Ermeniler Hocalı’da bir gecede 700 kişiyi katletmişti. Sınırı açmak bu soykırımı kabullenmek demek.
Obama’nın hediyesi: Büyük Ermenistan
Obama TBMM’de yaptığı konuşmada Ermenistan’la sınır kapısını açmamız gerektiğini söylemişti. Amerikancı AKP iktidarı da talimatı anlamış ki, gerekeni yapmaya başladı.
Aslında AKP Ermenistan sınırını açmak için çoktandır çalışıyor. Dışişleri Eski Bakanı Yaşar Yakış’ın dediğine göre Türkiye ve Ermenistan heyetleri bu konuda 2007’den beri toplantılar düzenliyormuş.
Tabii AKP, Obama’nın gelişini fırsat bilip Ermenistan sınırının açılışını hızlandırmaya çalışıyor. Hazır tüm partiler ve gazeteler Obama’nın karşısında esas duruşa geçmişken, sınırı bu aralar açmak tam bir “yangından mal kaçırmak.”
“16 Nisan’da sınır açılıyor.” söylentisi yayıldı. Hatta ABD’de birkaç gazetede bu doğrultuda yazı çıktı. Basın yansıtmıyor ama, sınırın açılma olasılığının bile ortaya çıkması büyük tepkilere neden oldu. Anlaşılan AKP bu tepkiler nedeniyle cesaret edemedi. Şimdi Türk milletini ikna etmeye çalışıyorlar. Sınırın açılmasının ne kadar hayırlı olacağının propagandası yapılıyor.
Bir de biz inceleyelim dedik şu meseleyi. Amerikan ya da Ermeni gözüyle değil de, bir Türk gözüyle... Gerçekten de hayrımıza mı şu sınırın açılması?
O sınırı biz niye kapattık hatırlayan var mı?
Ermeni yayılmacılığının haritası
(Büyütmek için tıklayın)
Sınırı kapatmamıza neden olan Ermeni yayılmacılığının haritası Türkiye’deki siyah bölge: Ermenistan Anayasası’nda bahsi geçen Büyük Ermenistan. Ambargonun gerekçelerinden biri Ermenistan’ın bu yayılmacı istekleri. Azerbaycan’daki siyah bölge: Ermenistan işgali altındaki topraklar. Azerbaycan’daki yeşil sınırlı bölge: Sorunun kaynağı olarak gösterilen Karabağ bölgesi. Görüldüğü gibi Ermenistan yalnızca Karabağ’ı değil, o bölgenin üç katını işgal etmiş. Sınırın açılması Ermenistan’ın siyah bölgedeki işgalini ve yayılmacı isteklerini kabullenmek anlamına geliyor.
Hürriyet gazetesinde bir haber: “Ermenilerin yüzde 99’u sınır kapısının açılmasını istiyor.”
Gören de Türkiye-Ermenistan sınır kapısını iki ülke ortaklaşa bir karar alıp kapatmış sanır. Beyler, bırakın şu çarpıtmayı, o sınırı biz kapadık! Çünkü Ermenistan’a ambargo uyguluyoruz. Ve Ermenistan ambargodan büyük zarar görüyor. Tabii ki isterler sınırın açılmasını...
Bir de Star gazetesinde bir manşet: “Bir bardak suda fırtına.” Biz milliyetçiler aşırı tepki gösteriyormuşuz...
Peki o sınırın açılmasına karşı çıkmak gerçekten de “bir bardak suda fırtına koparmak” gibi aşırı bir tepki mi? Sınırın açılması o kadar önemsiz olsa herhalde Obama gelip TBMM’de gündeme getirmezdi. ABD konuya o kadar çok önem veriyor ki. Bakın, Medeniyetler İttifakı toplantısına o kadar ülke katıldı. Obama yalnızca iki ülkenin bakanıyla ortak bir toplantı yaptı: Türkiye ve Ermenistan...
Peki niye koyduk biz Ermenistan’a ambargoyu? Niye kapadık o sınırı?
Çünkü Ermenistan Azerbaycan’ı işgal etmişti. 1988 yılında başlayan işgal hareketi 1992’ye kadar sürdü. Azerbaycan’ın neredeyse dörtte biri işgal edildi. İşgal sırasında 20 bin Azerbaycan Türkü hayatını yitirdi. Hocalı, Ağdaban, Laçin, Kugark’ta “soykırım” yapıldı. Bu bölgelerde kadın-erkek, yaşlı-genç demeden bütün Türkler öldürüldü. 1 milyona yakın Türk göç etti.
Türkiye 1993’te bu işgalleri protesto ederek Ermenistan’a ambargo uygulamaya başladı. Sınırı kapadı.
Sınır kapısının açılması işte bu işgalin kabul edilmesi anlamına gelecek. Gerçi işbirlikçi basınımız olayı şöyle koyuyor: “Karabağ sorunu çözülürse sınır kapısı açılacak.” Halbuki Ermenistan işgali altında bulunan Azerbaycan toprakları Karabağ’
ın 3 katı büyüklüğünde... Kısacası Karabağ’la sınırlı bir sorun değil ortadaki. Biz Ermenistan’ın işgalciliğini protesto ediyoruz.
Ambargo yalnızca Azerbaycan’ı değil Türkiye’yi de koruyor
Çok önemli başka bir çarpıtma ise, o sınır kapısının Türkiye-Azerbaycan dostluğu için kapalı tutulduğudur. Doğru, sınırın kapanmasının en önemli nedeni Ermenistan’ın işgali. Ancak Türkiye’nin uyguladığı ambargonun resmi olarak iki gerekçesi daha var:
- Ermenistan’ın “Ermeni soykırımı” iddialarından vazgeçmemesi.
- Ermenistan’ın Türkiye’deki “Altı Vilayet” üzerindeki hak iddiaları.
Ermenistan’ın Anayasasında dahi sözde soykırım iddiaları yer alıyor. Tabii bu durumu asla kabul etmiyoruz.
Aynı şekilde Ermenistan, Türkiye’nin “Altı Vilayeti”nde Türkiye hakimiyetini kabul etmemekte, Türk işgali altında olduğunu iddia etmekte ve “Batı Ermenistan” olarak görmektedir. Üstelik bu iddialar 1995’teki “Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesi”nde resmen kabul etmiştir. Ve o Bildirge Ermenistan Anayasasının temelini oluşturur. Anlayacağınız topraklarımıza göz diktiğini Anayasasında bile açıkça ifade eden bir devletle karşı karşıyayız.
Tabii bu “altı” rakamı kimseyi yanıltmasın. “Altı Vilayet” (Vilayeti Sitte) Sevr Anlaşması’nda Ermenistan’a devredilmesi gereken vilayetler olarak geçmektedir. Osmanlı dönemi idari haritasına göre şu “altı” şehir kastedilmektedir:
Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Harput ve Sivas.
Bugünkü haritamıza göre ise bu “altı” vilayet aslında tam 23 ayrı ilimize denk düşmektedir:
Erzurum, Erzincan, Ağrı, Van, Hakkari, Bitlis, Muş, Şırnak, Batman, Siirt, Diyarbakır, Mardin, Elazığ, Tunceli, Malatya, Bingöl, Sivas, Amasya, Gümüşhane, Bayburt, Tokat ve Giresun’un Şebinkarahisar ilçesi!
Buna bir de Sevr Anlaşması sırasında zaten Ermenistan’a ait olduğu kabul edilen Kars vilayetini ekleyin. Yani bugünkü sınırlarla Artvin, Iğdır, Ardahan ve Kars... Oldu mu size 27 il!..
Kısacası Ermenistan bütün Doğu Anadolu’yu istiyor. Anlayacağınız Azerbaycan’ın “dörtte biri”ni işgal eden Ermenistan, bununla da yetinmiyor, Türkiye’nin de “dörtte biri”ne göz koyuyor.
Doğru, ambargo uygulanmaya başladığında Ermenistan’ın Türkiye üzerindeki yayılmacı isteklerinin kanıtı olan o “Bağımsızlık Bildirgesi” henüz ortada yoktu. Ancak Bildirge kabul edilince, Türkiye şiddetle protesto etti ve ambargonun resmi gerekçeleri arasına aldı.
Bu yüzden ambargo, yalnızca Ermenistan’ın Azerbaycan’daki saldırganlığını değil, Türkiye üzerindeki emellerini de protesto etmektedir.
Peki yıllar sonra, Ermenistan’ın topraklarımız üzerindeki emellerinde bir değişiklik var mıdır? Hayır!
Bakın, bayraklarında Ağrı Dağı hâlâ duruyor. Bir ülke, komşunun sınırlarındaki bir dağı, niye bayrağına koysun?
Ambargonun kaldırılması, Ermenistan’ın saldırganlığını ve yayılmacılığını kabullenmektir. Bunu kabullenen zihniyet, Ağrı Dağı’nın Ermenistan’da olmasını da kabullenir, sözde soykırım iddialarını da içine sindirir, ülkemizin doğusunun tamamen Ermenistan’a verilmesini de hoşgörür. Yeter ki Ermenistan’la dost olalım... Ve ABD’yi hoşnut edelim!
AKP Azerbaycan’a tuzak kurdu
AKP’nin sınırı açabileceğini açıklaması, Azerbaycan’ın çok sert tepkisine neden oldu. Aliyev, Obama’nın ziyareti sırasında düzenlenen Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmadı, hatta herhangi bir bakan ya da bürokratını da göndermedi. Bir tek gençlik sözcüsü sıfatıyla kızını gönderdi. Bu yalnızca Türkiye’yi değil, Obama’yı da protestoydu.
Üstelik Aliyev “Türkiye’ye doğalgaz satışını keseriz” açıklamasında da bulundu. Tepki göstermekte haklı. Çünkü AKP son 3 yıldır Azerbaycan ile Ermenistan’ın arasını yapmaya çalışıyor. Aslında bu “ara yapma” Azerbaycan’ı ikna etmeye dönüştü. Azerbaycan’dan Ermenistan’ın uzattığı “dostluk” elini tutması isteniyor.
Halbuki şunu örmek gerekiyor: Ermenistan tabii ki dostluk elini uzatır. Azerbaycan’ın dörtte birini zaten işgal etmişler. O el sıkıldığı anda işgal kabullenmiş olur. Tabii Azerbaycan bu oyuna gelmiyor. Ermenistan’la aynı masaya oturmayı bile kabul etmiyor.
Ancak AKP iktidarı o kadar işbirlikçi, o kadar Amerikancı ki, Ermenistan’ın Türkiye üzerindeki bütün o emellerini görmezden gelerek, sınırın açılışını Karabağ sorununa endeksliyor. O “sorun” çözülürse, kapı açılabilirmiş.
Diyelim ki Ermenistan yalnızca Karabağ’ı değil, işgal ettiği Azerbaycan topraklarının tümünü terk etti ve 1988 öncesi sınırlarına geri çekildi. Bu soykırım iddialarından vaz geçtiği anlamına mı gelecek? Doğu Anadolu’nun aslında kendi toprakları olduğu iddiasını, hatta bunu Anayasasına almayı bırakmış mı olacak?
Tabii ki hayır. Zaten Türkiye’nin böyle bir talebi de yok. Ne diyor Tayyip: “Karabağ sorunu çözülürse sınır kapısını açabiliriz.” Aslında Karabağ umurlarında falan değil. Bu kadar tepki olmasa o sınırı çoktan açmışlardı. Tayyip’in yarın öbür gün şöyle diyeceğinden emin olabilirsiniz: “Obama bize güvence verdi. ABD’nin sözüne mi güvenmeyeceğiz. Ermenistan geri adım atmasa da biz bu sınır kapısını açıyoruz.”
Ve bu durum gazetelere şöyle yansıyor: “Türkiye Ermenistan’la pazarlık yapıyor.” Halbuki ortada bir pazarlık falan yok. Ermenistan Karabağ’ın kendi toprakları olduğunu, bölgeden hiçbir koşul altında çekilmeyeceğini defalarca açıkladı. Ne AKP Ermenistan’ı ikna etmeye çalışıyor ne de Ermenistan AKP’
yi. Alan memnun satan memnun. Burada ikna edilmek istenen ülke aslında Azerbaycan. Ve, AKP’nin Ermenistan’la masaya oturmasının tek nedeni Azerbaycan’ı da masaya oturmaya ikna etmek.
Ermenistan sınırını açmak Azerbaycan sınırını kapamaktır
Aliyev’in protesto edip Türkiye’ye gelmemesi aslında çok akıllıca bir hareketti. Çünkü Aliyev’in katılmadığı o Medeniyetler İttifakı toplantısında Obama Türk ve Ermenistan Dışişleri bakanlarıyla bir araya geldi. Halbuki bizim Ermenistan’la diplomatik bir ilişkimiz de yok. Yani Ermenistan’ın dışişleri bakanıyla öyle bir araya gelip toplantı falan yapmamız gerekir. Ancak Obama bir emrivaki yapıp bu toplantıyı gerçekleştirdi.
Tabii AKP o toplantıya çoktan razı. Yeter ki Obama’ya yaransın. Anlayacağınız o emrivaki aslında Azerbaycan içindi. Demek ki AKP resmen Azerbaycan’a tuzak kurmuş. İyi ki Aliyev gelmemiş. AKP onu Ermenistan’la masaya oturtmak istiyormuş.
Aliyev’Tüm bunlar yetmezmiş gibibaşka bir vahim gelişme daha oldu. Azerbaycanlı gazeteciler sınır kapısının açılmasını protesto etmek için Türkiye’ye gelmek istedi. Uçakları Bakü’den kalktı, ancak Kars’a inişine izin verilmedi...
Gördünüz mü rezaleti! Dostluk-kardeşlik masallarıyla Ermenistan sınırının açılması gerektiğini söyleyenler, kadim dostumuz Azerbaycan’dan gelen Türk gazetecilerin ülkemize sokmuyor!
Gördünüz mü, Ermenistan’a ambargo kalktı. Azerbaycan’a ambargo başladı.
Ermeni girsin, Azerbaycan Türkü giremesin!..
Ermeniyle dost olacaksın, Azerbaycan Türküyle olmayacaksın!..
Ermenileri biz mi kurtaracağız? Ülkelerini çok seviyorlarsa, önce kendi ülkelerinde yaşasınlar
Bir başka büyük çarpıtma da Ermenistan’la ticaret konusunda yapıldı. Öyle bir tablo çiziliyor ki, sanki biz bu ambargo yüzünden büyük kayıplara uğruyoruz. Halbuki hiç de öyle değil. Diaspora Ermenilerinin zenginliği kimseyi yanıltmasın, Ermenistan dünyanın en yoksul ülkelerinden birisidir. Dağlık, çorak bir ülkedir. Ne sanayisi vardır ne maden zenginlikleri ne de doğru dürüst bir tarımı... Bebekleri açlıktan ölen nadir ülkelerdendir.
