Her türden gerici talep ise özgürlük adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldı. Ortaçağ karanlığının simgesi olan türban işte böylesi bir iklim içinde meşrulaştırıldı ve AKP iktidarı bu yoldan iktidara taşındı.

Özgürlükçü değil ırkçı!
1980 sonrası dönemde yıldızı parlatılan aydın şebekesi Atatürk’e ve cumhuriyet’e sahip çıkmayı resmi ideoloji olarak gösterip bu değerlere küfrederken aslında 12 Eylül’ün gösterdiği hedef doğrultusunda faşist bir ideolojinin savunuculuğuna soyunmaktaydı. Ancak açıkça faşist bir ideolojinin savunuculuğunu üstlenen tetikçi aydın bunun ideolojik kılıfını bulmakta da gecikmedi: özgürlük ve demokrasi!

“Özgürlükçü’ ve “demokrat” sıfatlarının havada uçuştuğu bir siyasal ortamda PKK terörünün bile savunulabildiği bir ideolojik iklim yaratıldı.

Bu operasyonun önemli bir ayağı üniter yapının temel direği olan milli kimliğin ve ulusal kültürün ortadan kaldırılmasıydı. Alt-üst kimlik tartışması olarak başlayan ama bugün gelinen noktada milli kimliğe ve üniter yapıya karşı her türlü etnik kimliğin ırkçılık düzeyinde savunulmasına varan bir kimlik politikası 12 Eylül aydınının temel propagandasıdır.

12 Eylül aydını o derece ırkçıdır ki Türk’ten ölesiye nefret eder. Türk’ten başka herhangi bir mazlum millet kimliği de aynı şekilde geri ve aşağılık bir kategoridir. Batı ve Batılı medeni ve özgürlükçü iken Üçüncü dünya her türlü geriliğin simgesidir bunlar için.

Bunların yazılı tüm metinlerine bakın tek değerlendirme ölçütü “ırk”tır. Kullandıkları tek kategori ırktır. Dünya tarihini açıklarken de Türkiye’nin tarihine bakarken de gördükleri tek şey ırkların mücadelesidir.

Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Batının bir şekilde aklanması söz konusudur. Batının ırkçı, katliamcı ve barbar kimliğini unutup bunun yerine “ırkçı ve barbar Türk” tarifini koyar ve Batıya yaranmak için Türklere küfretmeyi tercih eder 12 Eylül aydını.

O nedenle bunların sanat, kültür, edebiyat diye ortaya koydukları şey de rezil bir ırkçılık olmaktadır sadece.

Aydın pazarı
12 Eylül aydının bu açık ihanetini ortaya çıkaran şeyse 12 Eylül sonrasında ortaya çıkarılan pazar mekanizmasıdır. 12 Eylül’le birlikte ilk kez olarak sistematik bir aydın pazarı oluşturulmuştur ve tüm siyaset, kültür, sanat ve edebiyat dünyası bu çerçevede şekillendirilmiştir. Bugün mevcut tekelci yapı içinde iyi bir yazar, iyi bir romancı, iyi bir şair olmanın hiç önemi yoktur. Zira sistem içinde iyilere değil itaat edenlere yer vardır sadece. Dolayısıyla bu aydın pazarı içinde varolmanın ve tutunmanın tek yolu da sisteme biat emektir.

12 Eylül sonrası dönemde gerçek anlamda tek bir aydın örneğinin bile ortaya çıkmaması tam da bu nedenledir. 12 Eylül kendi aydınını yetiştirirken gerçek aydınını ortaya çıkacağı tüm zemini de ortadan kaldırmıştır. Sistem artık aydın değil midesinden düzene bağlanmış yeteneksiz ve vasat propagandacılar yetiştirmektedir.

Tabii bunun bir adım ötesi sistemden beslenen tüm çarkların sistemin birer uzvu haline gelmesidir. Sistemden beslenen aydın bu konumun gereği olarak bilincini de değiştirir ve sistemin ateşli bir savunucusu haline gelir.

