27 Aralık 2009 Pazar

İşkencede devrimci tavır, siyasi savunma üzerine devrimci tutum

yüzyılın başında olduğu gibi bugün de her yönüyle düzen dışı olmak, örgütsel bakımından onun denetimi ve icazeti dışında konumlanmak, böylece siyasal faaliyetini ve mücadelesini her durum ve koşulda güvence altına almak, ciddi devrim partilerinin temel ilkelerinden biri olmaya devam ediyor. Bu çerçevede gerici burjuva sınıf devleti karşısında illegal temel üzerinde konumlanma öznel bir tercih olmayıp nesnel koşulların dayattığı bir gereklilik ve zorunluluktur. O halde kapitalist sistemi ve onu ayakta tutan burjuva devlet aygıtını zora dayalı bir devrimle yıkmayı amaçladıklarını apaçık biçimde ilan eden komünistlerin, yıkmak istedikleri düzenin ve devletin sınırlarına hapsolmaları hiçbir biçimde söz konusu olamaz. Geleneksel olarak burjuva demokratik özgürlüklere ve bu çerçevede burjuva hukukunun meşruiyetine bir ölçüde katlanmak zorunda kalan batılı kapitalist metropoller de dahil olmak üzere burjuva devletlerin gitgide çıplak polis devletine dönüşme yönünde ilerlediği bir sürecin içindeyiz. Günümüzün bu uluslararası koşulları gözönüne alındığında, burjuva legalitesinin dar ve iğreti sınırlarına kendini hapsetmenin ölümcül tehlikeleri, dolayısıyla düzen dışı bir devrimci örgütsel konumlanmanın anlamı ve ilkesel önemi, dünya devrimci hareketinin geneli için olmak üzere, gitgide daha da artmaktadır.

Düzen karşısında illegal konumlanma, ondan ibaret olmamakla beraber gizlilik kurallarını da şart koşar. İlkin, kapitalist devletlerin, düzeni yıkmayı stratejik temel hedef kabul eden parti ya da örgütlere yaşam hakkı tanımamak için en aşağılık olanları dahil olmak üzere her yola başvurdukları gerçeği var. Öte yandan ücretli kölelik zincirlerini parçalayıp proletaryanın devrimci iktidarını kurmak için mücadele eden komünistlerin önünde de, devrimci bir işçi ve emekçi hareketi dalgası kabarana kadar örgütsel varlığını geliştirerek muhafaza etmek ve böylece siyasal faaliyetini kesintisiz ve kısıntısız olarak sürdürmek gibi hayati önem taşıyan sorun var. Bu ise, legal alanın etkin bir şekilde ve çok yönlü olarak devrimci istismarını hiçbir biçimde ihmal etmeksizin, örgütsel varlığını ve çalışmasını devrimci illegalite temelinde geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bunu başarmanın en temel yollarından biri ise devletin siyasi polisine, cüppeli-üniformalı zorbalarına, ajan-provokatörlerine, işkencesine, kısacası bütün kirli savaş kurumlarına ve uygulamalarına, saldırılarına/oyunlarına karşı uyanık olmaktan ve sağlam durmaktan, bu alanda bilinçli bir tutum ve çabayla sürekli ustalaşarak, sömürü düzeni ve mülk sahibi sınıflar adına sergilenen bu kirli oyunları sistemli biçimde boşa çıkarmaktan, etkisiz kılmaktan geçiyor.