Ermeni diasporasının bu kadar büyük olmasının nedenlerinden biri de bu aslında. Parayı denkleştiren ya Rusya’ya kaçar ya Fransa’ya ya da ABD’ye...
2008’de Ermenistan nüfusu 3 milyon. 15 yıl önce ise 3.5 milyondu. Yüksek doğum oranlarına rağmen. Neden? Çünkü büyük oranda dış göç veriyorlar: Yıllık binde 5. Yani her sene her 200 Ermeniden biri ülkesini terk ediyor. Bu dünyanın en büyük oranlarından biri. Dünyada toplam 7 milyon Ermeni var. 4 milyonu, yani yarısından fazlası, kendi ülkesinde yaşamıyor. Madem o kadar milliyetçiler ve Ermenistan’ı seviyorlar, ülkelerinde yaşasınlar!
Bir de sanılmasın ki Ermenistan bütün komşularıyla gül gibi geçiniyor da bir tek bizimle sınırları kapalı.
Doğu komşuları Azerbaycan. Herhangi bir ilişkileri yok.
Kuzey komşuları Gürcistan. 90’ların başında onlarla da savaşmışlardı. Çok kısıtlı ticaretleri ve sıfıra yakın diplomatik ilişkileri var.
Batı komşuları zaten biziz.
Güney komşuları ise İran. Onlarla da çok iyi ilişkileri yok. Çünkü, Ermenistan katı bir Hıristiyan Şeriatıyla yönetiliyor. Gregoryan mezhebi hakim. Kendisi de Şeriatçı bir devlet olan İran, Ermenistan’la ilişkilerinde hep mesafeli duruyor. Ermenistan ise tek şansı olduğu için İran’la ilişkilerine önem veriyor. İran’la ticaretleri ise çok çok düşük. Yeni yeni doğalgaz almaya başladılar o kadar.
Denize kıyıları yok. Komşularıyla ilişkileri ortada. Anlayacağınız Ermenistan tamamen kuşatılmış halde. Sınırımızın açılması her şeyden önce nefes almalarını sağlayacaktır.
Ermeniler iki kilo domates alsın diye mi sınır açacağız?
Peki biz nefes alacak mıyız? Sınırın kapalı olmasının ticari açıdan bize bir zararı dokunuyor mu? İşbirlikçi basına göre, ambargo yüzünden büyük bir ticaret ortağından mahrum kalıyoruz. Aslında, 100 milyar dolar bile kar etsek Ermenistan’la ticaret yapmamak lazım. Türk düşmanlıkları, topraklarımız üzerindeki emelleri ortada.
Ama istesek de Ermenistan’ın bizimle yapabileceği bir ticaret yok. Toplam ticaret hacimleri ne dersiniz? Bütün ihracatları yıllık 1.2 milyar dolar. Çoğu da ABD, Fransa ve Almanya’ya. Yani diaspora Ermenilerine... O sınır kapısını açsak ne yararı olacak? Satacak bir şey üretemiyorlar. Bir şey satın alacak paraları da yok. Iğdır semt pazarına gelip iki kilo domates alabilirler, o kadar!
Ancak o kapıyı açmanın bize büyük mali kaybı olacak. Aliyev, sınır açılırsa Türkiye’yle ticaretlerini keseceğini duyurdu. Azerbaycan’la toplam ticaretimiz 4 milyar dolar. Ermenistan bütün ihracatını bizle yapsa bile, yani alacağı her şeyi bizden alsa bile, bu rakam 1.2 milyar dolar. Anlayacağınız Azerbaycan’la ticaretimizin “dörtte biri.”
Görüyor musunuz mantıksızlığı!
Ermenistan Azerbaycan’ın “dörtte biri”ni işgal ediyor. Türkiye’nin “dörtte biri”nde hak iddia ediyor. Ve tüm bunları görmezden gelip sırf ABD istedi diye sınırımızı açmayı planlıyoruz. Ve Ermenistan’la yapabileceğimiz maksimum ticaret, uğruna feda ettiğimiz Azerbaycan’la yaptığımızın “dörtte biri”...
Mantıklı mı sizce?
Amerikancılık propagandası için dolarlarla, teknik ekonomik terimlerle Türk milletinin gözünü boyayanlara sesleniyoruz: Haydi diyelim vatan, toprak, Türklük sizin için bir şey ifade etmiyor. En azından şu rakamları önünüze koyup bir düşünün. Sınır kapısını açmak gerçekten de (sizin deyiminizle) “rantable” yani karlı mı? Değer mi?
Amerikancılık akla zarar, ülkeye zarar...
Gördünüz mü Amerikancı AKP iktidarının şu ülkeye zararını? Öyle katıksız Türk düşmanı ki bu parti, yalnızca Türkiye’yi değil, Azerbaycan’ı da satıyor.
Amerikancılığın Türkiye’yi getirdiği noktadır bu. Son 10 yılımıza bir bakalım. ABD’yle stratejik ortaklık diye diye, “dostluk-kardeşlik” diye diye nelerden vazgeçildi?
Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleriyle bir ilişki kalmadı.
Batı Trakya Türkleri, Yunanistan’la dostluk politikası adına yalnız bırakıldı.
Kuzey Kıbrıs’ta Annan Planı’na teslim olundu ve KKTC kendi kaderine terk edildi.
Kuzey Irak’taki Türkmenler etnik temizliğe tabi tutuldu. Kürtler Kerkük’te Türk bırakmadı. ABD Telafer’de Türkmenl katliamı yaptı. AKP sesini çıkarmadı. Hatta Irak’taki Amerikan işgali desteklendi.
Ve bugün son olarak Azerbaycan’dan da vazgeçiyoruz.
Bu Türk düşmanı AKP iktidarı, bu Amerikancı zihniyet, sınırlarımızın ötesindeki Türkleri bir bir yurtsuz bıraktı.
Bu durum, ekonomik bir yıkımı da beraberinde getiriyor. Hatırlayalım. ABD istedi diye Körfez krizinden sonra Irak’a ambargo uyguladık. Kerkük-Yumurtalık Boru Hattını kapadık. Türk ekonomisine zararı 40 milyar dolar oldu.
Irak’a ambargo uygula, zarar et!
Ermenistan’a uyguladığın ambargoyu kaldır. Yine zarar et!..
Sırf ticari açıdan bile baksak, şu Amerikancılık ne kadar da zararlı...
Ve mantıksız.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de vatan toprağını satıyorlar...
Allah akıl fikir versin hepsine...
Bu kafayla bırakın ülke yönetmeyi, çay ocağı bile işletilmez.ÖZGÜR ERDEM
26 Nisan 2009 Pazar
. BOL MİKTARDA İLETELİM LÜTFEN...
AŞAĞIDAKİ YAZIYI BİR ORTAOKUL ÖĞRENCİSİ, OKULUNUN DUVAR GAZETESİNE
YAZMIŞ.
İNANILMAZ GUZEL VE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISI
İYİ DE YAPMIŞ.
Bu ülkede yasayan her insanin bağımsızlığını ve demokrasisini
borçlu olduğu
insan:
ATATÜRK...
Gençliğinde kot pantolon giyememiş.
Sevgilisinin elinden tutup
hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş...
Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak
şirketinin,
first class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş...
Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej
esliğinde
Mercedes'lerle gezememiş Anadolu'yu...
Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan
ayağında
spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş...
Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren
mini etekli
ponpon kızlar da yokmuş...
Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize
döktükten sonra
timsah yürüyüşü de yapmamışlar...
Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not
alacağı bir
cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde
bulunacakları
da cep telefonundan öğrenememiş!
Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks
çekemeden,
İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden
gitti ..
Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra
arabaya atlayıp
sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur
atamadı.
Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı.
Atatürk'e acıyorum...
Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir
dönemde dünyaya gel,
sonra değerini bilmeyip tek kadınla evlilik sistemini
getir. Aaaah ah...
Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip, içip rock yapmak,
babasının mersedesini alıp söyle bir Emirgan turu çekmek dururken...
Bunları yapmadı Atatürk...
Keyif çatmadı...
Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...
ISTE ONUN IÇIN BÜYÜK ADAMDI ATATÜRK HER FIRSAT ELINDE VARDI. O ISE
SADECE
BU MILLETIN BAGIMSIZLIGINI ISTEDI.
BÜTÜN SUÇU
2 KADEH RAKI IÇMEKTI
O KADAR.....
YAZMIŞ.
İNANILMAZ GUZEL VE FARKLI BİR BAKIŞ AÇISI
İYİ DE YAPMIŞ.
Bu ülkede yasayan her insanin bağımsızlığını ve demokrasisini
borçlu olduğu
insan:
ATATÜRK...
Gençliğinde kot pantolon giyememiş.
Sevgilisinin elinden tutup
hasılat rekorları kiran bir sinema filmine gidememiş...
Padişah ona Trablusgarp Cephesi'nde görev verdiğinde, lüks uçak
şirketinin,
first class koltuğunda viskisini yudumlayarak görev yerine gidememiş...
Halkına bağımsızlık fikrini anlatabilmek için kortej
esliğinde
Mercedes'lerle gezememiş Anadolu'yu...
Kurtuluş hareketini başlatmak için 19 Mayıs'ta Samsun'a ayak basan
ayağında
spor ayakkabısı ya da kovboy çizmesi yokmuş...
Kazandığı her savaştan sonra savaş sahasına fırlayıp moral veren
mini etekli
ponpon kızlar da yokmuş...
Tarih kitaplarına bakılırsa, Yunanlıları İzmir'den denize
döktükten sonra
timsah yürüyüşü de yapmamışlar...
Ülkesinde yapacağı devrimleri, unutmamak için not
alacağı bir
cep bilgisayarı olmadığı gibi, kendisine suikast girişiminde
bulunacakları
da cep telefonundan öğrenememiş!
Atatürk için üzülüyorum. Dağ gibi adam, bir radyo programına faks
çekemeden,
İsmet Pasa için Safiye Ayla'dan bir istek parçası isteyemeden
gitti ..
Lozan Zaferi'nden sonra veya Cumhuriyet'in ilanından sonra
arabaya atlayıp
sabahlara kadar korna çalıp, elinde bayraklarla sokaklarda tur
atamadı.
Evinin balkonuna çıkıp, bir şarjör mermiyi havaya sıkamadı.
Atatürk'e acıyorum...
Sen kalk, dört kadınla evlenebileceğin bir
dönemde dünyaya gel,
sonra değerini bilmeyip tek kadınla evlilik sistemini
getir. Aaaah ah...
Çılgın diskolara gitmek, sabahlara kadar içip, içip rock yapmak,
babasının mersedesini alıp söyle bir Emirgan turu çekmek dururken...
Bunları yapmadı Atatürk...
Keyif çatmadı...
Tüm hayatini ülkesinin kurtuluşuna ve uygarlaşmasına harcadı...
ISTE ONUN IÇIN BÜYÜK ADAMDI ATATÜRK HER FIRSAT ELINDE VARDI. O ISE
SADECE
BU MILLETIN BAGIMSIZLIGINI ISTEDI.
BÜTÜN SUÇU
2 KADEH RAKI IÇMEKTI
O KADAR.....
ATATÜRKÜN YAVERİNDEN BİR ANI !....
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı.
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp;
- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabisi misin? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden
gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da...Benim iki oğlum gâvurharbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mihtara anlatinca, o da bana bilet aliverip saldi Angaraya. Giceleyingeldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agsamdan belli böyle kendimi ordanoraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü
sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O biz im vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri d olu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden
belliydi. Bana dönerek;
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanimizdir... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte
aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Pasa yani Atatürk işte karsında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere
fırlatıp sp;Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana
hediyegetirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
-'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.
( 'Ananı da al git' deyip, bir anlamda vatandaşa küfredenler var artık
zamanımızda )
Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.'
Bu yazıyı okurken duygulanan veya ağlayanlar varsa, hala umut var
demektir.
Ortada dolaşan saçma sapan elektronik postaları 10 kişiye yollamak
yerine, bu tür yazıları herkese yollars ak belki Atamızın değeri daha çok
anlaşılır. Belki bazıları da vatandaşla nasıl konuşulacağını daha iyi anlar...
Acaba kendisini 2 kilo şekere, 5 kilo kömüre satan, bugünkü Türk insanına
mı benziyor bu NİNEM..
Yada ülkeyi babalar gibi satan siyasilere benziyor mu, ATAM...
Ne dersiniz? ...
Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine.
Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp;
- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabisi misin? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin
malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden
gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da...Benim iki oğlum gâvurharbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mihtara anlatinca, o da bana bilet aliverip saldi Angaraya. Giceleyingeldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agsamdan belli böyle kendimi ordanoraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü
sertleşti.
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O biz im vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk'ün gözleri d olu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden
belliydi. Bana dönerek;
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanimizdir... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte
aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Pasa yani Atatürk işte karsında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere
fırlatıp sp;Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu.
İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana
hediyegetirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
-'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.
( 'Ananı da al git' deyip, bir anlamda vatandaşa küfredenler var artık
zamanımızda )
Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.'
Bu yazıyı okurken duygulanan veya ağlayanlar varsa, hala umut var
demektir.
Ortada dolaşan saçma sapan elektronik postaları 10 kişiye yollamak
yerine, bu tür yazıları herkese yollars ak belki Atamızın değeri daha çok
anlaşılır. Belki bazıları da vatandaşla nasıl konuşulacağını daha iyi anlar...
Acaba kendisini 2 kilo şekere, 5 kilo kömüre satan, bugünkü Türk insanına
mı benziyor bu NİNEM..
Yada ülkeyi babalar gibi satan siyasilere benziyor mu, ATAM...
Ne dersiniz? ...
23 Nisan 2009 Perşembe
TÜRKSOLU Geleneği
Türkiye'nin bağımsızlığının ve Türk halkının kültürünün ve tarihsel mirasının her türden liberal saldırının hedefi olduğu şu günlerde Türk Solu’nun da bu saldırılardan nasibini alması kadar doğal bir şey yok. Türk Solu geleneğini ve liberallerde bir kâbus halini almış değerlerini yaratan devrimci önderlerin hiçbiri bugün yaşamıyor. Daha da kötüsü onların yarattıkları veya yaratmaya çalıştıkları mücadele araçları da ortada yok. Ama açıkça görüyoruz ki, emperyalizme direnişin adı hala “çağa ayak uyduramayan Türk solculuğu”. Halkçılığın, emekçi mücadelesinin adı hâlâ Türk Solu. Bunun sebebi Türkiye coğrafyasına yönelik her sömürgecilik saldırısına karşı direnmiş bir Türk Solu geleneği yaratılmış olması. Bu gelenek, halkla birlikte hareket edebilmenin yollarını bulduğu ve belirleyici zaferler kazandığı içindir ki halk bugün yeniden devrimci Türk Solu’nu arıyor.