Bu andan itibaren aslında aydın olma vasfı da tümüyle ortadan kalkmıştır. Türkiye’nin aydın geleneğini azıcık takip eden herkes cumhuriyet aydınının her zaman egemen sınıfların ve iktidarların karşısında yer aldığını bilir. Türkiye tarihinin 1980 öncesi döneminde öne çıkan aydınların istisnasız tamamı mevcut iktidarların ve emperyalist merkezlerin karşısında konumlanmış ve bütün ömürlerini bu güçlerle mücadeleyle geçirmişlerdir. Nazım Hikmet’ten Aziz Nesin ve Uğur Mumcu’ya kadar cumhuriyet kuşağı aydını iç ve dış iktidar odaklarının en büyük düşmanlarından birisidir ve bundan dolayı hapishanelerde yaşamaya alışmış, bütün yaşamları baskı ve yıldırmalarla geçmiş ve kimi zaman da katledilerek ortadan kaldırılmışlardır.

Peki ya bugünün o çok özgürlükçü ve demokrat aydıncıkları? Bunların bir kez bile hakim güç odaklarını ya da emperyalist merkezleri eleştirdiği görülmüş müdür?

Bırakın eleştirmeyi bunlar emperyalizme, iktidara ve sermayeye karşı mücadele etmeyi bile gericilik olarak damgalayacak kadar işbirlikçileşmişlerdir. Bu da normaldir. Zira 12 Eylül aydını artık bu sistemin ve sistemin efendilerinin hizmetine girmiş aklını ve bilgisini bu merkezlerin kullanımına teslim etmiştir. Tam anlamıyla bir pazar mamülü haline gelmiştir.

Elbette böylesi bir pazar mantığıyla işleyen bir mekanizmadan kültür, edebiyat ya da siyaset adına işe yarar bir şey çıkmasına da imkan yoktur.

Aydının misyonu da artık halkı aydınlatmak ya da toplumu dönüştürmek değil emperyalizmin merkezlerinde üretilen komprador ideolojinin ülke içinde kök salmasını sağlamaktır.

“Batının ne kadar özgürlükçü olduğu”ndan tutun da “demokrasinin ancak Batı ile ilişkiler sayesinde gelişebileceği”ne kadar pek çok sömürgeci tez halka bunlar aracılığıyla aşılanmaktadır.

Burası 12 Eylül aydınının Tanzimat aydını ile olan göbek bağıdır. 12 Eylül aydını da tıpkı Tanzimat aydını gibi Batının devşirmesidir. Devşirme aydın kimliksiz vatansız, dilsiz bir yabancıdır. Tanzimat aydını bütün düşünsel kaynağını Batıdan aldığı için Batılı olmayan bir Batıcıya dönüşmüş ve toplumdan kopuk ve topluma yabancı bir vaka haline gelmişti.

12 Eylül aydını ise son derece bilinçli bir biçimde Batının düşünsel yönlerini almanın ötesinde Batıya fahişelik etmeyi tercih etmiştir ve bu yönüyle Tanzimat aydınını çoktan aşmıştır.

Faşizmin paralı askerleri
Bu 12 Eylül aydını tiplemesinin öne çıkan örnekleri arasında Murat Belge, Ahmet Altan, Baskın Oran ve Orhan Pamuk gibi isimleri saymak mümkün.

Belge ve Altan farklı sol kökenlerden gelmekle birlikte bugün iktidar yandaşı, Şeriatçıların finanse ettiği ve CIA’nın yönlendirdiği Taraf gazetesi çatısı altında aynı yerde buluşmuşlardır. Geçmişte ayrı yerlerde bulunmalarının da sadece oynadıkları rolün gereği olup olmadığını ancak bugün sorabiliyoruz.

Belge, geçmişten bugüne teorik/ideolojik lafazanlıklarla solu liberalizmin peşine takmaktan başka bir şey yapmamak bir yana bugün Türk solunu vareden bütün değerlere küfreden bir çizginin basındaki en militan sözcüsü durumunda. Ancak konformist çizgisi söz konusu olduğunda bugün dünden daha ileri bir konumda olduğu da görülüyor.