Pek çok alanda olduğu gibi işkencede/sorguda alınacak tutum ile düzenin mahkemelerinde izlenecek yol/yöntem konusunda da Bolşevikler zengin deneyimlere sahiptiler. Çarlık despotizmi Bolşevikleri daha çok Sibirya'nın uzak köşelerine sürgün ederek cezalandırdığı için, zindan deneyimleri ise sınırlıdır.
Kuşkusuz ki, bugün partililer işkencede, mahkemede, zindanda takınacakları tutumlar konusunda bir açıklığa sahiptirler. Partimizin Kuruluş Kongresi belgelerinde de konuya dair vurgular son derece nettir. Ancak bu durum Sosyalist Ekim Devrimi'ne önderlik eden Bolşevik partisinin deneyimlerinin incelemenin önemini hiçbir şekilde ortadan kaldırmıyor. Bugün sınıf düşmanlarımızla çatışmanın göğüs göğüse yaşandığı tutsaklık alanlarında alacağımız tutumları netleştirmiş olmamız, diğer devrimci deneyimlerin yanı sıra Bolşevik partisinden, bu partinin "buzu kırıp yolu açan" pratiğinden bize kalan mirasın da önemli bir payı vardır. Bolşeviklerin illegal çalışmasını anlatan bir broşürden (Bolşeviklerin İllegal Çalışması/Solomon Isayevich Tchernomordik) yararlanarak bu alandaki deneyimlerin bir kısmına değineceğiz "Bugün hakimiyetimiz altında olan Çarlık Gizli Servisi (Okhrana) ve polis idaresinin tanıklıkları, yeraltı mücadelesine bulaşıp da Okhrana ajanları tarafından sistematik olarak takip edilmeyen neredeyse bir tek Bolşevik dahi olmadığını gösteriyor..." Devrimin ele geçirdği Çarlık arşivleri sayesinde açığa çıkan bilgiler, Okhrana adına çalışan ajan-provokatörlerin bu yaygın takipte özel bir rolleri olduğunu göstermiştir. "Çarlık Okhrana arşivleri; takma isimlerle kayıtlara geçmiş olan bu ajan provokatörlerin, (çoğu, dikkatli araştırmalardan sonra açığa çıkarıldı) örgütün faaliyetleri hakkında kapsamlı bilgi verdiklerini, üstelik, Okhrana'nın faaliyetlerini gizlemek için, parti içindeki takma isimleri ile kendi çalışmaları hakkında rapor da verdiklerini gösteriyor..."
Çarlık rejiminin zorbalığı Bolşeviklere geri adım attırmak bir yana, kavgada daha da ustalaşmalarını, yeni örgütsel biçimler geliştirmelerini sağlamıştır. Nitekim, "ne Okhrana'nın örgüt dışındaki ajanlarının ne de ajan provokatörlerinin (örgüt içi ajanlar) topladığı bilgiler, örgütün tamamen açığa çıkmasına yetmedi. Bu bilgiler, barbar ve kanlı Çarlık rejimi altında bile en fazla, gizli polisin Bolşevikler üzerinde baskı kurabilmesine, hapis ve sürgün cezalarına gerekçe olabildi..."
Bolşevik partinin illegal faaliyetlerini örgütleme sistemi öylesine sağlamdı ki, dedektif ve ajan-provokatörlerin en fazla tek tek işleri ya da çalışmanın dış görünüşlerini öğrenebiliyordu. Sınıf savaşını Ekim Devrimi ile taçlandıran Bolşevikler, hiçbir takibatın partinin misyonunu yerine getirmesine engel olmayacağını dosta düşmana göstermişlerdir. "Rus Bolşevikleri kendilerinden önceki devrimci kuşağın Çarlıkla mücadelede kazandığı zengin deneyimlerden çok şey öğrendiler. Bolşevikler, teori, program ve taktik alanlarında 1870'lerdeki Narodnik (popülistler) ve Narodnaya Volya (Halkın İradesi) hareketlerinden kalan ideolojik mirası reddedip, kendilerini tümüyle Marks ve Engels'in öğretileri üzerine kurulmuş devrimci proleter sosyalizm temelinde konumlandırmakla birlikte, seleflerinin; özellikle de Halkın İradesi üyelerinin yer altı faaliyeti ve mahkemedeki kendilerini kontrol etme konularındaki deneyimlerinden yararlanmışlardır…" Çarlık rejimi, devrimci mücadeleye katılan militanları önceleri toplu şekilde yargılıyordu. Duruşmalar genelde yargılanan devrimcilerin sayısı ile ifade ediliyordu; "193'ler Duruşması", "50'ler Duruşması" gibi. Başta sıradan yargıçlar tarafından (bir dönem sonra siyasi davalar askeri mahkemelere veya "mülk sahiplerinin temsilcilerinden", yani emekçilerin can düşmanlarından oluşan mahkemelere aktarılmaya başlandı) yürütülen davalar genelde kalabalık oluyordu. Hatta bu tür duruşmalarda kimi zaman yargıçları etkilemek de mümkün olabiliyordu. Örneğin, General Trepov'u öldürme girişiminde bulunan Vera Zasuliç'in yargılandığı davada, jüri tarafından verilen karar, Zasuliç'in suçlu olmadığı yolunda idi. Dolayısıyla devrimcilerin bu tür duruşmalarda yaptıkları siyasi savunmalar büyük bir politik etki yaratıyordu. Kuşkusuz ki, savunması jandarma şiddetiyle engellenen pek çok devrimci vardı, ama bu saldırganlık yaratılan politik etkiyi ortadan kaldıramıyordu. Devrimci Narodnikler mahkemelerde genelde kişisel yönden kendilerini savunma ihtiyacı duymuyorlardı. Bunun yerine mahkemeleri, Çarlık despotizmini, sömürüyü, zulmü teşhir edip kitleleri mücadeleye çağırmak için bir kürsü olarak kullanma yoluna gidiyorlardı. (Öte yandan Narodnikler, örgüt üyesi olduklarını ifade ederek savunmaya başlamayı tercih ediyorlardı, bunu politik yönden önemli görüyorlardı.) O dönemler pek çok devrimcinin yaptığı etkili savunma uzun yıllar konuşulmuş, devrimci kuşakların yetişmesine katkıda bulunmuştur. Etkisi yıllar boyu süren konuşmalardan biri, dokumacı Piyotr Alekseyev tarafından "50'ler Duruşması"nda yapılan sınıf bilinci yüklü konuşmadır. "Sophie Bardin tarafından örgütlenen bir çevrede özümsediği Narodnik öğretilere rağmen, sınıf içgüdüsü, bütün Narodnik dogmaların üstesinden gelmişti. Devrimci hareketin tarihinde ilk kez Rus kapitalizminin korkunç sömürüsünün ve çarlığın siyasi baskılarının izlerini taşıyan, sınıf bilincine sahip bir işçi mahkemede konuşmuş oldu. Alekseyev Çarlık yargıçlarının karşısına sömürü nedeniyle yıkılmış zavallı bir işçi olarak değil, işçi sınıfının düşmanların yaşadıklarının faturasını çıkartan devrimci bir işçi olarak çıktı." Duruşmayı izleyen avukatlardan birine göre, Alekseyev'in konuşması kamuoyu ve gardiyanlar üzerinde öyle bir etki yaratmıştı ki hepsi aptallaşmıştı. "Eğer Alekseyev arkasına dönüp, sanık kürsüsünü terk etseydi, hiç kimse onu durduramazdı. Herkes öylesine şaşkındı..." Bu konuşmanın en dikkate değer yanı, o zamanlar baskın olan ve siyasi özgürlükler için mücadeleyi küçümseyen Bakuninci fikirleri aşan bir içeriğe sahip olmasıdır. Zira Alekseyev, çıkış yolu için yapılacak ilk şeyin, kapitalistlerin yanında olan otokrasinin yıkılması olduğunu söylemiştir. Tchernomordik'e göre, "ifade edilen fikir cesur bir yenilikti." Kapitalist sömürünün vahşi boyutunu gözler önüne seren, çarlık despotizmini teşhir eden ve buna karşın çarlığın yıkılmasın "çıkış yolu"nun ilk adımı olarak gösteren Alekseyev'in konuşmasının binlerce kopyası, esaslı bir ajitasyon broşürü olarak onyıllar boyunca elden ele dolaşmıştı. Bolşeviklerin Narodniklerden devraldıkları bir diğer önemli miras, uzun yılların zorlu mücadelesinden süzülen, siyasi polis karşısında takınılacak tutuma dair deneyimlerdir. Bu deneyimin en özlü ifadesi, 1870'lerin sonlarının olağanüstü devrimci örgütçüsü, illegal Halkın İradesi Partisinin üyesi Aleksander Mikhailov'un vasiyetnamesinde görülür: "Kardeşlerim; sizlere duruşma öncesi delil vermemede değişmez bir yöntem kullanmayı vasiyet ediyorum. Dahası, sorgu altındayken suçlama ne kadar açık olursa olsun, gizli servisin raporları ne kadar açık görünürse görünsün herhangi bir beyanda bulunmayı reddetmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sizi pek çok hatadan koruyacaktır." Bu vasiyet Bolşevikler için de yol gösterici olmuştur. Örneğin Çarlık zulmüne karşı verilen mücadelede uzun yıllar içinde edinilen tecrübeler, Bolşevikleri, "en iyi politikanın sorulan soru ne olursa olsun, cevap vermeyi reddetmek olduğu sonucuna ulaştırmıştır."