Gemileri Yakmak Putları Kırmak
Türkiye, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin tahakkümünde yokoluşa doğru gidiyordu. Emperyalist saldırganlığa karşı yerel direnişin ötesinde kimse Batıya direnilebileceğini, Batının yenilebileceğini, Batının sömürgecilik değerlerinin karşısında halkçı değerlerin yaratılabileceğini düşünmüyordu. Bu düşüncesizliğin kaynağında ise Osmanlı “ilericiliğinin”, aydınlarının Batıyla sınırlı paradigmaları vardı. Ve bunun yanında bir kardeş gibi onları besleyen gericiliğin ve hayalperestliğin ölü toprağı. Bu koşullarda emperyalist saldırganla başa çıkmak yalnız ona karşı silah kuşanacak cesarete sahip olmakla sınırlı olamazdı. Aynı zamanda Batı sömürgeciliğinin yarattığı tüm tabuları da yıkacak, putları kıracak, zavallılığın karşısında “ulusu hakim kılacak” bir devrimci bilinç gerekiyordu.
Biz bunu Mustafa Kemal Atatürk’te bulduk. Atatürk’ün bütün eyleminin, her türden geriye dönüş, davadan kaçış ihtimalini ortadan kaldıran gözü kara bir tutarlılıkta olduğunu görürüz. Atatürk yaşamı boyunca hapse atılmış bir öğrenci, sürgüne gönderilmiş asker, tüm rütbelerini söküp atacak idealist ve gerektiğinde tüm bir hareketin iradesini üzerinde toplayabilecek bir savaşçı olarak bilindi. Batı uyduculuğunun merkezi olmuş İstanbul’dan, artık oradan başlatılabilecek bir hareket olmadığı ve zafer olmaksızın geri dönüşün de olamayacağı gerçeğiyle ayrıldı. Böylece geldiği gemiyi de yakmış oldu.
Tek yürek Kuvayı MilliyeMustafa Kemal’in yarattığı Kuvayı Milliye Osmanlı’nın mevcut idare ve siyaset mekanizmasının dışında, ona tabi ve borçlu olmayan bir kuvvettir. Askeri ayrı, meclisi ayrı, mahkemesi ayrı değil. Tek yürek Kuvayı Milliye! Her şey birleşik ve her şey vatan için, halk için. Böyle bir anlayış yaratıldı. Halkın dışında bir siyaset mekanizması aramadan, onun dışında yasalara sarmalanmış bir demokrasi hayal etmeden zafere yürümüş bir harekettir Kuvayı Milliye. Kuvayı Milliye sadece akılların algılayabileceği, gözle görülür, elle duyulur bir olgu değildir halk için. O aynı zamanda bir inanç meselesidir. Vicdan işidir. Bu yüzden bugün Kuvayı Milliye’yi göremezsiniz ama sömürücüler için o hâlâ bir “kabus”tur. Yeniden dirileceği umulan ve beklenen ve tedbir alınan bir davadır.
Milli bir kuvvet oluşturmak ne zafer öncesi ne de zaferden sonra hayallerle veya zorlamalarla olacak bir iş değildir. Bu tarihi özümsemiş ve maddi gerçeğin bilincine varmış devrimci aydının temel sorunudur. Başta gelen ödev, kendine yabancılaşmış bir toplumun özüne döndürülmesi işidir. Bu da zorun her çeşidini görmüş halka karşı bazen bir öğretmen, bazen bir öğrenci gibi yaklaşmadan başarılabilecek bir iş değildir. Kendisini aşağı gören, yüzyıllarca aşağılanmış, en ilericisinin bile kendini Batının kuklası veya maşası olmaktan öte görevlendiremedği bir topluma halk veya millet adını vermek mümkün değilidir. Halk, devrimci aydının gözünde daima güçlü olması gereken, güçlü tutulması gereken bir kavramdır. Bu yüzden halka Batının gözlüğüyle yaklaşan, onu aşağılayan her türlü “ilericiliğin” tabularını yıkmak gerekiyordu. Ve onu karanlık bir zindanda kötürüm bırakan gericiliğin de. Bu yüzden Mustafa Kemal halifeliği ve sultanlığı kaldırırken de, 19. yüzyıl “ilericileri”nin taptığı anayasaya “paçavradır” derken de aynı cesaretle hareket ediyordu.
Atatürk, Batıcılığın her türlüsünü şiddetle reddetti. İlericilikle Batıcılığın bağdaşamayacağını ortaya koydu. Bu putları kırarken, belki de bilmeden, yüzyıllar öncesinde Şeyh Bedreddin’in de takip etiği bir Doğu geleneğini sürdürüyordu. O, kendi eğitim gördüğü kurumlar da dahil o güne kadar tartışılmazlığı kabul edilen bütün kitapları nehre atmaktan ve kendini ve kültürünü yeniden öğrenmeye başlamaktan çekinmedi. Bugün putlarına hararetle sarılmış aydın taslaklarını gördükçe Atatürk’ün aydınlığını daha fazla anlıyoruz.
Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler bugün de sol için temel mücadele konularıdır. Sömürgecilik saldırısıyla aşağılanan onun milliyetçiliğidir. Özelleştirme saldırısıyla yıkılan onun devletçiliğidir. IMF politikalarıyla üzerine çullanılan onun halkçılığıdır. Gericilik saldırısıyla yok edilmek istenen onun laikliğidir. Sahte bir Atatürkçülükle halktan saklanan onun devrimciliğidir. Sonuçta ortadan kaldırılmış olan onun kurduğu cumhuriyettir.
Atatürk, mücadeleci, devrimci ve gerçekten aydın bilinciyle ileride ülkesine yönelik yeni saldırılar ve tehditler olduğunda da direnecek ve savaşacak Türk Solu’nun benliğine kazınmış oldu. Türkiye'de ondan öğrenmeden hareket edebileceğini düşünen sol, halktan değil de “kitaptan” öğrenen soldur.
Hapislikte Kuvayı Milliye
Mustafa Kemal’in ve Kuvayı Milliye’nin neden yalnız ve yalnız solun mücadele geleneği içinde canlanabildiğini en iyi Nazım Hikmet açıklar. Bugün Türk Solu’nun halkla paylaşabildiği en güzel değerleri yaratan bir ozan. Ve yalnız onun dilinde bulabiliyoruz Kuvayı Milliye’nin destanlaşabilmesini. Emperyalizme karşı ezilenlerin mücadelesinin içinde olmak dışında başka bir şekilde de mümkün değil böyle bir şey.
Hapislikte Kuvayı MilliyeO yüzden Nazım Hikmet hapiste olduğu koşullarda dahi, hem de Mustafa Kemal’in cumhuriyetinde esaretinin ve halkının esaretinin gerçek sorumlularını gözden kaçıracak bir sol anlayışa sahip değildi. İlerleyen yıllarda sistemin efendileri devrimlerin bittiğini, Kuvayı Milliye’nin yalnız tarih kitaplarına özgü olduğunu -hatta oraya bile ait olmadığını- iddia ederken ve burjuva çıkarları uğruna Batının kucağına koşarken ve açıkça Atatürk’e saldırırken Nazım Hikmet hala ya sürgünde ya hapis. Ve hâlâ Kuvayı Milliyeci ve hâlâ sosyalist. Yani Batılı vatanseverlerin gözünde “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala”.
Onu halkı için ve Türk Solu için bu kadar vazgeçilmez hale getiren şey ise onun sosyalistliği Kuvayı Milliyecilikle birleştiren, yani gerçek temellerine oturtan tarihsel bir adım atmış olmasıdır. Kendisinin en büyük eserim dediği Memleketimden İnsan Manzaraları, solun mücadeleci karakteri ile hapislikte yazılmış ve çağına ait, halkın ihtiyaç duyduğu tüm bilgi birikimini büyük bir sorumlulukla aktaran gerçekten büyük bir eser. İşte orada emperyalizm, işbirlikçileri ve bunun karşısında “ellerini toprağa basıp ağır ağır” doğrulacak halk ve destanlaşan Kuvayı Milliye tüm değerleriyle apaçık ortada. Ve Nazım’ın yapıtlarında “vıcık vıcık yağlı elleriyle” ülkeyi Batıya peşkeş çeken burjuvalar, Menderesler ve yine onun yapıtlarında hürriyet kavgası için safları sıklaştıracak gençler bulunabilir.
Nazım Hikmet’in diliyle yazılmış herşey Türk dilinin en güzel örnekleridir. Nazım Hikmet artık halkla aynı dili paylaşabilecek bir ilericiliğin, solculuğun militanıdır. Onu yine Türk devriminin özleşme, Batıcı yabancılaşmadan kurtulma çabasında en önlere taşıyan bu özelliğidir. Yasak olsa da kulaktan kulağa, elden ele, halkın dilinde aktarılabilir, anlaşılabilir, anlatılabilir. Nazım Hikmet kendisi bir mücadeleci olduğu gibi, halka ulaşmada Türk devrimcisinin bir mücadele silahıdır da.
“Türk Milleti Dikatörlüğe Paydos Dedi”
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin, ülke sorunlarına duyarlı olmaya zorladığı üniversitenin, bağımsızlığın korunmasıyla görevlendirdiği Ordu’nun Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı harekete geçmiş olması Türk Solu için en önemli tarihsel anların başında gelir. 27 Mayıs işte tam da Nazım Hikmet’in dizelerinde vatansızlığı tescillenmiş Batıcılığa karşı “hürriyet kavgasıdır”.
27 Mayıs, halkın mücadele geleneğinin bu kez iş işten geçmeden, meydanlara taşınmasıdır. Cumhuriyet’in yarattığı temel kuvvetler bağımsızlığın elden gitmesine, halkçılığın yerini tümden diktatörlüğe bırakmasına direnmişler, gençlik, aydınlar ve ordu diktatörlüğe paydos demiştir.
Ancak 27 Mayıs, hareketinde ne kadar haklı, Batı işbirlikçisi iktidarı alaşağı etmesinde ne kadar güçlü, Cumhuriyet’in yarattığı kuvvet birikimine ve Cumhuriyet geleneğine dayandığı için ne kadar devrimci olursa olsun halkın problemlerini çözmekte yetersiz kalmıştır. Bunun temelinde yatan neden Batı uşaklığına ve işbirlikçilerine karşı halkla beraber hareket ediyor oluşuna karşın, Atatürk’ün ölümü sonrası cumhuriyetçiliğe hakim olan Batılılaşma anlayışından kopamamasıdır. Bu yüzden çözümler anayasacılıkta, reformculukta aranırken, NATO’dan kopulamamış, ve DP’nin haleflerine ve gericilere kozlar verilmiştir. Sanılır ki özgürlüğü sağlayan anayasadır. Oysa 27 Mayıs sonrası özgürlüğün kaynağını, Batıcı diktatörlüğe direnen halk ittifakında aramak gerekir. Yoksa anayasaların ne kadar kolay değişebildiği ve görmezden gelinebildiği Türk Solu için bilinen bir derstir. Bu anayasacılık ve reformculuk 27 Mayıs’a Cumhuriyet’ten değil daha çok Tanzimatçılığın aydın hastalıklarından, Batıcılığından kalmıştır. Tüm bunlara karşın 27 Mayıs’ı bu temel eleştirilerle de olsa Türk Solu’nun tarihsel mirası içine katan şey, onun dayanağı olan temel referansların Türk devrimciliği ve Atatürkçülükten kaynaklanmasıdır.
Türk Solu’nun 27 Mayıs’ın bu hatalarını görerek ve eleştirerek gerçek Atatürkçülük, yeniden Kuvayı Milliye davası içinde, Batıdan topyekün kopuş görevine işaret ederek güçlü bir antiemperyalist mücadeleye önderlik etmesinde Doğan Avcıoğlu eşsiz bir öğretmen olmuştur.
Türkiye’nin yaşadığı büyük sorunların, toplumsal ve tarihsel temeline inerek ve kökten, devrimci dönüşümlerle, anti-emperyalist mücadele içinde halledilebileceğini ısrarla ortaya koymuştur. 27 Mayıs’ın anayasacılığını bu açıdan eleştirmiş, 27 Mayıs öncesi çok partili parlamentarizme dikkat çekerek bunun çok partili Batıcı bir faşizmden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Parlamentarizm yerine kuvvetler birliğine dayalı Kuvayı Milliyeciliği öne çıkartır. Onun parlamentarizm uyarıları büyük ses getirmiştir. Bu uyarılar bugün de Türk Solu için halkı oyalamaya ve sindirmeye yönelik Batıcı parlamenter oyunların teşhirinde önemli bir mirastır.
YönDoğan Avcıoğlu, Atatürkçülüğün sahte biçimlerinden ayrılıp, halk içinde ifade etttiği Kuvayı Milliyeci özün dikkate alınmasına işaret etmiş, Batıcılığın ölü toprağını atarak onun ezilen ulus milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte sosyalizmi de ithal ve taklit hastalığından arındırarak Türkiye’de ulusal mücadele açısından yorumlar. Böylece Doğan Avcıoğlu ve onun Türkiye'nin en nitelikli aydın birikimiyle beraber çıkardığı Yön dergisi geniş halk kesimlerinin sosyalizmle tanışmasına, daha doğru ve gerçekçi bir kavrayışa ulaşmasına imkan vermiştir.
Doğan Avcıoğlu, tüm bunları örgütlü bir hale getirip, devrimci fikirlerin ülke siyasetine doğrudan müdahele edebilecek bir kuvvete ulaşmasına olanak sağlamıştır.
Yorulmak bilmez bir çalışma içerisinde Atatürk’ün özleşme davasına büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu eserlerle bugün Türkiye’nin toplumsal yapısı, düzeni ve siyaseti üzerine söylenecek her sözde mutlaka bir payı olmuştur. Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel yapısı üzerine Avcıoğlu’nun söylediklerinin üzerine tek bir katkı yapmadan ukalalık yapanların ise giderek solu bir hayaller ve fanteziler dünyasına hapsettiklerini görüyoruz. Oysa sol herşeyden önce tarihsel materyalizmdir ve gölgelerle savaşmaz. Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin ve emperyalizmin gerçeğinin kavranması için önemli bir teorik miras bırakmıştır. Avcıoğlu gerçeklerle mücadele etmenin bedelini ödeyenlerdendir.