Ahmet Altan, porno romancılığından genel yayın yönetmenliğine terfi edilip ödüllendirilirken bunu sadece Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığındaki performansına borçlu olduğunu belirtmek gerek.

Belge ve Altan “resmi ideoloji”yle mücadele adı altında bugün açıkça AKP faşizminin paralı askerliğine soyunmuş durumdalar ama en azından sol içinde yıllardır nasıl bir misyon üstlendikleri artık anlaşılmış görünüyor.

Baskın Oran 12 Eylül’den sonra sol içinde “12 Eylül’ü eleştiren” isim olarak ün yaptı. Ancak Kenan Evren “Atatürkçüyüm” derken ne kadar numara yapıyorduysa Baskın da “12 Eylül’ü eleştiriyorum” derken aynısını yapıyordu. 12 Eylül, kendisini eleştirme hakkını da bir tek kendi aydınlarına veriyordu.

Baskın’ın 12 Eylül’ün hemen ertesinde Kürtçülük ve Ermenicilikte başa güreşirken bugün de Kürt-İslamcı AKP iktidarın en sıkı savunucusu olması ideolojik açıdan 12 Eylül’le ne kadar örtüştüğünü gösteriyor. Baskın Oran aynı zamanda bu aydın pazarı içinde işleyişi en iyi kavrayan isim oldu. AKP iktidarını ilk günden itibaren savunan Baskın hem AKP’yi destekleme konusunda diğer dostlarının yolunu açtı hem de bu desteği paraya çevirmeyi başardı. Baskın’ın muhalif pozunda ortalıkta gezip başbakanlık tarafından bir rapor hazırlatılacağında başvurulan ilk isim olması bile bunların muhalifliklerinin ne oluğunu gösteriyordu. Elbette işin ucunda önemli miktarda para vardı ve bütün o özgürlük, kimlik, demokrasi tartışması içinde gizlemek istedikleri de buydu.

Orhan Pamuk ise 12 Eylül aydını açısından bir prototiptir.

Pamuk bırakın emperyalizme karşı çıkmayı bu kavramı hafızasından bile silmiş bir örnek. AB ve ABD komiserlerinin ülke içindeki en yakın dostu. Ayrıca Kürt-İslamcı iktidarın gözbebeği ve Çankaya’daki resepsiyonların davet listesinin ilk sırasında. Büyük sermaye açısından da Pamuk Türkiye’nin iftihar kaynağı olarak görülüyor ve el üstünde tutuluyor.

Pamuk’un kitapları ise bırakın basılmayı daha proje aşamasında iken bile tekelci basının reklam kampanyalarıyla ödüllendirilmektedir. Pamuk’un piyasaya çıkan son kitabı ile ilgili tanıtım kampanyası da komprador sistemin nasıl işlediğini ele vermektedir aslında. Pek çok köşe yazarı kitabı daha okumadan övmeye başlamışlardır. Piyasaya çıktığında ise büyük reklam kampanyalarıyla karşılanmıştır.

Pamuk, pek çok 12 Eylül aydınının aksine solculuktan da istifa etmiştir. Sistemin “yaramaz” ve “dahi” çocuğu olarak o kadar şımartılmıştır ki, artık solcu maskesi takmasına da gerek yoktur.

Buna rağmen Pamuk’un son kitabıyla ilgili ilginç bir propaganda haberi kendisini sol zanneden Birgün gazetesinde çıktı: “Raflarda Orhan Pamuk bolluğu”

Demek ki Pamuk’un sanat diye ortaya koyduğu şey ancak raflarda bolca bulunan bir şey olabiliyor. “Sol” bir gazetenin bile Pamuk’un romanında öne çıkarabildiği tek şeyin bu olması ilginç. Bu bol şeyin pazar tezgahındaki karpuzdan ne farkı bulunduğu ise gerçekten merak konusu.