"Bolşevik Parti, Çarlık rejimi boyunca üyelerine sorgu esnasında ne türden olursa olsun delil vermemeyi öğütledi. "Delil vermeyi reddetme taktikleri Bolşevikler için ölçülmesi mümkün olmayan ızdırapları içeriyordu. Ama bu sadece vücudun ızdırabıydı. İşkencecinin, işkence ve azapları Bolşeviklerin devrimci onuruna hiçbir leke süremedi. Tersine işkence altındayken delil vermeyi reddetmek, devrimcinin yürekliliğinin ve düşmana karşı takındığı küçümseyici tavrının bir ifadesi idi." Partinin verdiği öğütlere rağmen Bolşevik militanların kimi zaman yanlış tutumlar içine girmesine, bunun sonucunda parti örgütü ve faaliyetinin zarar görmesine tanık olunmuştur. Aslında bu yanlışların önemli bir kısmı, düşman karşısındaki zaaftan çok, partiyi ya da yoldaşları koruma kaygısından kaynaklanıyordu. Bu hataya daha çok genç ve deneyimsiz militanlar düşebiliyordu. Tutuklu Bolşevik militan genelde Okhrana ajanının şu türden söylemleriyle karşılaşırdı: "Şu tarihte, şu saatte, şu yerdeydin. Gazete kâğıdına sarılı, şöyle şöyle bir paket taşıyordun. Orada şu saatten şu saate kadar oturdun, falanca saatte oradan ayrılıp, falanca yere gittin..." Ajanın iddialarının bir kısmı, eğer izlenen bir devrimci tutukluyla ilgiliyse, genelde doğru bilgileri içerirdi. Bu ise kimi zayıf unsurların çözülmesine yol açardı. Bazı militanlar ise, ajanın delillerini çürütecek deliller öne sürmeye çalışırken çelişkilere düşer ve Okhrana'nın delillerinin doğruluğunu pekiştirirlerdi. Benzer durumlar, zayıf unsurların verdiği ifadelerin (nasıl olsa biliniyor diye) "samimi itirafı" ile bir kısmını kabul edip diğerlerini çürütme çabası sırasında da ortaya çıkabiliyordu. "Samimi beyanlar ve ajanların 'delillerini' çürütme girişimleri talihsiz sonuçlar yaratmıştır. Bunlar Okhrana'nın durumun karışıklığını çözmesine, yeni tutuklamalar için ipucu elde etmesine ve örgütün tamamen yok edilmesi amacına hizmet etmiştir... Bir devrimcinin samimi beyanatta bulunması genellikle onun politik ölümünün başlangıcıydı. Okhrana, bu samimi itirafı tutukluyu örgütü karşısında küçük düşürmek ya da Okhrana ajanı olmaya davet etmek için kullanırdı."
Yani sonuç, genelde umulanın tersi yönde oluyordu. Bolşevik militanların düştüğü bir diğer hata, ajanların topladığı bilginin, bir itirafçının ya da zayıf düşmüş bir unsurun verdiği delilleri üstlenerek yoldaşlarını koruma girişimidir. Tamamen iyi niyetli bir yaklaşım olmakla birlikte, sonucu genelde yıkım oluyordu. İthamları kabul etmeyi zaaf ve çözülme sayan Okhrana ajanları, tutukluya daha bir yüklenirlerdi. Artık amaç, tutuklunun verdiği ifadeyi dayanak yapıp, onu itirafçı olmaya zorlamaktı. Okhrana ajanları, zor duruma düşürebildikleri tutukluların karşısına genelde şuna benzer bir vaazla çıkarlardı: "İfaden samimi olsa da, hatta mahkeme hafifletici sebepler bulsa da, lehinde karar veremez. Seni çeşitli cezalar bekliyor. Öte yandan yoldaşların senin itiraf ettiğini duyduklarında devrimcilerin gözünde alçalacaksın, belki de seni öldürecekler. Evet, kötü durumdasın. Fakat seni kurtaracak bir yol var: Gel bizimle çalış. Senden çok fazla şey beklemiyoruz. Örgütte kalıp çalışmalarına devam edebilir ve bu arada bizi bilgilendirebilirsin. Eğer kabul edersen, ifadeni sır olarak saklamaya, seni özgür bırakmaya ve korkunç akıbetinden korumaya hazırız." "Daha zayıf bir yoldaşın 'samimi itiraf'ı esnasında verdiği deliller yüzünden zorlanan tutuklunun, delillerin doğruluğunu kabul etmek zorunda kaldığı veya karşı delil öne sürerek daha güç duruma düştüğü de olmuştur. Genellikle, tutuklu niyetlerin en iyisiyle bütün suçu yüklenerek yoldaşlarını bu işten uzak tutmaya çalışmıştır. Ama bundan iyi bir sonuç çıkmamıştır… Yoldaş bu tutumuyla hiç kimseyi koruyamamış, tersine kendini itirafçıların delillerini doğrulayacak çelişkiler içinde güç duruma sokmuş, kendisinin itirafçı olma riskini arttırmış, ya da en azından kendini Partinin gözünde küçük düşürmüştür." Bazı samimi Bolşevik militanlar bu türden hatalara düştükleri için, haklı olarak haklarında oluşan şaibeyi ortadan kaldırabilmek uğruna büyük emekler harcamak zorunda kalmışlardır. İşkencecilerle diyaloga girmek, tuzakların en büyüklerindendir; "Bir devrimcinin moral olarak çöküşünün ilk adımı, düşmana duyulan tiksinti ve nefret ateşinin bir an için de olsa sönmesidir." Günümüzde olduğu gibi Okhrana ajanları da sadece kaba işkence yöntemleriyle iş görmüyorlardı. Bilinen papaz/cellat ikilemini de yaygın şekilde kullanıyorlardı. Hatta Moskova Okhrana'nın şefi Zubatov, tam teşekküllü bir 'eğitilmiş Okhrana ajanları' birimi kurmakla ünlüdür.