Emekçilerin Birliği
Mehmet Ali Aybar60'lı yıllarla beraber, Doğan Avcıoğlu’nun da gösterdiği gibi Türkiye’nin toplumsal yapısında ciddi çelişkilerin de olduğu ortaya çıkıyordu. Bir yandan daha Atatürk yaşarken ona karşı liberal ideolojiyle muhalefete ve imtiyaz isteklerine başlayan, Atatürk öldükten sonra ise tümden bir Cumhuriyet yıkıcılığına varacak biçimde Batılılaşmış bir sermaye sınıfı. Diğer yandan ise Cumhuriyet’in yarattığı kamusal birikimle gelişmekle beraber, 50’ler sonrası iktisat politikalarının sonucu olarak da kitleseeşmiş bir işçi sınıfı ve emekçi kesimler. 1963’te kurulan Türkiye İşçi Partisi ve onun mücadelesi, ulusal bağımsızlığın sermayeden kopmadan ve emekçi mücadelesi olmadan gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını hem Türk Solu’na hem de halkın geniş kesimlerine öğretmiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin ilk Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, TİP’i kurmaya karar veren işçi sınıfı temsilcilerinin güvenerek görev teklif ettiği bir aydın olması açısından önemlidir. Onun fikirlerini değerli kılan ve TİP’in hızla örgütlenmesine imkan veren şey yine onun sosyalizm fikriyle beraber ısrarla ulusal bağımsızlık, ulusa özgü mücadele, ve Kuvayı Milliye fikirlerini işlemiş TİPolmasıdır. Bu sayede TİP kentlerde ve köylerde hızla taraftar topladı, emekçi kesimlerin yanı sıra aydınları ve öğrencileri de kendine çekti. TİP’le beraber emekçiler parlamentoya girebildiler. Elbette sermayenin Batıya endeksli çıkarlarını parlamentodan bastırabilmenin imkanı yoktu ama, emekçilerin mücadelesi bu sayede halka yansıyabildi. Bu sayede başta ABD işbirlikçiliği olmak üzere Türk halkının üzerinde oynanan parlamenter oyunlar gözler önüne serilebildi. 60’ların parlamentosunda Türkiye’nin çıkarları yalnızca 27 Mayıs’çı Milli Birlik senatörleri ve TİP tarafından dile getirilebildi.
Daha sonra TİP ortadan kaldırılsa da onu yaratan emekçi mücadelesi artık Türkiye’de belirleyici bir güç olarak ele alınmak durumundaydı.
“Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”
Tüm bir döneme damgasına vuran ise 27 Mayıs’ın yaratılmasında da temel güç olan gençliğin antiemperyalist mücadelesidir. Türkiye'nin bağımsızlığına yönelik saldırılar arttıkça giderek yığınsallaşan gençlik eylemleri Türk Solu’nun tarihsel mirasının en önemli köşe taşlarındandır.
Türk gençliği, köklü bir devrimin, ulusal mücadeleler sonucu kazanılmış bir devrimin ve bağımsızlığın yarattığı inatçı köklerin, emperyalistler tarafından kolay bir şekilde sökülüp atılamayacağını göstermiştir. Gençlik her meydana çıkışında emperyalist düşman, onun işbirlikçileri ve toplumsal kökenleri hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyor, yığınsal eylemler ardında bilinçli, örgütçü ve lider gençler bırakıyordu.
DenizDeniz Gezmiş, şüphesiz, bütün varlığıyla kendini ülkesinin bağımsızlık mücadelesine vermiş bu gençlerin başındadır. Daha sonra idamında da görüleceği gibi Deniz Gezmiş emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından yalnızca asi bir genç olarak kabul edilmiyordu. Deniz Gezmiş aynı zamanda emperyalist çıkarların saldırdığı vatandaki mücadele geleneğinin bir mirasçısıdır. Bu yüzden ondan tüm bir Cumhuriyet tarihinin hesabı soruldu. Ondan ve o dönem ikinci kurtuluş savaşı için mücadele etmiş tüm diğer gençlerden. Her bir gencin canı cumhuriyetin devrimci mirasının hesap sorduğu gericilerin hesabına sayıldı. Bu yüzden şiddet tırmandırıldı. Gençlere tuzaklar kuruldu ve bağımsızlıktan bahseden herkesin öldürülmesi hesaplandı.
İdam sehpasına yürüyen Deniz Gezmiş için kendini bile bile ölüme götüren Mahir Çayan ve arkadaşları da bu hesapların sonucu yaşamlarını yitirdiler. Onların fikirlerine, yaptıklarına bakıldığında açıkça ortaya çıkan şey onların uluslarının bağımsızlığı ve halkının refahı dışında bir hesaplarının olmadığıdır. Bu yüzden en adi hesaplar ve tuzaklar onlar için yapılmıştır.
Bu tuzaklar sonucu 60’ların başındaki ordu, gençlik ve Atatürkçü aydınların birlikteliği bozulmuş, ardından Türkiye tarihinin en gerici koalisyonlarıyla, açıkça Atatürk düşmanlığını dile getiren parlamenterleriyle Türkiye adım adım Batının sömürgesi pozisyonuna getirilmeye çalışılmıştır. Bu hesaplar arasında binlerce Türk vatandaşı yaşamına kaybetmiştir.
Cesaretle Yürüyenler
Bağımsız TürkiyeTüm olarak bakıldığında Türkiye’nin çok partili Batıcı diktatörlükler döneminde geriliğe hapsedilme hesaplarının Türk Solu’nun devrimci kayalarına çarptığı görülmelidir. Zafer görünüşte emperyalistlerindir. Ancak Türk solu bu dönemde asla susmayarak ve direnerek altından değerli bir tarihsel birikim yaratmıştır. Doğal olarak vatan emperyalistlerin değildir ve bu tarihsel birikimden filizlenecekse yeniden devrimcilik filizlenecektir.
Gerek Yön’cüler, gerek Deniz’ler ve gerekse Türkiye İşçi Partisi bu dönemde önemli hatalar yaptılar. Öyle ki bu hatalar çoğunlukla onların hayatlarına mal olmuştur, uğrunda ölebildikleri devrimin gerilemesine yol açmıştır ve nefret ettikleri emperyalistlerin geçici de olsa kazanmasına imkan vermiştir. Bu hataların en önemlisi onların belli bir noktada halktan uzaklaşarak kendi cesaretlerine veya bilinçlerine güvenerek adımlar atmaları; TİP için de onun parlamenter mücadeleyi halkçı mücadelenin önüne çıkarması olarak kısaca değerlendirilebilir. Türk Solu, cesaretle yürüdüğü gibi cesaretle eleştirilmelidir. Çünkü edinilen her deneyim nice acılar ile edinilmiştir. Ancak eleştiri ne olursa olsun emperyalistlere karşı verilen kavga haklıdır ve aynı cesaretle sahiplenilmelidir.
Atatürkçülük: İşkence Tezgahından Bombalı Saldırıya
60’lardan 80’lere doğru gidildiğinde, Türkiye önemli bir dönüşüm sürecinin acılarını çekmekteydi. Türkiye, tarihinin en gerici ve Atatürk düşmanı koalisyonlarının idaresindeyken ülke içinde halk birbirine kırdırılmaktaydı. Önemli bir noktanın altını çizmeli: Bu döneme girilirken ülkenin en değerli Atatürkçü aydınları ve solcu gençler işkence tezgahlarından geçirilmektedirler.
Aziz NesinElbetteki saldırganlığa direniş o boyutta güçlüydü. Gerek emekçi mücadelesi gerekse gençlik bu yılların siyasetine damgalarını vurdular. Ancak ortaya konulan tuzaklar 60'lardaki gibi ideolojik ve tarihsel temelleri sağlam bir toplumsal hareket ve ittifak yaratılmasına el vermedi. Bu dönemi niteleyen şey daha çok bir ideolojisizlik ve kargaşa, Türkiye dışındaki modellerin taklidinin getirdiği çiğliktir. Bunda elbette ki en büyük etken devrimci gençlik önderlerinin daha 60’ların sonunda ortadan kaldırılması, aydınların büyük baskılar altına alınmasıdır. Dönemin sonunda bilindiği gibi Cumhuriyet’in kurduğu üniversiteler bile anarşist ilan edilerek kapatılmaktadır.
1980 bir dönüm noktasıdır. Bu andan sonra artık Türkiye tümden Batının ve piyasacılığın uydusu haline getirilirken, gericilik hiç olmadığı kadar güçlendirilirken, 12 Mart’ta işkence tezgahlarıyla tanışmış Atatürkçü aydınlar da bu sefer bombalı saldırılarla tanışacaklardır.
Uğur Mumcu ve Aziz Nesin mücadeleleriyle bu dönemi karakterize eden Türk Solu’nun yorulmak bilmez temsilcileridir.
Aziz Nesin halkın diliyle siyaset yapan Cumhuriyet geleneğinin en büyük aydınlarından biriydi kuşkusuz. Daha 40’lardan itibaren Batıcı işbirlikçiliği, gericiliği, halk düşmanlığını ve halkın sırtındaki sermayeyi “makaraya saran” Aziz Nesin tamamına şahit olduğu mücadele geleneği içinde hem sosyalizmi hem de gerçek Cumhuriyet aydınlığını halka sevdiren, sol açısından eşsiz bir kaynaktı. O, ülkesinin mazlumlar tarihinin büyük bir şahidiydi ve ona karşı Türkiye tarihinin en büyük gerici kışkırtmalarından biri yapıldı. Aziz Nesin öldürülemedi belki ama, ona yönelik Sivas katliamı 33 aydınımızın canını alarak Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı büyük bir provokasyona dönüştü. Ve tarih şahittir ki dönemin parlamenter koalisyonu bunu yalnızca izledi. Belli ki zevkle izledi. Ardından sermaye medyasıyla beraber gericilerin ne kadar saldırısı olursa olsun Aziz Nesin aydınlığı sönmedi.
Uğur MumcuUğur Mumcu da Türkiye halkının mücadele tarihinin şahitlerinden biriydi. Uğur Mumcu’da 60’ların gençliğinden geliyordu. Bir yandan gerçek Atatürkçülüğü sahtelerinden ayırmakta temel bir görev edindi ve 12 Eylül karanlığına karşı, onun öncesinde ve sonrasındaki hain oyunlara karşı herkesin kafasını açtı, diğer yandan ülkeyi gericiliğin ve bölünmenin eşiğine getiren ilişkileri sorguladı. Uğur Mumcu tarihinin gerçek bir şahididir. Türk Solu’nun, Atatürkçülüğü ve sosyalizmin Türkiye'ye özgü mücadelesini bu şahitlik içinde halkına aktarma görevini edindi. Uğur Mumcu da gerçek bir Kuvayı Milliyeciye yakışır şekilde düşmanının bombalı saldırısıyla öldürüldü.
Türk Gençliğinin Sabrı Taştı
Gelinen noktada artık Türk halkının kaybedecek hiçbir şeyi yok. 1920’lerde “hakimiyeti yalnızca halka vermek” parolasıyla yola çıkan Atatürk’ün halkın direnişinden yarattığı Kuvayı Milliye yerini Batı uyduculuğuna bıraktı. Halkçılık ve devletçilik perspektifi yerine sermayenin ve IMF’nin piyasacı hegemonyası kondu. Cumhuriyet ilericiliğinin yerine her türden gericilik peydah oldu.
Diğer yandan halkın mücadele ve hakkını arama kültürü olan Türk Solu’nun bütün devrimcileri ortadan kaldırıldı, baskı altına alındı.
Uğur Mumcuların ve diğer Atatürkçü aydınlarımızın katledilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Onlar için yürüyen milyonlarca insanla beraber Türk gençliğinin de yeniden mücadele bayrağını yükseltmesine yol açtı.
Bu yüzden gençliğin bir manifesto ortaya koyarak “Cumhuriyet Bize Emanet” demesi, arkasından yurt çapında binlerce genci örgütleyecek bir hareketi ortaya koyması şaşırtıcı olmamalı. Yalnızca Türk gençliği için değil tüm Türk halkı için Türk Solu’nun devrimci mirası ışığında mücadele etmek mümkün.
İleri dergisi böyle bir mücadele örgütlenmesi yaratılması için bir ilk adım olmuştu. İleri’de bağımsızlık, demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel ve toplumsal temellerinin ortaya konması, mevcut Batıcı siyasal rejimin tüm güncel siyasetiyle devrimci eleştirisi, bunun yerine konacak gerçek Atatürkçülük ve Kuvayı Milliye iktidarının ortaya konması bir ihtiyaçtı. Atatürkçü, ilerici ve devrimci gençlerle, Türkiye’nin aydın birikimini bu amaçlarla buluşturan derginin önemli bir tarihsel görevi yerine getirdiğine inanıyoruz. Öyle ki bu sayede Türk Solu’nun devrimci tarihinden çıkan sonuçları bir program haline getirebiliyoruz. Türkiye’nin aydınlarının ve gençliğinin bir araya gelmesini gerçek bir Kuvayı Milliye için temel önemde görüyoruz. Ancak elbette bu daha yolun başı.
Böyle bir tarihsel geçmiş neden Batıcı liberallerin bugün Türk halkına, Türk milliyetçiliğine ve Türk Solu’na saldırma gereği duyduğunu açıklıyor. Bu bize zevk ve ümit vermeli. Yoksulluğumuz bu kadar korkutuyorsa, zenginliğimiz bunları ne hale getirecektir!
Türk Solu devrimci bir gelenektir. Bugün Türk halkının Batıyla uzlaşmaz çıkarlarını temsil eden, işbirlikçi
Gemileri Yakmak Putları Kırmak
Türkiye, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde emperyalizmin tahakkümünde yokoluşa doğru gidiyordu. Emperyalist saldırganlığa karşı yerel direnişin ötesinde kimse Batıya direnilebileceğini, Batının yenilebileceğini, Batının sömürgecilik değerlerinin karşısında halkçı değerlerin yaratılabileceğini düşünmüyordu. Bu düşüncesizliğin kaynağında ise Osmanlı “ilericiliğinin”, aydınlarının Batıyla sınırlı paradigmaları vardı. Ve bunun yanında bir kardeş gibi onları besleyen gericiliğin ve hayalperestliğin ölü toprağı. Bu koşullarda emperyalist saldırganla başa çıkmak yalnız ona karşı silah kuşanacak cesarete sahip olmakla sınırlı olamazdı. Aynı zamanda Batı sömürgeciliğinin yarattığı tüm tabuları da yıkacak, putları kıracak, zavallılığın karşısında “ulusu hakim kılacak” bir devrimci bilinç gerekiyordu.