Ancak bu bolluk meselesi başka bir açıdan da önemli. Pamuk, sistem tarafından devşirilen bir aydın olmanın ötesinde emperyalist merkezlerin de takdirlerini kazanmak gibi bir başarıya imza atmış durumda. O nedenle Pamuk artık bu “azgelişmiş” Türklerin arasında bulunmaktan bile imtina ediyor, soluğu New York’ta alıyor. Bir Amerikan üniversitesinde hocalık görevi kaptığını da eklemek gerek. Ne de olsa Nobelli bir yazar artık.

Ülke içindeki itibarı da buna paralel olarak artıyor. Tekelleşmiş yayın piyasası içinde Pamuk’un her kitabı, üstelik okunmadığı artık herkesçe bilindiği halde tezgâhlara yığılıyor. Bir anlamda okuyucunun gözüne sokuluyor.

Peki Pamuk acaba “Türkler 1 milyon Ermeni’yi ve 30 bin Kürdü kesti” demeseydi ne olurdu? Kitapları yine raflarda bolca bulunur ve adeta okuyucunun gözüne sokulurcasına raflara yığılır mıydı? Kaç tane köşe yazarı bu sözleri sarfetmeseydi Pamuk’un kitabını daha okumadan tanıtırdı ve dahası Batı, Pamuk’un metinlerine Nobel vermeyi bırakın adını bile anmaya değer bulur muydu?

Faşist propaganda ve aydın terörü
Bugün 12 Eylül’ün beslemesi Kürt-İslamcı AKP, doludizgin bir faşist rejime doğru ilerlerken önündeki tüm muhalifleri de bir şekilde susturmanın yolunu bulmuş durumda. AKP faşizmine karşı çıkan herkes bir şekilde derdest edilip içeri alınıyor. Muhalif olabilecek herkese de gözdağı veriliyor.

Kürt-İslamcı faşizmin ideolojik tetikçiliğini üstlenen aydın çetesi ise bu faşistleşme sürecinin koltuk değneği işlevi görüyor. Hitler faşizmi Gobbels’in başında bulunduğu bir faşist propaganda bürosu aracılığıyla faşizmin yerleşmesi için çalışıyordu.

Bugün 12 Eylül aydını dediğimiz aydın çetesi de her biri birer Gobbels olma aşkıyla faşizme hizmet ediyorlar.

Öyle ki bunların karşı çıktığı her şey resmi ideoloji olarak damgalanıyor ve bu fikirleri savunan herkes de anında faşist damgası yiyor.

12 Eylül’ün faşist aydın terörünün tek bir isteği var; her dediklerinin kabul edilmesi, herkesin onların gibi düşünmesi. Bunu yapmayanların ise değil düşünmelerine imkan olsa yaşamalarına bile şans tanınmayacak.

Bu aydın terörü iktidar faşizmi ile birleştiğinde bugünün Türkiyesinde Türk olmak, Atatürkçü olmak, solcu ve sosyalist olmak bile neredeyse yasaklanmış durumda.

Ama her çıkışın mutlak bir inişi de vardır.

Hitler ve Mussolini faşizminin bile yıkıldığı

4 Eylül 2009 Cuma

Vatan mı türban mı?

Şeriatçının namusu ne:
Vatan mı türban mı?

Hamas’tan türban açılımı
Gazeteler geçtiğimiz günlerde Filistin’den yeni bir haber verdi. Yıllardır İsrail askerleriyle çatışmalara, intifada haberlerine, Filistinli örgütlerin eylem haberlerine alışığız. Hatta Filistinlilerin kendi aralarındaki çatışma haberlerini almak bile artık üzülmemize karşın gene de alıştığımız şeyler. Fakat bu seferki ne bir direniş haberi ne de İsrail’in yaptığı bir katliamın acı haberi. Fakat bu haber de en az daha öncekiler kadar önemli ve geldiğimiz noktayı açıklamak açısından kritik…

Bilindiği gibi son yıllarda Gazze Şeridi, Şeriatçı Hamas’ın kontrolü altında. Hamas, Gazze’de bir mikro Şeriat rejimi kurmayı “başardı”. Fakat biliyorsunuz bu uğurda da Filistin vatanını bölmeyi ve Arafat’ın mirasını ayaklar altına almayı da “başardı”. İşte Hamas’ın kurduğu Şeriat hükümetinin Eğitim Bakanı Mahmut Ebu Hassira, Fransız AFP haber ajansına yaptıkları o çok müthiş icraatı açıklamış: “Tüm kız öğrencileri cilbab (pardösü ve türban) giymeye çağırıyoruz”.