"Eğitilmiş ajanlar" papaz kılığına girip sahte bir "içtenlik"le Bolşeviklerin karşısına çıkıyorlardı. Bu tuzağa kapılan bir çok devrimci hiç ummadığı durumlara düşebilmiştir. (Belirtmek gerekir ki, günümüzde siyasi polis kaba işkencenin yanı sıra, gitgide papazlık yöntemlerine daha çok ağırlık vermeye başlamıştır. Gözaltı yaşayan yoldaşların son yıllarda aktardıkları deneyimler, işkencecilerin bu alanda da ciddi bir uzmanlaşma içine girdiğini gösteriyor.)

"Okhrana ajanları tutuklu devrimcilerle yaptıkları bu 'tartışmalar'dan devrimci örgüt elemanları hakkında çalışabilmelerini sağlayacak değerli malzeme topladılar. Bu 'özgür ve kolay' konuşmalardan sonra, Okhrana ajanı 'asıl işe' geçer. Sorgu başlar. Eğer tutuklu sorgu başlamadan önce ajanın kendisini 'konuşmanın' içine çekmesine izin vermişse işin yarısı tamam demektir." Devrimci tutuklu deneyimsizse, işkencecinin yarattığı "yapay atmosfere" aldanabilmektedir. Sanki karşısında bir işkenceci değil de bir insan varmış yanılsamasına düşebilmektedir. Oysa bu tür hatalara düşerek onurunu kaybeden devimciler, diğer deneyimler bir yana, daha 19. yüzyılın sonlarında Aleksander Mikhailov'un "... herhangi bir beyanda bulunmayı reddetmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu sizi pek çok hatadan koruyacaktır..." vasiyetine uyabilselerdi, böylesi bir akıbete uğramaktan kurtulabilirlerdi.

"Okhrana, Bolşeviğin hapisteki hayatını ve davranışlarını keşfetmeye çalışırdı. Bu amaçla ajanını, eğer ortak hücreye konmuşsa Bolşevik'le aynı hücreye ya da Bolşevik tek başına hücreye konduysa yan hücreye yerleştirirdi. Tutuklunun acemiliğine, boş boğazlık edebileceğine veya hapiste gizlilik kurallarını ihlal edeceğine güveniyorlardı." Rejimin bekçi köpeği ajanlar, işkencede direnen Bolşevik militanın peşini zindan da bırakmazlardı. "Dost" görünerek onunla arkadaş olmaya, faaliyetin detaylarını öğrenmeye çalışırlardı. Bolşevik'le aynı hücrede uzun süre kalan deneyimli bir ajan, şüphe çekici davranışlardan uzak durabilmişse, bazen bu girişimden sonuç alabiliyordu. Örneğin kimi zaman Bolşeviği "dışarı" mektup yollamaya ikna edip sonra da bu mektupları alıkoyarak duruşmalarda delil olarak kullandılar.

Özellikle deneyimsiz genç devrimciler cezaevinde gizlilik kurallarının gerekli olmadığı yanılgısına düşebiliyordu ki, Okhrana ajanları da bu zaaf üzerine oynayabiliyorlardı. "Daha çok Bolşevik tek başına hücre hapsindeyken ajan yandaki hücreye yerleşirdi. Bolşevik hücreye konur konmaz, yan hücreden siyasi tutukluların tarzında parmak uçlarıyla sinyal göndermeye başlardı: 'Adın ne, hangi davadansın, nasıl tutuklandın, seninle başka kimler tutuklandı'. Gizli örgüt çalışmasında yeterince deneyimi olmayan acemi, kendisiyle 'muharebe' içinde bulunan kişinin bir yoldaş olduğunu düşünüp, zokayı yutardı."