Biz bunu Mustafa Kemal Atatürk’te bulduk. Atatürk’ün bütün eyleminin, her türden geriye dönüş, davadan kaçış ihtimalini ortadan kaldıran gözü kara bir tutarlılıkta olduğunu görürüz. Atatürk yaşamı boyunca hapse atılmış bir öğrenci, sürgüne gönderilmiş asker, tüm rütbelerini söküp atacak idealist ve gerektiğinde tüm bir hareketin iradesini üzerinde toplayabilecek bir savaşçı olarak bilindi. Batı uyduculuğunun merkezi olmuş İstanbul’dan, artık oradan başlatılabilecek bir hareket olmadığı ve zafer olmaksızın geri dönüşün de olamayacağı gerçeğiyle ayrıldı. Böylece geldiği gemiyi de yakmış oldu.
Tek yürek Kuvayı MilliyeMustafa Kemal’in yarattığı Kuvayı Milliye Osmanlı’nın mevcut idare ve siyaset mekanizmasının dışında, ona tabi ve borçlu olmayan bir kuvvettir. Askeri ayrı, meclisi ayrı, mahkemesi ayrı değil. Tek yürek Kuvayı Milliye! Her şey birleşik ve her şey vatan için, halk için. Böyle bir anlayış yaratıldı. Halkın dışında bir siyaset mekanizması aramadan, onun dışında yasalara sarmalanmış bir demokrasi hayal etmeden zafere yürümüş bir harekettir Kuvayı Milliye. Kuvayı Milliye sadece akılların algılayabileceği, gözle görülür, elle duyulur bir olgu değildir halk için. O aynı zamanda bir inanç meselesidir. Vicdan işidir. Bu yüzden bugün Kuvayı Milliye’yi göremezsiniz ama sömürücüler için o hâlâ bir “kabus”tur. Yeniden dirileceği umulan ve beklenen ve tedbir alınan bir davadır.
Milli bir kuvvet oluşturmak ne zafer öncesi ne de zaferden sonra hayallerle veya zorlamalarla olacak bir iş değildir. Bu tarihi özümsemiş ve maddi gerçeğin bilincine varmış devrimci aydının temel sorunudur. Başta gelen ödev, kendine yabancılaşmış bir toplumun özüne döndürülmesi işidir. Bu da zorun her çeşidini görmüş halka karşı bazen bir öğretmen, bazen bir öğrenci gibi yaklaşmadan başarılabilecek bir iş değildir. Kendisini aşağı gören, yüzyıllarca aşağılanmış, en ilericisinin bile kendini Batının kuklası veya maşası olmaktan öte görevlendiremedği bir topluma halk veya millet adını vermek mümkün değilidir. Halk, devrimci aydının gözünde daima güçlü olması gereken, güçlü tutulması gereken bir kavramdır. Bu yüzden halka Batının gözlüğüyle yaklaşan, onu aşağılayan her türlü “ilericiliğin” tabularını yıkmak gerekiyordu. Ve onu karanlık bir zindanda kötürüm bırakan gericiliğin de. Bu yüzden Mustafa Kemal halifeliği ve sultanlığı kaldırırken de, 19. yüzyıl “ilericileri”nin taptığı anayasaya “paçavradır” derken de aynı cesaretle hareket ediyordu.
Atatürk, Batıcılığın her türlüsünü şiddetle reddetti. İlericilikle Batıcılığın bağdaşamayacağını ortaya koydu. Bu putları kırarken, belki de bilmeden, yüzyıllar öncesinde Şeyh Bedreddin’in de takip etiği bir Doğu geleneğini sürdürüyordu. O, kendi eğitim gördüğü kurumlar da dahil o güne kadar tartışılmazlığı kabul edilen bütün kitapları nehre atmaktan ve kendini ve kültürünü yeniden öğrenmeye başlamaktan çekinmedi. Bugün putlarına hararetle sarılmış aydın taslaklarını gördükçe Atatürk’ün aydınlığını daha fazla anlıyoruz.
Atatürk’ün ortaya koyduğu ilkeler bugün de sol için temel mücadele konularıdır. Sömürgecilik saldırısıyla aşağılanan onun milliyetçiliğidir. Özelleştirme saldırısıyla yıkılan onun devletçiliğidir. IMF politikalarıyla üzerine çullanılan onun halkçılığıdır. Gericilik saldırısıyla yok edilmek istenen onun laikliğidir. Sahte bir Atatürkçülükle halktan saklanan onun devrimciliğidir. Sonuçta ortadan kaldırılmış olan onun kurduğu cumhuriyettir.
Atatürk, mücadeleci, devrimci ve gerçekten aydın bilinciyle ileride ülkesine yönelik yeni saldırılar ve tehditler olduğunda da direnecek ve savaşacak Türk Solu’nun benliğine kazınmış oldu. Türkiye'de ondan öğrenmeden hareket edebileceğini düşünen sol, halktan değil de “kitaptan” öğrenen soldur.
Hapislikte Kuvayı Milliye
Mustafa Kemal’in ve Kuvayı Milliye’nin neden yalnız ve yalnız solun mücadele geleneği içinde canlanabildiğini en iyi Nazım Hikmet açıklar. Bugün Türk Solu’nun halkla paylaşabildiği en güzel değerleri yaratan bir ozan. Ve yalnız onun dilinde bulabiliyoruz Kuvayı Milliye’nin destanlaşabilmesini. Emperyalizme karşı ezilenlerin mücadelesinin içinde olmak dışında başka bir şekilde de mümkün değil böyle bir şey.
Hapislikte Kuvayı MilliyeO yüzden Nazım Hikmet hapiste olduğu koşullarda dahi, hem de Mustafa Kemal’in cumhuriyetinde esaretinin ve halkının esaretinin gerçek sorumlularını gözden kaçıracak bir sol anlayışa sahip değildi. İlerleyen yıllarda sistemin efendileri devrimlerin bittiğini, Kuvayı Milliye’nin yalnız tarih kitaplarına özgü olduğunu -hatta oraya bile ait olmadığını- iddia ederken ve burjuva çıkarları uğruna Batının kucağına koşarken ve açıkça Atatürk’e saldırırken Nazım Hikmet hala ya sürgünde ya hapis. Ve hâlâ Kuvayı Milliyeci ve hâlâ sosyalist. Yani Batılı vatanseverlerin gözünde “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala”.
Onu halkı için ve Türk Solu için bu kadar vazgeçilmez hale getiren şey ise onun sosyalistliği Kuvayı Milliyecilikle birleştiren, yani gerçek temellerine oturtan tarihsel bir adım atmış olmasıdır. Kendisinin en büyük eserim dediği Memleketimden İnsan Manzaraları, solun mücadeleci karakteri ile hapislikte yazılmış ve çağına ait, halkın ihtiyaç duyduğu tüm bilgi birikimini büyük bir sorumlulukla aktaran gerçekten büyük bir eser. İşte orada emperyalizm, işbirlikçileri ve bunun karşısında “ellerini toprağa basıp ağır ağır” doğrulacak halk ve destanlaşan Kuvayı Milliye tüm değerleriyle apaçık ortada. Ve Nazım’ın yapıtlarında “vıcık vıcık yağlı elleriyle” ülkeyi Batıya peşkeş çeken burjuvalar, Menderesler ve yine onun yapıtlarında hürriyet kavgası için safları sıklaştıracak gençler bulunabilir.
Nazım Hikmet’in diliyle yazılmış herşey Türk dilinin en güzel örnekleridir. Nazım Hikmet artık halkla aynı dili paylaşabilecek bir ilericiliğin, solculuğun militanıdır. Onu yine Türk devriminin özleşme, Batıcı yabancılaşmadan kurtulma çabasında en önlere taşıyan bu özelliğidir. Yasak olsa da kulaktan kulağa, elden ele, halkın dilinde aktarılabilir, anlaşılabilir, anlatılabilir. Nazım Hikmet kendisi bir mücadeleci olduğu gibi, halka ulaşmada Türk devrimcisinin bir mücadele silahıdır da.
“Türk Milleti Dikatörlüğe Paydos Dedi”
Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençlerin, ülke sorunlarına duyarlı olmaya zorladığı üniversitenin, bağımsızlığın korunmasıyla görevlendirdiği Ordu’nun Amerikancı Bayar-Menderes diktatörlüğüne karşı harekete geçmiş olması Türk Solu için en önemli tarihsel anların başında gelir. 27 Mayıs işte tam da Nazım Hikmet’in dizelerinde vatansızlığı tescillenmiş Batıcılığa karşı “hürriyet kavgasıdır”.
27 Mayıs, halkın mücadele geleneğinin bu kez iş işten geçmeden, meydanlara taşınmasıdır. Cumhuriyet’in yarattığı temel kuvvetler bağımsızlığın elden gitmesine, halkçılığın yerini tümden diktatörlüğe bırakmasına direnmişler, gençlik, aydınlar ve ordu diktatörlüğe paydos demiştir.
Ancak 27 Mayıs, hareketinde ne kadar haklı, Batı işbirlikçisi iktidarı alaşağı etmesinde ne kadar güçlü, Cumhuriyet’in yarattığı kuvvet birikimine ve Cumhuriyet geleneğine dayandığı için ne kadar devrimci olursa olsun halkın problemlerini çözmekte yetersiz kalmıştır. Bunun temelinde yatan neden Batı uşaklığına ve işbirlikçilerine karşı halkla beraber hareket ediyor oluşuna karşın, Atatürk’ün ölümü sonrası cumhuriyetçiliğe hakim olan Batılılaşma anlayışından kopamamasıdır. Bu yüzden çözümler anayasacılıkta, reformculukta aranırken, NATO’dan kopulamamış, ve DP’nin haleflerine ve gericilere kozlar verilmiştir. Sanılır ki özgürlüğü sağlayan anayasadır. Oysa 27 Mayıs sonrası özgürlüğün kaynağını, Batıcı diktatörlüğe direnen halk ittifakında aramak gerekir. Yoksa anayasaların ne kadar kolay değişebildiği ve görmezden gelinebildiği Türk Solu için bilinen bir derstir. Bu anayasacılık ve reformculuk 27 Mayıs’a Cumhuriyet’ten değil daha çok Tanzimatçılığın aydın hastalıklarından, Batıcılığından kalmıştır. Tüm bunlara karşın 27 Mayıs’ı bu temel eleştirilerle de olsa Türk Solu’nun tarihsel mirası içine katan şey, onun dayanağı olan temel referansların Türk devrimciliği ve Atatürkçülükten kaynaklanmasıdır.
Türk Solu’nun 27 Mayıs’ın bu hatalarını görerek ve eleştirerek gerçek Atatürkçülük, yeniden Kuvayı Milliye davası içinde, Batıdan topyekün kopuş görevine işaret ederek güçlü bir antiemperyalist mücadeleye önderlik etmesinde Doğan Avcıoğlu eşsiz bir öğretmen olmuştur.
Türkiye’nin yaşadığı büyük sorunların, toplumsal ve tarihsel temeline inerek ve kökten, devrimci dönüşümlerle, anti-emperyalist mücadele içinde halledilebileceğini ısrarla ortaya koymuştur. 27 Mayıs’ın anayasacılığını bu açıdan eleştirmiş, 27 Mayıs öncesi çok partili parlamentarizme dikkat çekerek bunun çok partili Batıcı bir faşizmden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Parlamentarizm yerine kuvvetler birliğine dayalı Kuvayı Milliyeciliği öne çıkartır. Onun parlamentarizm uyarıları büyük ses getirmiştir. Bu uyarılar bugün de Türk Solu için halkı oyalamaya ve sindirmeye yönelik Batıcı parlamenter oyunların teşhirinde önemli bir mirastır.
YönDoğan Avcıoğlu, Atatürkçülüğün sahte biçimlerinden ayrılıp, halk içinde ifade etttiği Kuvayı Milliyeci özün dikkate alınmasına işaret etmiş, Batıcılığın ölü toprağını atarak onun ezilen ulus milliyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte sosyalizmi de ithal ve taklit hastalığından arındırarak Türkiye’de ulusal mücadele açısından yorumlar. Böylece Doğan Avcıoğlu ve onun Türkiye'nin en nitelikli aydın birikimiyle beraber çıkardığı Yön dergisi geniş halk kesimlerinin sosyalizmle tanışmasına, daha doğru ve gerçekçi bir kavrayışa ulaşmasına imkan vermiştir.
Doğan Avcıoğlu, tüm bunları örgütlü bir hale getirip, devrimci fikirlerin ülke siyasetine doğrudan müdahele edebilecek bir kuvvete ulaşmasına olanak sağlamıştır.
Yorulmak bilmez bir çalışma içerisinde Atatürk’ün özleşme davasına büyük önem vermiş ve ortaya koyduğu eserlerle bugün Türkiye’nin toplumsal yapısı, düzeni ve siyaseti üzerine söylenecek her sözde mutlaka bir payı olmuştur. Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel yapısı üzerine Avcıoğlu’nun söylediklerinin üzerine tek bir katkı yapmadan ukalalık yapanların ise giderek solu bir hayaller ve fanteziler dünyasına hapsettiklerini görüyoruz. Oysa sol herşeyden önce tarihsel materyalizmdir ve gölgelerle savaşmaz. Doğan Avcıoğlu Türkiye'nin ve emperyalizmin gerçeğinin kavranması için önemli bir teorik miras bırakmıştır. Avcıoğlu gerçeklerle mücadele etmenin bedelini ödeyenlerdendir.
Emekçilerin Birliği
Mehmet Ali Aybar60'lı yıllarla beraber, Doğan Avcıoğlu’nun da gösterdiği gibi Türkiye’nin toplumsal yapısında ciddi çelişkilerin de olduğu ortaya çıkıyordu. Bir yandan daha Atatürk yaşarken ona karşı liberal ideolojiyle muhalefete ve imtiyaz isteklerine başlayan, Atatürk öldükten sonra ise tümden bir Cumhuriyet yıkıcılığına varacak biçimde Batılılaşmış bir sermaye sınıfı. Diğer yandan ise Cumhuriyet’in yarattığı kamusal birikimle gelişmekle beraber, 50’ler sonrası iktisat politikalarının sonucu olarak da kitleseeşmiş bir işçi sınıfı ve emekçi kesimler. 1963’te kurulan Türkiye İşçi Partisi ve onun mücadelesi, ulusal bağımsızlığın sermayeden kopmadan ve emekçi mücadelesi olmadan gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını hem Türk Solu’na hem de halkın geniş kesimlerine öğretmiştir.