Hamas rejimi düşünmüş taşınmış “Acaba Filistin için ne yapmalıyız” diye kendi kendine sormuş ve en sonunda kız öğrencileri türbana sokmaya karar vermiş! Okulların kapısına bildiriler asılmış ve Hıristiyan Arap öğrenciler de dahil olmak üzere tüm kızların Hamas’ın belirlediği tek tip türbanlı kıyafeti giymelerini zorunlu ilan etmiş. Bununla da hızını alamayan Hamas, kızların gittiği okullardaki erkek öğretmenleri de bayan öğretmenlerle değiştirmiş. Ebu Hassira bunu da şöyle açıklamış: “Biz Müslüman bir toplumuz, İslam dini yedi yaşından itibaren cinsiyet ayrımını öngörüyor. Bu çerçevede erkek öğretmenler yerine kadın öğretmenler yerleştirdik.”

Eminiz ki bir Hamas militanına “Bağımsız ama laik bir Filistin’de mi yoksa İsrail ablukası altındaki mikro Şeriat devleti Gazze’de mi yaşamak istersin?” diye sorsak alacağımız cevap tabii ki ikinci seçenek yönünde olur. Şeriatçı açısından vatan gibi bir tercih yoktur, Şeriat diye bir tercih vardır ancak. Aslında Şeriatçının vatan diye bir kavramı bile yoktur. Çünkü vatan milletle tanımlanır ama onlar millet kavramını kabul etmezler. Şeriat kurallarının geçerli olması onlar için yeterli olur. Onun dışında ülkenin, halkın hangi koşullar altında bulunduğunun çok önemi kalmamıştır.

Onlar için Arafat’ın yönettiği Filistin “dar-ül harp” olmuştu. Fakat İsrail’in izin verdiği kadar yaşayabilen Gazze “dar-ül İslam”dır. Bu açıdan Hamas da tüm Şeriatçılar da Filistin’in durumunu zafer olarak algılayabilirler. Bugün Gazze’de Şeriat ve onun simgesi olan türban var ama vatan yok...

Hamas’tan AKP’ye Şeriatçı vatansızlık

Hep Filistin ve Türkiye’nin ortak kaderinden bahsederiz. Ortadoğu’da emperyalist kuşatma karşısında gerçekten de iki önemli direniş odağı Türkiye ve Filistin oldu. Yine Ortadoğu uluslarının örnek devrimcileri ve Ulusal Kurtuluşçuları her zaman Atatürk ve Arafat’tı. İkisinin ortak mirası da bugün bizler için vazgeçilmez yol gösterici olma durumunu koruyor ve koruyacak…

Fakat bugün bu ortak kader kötü bir boyutta kendini ortaya koyuyor.

Filistin bir taraftan katliamda boğulup bir taraftan da Hamas Şeriatçılığının elinde Ulusal Kurtuluşçu, devrimci geçmişini kaybederken, Türkiye de AKP’nin vatansız Şeriatçılığının elinde. Aynı Hamas gibi AKP rejimi de kendi Şeriatçı ideolojisinin geçerliliğini sağlamak adına ABD emperyalizminin her dediğini yapacak, her tavizi verecek ve son noktada vatanı ortadan kaldıracak noktada. Özellikle son haftalarda Türkiye’nin tek gündemini oluşturan AKP’nin Sevr açılımı ile bu durum daha da acı bir şekilde Türk halkının önüne konulmuş oldu.

Az önce Hamaslı’ya sorduğumuz sorunun bir benzerini AKP’li Şeriatçıya sorarsak alacağımız cevap farklı olmayacaktır. “Türkiye’de türban ve Şeriat olmasın mı, yoksa Şeriat gelsin ama vatan bölünsün mü?” diye sorsak AKP’li Şeriatçı faşist de muhakkak türbanı seçer. Türban olsun da vatan kimin umurunda?