Bolşevikleri izleyenler sadece tutuklularla aynı hücrelere yerleştirilen ajanlardan ibaret değildi. Bunlarla birlikte gardiyanlar, hapishane müdürü ve yardımcıları da Bolşevikleri yakından izler, ulaşabildikleri bilgileri Okhrana'ya rapor ederlerdi. " 'Bir Bolşevik, gizlilik kurallarına içerde de 'dışarıda' olduğu kadar sıkı sıkıya bağlı kalmalıdır' genel kuralı işte bu nedenler yüzünden oluşturulmuştur."
Siyasi savunma ve Lenin'in öğütleri

Maksim Gorki'nin "Ana" romanının sonuna yakın etkili sahnelerinden biri hep hatırlanır. Bolşevik partinin ileri kadrolarından işçi Pavel'in annesi, oğlunun mahkemede yaptığı konuşmanın illegal basılan metinini bir bölgeye götürürken trende tutuklanır. Saldırıyı yiğitçe karşılayan ana, jandarmaya rağmen olayı merakla izleyen yolculara hitap ederek çarlık zulmünü teşhir eder. Bu sahne, Bolşevik militanların siyasi savunmalarını nasıl etkili bir şekilde kullandıklarını gösterir. Bolşeviklerin Narodniklerden devraldığı bir diğer miras ise mahkemelerde yapılan siyasi savunmaları broşür/bildiri şeklinde basıp yaygın bir şekilde dağıtmaktır. "Konuşmalar illegal basında çıkıyor ve dolayısıyla geniş kitleler arasında elden ele dolaşıyordu. Bu konuşmalar mükemmel ajitasyon malzemesi olarak kullanılıyordu. Ve tüm bir devrimci kuşak onlarla eğitilmişti." Bolşevik militanların çoğu siyasi savunma yapıyordu. Dolayısıyla mahkeme konuşma metinleri, bir dönem için partinin en etkili propaganda materyalleri olmuştur. "Tutuklu bulunan Bolşeviğin tüm davranışlarını devrimin, işçi sınıfının ve sınıfın partisinin çıkarları belirliyordu. Bolşevik sorgu sırasında Partinin çıkarı için delil vermeyi reddediyordu. Duruşmada tutukluluk kürsüsünü sınıfın düşmanlarını ele vereceği ve geniş kitlelere Partisinin program ve taktiklerini ilan edeceği kürsü olarak kullanıyordu."

O dönemin Rusya'sına özgü bir durumdan kaynaklı olarak tutuklular, duruşmalarda Bolşeviklerin program ve taktiklerini açmak ve bunu diğer illegal devrimci partilerin program ve taktiklerinden özenle ayırma gereği duyuyorlardı. Bu ihtiyaç, özellikle 1905 devrimi öncesinde Çarlık mahkemelerinin devrimci partileri aynı kefeye koyma eğiliminde olmalarından da kaynaklanıyordu.
Siyasi savunmalarda Narodnikler parti üyesi olduklarını kabul ediyorlardı. Bu eğilim Bolşeviklerde de bir dönem devam etti. Ancak bazı kadrolar bu tutumun her zaman uygun olmadığını düşünmektedirler. Bu sorunu gündeme getiren Moskova Bolşevikleri, Lenin'e mektup yazarak fikrini sorarlar. Lenin 19 Haziran 1905'te, Y. D. Stasova'ya ve Moskova hapishanesindeki diğer yoldaşlara başlıklı bir mektupla karşılık verir. Moskova Bolşeviklerinin, siyasi savunma yaparken sadece marksist sosyalist inanca sahip biri olduğumuzu mu söyleyelim, yoksa RSDİP üyesi olduğumuzu kabul mü edelim? sorularını Lenin şöyle yanıtlar: "Kişisel olarak henüz bir fikir oluşturmuş değilim ve kendimi geri dönülmez bir noktaya getirmeden önce konuyu hapiste olan veya duruşmaya çıkmış yoldaşlarla detaylı bir şekilde konuşmayı tercih etmek durumundayım..." Ayrıca Lenin, "Her halükarda sosyal demokrat partinin taktik, program ve ilkeleri, işçi sınıfı hareketi, sosyalist amaçlar ve ihtilal üzerine yapılacak olan konuşma en önemli şeydir. Bunun çok faydalı ve çoğu yerde ajitasyonel bir etkiye sahip olacağını düşünüyorum..." diye de ekler.

Parti üyeliğinin kabulü ile ilgili kesin ifadelerden kaçınmakla birlikte Lenin, bununla ilgili görüşünü şöyle ortaya koyar: "... Bazıları kendini parti üyesi, bilhassa belirli herhangi bir örgütün üyesi olarak açıklamanın, kendini sosyal-demokrat inanca sahip olarak açıklamanın ve açıklamayı bununla sınırlamanın daha doğru olduğuna inanıyor. Ben, bağların tümüyle konuşma dışı bırakılması gerektiğini düşünüyorum." Partimizin kuruluş kongresinde de bu konu tartışılmış, özel durumlar dışında parti üyeliğinin kabul edilmesinin gerekli olmadığı sonucuna varılmıştır.

22 Aralık 2009 Salı

ATATÜRK VE TAM BAĞIMSIZLIK

Atatürk'ün ve Atatürkçülüğün önemini kavrayabilmek ve samimi bir Atatürkçü olabilmek için herşeyden önce O'nun hayatını incelemek, neler yaptığını, neyi hangi düşünce ve ruh hali içerisinde gerçekleştirdiğini iyi analiz etmek gerekir.

O'nun düşünce ve devrimlerinin temelini araştırdığımızda bunun ilk olarak "tam bağımsızlık ve özgürlük" ilkesine dayandığı hemen göze çarpmaktadır.