Türkiye İşçi Partisi’nin ilk Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, TİP’i kurmaya karar veren işçi sınıfı temsilcilerinin güvenerek görev teklif ettiği bir aydın olması açısından önemlidir. Onun fikirlerini değerli kılan ve TİP’in hızla örgütlenmesine imkan veren şey yine onun sosyalizm fikriyle beraber ısrarla ulusal bağımsızlık, ulusa özgü mücadele, ve Kuvayı Milliye fikirlerini işlemiş TİPolmasıdır. Bu sayede TİP kentlerde ve köylerde hızla taraftar topladı, emekçi kesimlerin yanı sıra aydınları ve öğrencileri de kendine çekti. TİP’le beraber emekçiler parlamentoya girebildiler. Elbette sermayenin Batıya endeksli çıkarlarını parlamentodan bastırabilmenin imkanı yoktu ama, emekçilerin mücadelesi bu sayede halka yansıyabildi. Bu sayede başta ABD işbirlikçiliği olmak üzere Türk halkının üzerinde oynanan parlamenter oyunlar gözler önüne serilebildi. 60’ların parlamentosunda Türkiye’nin çıkarları yalnızca 27 Mayıs’çı Milli Birlik senatörleri ve TİP tarafından dile getirilebildi.
Daha sonra TİP ortadan kaldırılsa da onu yaratan emekçi mücadelesi artık Türkiye’de belirleyici bir güç olarak ele alınmak durumundaydı.
“Bağımsızlık Uğruna Al Kanlara Boyandık”
Tüm bir döneme damgasına vuran ise 27 Mayıs’ın yaratılmasında da temel güç olan gençliğin antiemperyalist mücadelesidir. Türkiye'nin bağımsızlığına yönelik saldırılar arttıkça giderek yığınsallaşan gençlik eylemleri Türk Solu’nun tarihsel mirasının en önemli köşe taşlarındandır.
Türk gençliği, köklü bir devrimin, ulusal mücadeleler sonucu kazanılmış bir devrimin ve bağımsızlığın yarattığı inatçı köklerin, emperyalistler tarafından kolay bir şekilde sökülüp atılamayacağını göstermiştir. Gençlik her meydana çıkışında emperyalist düşman, onun işbirlikçileri ve toplumsal kökenleri hakkında daha fazla bilgi sahibi oluyor, yığınsal eylemler ardında bilinçli, örgütçü ve lider gençler bırakıyordu.
DenizDeniz Gezmiş, şüphesiz, bütün varlığıyla kendini ülkesinin bağımsızlık mücadelesine vermiş bu gençlerin başındadır. Daha sonra idamında da görüleceği gibi Deniz Gezmiş emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından yalnızca asi bir genç olarak kabul edilmiyordu. Deniz Gezmiş aynı zamanda emperyalist çıkarların saldırdığı vatandaki mücadele geleneğinin bir mirasçısıdır. Bu yüzden ondan tüm bir Cumhuriyet tarihinin hesabı soruldu. Ondan ve o dönem ikinci kurtuluş savaşı için mücadele etmiş tüm diğer gençlerden. Her bir gencin canı cumhuriyetin devrimci mirasının hesap sorduğu gericilerin hesabına sayıldı. Bu yüzden şiddet tırmandırıldı. Gençlere tuzaklar kuruldu ve bağımsızlıktan bahseden herkesin öldürülmesi hesaplandı.
İdam sehpasına yürüyen Deniz Gezmiş için kendini bile bile ölüme götüren Mahir Çayan ve arkadaşları da bu hesapların sonucu yaşamlarını yitirdiler. Onların fikirlerine, yaptıklarına bakıldığında açıkça ortaya çıkan şey onların uluslarının bağımsızlığı ve halkının refahı dışında bir hesaplarının olmadığıdır. Bu yüzden en adi hesaplar ve tuzaklar onlar için yapılmıştır.
Bu tuzaklar sonucu 60’ların başındaki ordu, gençlik ve Atatürkçü aydınların birlikteliği bozulmuş, ardından Türkiye tarihinin en gerici koalisyonlarıyla, açıkça Atatürk düşmanlığını dile getiren parlamenterleriyle Türkiye adım adım Batının sömürgesi pozisyonuna getirilmeye çalışılmıştır. Bu hesaplar arasında binlerce Türk vatandaşı yaşamına kaybetmiştir.
Cesaretle Yürüyenler
Bağımsız TürkiyeTüm olarak bakıldığında Türkiye’nin çok partili Batıcı diktatörlükler döneminde geriliğe hapsedilme hesaplarının Türk Solu’nun devrimci kayalarına çarptığı görülmelidir. Zafer görünüşte emperyalistlerindir. Ancak Türk solu bu dönemde asla susmayarak ve direnerek altından değerli bir tarihsel birikim yaratmıştır. Doğal olarak vatan emperyalistlerin değildir ve bu tarihsel birikimden filizlenecekse yeniden devrimcilik filizlenecektir.
Gerek Yön’cüler, gerek Deniz’ler ve gerekse Türkiye İşçi Partisi bu dönemde önemli hatalar yaptılar. Öyle ki bu hatalar çoğunlukla onların hayatlarına mal olmuştur, uğrunda ölebildikleri devrimin gerilemesine yol açmıştır ve nefret ettikleri emperyalistlerin geçici de olsa kazanmasına imkan vermiştir. Bu hataların en önemlisi onların belli bir noktada halktan uzaklaşarak kendi cesaretlerine veya bilinçlerine güvenerek adımlar atmaları; TİP için de onun parlamenter mücadeleyi halkçı mücadelenin önüne çıkarması olarak kısaca değerlendirilebilir. Türk Solu, cesaretle yürüdüğü gibi cesaretle eleştirilmelidir. Çünkü edinilen her deneyim nice acılar ile edinilmiştir. Ancak eleştiri ne olursa olsun emperyalistlere karşı verilen kavga haklıdır ve aynı cesaretle sahiplenilmelidir.
Atatürkçülük: İşkence Tezgahından Bombalı Saldırıya
60’lardan 80’lere doğru gidildiğinde, Türkiye önemli bir dönüşüm sürecinin acılarını çekmekteydi. Türkiye, tarihinin en gerici ve Atatürk düşmanı koalisyonlarının idaresindeyken ülke içinde halk birbirine kırdırılmaktaydı. Önemli bir noktanın altını çizmeli: Bu döneme girilirken ülkenin en değerli Atatürkçü aydınları ve solcu gençler işkence tezgahlarından geçirilmektedirler.
Aziz NesinElbetteki saldırganlığa direniş o boyutta güçlüydü. Gerek emekçi mücadelesi gerekse gençlik bu yılların siyasetine damgalarını vurdular. Ancak ortaya konulan tuzaklar 60'lardaki gibi ideolojik ve tarihsel temelleri sağlam bir toplumsal hareket ve ittifak yaratılmasına el vermedi. Bu dönemi niteleyen şey daha çok bir ideolojisizlik ve kargaşa, Türkiye dışındaki modellerin taklidinin getirdiği çiğliktir. Bunda elbette ki en büyük etken devrimci gençlik önderlerinin daha 60’ların sonunda ortadan kaldırılması, aydınların büyük baskılar altına alınmasıdır. Dönemin sonunda bilindiği gibi Cumhuriyet’in kurduğu üniversiteler bile anarşist ilan edilerek kapatılmaktadır.
1980 bir dönüm noktasıdır. Bu andan sonra artık Türkiye tümden Batının ve piyasacılığın uydusu haline getirilirken, gericilik hiç olmadığı kadar güçlendirilirken, 12 Mart’ta işkence tezgahlarıyla tanışmış Atatürkçü aydınlar da bu sefer bombalı saldırılarla tanışacaklardır.
Uğur Mumcu ve Aziz Nesin mücadeleleriyle bu dönemi karakterize eden Türk Solu’nun yorulmak bilmez temsilcileridir.
Aziz Nesin halkın diliyle siyaset yapan Cumhuriyet geleneğinin en büyük aydınlarından biriydi kuşkusuz. Daha 40’lardan itibaren Batıcı işbirlikçiliği, gericiliği, halk düşmanlığını ve halkın sırtındaki sermayeyi “makaraya saran” Aziz Nesin tamamına şahit olduğu mücadele geleneği içinde hem sosyalizmi hem de gerçek Cumhuriyet aydınlığını halka sevdiren, sol açısından eşsiz bir kaynaktı. O, ülkesinin mazlumlar tarihinin büyük bir şahidiydi ve ona karşı Türkiye tarihinin en büyük gerici kışkırtmalarından biri yapıldı. Aziz Nesin öldürülemedi belki ama, ona yönelik Sivas katliamı 33 aydınımızın canını alarak Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı büyük bir provokasyona dönüştü. Ve tarih şahittir ki dönemin parlamenter koalisyonu bunu yalnızca izledi. Belli ki zevkle izledi. Ardından sermaye medyasıyla beraber gericilerin ne kadar saldırısı olursa olsun Aziz Nesin aydınlığı sönmedi.
Uğur MumcuUğur Mumcu da Türkiye halkının mücadele tarihinin şahitlerinden biriydi. Uğur Mumcu’da 60’ların gençliğinden geliyordu. Bir yandan gerçek Atatürkçülüğü sahtelerinden ayırmakta temel bir görev edindi ve 12 Eylül karanlığına karşı, onun öncesinde ve sonrasındaki hain oyunlara karşı herkesin kafasını açtı, diğer yandan ülkeyi gericiliğin ve bölünmenin eşiğine getiren ilişkileri sorguladı. Uğur Mumcu tarihinin gerçek bir şahididir. Türk Solu’nun, Atatürkçülüğü ve sosyalizmin Türkiye'ye özgü mücadelesini bu şahitlik içinde halkına aktarma görevini edindi. Uğur Mumcu da gerçek bir Kuvayı Milliyeciye yakışır şekilde düşmanının bombalı saldırısıyla öldürüldü.
Türk Gençliğinin Sabrı Taştı
Gelinen noktada artık Türk halkının kaybedecek hiçbir şeyi yok. 1920’lerde “hakimiyeti yalnızca halka vermek” parolasıyla yola çıkan Atatürk’ün halkın direnişinden yarattığı Kuvayı Milliye yerini Batı uyduculuğuna bıraktı. Halkçılık ve devletçilik perspektifi yerine sermayenin ve IMF’nin piyasacı hegemonyası kondu. Cumhuriyet ilericiliğinin yerine her türden gericilik peydah oldu.
Diğer yandan halkın mücadele ve hakkını arama kültürü olan Türk Solu’nun bütün devrimcileri ortadan kaldırıldı, baskı altına alındı.
Uğur Mumcuların ve diğer Atatürkçü aydınlarımızın katledilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Onlar için yürüyen milyonlarca insanla beraber Türk gençliğinin de yeniden mücadele bayrağını yükseltmesine yol açtı.
Bu yüzden gençliğin bir manifesto ortaya koyarak “Cumhuriyet Bize Emanet” demesi, arkasından yurt çapında binlerce genci örgütleyecek bir hareketi ortaya koyması şaşırtıcı olmamalı. Yalnızca Türk gençliği için değil tüm Türk halkı için Türk Solu’nun devrimci mirası ışığında mücadele etmek mümkün.
İleri dergisi böyle bir mücadele örgütlenmesi yaratılması için bir ilk adım olmuştu. İleri’de bağımsızlık, demokrasi ve laiklik mücadelesinin tarihsel ve toplumsal temellerinin ortaya konması, mevcut Batıcı siyasal rejimin tüm güncel siyasetiyle devrimci eleştirisi, bunun yerine konacak gerçek Atatürkçülük ve Kuvayı Milliye iktidarının ortaya konması bir ihtiyaçtı. Atatürkçü, ilerici ve devrimci gençlerle, Türkiye’nin aydın birikimini bu amaçlarla buluşturan derginin önemli bir tarihsel görevi yerine getirdiğine inanıyoruz. Öyle ki bu sayede Türk Solu’nun devrimci tarihinden çıkan sonuçları bir program haline getirebiliyoruz. Türkiye’nin aydınlarının ve gençliğinin bir araya gelmesini gerçek bir Kuvayı Milliye için temel önemde görüyoruz. Ancak elbette bu daha yolun başı.
Böyle bir tarihsel geçmiş neden Batıcı liberallerin bugün Türk halkına, Türk milliyetçiliğine ve Türk Solu’na saldırma gereği duyduğunu açıklıyor. Bu bize zevk ve ümit vermeli. Yoksulluğumuz bu kadar korkutuyorsa, zenginliğimiz bunları ne hale getirecektir!
Türk Solu devrimci bir gelenektir. Bugün Türk halkının Batıyla uzlaşmaz çıkarlarını temsil eden, işbirlikçi
Sevr’siz, emperyalizmsiz Kürt meselesi
Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un yıllık değerlendirme toplantısı artık TSK’nın da Kürt meselesinde Amerikan planına teslim olduğunu gösteriyor. Konuşmanın Obama’nın Türkiye ziyaretinin hemen ardından yapılması ise son derece anlamlı; Obama gelmiş ve birileri hizaya girmiştir...
İlker Başbuğ’un konuşması, tıpkı bundan önce yaptığı konuşma gibi yanlışlarla dolu. Daha önceki konuşma metninde olduğu gibi bol bol yabancı yazarlara gönderme var, ama bu Başbuğ’un entellektüel birikimini değil tam tersine kısırlığını gösteriyor. Çünkü önemli olan çok okumak değil okuduklarından bir sentez üretebilmektir. Başbuğ ise maalesef bunu başaramamış.
Başbuğ’un en büyük yanılgısı bölücü teröre ve terör örgütüne yönelik saptamaları. Başbuğ PKK’nın 1994’e kadar ideolojik bir örgüt olduğunu bu tarihten sonra ise etnik bir örgüte dönüştüğünü söylüyor.
Doğru gibi duran bu tespitin çok önemli bir tehlikesi var. PKK kuruluşunda Marksist-Leninist söylemleri ağır basan bir örgüttü doğru, 1994’ten sonra ise Marksist-Leninist ideolojiyi tümüyle terk etti. Fakat PKK kurulduğunda da etnik temelli bir örgüttü. Nitekim Türk devleti ve TSK da PKK’yı en başından beri bölücü bir terör örgütü olarak değerlendiriyor ve onu aşırı sol örgütlerin yanına koymuyor.
PKK’nın kimliği üzerine bu tespit son derece önemli çünkü asıl mesele şu ki bu bölücü terör örgütünü kimler kurdu, kimler destekliyor?
Başbuğ’un büyük bir maharetle yanıtlamadığı bu sorular aslında bizim sorunumuzu ortaya koyuyor. Başbuğ bölücü terörden, teröristten, hatta terör örgütünün dış bağlantılarından söz ediyor ama nedense bu örgütün niçin ortaya çıktığını açıklamıyor.
Hatta daha vahimini yapıyor, Şeyh Sait Ayaklanması ve diğer bölücü Kürt ayaklanmalarının tarihine eğiliyor ve bu ayaklanmaların nedenleri arasında da memurların Kürtlere kötü davranışını gösteriyor. Bir yerde “dış dinamikler ve kışkırtmalar” da ayaklanma sebebi olarak sayılıyor ama ayaklanmanın kesinlikle etnik ayaklanma olmadığını belirtiyor.