Bugün ABD güdümünde, AKP Türk vatanını parçalıyor, şehitlerin kanıyla sulanan toprağı PKK ile pazarlık meselesi haline getiriyor. Bunu ulus devletten, Ordu’dan ve milliyetçilikten nefret ettiği için yapıyor. Bunlar onun gözünde hayal ettiği Şeriatın en önemli engelleyicileri. Yolundaki bu engelleri temizlemek için Şeriatçı; bırakalım bölünmeyi onaylamayı, PKK ile aynı tavrı almayı, Şeytanla bile işbirliği yapmaktan kaçınmayacaktır. Nitekim yılların “büyük şeytan”ı ABD’nin desteği de bunların en önemli dayanağıdır.

Filistin’de de Türkiye’de de Şeriatçı aynı vatansızlık hastalığı ile tavır alıyor. Fakat bu hastalığın derdini çekenler ise sadece ezilen Türk ve Arap ulusları oluyor. Şeriat kuvvetleniyor ama vatan zayıflıyor. İşte denklemin kısa tarifi de bu…

Şeriatçının “namusu” ve bizim namusumuz

Hamas yedi yaşındaki kızları türbana sokarak bir zafer kazandığını düşünüyor. Hamas, kızları erkek öğretmenlerden ayırarak Filistin’in namusunu koruduğunu sanıyor. Evet; bunlar gerçekten de Hamas’ın en baştan beri hedefledikleri. Ve bugün Hamas bu hedeflerine ulaşmış durumda. Filistinli kız öğrencilerin türbana girdiği bir Şeriat rejimi var bugün orada ama artık Filistin diye bir vatan yok…

Türkiye’de ise günden güne Şeriatçılaşan, kadınların daha çok türbana sokulduğu, toplumsal hayattan soyutlandığı bir düzen var. Her geçen gün Türk toplumunun tüm kritik noktalarının imamların hakimiyetine girdiği bir siyasal ortam kuruldu. AKP ve onun hayata geçirmek istediği rejim kökleşiyor. Bu da AKP’nin zaferi… Ama AKP bu zaferi kazanırken Türk milletine ulusal bağımsızlığını ve vatanın bütünlüğünü kaybettiriyor. AKP’nin zaferi, Türk milletinin yenilgisini getiriyor. Bu yenilgi onun ön koşulu oluyor.

İşte Şeriatçılık batağının iki Müslüman ulusu, iki ezilen ulusu getirdiği nokta bu… Bir tarafta birilerinin delicesine peşinden koştuğu Ortaçağ özlemleri var, diğer tarafta da ulusların bağımsızlığı ve özgürlüğü. Şeriatçının karşımıza getirdiği kendi türbanlı, haremlik-selamlıklı namus anlayışı yükselirken ezilen ulusun varlığı ortadan kalkıyor, ulus parçalanıyor, esir ediliyor.

Bizim açımızdan vatansız bir namus olamayacağı açık. Onların namusu yedi yaşındaki kızları türbana sokmaktan ibaret. Bu çağdışı ve insanlığa sığmaz anlayışı topluma dayatmak onlar adına en namuslu tavır oluyor. Fakat ortada Filistin vatanını bırakmamak, Türkiye’nin Sevr’e gidişinin yollarını döşemek bu sonuca ulaşmanın tek yolu…

Vatanı savunmak dışında bir namus yok. Türbanlı ama vatansız bir ideolojiyi savunmak da olabilecek en büyük namussuzluk. Şeriatçılar biraz namuslu olsalardı kız çocuklarının peşini bırakıp, İsrail’le, PKK’yla ve ABD emperyalizmiyle uğraşırlardı.

Gerçek namus nerde mi? Tabii ki Atatürk’ün ve Arafat’ın vatan savunmasının laik cephesinde… Çünkü laikliğin olduğu yerde vatan da namus da var. Şeriatın olduğu yerde ise ikisi de yok. Kaya Ataberk