Mustafa Kemal daha henüz öğrencilik yıllarında bağımsız bir millet olmadan çağdaş bir devletin kurulamayacağını anlamış ve özgürlüğün olmadığı ortamda yaşamaktansa her türlü tehlikeye göğüs gererek bağımsız bir millet için savaşmayı göze almıştır. Bu nedenle vatan topraklarını işgal etmek isteyen güçlere karşı amansız bir mücadele vermiş, hiçbir zaman Türk Milleti'nin iradesini bağlayacak yönetim şekillerine razı olmamıştır. Başka ülkelerin boyunduruğu altına girmiş bir milletin zamanla tarihten silineceğini bilerek, "Ben yaşayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım. Milli istiklal bence bir hayat meselesidir" demiştir.

Askerlik yıllarında Suriye'de görevli iken gizlice geldiği Selanik'te, Askeri Rüştiye öğretmenlerinden Hakkı Baha (Pars)'ın evinde arkadaşlarıyla yaptığı bir toplantıda şunları söylemiştir: "...Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve izmihlal vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir."

Bu sözler daha o yıllarda Mustafa Kemal'in kurmayı tasarladığı devleti neler üzerine inşa edeceğinin ilk işaretlerini veriyordu.

Mustafa Kemal "Ya istiklal ya ölüm" ifadesiyle hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gösterdiği bağımsızlığı öylesine içine sindirmişti ki, "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" diyerek adeta onu kendisinin bir parçası haline getirmişti.

Atatürk'ün bağımsızlık anlayışı sadece siyasi yönden bağımsızlığı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve kültürel bağımsızlığı da içine almıştır. O, tam bağımsızlıkla, kendi kendine yetebilen, savunmasından teknolojisine, tarımından ekonomisine kadar her alanda dışarıya muhtaç olmadan, hiçbir ödün vermek zorunda kalmadan ayakta durabilen bir yapıyı kastetmiş ve şöyle demiştir: "İstiklal-i tam denildiği zaman, bittabi siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, harsi ve ila ahiri her hususta istiklal-i tam ve serbest-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklalden mahrumiyet, millet ve memleketin, manayı hakikisiyle istiklalinden mahrumiyet demektir."

Yüksek dehasıyla gelecekte sadece siyasi yönden bağımsız olmanın yeterli olamayacağını anlayan Ulu Önderimiz, türlü imkansızlıklara rağmen ülkemizin ekonomik yönden de bağımsızlığını sağlayacak sanayi hamlelerini başlatmış ve milletimizi ortak bir kültür potasında eritip kaynaştırmak için milli bir kimlik oluşturma gayretlerini göstermiştir.

Atatürk'ün tam bağımsızlık anlayışının ne kadar isabetli olduğunu bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda hemen gözlemleyebiliyoruz. Artık ülkeler güçlerini savaş yoluyla başka devletlerin topraklarını işgal ederek değil, uyguladıkları ekonomik ve kültürel politikalarla ortaya koymakta ve bu şekilde milletlerin bağımsızlığını tehdit eder hale gelmektedirler.

Ülkemizin böyle bir tehlikeden korunması, ancak Atatürk'ün yıllar önce ortaya koyduğu tam bağımsızlık anlayışını yürekten benimsemesi ve onun yaptığı ve gösterdiği gerekleri kararlı şekilde uygulamasıyla mümkün olacaktır.

Bağımsızlık gibi barış da Atatürk'ün kişiliğinin önemli bir parçasıydı. Atatürk dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük askerlerinden biridir. Yaşamının büyük bir kısmını cephelerde geçirmiş, bir askerin sahip olabileceği en yüksek mevkide bulunmuş, en ağır sorumlulukları almıştır. Ancak bu büyük asker aynı zamanda barışın önemini herkesten daha iyi bilmektedir. Nitekim "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözleri onun barışı yalnızca Türk Milleti'nin refahı için değil, bütün dünya milletlerinin refahı ve huzuru için en önemli etken olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Atatürk barışı, refaha ve saadete götüren yol olarak isimlendirmektedir:

"Barış, ulusları refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur… Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her alanda her türlü ihtimallere karşı koyacak bir halde bulundurmak ve dünya olaylarının bütün safhalarını büyük bir uyanıklık içinde izlemek, barışsever siyasetimizin dayanacağı esasların başlangıcıdır. " (Atatürk'ün Söylev ve Demeçler, c.1, s.412)

20 Aralık 2009 Pazar

Mezar arasında Harman olmaz;