Görüldügü gibi Kürt meselesi üzerinde önemli bir tahrifat yapıyor Başbuğ.
En baştan başlayalım, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, hatta tam kuruluş sırasındaki ayaklanmalar tümüyle dış kaynaklıdır, Başbuğ’un dediği gibi dış başlantılı değil!
Nitekim Şeyh Sait Ayaklanmasını İngiliz devletinin tertiplediği, bunun gerisinde ise Musul Meselesi olduğu bilinmektedir. Ancak bu bir yorum değildir, çünkü bu ayaklanmanın liderleri yakalanmış, yargılanmış, yargılanma safhasında da arkalarındaki İngiliz desteği ortaya çıkmıştır.
Kaldı ki dönemin İngiliz, Fransız, Rus ve Amerikan belgeleri de ayaklanmayı İngilizlerin tertiplediğini ortaya koymaktadır.
Hadi diyelim Başbuğ, Reymond Aron okumaktan fırsat bulup bunları okuyamadı ama en azından Genelkurmay Başkanlığı’nın Güneydoğu’daki isyanlarla ilgili kendi kitabını okusaydı. Genelkurmay o dönemki ayaklanmaları tümüyle dışarıdan tertiplenen ayaklanma olarak görmektedir.
Ama Başbuğ elbette tarihteki İngilizleri korumak için yapmıyor bunu. Asıl önemli olan PKK’nın arkasındaki gücü korumak. O nedenle terörle ilgili konuşmasının hiçbir yerinde Amerika lafı geçmiyor, PKK’ya dış destek veren ülkeler geçmiyor!
PKK’yı kimin kurduğuna gelince, son derece basit. Bugün Kuzey Irak’taki kukla Kürt devletini kim kurduysa PKK’yı da o kurdu, yani Amerika.
Elbette kuruluş evresinde örgüt aşırı sol argümanlarla hareket etti ama her dönem bölücüydü, etnik bir örgüttü ve zaten PKK’nın temel tespiti de Kürdistan’ın Türkiye’nin sömürgesi olduğudur.
Fakat burada başka bir tahrifat daha var. Cumhuriyet dönemindeki ayaklanmalar etnik Kürtçü ayaklanmalar değilmiş Başbuğ’a göre. Ama başında bulunduğu TSK bugüne kadar bu ayaklanmaların etnik bölücü, Kürtçü ayaklanmalar olduğunu belirtiyor.
Aslında Başbuğ bu konuşmasıyla, TSK’nın tüm geçmişinin üzerine bir çizgi çizmiş, TSK’nın geçmişini yok saymıştır. Bunun nedeni ise basittir, eğer Cumhuriyet dönemindeki ayaklanmalar dış destekli değilse bugünkü de değildir. O zaman, PKK’nın arkasında Amerika yoktur! Obama’dan sonra böyle bir konuşmanın yapılması da son derece normaldir.
Ama Başbuğ tarihi bir meseleyi ele alırken tarihsel gerçekleri tümüyle bir kenara bırakmıştır. Konuşmasında Osmanlı’nın son dönemlerinden, Osmanlı’nın yıkılmasından bahsediyor, ama Osmanlı’yı yıkan devletlerden ve yıkan antlaşmalardan söz etmiyor.
Etse, Türkiye’yi o dönem paylaşan emperyalizmden söz etmesi gerekir, ama Başbuğ emperyalizm diyemez!
Hele hele o emperyalist devletlerin ismini vermesi gerekir ki onu hiç diyemez!
Ve Sevr’den de bahsedemez!
Çünkü Sevr’den bahsetse, Türkiye’de bir Kürt meselesi, bir Ermeni meselesi olmadığını ortaya koyması gerekir. Sevr’de çizilen Kürdistan haritasının bugün uygulamaya konulduğunu tespit etmesi gerekir. Sevr’i o dönem başaramayan Amerika’nın bugün de bu planın arkasında olduğunu, bugün ise BOP haritasının Sevr haritasının yerine geçtiğini söylemesi gerekir.
Ama söyleyemez çünkü Amarika’yla arasını bozmak istemez. Çünkü Başbuğ’a göre Amerika emperyalist bir ülke değildir! Hatta ve hatta Irak’ta işgalci olan bir ülke bile değildir.
Amerika ve Türkiye
Başbuğ’a göre Amerika bir ulus-devlettir ve biz de Amerika’dan bunu örnek almalıyız!
Bu gerçekten de Başbuğ’un dünya siyaset ve sosyoloji literatürüne özgün bir katkısıdır! Tebrik etmek gerekir. Amerikan Anayasası’nın, Amerikan üniversitelerinin, Amerikan sosyologlarının, Amerikan siyaset bilimcilerinin 200 yıldır göremediğini Başbuğ görmüş ve Amerika’nın bir ulus-devlet olduğunu bulmuştur!
Ama Başbuğ yine de bu konuşmalarını yurtdışında yapmasın bizce, dinleyenler gerçekten gülebilir.
Amerika Birleşik Devletleri, orijinal adıyla United Statets of America. Adı üstünde “birleşik devletler”. Peki neden birleşik devletler? Çünkü Amerika’da kendi kendini yöneten devletler vardır ve Amarika da bu devletlerin birleşmesinden oluşmuştur. Bu devletlerin her birinin kendi özerkliği vardır ve ABD’de siyasal sistem federasyondur!
Başbuğ daha lise düzeyinde bile bilinen bu gerçekleri bilmemekte ve Amerika’nın bir ulus-devlet olduğunu iddia etmektedir. Bununla da yetinmemektedir Türkiye’nin de Amerika gibi ulus-devlet olması gerektiğini söylemektedir!
Türkiye-Amerika benzerliğini o kadar abartmıştır ki konuşmasının bir yerinde köy korucularından bahsederken Amerika’nın da bu sistemi örnek aldığını ve Irak’la Afganistan’da köy koruculuğunu başlattığını övünerek söylemektedir.
İnsanın biraz düşünmesi gerekir; Amerika Irak ve Afganistan’da niçin var, biz Güneydoğu’da ne için varız? Başbuğ ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da işgalci ve sömürgeci bir devlet olduğunu gözden kaçırdığını sanabilir, ama aslında tam tersini yapmaktadır, Türkiye’nin de ABD gibi işgalci ve sömürgeci bir ülke olduğunu akıllara getirmektedir.
Yazık demek gerekir, PKK’nın kurulduğundan bu yana söylediğini kalkıp bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı da söyleyebilecekse...
Türkiye Silahlı Kuvvetleri değil Türk Silahlı Kuvvetleri
Ama örnek Amerika olunca Başbuğ’un yanlışları gittikçe çoğalmaktadır. Türkiye’nin Amerikan tarzını benimsemesi için yapılan konuşmasında millet tanımı üzerinde de çok önemli yanlışlar yapmıştır.
Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımlamasını yorumlamıştır Başbuğ, ama yanlış yorumlamıştır.
Doğru, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ırki, etnik, mezhepsel temeller değildir belirleyici olan. Önemli olan Türkiye coğrafyasında yaşamak ve devletin kuruluşuna katılmaktır. Eğer bunları yaptıysanız size Türk milleti denir.
Buraya kadar doğrudur, ama Başbuğ bir adım daha atmış ve Atatürk’ün Türkiye halkı dediğini, Türk halkı demediğini, eğer Türk halkı dese bunun dışlayıcılık ve bölücülük olmuş olacağını söylemektedir.
Bu ise inanılmaz bir gaflettir. Atatürk’ün Türkiye halkı demesinden kasıt basitttir, Türk milletinin coğrafi sınırlarını çizmiştir. Bu ise Misak-ı Milli’yle belirlenmiş Türkiye coğrafyasıdır.
Ancak Atatürk’ün kastı Türk milletini bir üst kimlik olarak belirlemek ve Türkiye halkını ise bu milli kimliğin alt unsurları olarak almak değildir. Nitekim Atatürk’ün Türklük, Türk milleti ve Türkiye üzerine daha çok konuşması ve yazısı vardır. İsterse Başbuğ bunları da inceleyebilir.
Ama çok basit bir sosyolojik karmaşa çıkmaktadır ortaya. Madem Türkiye coğrafi bir tanımlamadır, neden bu coğrafyaya Türkiye denmiştir?
Soru son derece anlamlıdır, mesela Atatürk neden Anadolu halkı, Küçük Asya halkı gibi bir şey dememiştir?
Çünkü coğrafyayı coğrafya olmaktan çıkaran, ülke ve devlet haline getiren bir toplumsal tarih vardır. Coğrafyaların adları, o bölgede yaşayan milletlerin adıyla anılır.
Peki Türkiye ne demektir?
Çok basit; Türk ülkesi!
Yani Başbuğ’un sandığı gibi Türkiye, alt etnik kimlikleri toparlayan bir isim değildir.
Türkiye adı bin yıldır bu coğrafyanın adıdır, çünkü bin yıldır burada Türkler yaşar ve burası da Türklerin ülkesidir!
Türkiye’de yaşayan halka da Türk halkı denilir, Türkiye halkı değil.
Aynı şekilde Almanya’da yaşayanlara Alman halkı denir Almanya halkı değil!
Türkiye’nin kültürel değerlerine Türk Kültürü, diline Türk dili denir.
İnsanına Türk insanı denir.
Hatta askerine Türk askeri, ordusuna Türk Ordusu denir!
Başbuğ omzundaki yıldıza bir baksa, Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin değil Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanı olduğunu görecektir.
Demek ki dikkatli konuşmalıdır, çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri adına konuşmaktadır, Türkiye Silahlı Kuvvetleri adına değil!
Peki Başbuğ’daki kafa karışıklığı nereden gelmektedir?
Son yıllarda Türk’ü etnik bir kimlik olarak tanımlama ve gösterme çabaları etkili olmuştur. İnsanlar Türk tanımlamasının dışlayıcı bir alt kimlik olduğuna inandırılmaktadır. Halbuki Türk, bu coğrafyada yaşayan tüm insanları kapsayan bir kimliktir.
Başbuğ’un dediği gibi bir isimdir ama eğer Türk’ü kullanmayalım, Türk milletini kullanalım derseniz yine yanlış yaparsınız. Mesela Almanya’da ve İngiltere’de, o devletler kendi halkını tanımlarken İngiliz derler, İngiliz milleti değil, Alman derler Alman milleti değil!
Zaten Alman milleti derseniz tam da Başbuğ’un dediği gibi sıfat olur isim olmaz!
Ama aynı şekilde Türk milleti derseniz sıfat olur.
Türk ise bu coğrafyada yaşayan halkın ismidir.
Teröristler de insan mı?
Başbuğ, bu konuşmayı Harp Akademileri’nde yapmış. Eğer o akademide öğrenci olsa, bu konuşmasıyla yalnızca sosyolojiden, siyaset biliminden ve tarihten değil, Türkçeden de kalırdı...
Ama en azından insanlıktan sınıfı geçmiştir!
Başbuğ yeni bir keşifte bulunmuştur, teröristlerin de neticede insan olduğunu ortaya koymuştur.
Bravo diyoruz!
Ama biraz düşünse Başbuğ, hayvanların zaten terörist olamayacağını bilir, mesela bir öküz eline silah alıp Türk devletini yıkmaya çalışacak değildi ya! Mantıken teröristin insan türüne dahil olması gerekir, biyolojik olarak tabii.
Ama biyolojik bir varlığın aynı zamanda o türe ait özellikleri de göstermesini beklersiniz. Yani bir insandan insanlık beklersiniz. Burada biyolojinin sınırları aşılır, etiğin, ahlakın sınırlarına girilir.
Terörist bu sınırları aşıyor mu aşmıyor mu, ona bakılır.
Mesela terör kardeş kavgası ise, bu insanca bir davranış mıdır?
Mesela terörist bebek öldürüp hâlâ insan kalabilir mi?
Bu hem ahlakın hem de ceza yasalarının sınırına girer.
Başbuğ terörist kriminal bir suçludur demektedir ki burada da yanılmaktadır.
Ne yani, teröristlik oto hırsızlığı gibi bir şey midir?
Ama Başbuğ bununla da yetinmemiş teröriste terörist bile dememektedir, konuşmasının bir yerinde terör örgütünden bahsederken şöyle demektedir: “... 40.000’e yakın personelini kaybetmiştir.”
Yani neymiş, teröristler hem insanmış hem de personel!
O zaman PKK’ya SSK bir yazı gönderse bari de şu personelin sigorta primlerini de ödemesini istese!
Ama insanlığa dönersek, örneğin bir seri katil de neticede insandır.
Bir tecavüzcü de neticede insandır.
Başbuğ, kızına tecavüz edilen bir babaya tecavüzcü de neticede insandır diyebilir mi?
Peki binlerce evladını teröre şehit veren bir halka nasıl teröristler de neticede insandır diyebilir!
Başbuğ yine teröriste terörist demeden şunu da açıklamaktadır:
“Devlet, dağ kadrosunun örgütten ayrılmasını sağlayacak şekilde, mevcut yasal düzenlemelerin daha iyi şekilde uygulanabilmesini sağlamak için bazı değişiklikler yapmalıdır.”
Yani PKK’ya af çıkarılmalıdır!
Başbuğ belki PKK’ya af isteyebilir, hatta kudreti vardır, bunu başarabilir de, ama bilmelidir ki o Genel Kurmay Başkanını ne kendi askeri ne milleti ne de tarih affeder.
İsterse Osmanlı’nın son dönemindeki paşalara bir baksın...GÖKCE FIRAT
İlker Başbuğ’un konuşması, tıpkı bundan önce yaptığı konuşma gibi yanlışlarla dolu. Daha önceki konuşma metninde olduğu gibi bol bol yabancı yazarlara gönderme var, ama bu Başbuğ’un entellektüel birikimini değil tam tersine kısırlığını gösteriyor. Çünkü önemli olan çok okumak değil okuduklarından bir sentez üretebilmektir. Başbuğ ise maalesef bunu başaramamış.
Başbuğ’un en büyük yanılgısı bölücü teröre ve terör örgütüne yönelik saptamaları. Başbuğ PKK’nın 1994’e kadar ideolojik bir örgüt olduğunu bu tarihten sonra ise etnik bir örgüte dönüştüğünü söylüyor.
Doğru gibi duran bu tespitin çok önemli bir tehlikesi var. PKK kuruluşunda Marksist-Leninist söylemleri ağır basan bir örgüttü doğru, 1994’ten sonra ise Marksist-Leninist ideolojiyi tümüyle terk etti. Fakat PKK kurulduğunda da etnik temelli bir örgüttü. Nitekim Türk devleti ve TSK da PKK’yı en başından beri bölücü bir terör örgütü olarak değerlendiriyor ve onu aşırı sol örgütlerin yanına koymuyor.