Devrim ve sosyalizm mücadelesi şehitleri onurumuzdur. Onları anmak rutin bir iş değil bütün devrimcilerin bu coğrafyada sosyalizm mücadelesine omuz vermiş bedel ödemiş sağ kalanlarında boynunda bir borçtur, görevdir. Sadece onların anılarına, geçmişlerine onurların...a sahip çıkmaz yetmez geride kalanlarına da ailelerine de sahip çıkmak mezarlarına geride bıraktıklarına sahip çıkmak da boynumuzun borcu ve görevimizdir. Devrim ve sosyalizm şehitlerine sahip çıkılması konusunda benim düşüncemin esası budur. Bu yüzden mezarlıklar arasında fazlası ile dolaşırım. Ali çakmaklı gibi Nebil rahuma gibi yoldaşlarımız bugün yaşasa idi tıpkı benim yaptığmı yapacak kalitede olduklarını onların anılarını anlatan arkadaşlarından öğrendim. Devrimci kişiliklerini ve dayanışma anlayışlarını, tarihe el birliği ile satır satır yazdık. Genç bir militan iken Behice Boran yoldaş ile çağlayan genç öncü örgütünde karşılaşmıştık. 1979 da kaybettiğim babamın da arkadaşı idi. Tarih önünde saygı duyduğum önemli devrimcilerdendir. Geçen senelerde onca sene aradan tabiat koşullarına direnemeyen mezarlığını kendi ellerim ile kimseye haber vermeden kendi imkanlarımla tamir etmiştim. Mezarın içinde kemik parçalarından başka bir şey yoktur ama mezarın ve içine koyduğumuz kişinin önemi vardır değeri vardır. Devrimciler açısından da mezar ve mezarlıklar önemlidir. Mezarlıklarda yatan yoldaşlarımız, birlikte mücadele yürüttüğümüz, birlikte birçok zorluğa katlandığımız, umutlarımızı yarınlara taşıdığımız yoldaşlarımızdır. Şehitlerimiz de bu halkın evlatlarıdır. Halk şehitlerini ve onların mezarlarını kendi değer ve gelenekleri çerçevesinde sahiplenirken, biz de sahiplenmemizi bu gelenekleri gözederek fakat daha farklı bir muhtevada gerçekleştiririz. Çünkü biz de bu halkın bir parçasıyız. Bizim halk gelenekleri karşısındaki misyonumuz, halkın olumlu tüm değerlerini, devrimci kültürümüzle harmanlamaktır. Ölülerimize sahip çıkmak da bu değerlerden biridir. Elbette ki bu toplumda yaşıyoruz. Ailemiz, yakınlarımız bu düzende yaşıyor. Devrimci saflarda yeralmamız ailemizden ölenlerin mezarlarına, değerlerine sırt çevirmemiz anlamına gelmez. Aksine, onlara bu konulardaki duyarlılığımızı, göstermeliyiz. Olanak ve ortam olduğu sürece, şehitlerimizin olduğu gibi ailelerimizin, akrabalarımızın mezar ziyaretlerine gitmek bu duyarlılığı ifade etme biçimidir. Elbetteki devrim ve sosyalizm savaşımızda toprağa düşen şehitlerimizi sahiplenme, mezarlarını ziyaret etme, halkın mezar ziyaretlerinden farklılıklar gösterir. Halkımızın ölülerini sahiplenmesi, mezarlık ziyaretleri “yas” havasındadır. Hüzün ve matem egemendir. Dinsel tören ziyaretin temelini oluşturur. Bizim mezar anmalarımızın temelini ile yas değil, coşku ve kararlılık oluşturur. Saygı duruşumuzla, şehitlerimize karşı vefa borcumuzu yerine getiririz. Onların bıraktığı devrimci mirası kararlılıkla sahiplendiğimiz, bayrağın elde taşındığı mesajı verilir. Kimi dönemler vardır ki, şehit mezarlarının ziyareti başlı başına bir eylem olur. Mezar başlarında şehitlerle coşku paylaşılır; türkülerle ve marşlarla sloganlarla düşmana duyulan kin, öfke ve devrim inancı gösterilir. Şehitlerimizin mezar anmalarını yıldönümleriyle sınırlı düşünmemek gerekir. Örneğin; bayramlarda şehitlerimizi kitlesel olarak ziyaret etmek, halka şehitlerimizi ve mücadelemizi tanıtan, kendi ölülerinin yanıbaşındaki şehitlerden haberdar olmasını sağlayann bir işlev yüklenebilir. Devrimcilerin şehitlerine, ölülerine verdiği değeri gözleriyle görmeleri, onarın bize yönelik ön yargılarını aşmada, devletin karşı propagandasını boşa çıkarmada da etkili olur. Ayrıca, kültürel olarak ortak yanlarımızın varlığını görmeleri de güzeldir. Halkla bütünleşme yaşamın her alanında olacaktır. Mezarlıklar da bunun bir parçasıdır. Bunun yanısıra mahallelerde de cenaze törenlerinden halkın mezar ziyaretlerinden uzak durmamak gerekir. Halk cenazesinde acısını paylaşan, zor gününde derdine ortak olanları unutmaz. Bu ilişkiler içinde halkta şehitlerimizin mezarlarına sahip çıkma, bakma, onarımına, yapımına katkıda bulunma anlayışını da geliştirebiliriz. Özellikle kontrgerilla çetelerinin, sivil faşistlerin şehitlerimizin mezarlarına saldırıları karşısında halkta sahiplenme bilinci yaratıp, geleneklerimize hayasızca saldıran bu halk düşmanlarına tavır almalarını sağlamak mümkündür. Devletin ne kadar çirkefleştiğini, mezardaki ölüye, mezar taşına tahammül göstermediğini gördüğünde, hiç kuşkusuz bunu yapanlara lanet yağdıracaktır. Kontrgerillanın kaçırıp, katlettiği devrimcilerin cesetlerini saklaması, ailelerine vermemesi de bilinçli bir politikadır. Bunun bir yanı halkta, devrimcilerde kaygı yaratmaya yönelikse, diğer yanı da mezarının bile olmasını istememektedir. Bilirler ki, katlettikleri her devrimcinin cenaze töreni faşizme karşı bir kitle gösterisi, mezarı da bir direniş ve savaş simgesidir. Devrimcilerin mezarlarının dahi olmasına tahammül edemezler bundan dolayı. Che’yi katlettiklerinde, cesedini bilinmeyen bir yere gömüp, O’nun mezarının bilinmemesini istemeleri çarpıcı bir örnektir. Bir mezar yerinin ne büyük bir önem kazanabileceğinin göstergesidir. Che’nin gömüldüğü yer, yıllar sonra bulunmuştur. CHE’nin anıt mezarı bugün Küba’da, halkın moral kaynağı, emperyalizme karşı direnişinde manevi gücü olmaktadır. Şehitlerimizin mezarlarına gözümüz gibi bakıp, koruyacağız, sahip çıkacağız. Şehitlerimiz geçmişle bugün, bugünle yarın arasında bir köprüdür. Devrimci savaşta ödenen bedeller, fedakarlıklar, kahramanlıklar, onlarda cisimleşiyor. Onlar bizim tarihimizdir. Mezarları, anıt mezarları sahip çıkacağımız değerlerimizdir. Düşmana inat, onları daha fazla bağrımıza basacağız. Düşman onların başucuna dikilen taşlardaki direniş yazılarına kuduruyor, çılgına dönüyor ve bu taşlara saldırıyor. Neden? Çünkü, şehitlerimizin mezarlarındaki her söz, işaret, mezarın kendisi, düşmanın korkularını büyütmeye yetiyor Kişisel olarak önce nebil rahuma sonrasında ali çakmaklıya karşın bir devrimci olarak üzerime düşen görevi yaptığımı düşünüyorum ve rahatım. Nebilin ve ali çakmaklının katilleri bellidir ve bunlar iradi bir surecin sonucudur. Ortaya atılan isimlerin hepsi teferruattır. Nebil rahuma ile ilgili yapacağım şeyleri de siz dostlarımla düşmanlarımla paylaştım. Düşmanlarımla diyorum çünkü bu çalışma esnasında düşmanlar edindim. Adana asri mezarlığında yatan 1982 de öldürülen Ahmet çolak yoldaşın mezarı da ortaklaştırılıp onarılmalı ve başına bir taş dikilmelidir. Ahmet in mezarında bir taş bulunmakta ve annesi ile Ahmet in isimi bir taşta yazılı durmaktadır. İş buyurmak gibi değil yoldaşça bir öneri olarak Ahmet yoldaşın da mezarı yapılmalı tadil edilmelidir. Gerek nebil rahuma gerekse ali çakmaklı yoldaşlarımızın akibetleri ve mezarları ile ilgilenen emek gösteren dostları yoldaşları selamlıyorum. hasan balci