PKK’nın kimliği üzerine bu tespit son derece önemli çünkü asıl mesele şu ki bu bölücü terör örgütünü kimler kurdu, kimler destekliyor?
Başbuğ’un büyük bir maharetle yanıtlamadığı bu sorular aslında bizim sorunumuzu ortaya koyuyor. Başbuğ bölücü terörden, teröristten, hatta terör örgütünün dış bağlantılarından söz ediyor ama nedense bu örgütün niçin ortaya çıktığını açıklamıyor.
Hatta daha vahimini yapıyor, Şeyh Sait Ayaklanması ve diğer bölücü Kürt ayaklanmalarının tarihine eğiliyor ve bu ayaklanmaların nedenleri arasında da memurların Kürtlere kötü davranışını gösteriyor. Bir yerde “dış dinamikler ve kışkırtmalar” da ayaklanma sebebi olarak sayılıyor ama ayaklanmanın kesinlikle etnik ayaklanma olmadığını belirtiyor.
Görüldügü gibi Kürt meselesi üzerinde önemli bir tahrifat yapıyor Başbuğ.
En baştan başlayalım, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, hatta tam kuruluş sırasındaki ayaklanmalar tümüyle dış kaynaklıdır, Başbuğ’un dediği gibi dış başlantılı değil!
Nitekim Şeyh Sait Ayaklanmasını İngiliz devletinin tertiplediği, bunun gerisinde ise Musul Meselesi olduğu bilinmektedir. Ancak bu bir yorum değildir, çünkü bu ayaklanmanın liderleri yakalanmış, yargılanmış, yargılanma safhasında da arkalarındaki İngiliz desteği ortaya çıkmıştır.
Kaldı ki dönemin İngiliz, Fransız, Rus ve Amerikan belgeleri de ayaklanmayı İngilizlerin tertiplediğini ortaya koymaktadır.
Hadi diyelim Başbuğ, Reymond Aron okumaktan fırsat bulup bunları okuyamadı ama en azından Genelkurmay Başkanlığı’nın Güneydoğu’daki isyanlarla ilgili kendi kitabını okusaydı. Genelkurmay o dönemki ayaklanmaları tümüyle dışarıdan tertiplenen ayaklanma olarak görmektedir.
Ama Başbuğ elbette tarihteki İngilizleri korumak için yapmıyor bunu. Asıl önemli olan PKK’nın arkasındaki gücü korumak. O nedenle terörle ilgili konuşmasının hiçbir yerinde Amerika lafı geçmiyor, PKK’ya dış destek veren ülkeler geçmiyor!
PKK’yı kimin kurduğuna gelince, son derece basit. Bugün Kuzey Irak’taki kukla Kürt devletini kim kurduysa PKK’yı da o kurdu, yani Amerika.
Elbette kuruluş evresinde örgüt aşırı sol argümanlarla hareket etti ama her dönem bölücüydü, etnik bir örgüttü ve zaten PKK’nın temel tespiti de Kürdistan’ın Türkiye’nin sömürgesi olduğudur.
Fakat burada başka bir tahrifat daha var. Cumhuriyet dönemindeki ayaklanmalar etnik Kürtçü ayaklanmalar değilmiş Başbuğ’a göre. Ama başında bulunduğu TSK bugüne kadar bu ayaklanmaların etnik bölücü, Kürtçü ayaklanmalar olduğunu belirtiyor.
Aslında Başbuğ bu konuşmasıyla, TSK’nın tüm geçmişinin üzerine bir çizgi çizmiş, TSK’nın geçmişini yok saymıştır. Bunun nedeni ise basittir, eğer Cumhuriyet dönemindeki ayaklanmalar dış destekli değilse bugünkü de değildir. O zaman, PKK’nın arkasında Amerika yoktur! Obama’dan sonra böyle bir konuşmanın yapılması da son derece normaldir.
Ama Başbuğ tarihi bir meseleyi ele alırken tarihsel gerçekleri tümüyle bir kenara bırakmıştır. Konuşmasında Osmanlı’nın son dönemlerinden, Osmanlı’nın yıkılmasından bahsediyor, ama Osmanlı’yı yıkan devletlerden ve yıkan antlaşmalardan söz etmiyor.
Etse, Türkiye’yi o dönem paylaşan emperyalizmden söz etmesi gerekir, ama Başbuğ emperyalizm diyemez!
Hele hele o emperyalist devletlerin ismini vermesi gerekir ki onu hiç diyemez!
Ve Sevr’den de bahsedemez!
Çünkü Sevr’den bahsetse, Türkiye’de bir Kürt meselesi, bir Ermeni meselesi olmadığını ortaya koyması gerekir. Sevr’de çizilen Kürdistan haritasının bugün uygulamaya konulduğunu tespit etmesi gerekir. Sevr’i o dönem başaramayan Amerika’nın bugün de bu planın arkasında olduğunu, bugün ise BOP haritasının Sevr haritasının yerine geçtiğini söylemesi gerekir.
Ama söyleyemez çünkü Amarika’yla arasını bozmak istemez. Çünkü Başbuğ’a göre Amerika emperyalist bir ülke değildir! Hatta ve hatta Irak’ta işgalci olan bir ülke bile değildir.
Amerika ve Türkiye
Başbuğ’a göre Amerika bir ulus-devlettir ve biz de Amerika’dan bunu örnek almalıyız!
Bu gerçekten de Başbuğ’un dünya siyaset ve sosyoloji literatürüne özgün bir katkısıdır! Tebrik etmek gerekir. Amerikan Anayasası’nın, Amerikan üniversitelerinin, Amerikan sosyologlarının, Amerikan siyaset bilimcilerinin 200 yıldır göremediğini Başbuğ görmüş ve Amerika’nın bir ulus-devlet olduğunu bulmuştur!
Ama Başbuğ yine de bu konuşmalarını yurtdışında yapmasın bizce, dinleyenler gerçekten gülebilir.
Amerika Birleşik Devletleri, orijinal adıyla United Statets of America. Adı üstünde “birleşik devletler”. Peki neden birleşik devletler? Çünkü Amerika’da kendi kendini yöneten devletler vardır ve Amarika da bu devletlerin birleşmesinden oluşmuştur. Bu devletlerin her birinin kendi özerkliği vardır ve ABD’de siyasal sistem federasyondur!
Başbuğ daha lise düzeyinde bile bilinen bu gerçekleri bilmemekte ve Amerika’nın bir ulus-devlet olduğunu iddia etmektedir. Bununla da yetinmemektedir Türkiye’nin de Amerika gibi ulus-devlet olması gerektiğini söylemektedir!
Türkiye-Amerika benzerliğini o kadar abartmıştır ki konuşmasının bir yerinde köy korucularından bahsederken Amerika’nın da bu sistemi örnek aldığını ve Irak’la Afganistan’da köy koruculuğunu başlattığını övünerek söylemektedir.
İnsanın biraz düşünmesi gerekir; Amerika Irak ve Afganistan’da niçin var, biz Güneydoğu’da ne için varız? Başbuğ ABD’nin Irak’ta ve Afganistan’da işgalci ve sömürgeci bir devlet olduğunu gözden kaçırdığını sanabilir, ama aslında tam tersini yapmaktadır, Türkiye’nin de ABD gibi işgalci ve sömürgeci bir ülke olduğunu akıllara getirmektedir.
Yazık demek gerekir, PKK’nın kurulduğundan bu yana söylediğini kalkıp bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı da söyleyebilecekse...
Türkiye Silahlı Kuvvetleri değil Türk Silahlı Kuvvetleri
Ama örnek Amerika olunca Başbuğ’un yanlışları gittikçe çoğalmaktadır. Türkiye’nin Amerikan tarzını benimsemesi için yapılan konuşmasında millet tanımı üzerinde de çok önemli yanlışlar yapmıştır.
Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” tanımlamasını yorumlamıştır Başbuğ, ama yanlış yorumlamıştır.
Doğru, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ırki, etnik, mezhepsel temeller değildir belirleyici olan. Önemli olan Türkiye coğrafyasında yaşamak ve devletin kuruluşuna katılmaktır. Eğer bunları yaptıysanız size Türk milleti denir.
Buraya kadar doğrudur, ama Başbuğ bir adım daha atmış ve Atatürk’ün Türkiye halkı dediğini, Türk halkı demediğini, eğer Türk halkı dese bunun dışlayıcılık ve bölücülük olmuş olacağını söylemektedir.
Bu ise inanılmaz bir gaflettir. Atatürk’ün Türkiye halkı demesinden kasıt basitttir, Türk milletinin coğrafi sınırlarını çizmiştir. Bu ise Misak-ı Milli’yle belirlenmiş Türkiye coğrafyasıdır.
Ancak Atatürk’ün kastı Türk milletini bir üst kimlik olarak belirlemek ve Türkiye halkını ise bu milli kimliğin alt unsurları olarak almak değildir. Nitekim Atatürk’ün Türklük, Türk milleti ve Türkiye üzerine daha çok konuşması ve yazısı vardır. İsterse Başbuğ bunları da inceleyebilir.
Ama çok basit bir sosyolojik karmaşa çıkmaktadır ortaya. Madem Türkiye coğrafi bir tanımlamadır, neden bu coğrafyaya Türkiye denmiştir?
Soru son derece anlamlıdır, mesela Atatürk neden Anadolu halkı, Küçük Asya halkı gibi bir şey dememiştir?
Çünkü coğrafyayı coğrafya olmaktan çıkaran, ülke ve devlet haline getiren bir toplumsal tarih vardır. Coğrafyaların adları, o bölgede yaşayan milletlerin adıyla anılır.
Peki Türkiye ne demektir?
Çok basit; Türk ülkesi!
Yani Başbuğ’un sandığı gibi Türkiye, alt etnik kimlikleri toparlayan bir isim değildir.
Türkiye adı bin yıldır bu coğrafyanın adıdır, çünkü bin yıldır burada Türkler yaşar ve burası da Türklerin ülkesidir!
Türkiye’de yaşayan halka da Türk halkı denilir, Türkiye halkı değil.
Aynı şekilde Almanya’da yaşayanlara Alman halkı denir Almanya halkı değil!
Türkiye’nin kültürel değerlerine Türk Kültürü, diline Türk dili denir.
İnsanına Türk insanı denir.
Hatta askerine Türk askeri, ordusuna Türk Ordusu denir!
Başbuğ omzundaki yıldıza bir baksa, Türkiye Silahlı Kuvvetleri’nin değil Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Başkomutanı olduğunu görecektir.
Demek ki dikkatli konuşmalıdır, çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri adına konuşmaktadır, Türkiye Silahlı Kuvvetleri adına değil!
Peki Başbuğ’daki kafa karışıklığı nereden gelmektedir?
Son yıllarda Türk’ü etnik bir kimlik olarak tanımlama ve gösterme çabaları etkili olmuştur. İnsanlar Türk tanımlamasının dışlayıcı bir alt kimlik olduğuna inandırılmaktadır. Halbuki Türk, bu coğrafyada yaşayan tüm insanları kapsayan bir kimliktir.
Başbuğ’un dediği gibi bir isimdir ama eğer Türk’ü kullanmayalım, Türk milletini kullanalım derseniz yine yanlış yaparsınız. Mesela Almanya’da ve İngiltere’de, o devletler kendi halkını tanımlarken İngiliz derler, İngiliz milleti değil, Alman derler Alman milleti değil!
Zaten Alman milleti derseniz tam da Başbuğ’un dediği gibi sıfat olur isim olmaz!
Ama aynı şekilde Türk milleti derseniz sıfat olur.
Türk ise bu coğrafyada yaşayan halkın ismidir.
Teröristler de insan mı?
Başbuğ, bu konuşmayı Harp Akademileri’nde yapmış. Eğer o akademide öğrenci olsa, bu konuşmasıyla yalnızca sosyolojiden, siyaset biliminden ve tarihten değil, Türkçeden de kalırdı...
Ama en azından insanlıktan sınıfı geçmiştir!
Başbuğ yeni bir keşifte bulunmuştur, teröristlerin de neticede insan olduğunu ortaya koymuştur.
Bravo diyoruz!
Ama biraz düşünse Başbuğ, hayvanların zaten terörist olamayacağını bilir, mesela bir öküz eline silah alıp Türk devletini yıkmaya çalışacak değildi ya! Mantıken teröristin insan türüne dahil olması gerekir, biyolojik olarak tabii.
Ama biyolojik bir varlığın aynı zamanda o türe ait özellikleri de göstermesini beklersiniz. Yani bir insandan insanlık beklersiniz. Burada biyolojinin sınırları aşılır, etiğin, ahlakın sınırlarına girilir.
Terörist bu sınırları aşıyor mu aşmıyor mu, ona bakılır.
Mesela terör kardeş kavgası ise, bu insanca bir davranış mıdır?
Mesela terörist bebek öldürüp hâlâ insan kalabilir mi?
Bu hem ahlakın hem de ceza yasalarının sınırına girer.
Başbuğ terörist kriminal bir suçludur demektedir ki burada da yanılmaktadır.
Ne yani, teröristlik oto hırsızlığı gibi bir şey midir?
Ama Başbuğ bununla da yetinmemiş teröriste terörist bile dememektedir, konuşmasının bir yerinde terör örgütünden bahsederken şöyle demektedir: “... 40.000’e yakın personelini kaybetmiştir.”
Yani neymiş, teröristler hem insanmış hem de personel!
O zaman PKK’ya SSK bir yazı gönderse bari de şu personelin sigorta primlerini de ödemesini istese!
Ama insanlığa dönersek, örneğin bir seri katil de neticede insandır.
Bir tecavüzcü de neticede insandır.
Başbuğ, kızına tecavüz edilen bir babaya tecavüzcü de neticede insandır diyebilir mi?
Peki binlerce evladını teröre şehit veren bir halka nasıl teröristler de neticede insandır diyebilir!
Başbuğ yine teröriste terörist demeden şunu da açıklamaktadır:
“Devlet, dağ kadrosunun örgütten ayrılmasını sağlayacak şekilde, mevcut yasal düzenlemelerin daha iyi şekilde uygulanabilmesini sağlamak için bazı değişiklikler yapmalıdır.”
Yani PKK’ya af çıkarılmalıdır!
Başbuğ belki PKK’ya af isteyebilir, hatta kudreti vardır, bunu başarabilir de, ama bilmelidir ki o Genel Kurmay Başkanını ne kendi askeri ne milleti ne de tarih affeder.
İsterse Osmanlı’nın son dönemindeki paşalara bir baksın...GÖKCE FIRAT
22 Nisan 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)