Yitirdiklerimize bağlılık, hayattakilerle birleşmekten geçer

/



Halk için, bir bütün olarak insanlık ve doğa için emek vermiş, önemli katkıları olmuş ve bedel ödemiş insanları kategorize etmek; bazılarını “komünist”, “devrimci”, “yurtsever” veya başka şekilde nitelendirip diğerlerinden ayırırken; bazılarını “burjuva aydını”, “tasfiyeci”, “revizyonist”, “troçkist”, “anarşist”, “reformist” vb ithamlarla ötekileştirmek, halkı bölmenin, birliği, kaynaşmayı ve daha ileri bir sentezi önlemenin bir başka çeşididir. Bütün abartılı sosyalist söylemlerine rağmen bu anlayış, gerçekte dar grupçu, özel mülkiyetçi ve birinci sınıf kapitalist bir anlayıştır.

Halk için hizmet etmiş herkes, saygıya değerdir. Tümünün katkıları bizim için öğreticidir. Yoksul bir işçiden bilim insanına, özgürlük savaşçısından öğretmenine kadar, halk için emek vermiş bütün insanlar bizim nazarımızda eşittir. Kendini doğruların merkezi olarak görme anlayışı yanıltıcıdır; işte koca tarih! Belli ki olumsuzluklar “ötekilerine”, olumluluklar “bize” özgü değildir. Herkesin kusurları olur, çiçeklerin dikenleri gibi. Dikenleri, çiçeğin güzelliğini yadsımamıza gerekçe olamaz.

Bal, pek çok çiçeğin özünden gelir. Doğru fikirlerin, binlerce, milyonlarca deneyimin ortak sonuçlarından gelmesi gibi. Arı gibi, “her çiçekten bal eyleyen” bir yaklaşım gerekiyor. Arının çiçeğe, çiçeğin toprağa, yağmura, güneşe ve rüzgara ihtiyacı kadar ihtiyacımız var buna. Varsın bin bir çeşit çiçekle güzelleşsin halk bahçemiz; bal tadında mayalansın ortak kültürümüz.

Bunun için ayrımsız, bütün köklerimizle toprağı sıkı sıkıya kavrayarak güneşe uzanırsak, birleşip kardeşleşmemiz ve başarmamız daha kolay, gerici fırtınalar karşısında sarsılmamız daha zor olur.

***

Aziz Nesin’in dediği gibi, ölenlere yağcılıkta üstümüze yoktur. Hayattayken arkadaşlarımıza çektiririz veya onlara ilgi göstermeyiz. Fakat kaybettikten sonra, ilahlaştırıp göklere çıkarır, toz kondurmayız. Sonra aynı kötülüğü onların hayatta kalmış arkadaşlarına yaparız.

Hayatta olanların önemli katkılarını hasıraltı eder veya görmezden geliriz. Ama kaybettiklerimizin fikirlerini Kuran’ın ayetleri gibi dokunulmaz kılarız.

Keza, hayatta olanları, kusurlarını abartarak yerin dibine batırırız; ölenlerin kusurlarını küçümser, onları pürupak gösteririz.

Her iki yaklaşım da abartılıdır, gerçekçi ve arkadaşça değildir.

Oysa, insanlarımız hayattayken kıymetini bilmezsek, onları kaybettikten sonra ne kadar övgü düzersek düzelim boştur. Ve kaybettiklerimiz bizim için ne kadar değerliyse, gerçekte, hayattakiler de en az onlar kadar değerlidir.

İnsanlarımıza öldükten sonra değil, hayattayken değer vermeli ve onları, bütün günahlarıyla, sevaplarıyla hemen şimdi sahiplenmeliyiz.


kemal kutan yeni sentez alintidir